24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI? BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI?  BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


DÜNYAYI ELİTLER Mİ YÖNETİYOR? 

Buraya kadar olan bölümde Türkiye’nin hassas sorunlarının bölgesel ve küresel güce sahip devletler tarafından nasıl kullanıldığını gördük. Tabiiki bu devletler bunu elle tutulur gözle görülür bir şekilde yapmıyorlar. Fakat unutmamak gerekir ki her devlette o devletin politikalarını etkileyen elit bir kesim bulunuyor. Bu kesim sayısal olarak çok az olsa da etkileri bununla ters orantılı olarak çok büyük. Bu aynı zamanda onlara karşı neden kolayca 
önlem alınamadığını da gösteriyor. 

Türkiye, bölgesel güç olmaya doğru ilerlerken, Almanya, İngiltere, Fransa, ABD ve İsrail’in bazı baronları bundan rahatsızlık duydular. Her ne kadar Obama’nın arkasındaki lobi gücü AK Parti’nin yanında olsa da Cumhuriyetçi Amerika derin devleti ve Londra’nın gücünü Kraliçe’den alan derin yapısı bu partiye karşı. Dolayısıyla da “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir şekilde gitsin de Türkiye’yi durduralım” görüşündeler. Altın, döviz kuru ve borsalar  daki oyunlar bu isteğin delili olarak gösterilebilir. Diğer yandan, şurası bir gerçek ki son bir yılda Avrupa’dan 300 milyar dolar çalan faiz çetesi gözünü ekonomik darbelerin yıkamadığı Türkiyeye çevirdi. Bu anlamda Gezi olayları aslında Türkiye’nin öngörülemeyecek biçimde büyümesinden rahatsız olan devlerin apolitik Y gençleri üzerinden teşebbüs ettiği sosyal bir darbe girişimi. Olayların arkasındaki güç ise küçümsenecek gibi değil. 2001 ekonomik krizini kasten çıkardığı bilinen Bilderberg seviyesindeki yerli mason baronları Gezi olaylarına finansör olarak perde arkasından destek 
verdiler. 

Bu grup Türkiye’nin Ortadoğu’nun yükselen yıldızı olmasını Osmanlı’nın yeniden dönüşü olarak algıladığından Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak görmek istemiyor. Bu sebeple Gezi olayları yoluyla imaj yıkma operasyonun hedefi sadece Türkiye değil aynı zamanda Başbakan Erdoğandı. Bu imaj zedeleme girişimi bilindiği gibi büyük oranda sosyal medya üzerinden yürümüştü. Peki sosyal medyayı organize edenler kimlerdi? 

Derin Almanya’nın Türkiye medyasının yüzde 60’ını elinde bulundurduğu gerçeğini görmeden sosyal medya devriminin aktörlerini görmek mümkün değil. Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: Alman vakıflarının Gezi eylemcilerini desteklemelerini ve Alman medyasının olaylara daha once görülmedik bir biçimde sahip çıkmasını neye bağlamak gerekir? Aslında cevap İstanbul’un son senelerde şahit olunan yükselişinde gizli. Berlin, 
Paris, Londra ve Washington’dan gelen ve İstanbul’un finans merkezi olmasını çıkarlarına aykırı gören baronlar yerli çıkar ortaklarıyla bir yıl boyunca boğazda bir çok plan yaptılar. Tam bağımsız bir Türkiye’nin baronları korkutuyor olması ise planların odak noktası. 

Hatırlanacaktır Gezi’de üç sosyoloğun düşünceleri ön plana çıkmıştı. İtalyan yazar Gramsci’nin ‘Hapishane Mektupları’ kitabının bu konuda önemli bir kitap olarak ele alınabilecğini düşünüyorum. Tam da onun dediği tarzda hegemonik amaçlar taşıyan güçler ekonomik işgal ve kültür emperyalizmi için hedef seçilen kapitalizmin odak noktası Taksim’de sosyal patlama oyunu kurguladılar. Fakat bu kadarı, yani sol görüşlü olanla olmayanı aynı çatı altında birleştiren söylem Gramsci’nin bile aklına gelmemişti  muhtemelen! Türkiye’de birbiri ile yakınlaşan bir çok farklı görüşü ortak düşman veya dost etrafında birleştiren Gezi olayları sırf bu yüzden bile fenomen olmayı hak ediyor. 

Farklı grupların bir eylem etrafında birleşmesi tabii ki tesadüfi olamazdı. Bu durumun teorik yapısı titizlikle hazırlanmıştı. Böylelikle Gezi’de aktif sivil toplum örgütlerinin organize ettiği hareketlerin teorik alt yapısı, Avusturyalı düşünür Karl Popper’in “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabındaki düşünce lere dayandırıldı. Uygulanan yöntemler ise dünyaca ünlü siyaset bilimci Gene Sharp’ın yazdığı “Şiddet İçermeyen Hareketin Politikası” ve 
“Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitaplarından alındı. Kendisini savaş karşıtı olarak tanımlayan Sharp kitaplarında etkili bir sivil itaatsizlik hareketi için 189 farklı eylem metodu öneriyor. Dolayısıyla Geziciler, duranadam ve soyunan kadın eylemleri ile akıl hocalarını ilan etmiş oldular. 

Gezi olaylarının bu kadar etkili olmasında NATO’ya bağlı gladyoların halen aktif olmasının da büyük rolü bulunuyor. Bilindiği üzere soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun Gladyoları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında tasfiye edildi. Tüm gladyoların finansörü olarak ise Rockfeller ve Rothchild Grubları başı çekiyor. Bu gladyoların en güçlüsü Almanya’dadır. O kadar ki eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa 
Birliği dağılır. Daha ilginç olan bilgi ise uzun yıllar Alman Gladyosuna Türk Gladyosu Ergenekon’u kontrol ve idare görevi verilmesiydi. Bu nedenle Türkiye’de en fazla ajana sahip ülke Almanya’dır. Fakat Alman gladyosuna bağlılık Türk galdyosu için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Yıllardır etkisi altında kaldığı CIA’dan bağımsızlığını ilan etmek isteyen Alman Gladyosu, Türk Ergenekon’unu da bu yola sürükleyerek onları da hedef haline getirmiş oldu. Kalemleri okyanus ötesinde kırıldı! Türkiye’deki Ergenekon’un Alman ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı hapse girerken, diğer kanadı Amerikan ve Alman Gladyoları arasında ortada kaldı. 

Alman ve Türk gladyoları arasındaki ilişkinin ortaya çıkması ise Türkiye’de başlatılan Ergenekon operasyonu sırasında su yüzüne çıkmıştı. Ankara’da Ergenekon operasyonu soruşturması yeni gözaltılar sürerken, Türk Emniyet Genel Müdürlüğü Alman istihbaratından Ergenekon’la ilgili bilgiler istemişti. Her şey işte bu bilgi isteme neticesinde başladı. Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun Ergenekon örgütüyle ilişkisi tartışmaları sürerken, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Alman İstihbarat Teşkilatı (BKA)’dan Ergenekon’la ilgili elindeki bilgileri Şubat 2008’de talep etmesi ortalığı karıştırmıştı. Önce yanıt gelmedi. Ancak Türk emniyeti Almanya’dan Ergenekon’un uyuşturucu ticareti konusunda telefon dinlenmelerinden elde ettiği bilgileri, 2008 boyunca ısrarla resmen istemeyi sürdürdü. Alman istihbaratı, nihayet 2009’da Türk makamlarına 
belgeleri sundu. Bu belgeler arasında Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ‘in uyuşturucu kaçakçısı Yılmaz Tavukçuoğlu ile yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtları da bulunuyordu . 
PKK’nın haber örgütü ANF’ye bilgi veren yeminli bir tercüman Türk makamlarına verilen belgelerin Türkçe’ye çevrildiğini de belirterek, ‘’Belgelerin hem Almanca hem de Türkçe çevirileri Türklere teslim edildi’’ dedi. (22) 

BKA, yani İç Alman istihbaratı, 19 Kasım 2003 tarihinde Tavukçuoğlu ile Tekin arasında geçen 14 dakikalık telefon görüşmesini saniye saniye kaydetmişti. Kayıtlara göre Muzaffer Tekin, kendisine "dikkat et, arsanın bizimle bağlantısı olduğu anlaşılmasın" diyen Yılmaz Tavukçuğlu'na, "Problem olmaz abi. Arsa kimin üzerine kayıtlı, bunu kimse araştırmaz 
burada" yanıtını veriyordu. Almanya'da inşaat işleriyle uğraşan Yılmaz Tavukçuoğlu, Muzaffer Tekin'in de ortağı olduğu Doğuş Faktoring'in sahibi Ertuğrul Yılmaz'ın Almanya'daki iş ortağıydı. Birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarına ilişkin bilgilerin Alman istiharatının elinde olduğu tahmin ediliyordu. Ayhan Parlak'ın kuzeni olan Ertuğrul Yılmaz, 2003 yılının Nisan ayında Almanya'da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. 

ERGENEKONUN GÖLGESİ ALMANYA’YA DÜŞÜYOR 

İlgnçtir, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın (BFV-İç İstihbarat Servisi) 2001 ve 2002 yıllık raporunda, Almanya'da faaliyet gösteren aşırı sağcı Türk gruplar arasında, Ergenekon örgütüne de yarım sayfa yer veriliyordu. Raporda, teşkilatın Almanya’nın Mannheim ve Münih şehirlerinde 40-50 arası üyesi olan bir grup olduğu belirtiliyordu. Rapordaki sağcı kuruluşlar arasında, Ergenekon, Ülkü Ocakları, Atatürkçü Düşünce Derneği ve dinci sağ teşkilatlar yer alıyordu. (23) 

Ergenekon’un izlerine Almanya’da da rastlanması gösteriyordu ki, elbette Ergenekon kolay çökecek bir yapılanma değildi. Türkiye’deki dava sürecine dahil edilenler örgütün çökmesi için yeterli değildi. Ergenekon siyaset, yargı, medya ayağıyla hâlâ faaliyetlerini yürütüyordu. 

Jitem –PKK-Ergenekon ilişkisi gerçekti ve henüz tam anlamıyla ortaya çıkarılamadı. 
Ergenekon’un dış bağlantılarından Almanya ayağı dimdik ayakta duruyordu. Türkiye'de Alman İstihbaratının konumu çok güçlüydü. Almanlar dünyada en iyi bilgi bankasıydı. İngiltere, İsrail ve ABD'nin adı vardı ama Almanlar daha güçlüydü. Eğer Ergenekon sayfaları daha çok açılırsa altından Almanya çıkacağı kesindi. Bu yüzden de ikide bir Deniz Feneri dosyasını çıkarmaları şantaj içindi. Yaptıklarında şu ana kadar başarılı da oldular, 
Almanya, Ergenekon ilişkisi ve Kürt-Alman ilişkisi dosyası henüz daha açılamadı. 

Ergenekon’un Almanya’da da çıkması tesadüfi değildi. Sistem kurma dehası Almanlar’ın bu oluşumlarla ilgisini tesadüfe bağlamak gerçekçi değildi. Bir çok olayda bu çok açık görülüyordu. Mesela, Beyrut'tan Lübnan'dan Abdullah Öcalan'la kavgalı olan Selim Çürükkaya'yı sözde Kızılhaç kaçırmıştır Avrupa'ya. Oysa Çürükkaya'yı yurtdışına Veli Küçük’ün yardımıyla Almanlar çıkarmıştı. Yoksa Öcalan, Selim'i de öldürtebilirdi. 
Ergenekon etnik bir gruptu: Almanya'nın Ortadoğu'da halen ekonomik bir savaşı vardı ve bu savaşı Kürtler gibi etnik grupları yönlendirerek yapıyordu. Fakat sadece etnik gruplar değil Cemalettin Kaplan gibi gruplar, sol gruplar da bu iş için kullanılıyordu. Oyunun genelini yöneten ise Almanlardı. Sadece Türkiye üzerinde değil, İran üzerinde de aynı 
şekilde etkiliydi Almanlar. İran istihbaratını Almanlar eğitmişti. Almanlar, Ergenekon içinde paralel bir örgüt kurmuştu. (24) Ancak Almanlar askeri ihale söz konusu olunca Metin Kaplan’ı pazarlıkla ihale karşılığı Ankara’ya 2004’de teslim etmekten çekinmedi. Vermeden öncede hapishanede çırılçıplak soyup, onurunu, gururunu zedeleyip, alay edip, Kaplan’ın 
intihar etmesini sağlamaya çalıştı. 

CEMALETTİN KAPLAN ASKERİ İHALEYE KURBAN 

Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann , Kaplan'ın Türkiye'ye iade sürecini ve Almanya'daki Müslümanların sorunlarını anlatırken verdiği şu bilgiler çarpıcıydı: ‘Metin Kaplan, sınırdışı edildiği gün, polis karakolunda nezarethaneye atılarak çırılçıplak soyuldu. Adeta intihara teşvik ettiler. Almanya'da yasalara 'yabancı', 'Müslüman' ve 'terörist' kavramlarını eklediler. Müslümanları göndermek için bunu yaptılar. Almanya'da birçok 
Müslüman sınırdışı edildi. Eğer bir insan Müslüman ise tamam. Müslümanlar hakkında verilen kararlar hazır. Onu hemen sınırdışı ediyorlar. Suçlu olup olmadığı araştırılmadan suçlu muamelesi yapılıyor. Şartlar eskisi gibi değil. 'Müslümansan teröristsin' anlayışı var. 

Bir insan 'Allah'ın kanunlarını benimsemiyorum, elimin tersiyle itiyorum' diyorsa kimse buna dokunmaz. Allah'ın kanunlarını inanç olarak benimseyenler ülkelerine gönderiliyor. 
Metin Kaplan'ın, 12 Ekim 2004 tarihinde özel bir uçakla Türkiye'ye iade edilmesi "siyasi bir karar" dı. Kaplan Almanya'da adil yargılanmadı. İadesi kanunlara uyduruldu. Kaplan'ın suçlu olduğuna dair mahkemenin vermiş olduğu kesin bir karar yoktu. Olaya hukuk çerçevesinden baktığımız zaman Kaplan'ın mevcut şartlarda Türkiye'ye iade edilmesi mümkün görünmüyor du. Ama ilginç bir şekilde apar topar Türkiye'ye iade ettiler. Kaplan sınırdışı edilirken her şey kanuna uydurularak yapıldı. Kaplan'ın Türkiye'ye iade edilmemesi gerekirdi. Metin Kaplan Türkiye'ye iade edilmeden önce Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly, Türk İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmelerden sonra askeri ihaleler gündeme geldi. Askeri ihaleler karşılığında Kaplan'ın Türkiye'ye iade edildi. Schilly, 
Metin Kaplan'ın iade edilmesi için Türkiye'ye geldi. Kaplan’a psikolojik baskı yaparak adeta intihara teşvik ettiler. Gardiyanlarla konuştuğumda geceleri Kaplan'ı sürekli kontrol ederek intihar edip etmediğine baktıklarını söylediler. Kaplan Almanca bilmediği halde bazı evraklar imzalatmaya çalışmışlar. Mahkeme süreci devam ederken bile polislerin sürekli 
kendisine 'Seni yurdışına göndereceğiz' demesi çok üzücü. Yurtdışına çıkarılma belgeleri Kaplan'ın ellerine tutuşturularak, uçağa bindirilip Türkiye'ye gönderildi. Bu süreçte avukatı ile de görüştürmediler. Bu olayın yaşandığı güne kadar kimseyle konuşmadım. Ama bu olay yaşandıktan sonra olup bitenleri kamuoyuyla paylaşmaya başladım. Kaplan'a yapılanlar dan sonra patlama safhasına geldim. Ve basına konuştum. Metin Kaplan davasını üstlendiğim için anayasal kurumlar tarafından sıkıştırıldım. Hayatımın en zor davası oldu. Bu davadan dolayı tehdit telefonları aldım. Sekreterlerim rahatsız edildi. Sürekli telefon açarak 'Niye Metin Kaplan'ı savunuyorsun?' diye tehdit ediyorlardı. Telefonlarımı dinliyorlardı. Şimdiye 
kadar birçok Müslümanın avukatlığını yaptım. Ama beni en çok zorlayan Kaplan davası oldu. Kişisel bilgilerimi sordular. Ben de avukat olduğumu söyleyerek sorularına cevap vermedim. 11 Eylül olayı ile Almanya'nın Müslümanlara karşı olan politikaları değişti. 

Müslümanların aleyhine birçok yasa çıktı. 11 Eylül'den sonra Avrupa'da ilk hedef olarak Müslümanların seçildi. Hatta bir insan 'Ben demokrasi değerlerine bağlı kalacağım. Ama inançlarımı da yaşayacağım' dese yine de sınırdışı ediliyor. Düşünsenize Müslümanlar camiilerde namaz kılarken bile polisler namaz kılan insanların başında bekliyor. Her camii de namaz kılamıyorlar. Sadece Diyanet'in camiilerinde namaz kılınabiliyor’ (26) 

Almanya Alman avukatın anlattığı gibi müslüman olanlara bu türden baskılar uyguluyordu. Diğer yandan Deniz Feneri e.V'deki mali aykırılıkları fevkalade önemseyen Almanya, PKK'lıların çoğunu tehditle toplayıp örgüte transfer ettiği milyonlarca eurosunu görmezden geliyordu. Bu tip tuhaf bağlantıların küçük bir örneği de şuydu: Ergenekon ve Balyoz davalarının çürük olduğunu ispatlamak için didinen "angaje" gazeteci Gareth Jenkins'e 
destek verenler arasında Alman Friedrich Naumann Vakfı da vardı. Almanya'daki liberal Hür Demokrat Parti'ye yakın olan ve demokrasiyi savunduğunu söyleyen bu vakfın, darbeci zihniyete göz kırpması çok ilginçti. Darbe hazırlığını "girişim özgürlüğü" olarak görüyorlardı herhalde! 

AYDIN DOĞAN’A ALMAN LİYAKAT ÖDÜLÜ 

Mesela 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar, elindeki tüm medya organları aracılığıyla Ergenekon soruşturmasını sulandırmaya çalışan Aydın Doğan'a, Temmuz 2009'da Almanların, Federal Liyakat Nişanı vermesi tuhaftı... Doğan Grubu ile Alman Axel Springer Grubu arasındaki ilişkiler de ilginç. Mesela Bild gazetesinin Yayın Yönetmeni Kia Diekmann aynı zamanda Hürriyet'in yönetim kurulu üyesiydi. Yapboz oyunu gibiydi. Önce dağınık 
parçalar kafanızı karıştırıyor, derken iki parça birleşiveriyordu. Uyumlu başka parçalar bulduğunuzda da büyük resim ortaya çıkmaya başlıyordu. (27) 

LEOPAR TANKLARI VE KUNDAKLANAN TÜRK AİLE 

Türkiye tarafından yeterince sahiplenilmeyen Almanya’daki Türk toplumu, zaman zaman iki ülkenin de iç ve dış siyasetini şekilendirmek için karşılıklı olarak kullanıyorlardı. Almanya, Ankara’nın yönetim zafiyetinden yararlanarak Almanya’daki Türk toplumunu zaman zaman hem Almanya’nın hem de Türkiye’nin iç ve dış siyasetini şekilendirmek için kullandı. Ankara ise sadece tepkisel olarak buna karşılık verdi. Gurbetçiler, Almanya ve 
Türkiye çatışmalarında her iki devlet tarafından da ortaya konan iyi bir koz olarak görüldüler. Örneğin 1990 lı yıllarda Almanya ile Türkiye arasında Alman yapımı Leopar tanklarının güneydoğu da PKK terör örgütüne karşı kullanılıp kullanılamayacağı konusunda diplomatik alanda tartışmalar devam edip giderken, Almanlar tankların satış sözleşmelerine göre kendilerinin istemediği yerlerde bu tankların kullanılamayacağını öne sürüyordu. 
Türkiye ise parası verilip alınmış tankları ve silahları istediği her yerde kullanabileceğini iddia etmekteydi. 

Diplomatik alanda bu tartışmalar devam edip giderken Türkiye, Almanya’nın yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türkleri sahaya sürmeye karar verdi. Bir ‘yerler’ tarafından organize edilen gruplar Almanya’nın birkaç şehrinde Almanya’yı protesto gösterileri yaptılar. Almanya’nın cevabı yine aynı yerden yani Türkiye’nin yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türk nüfusu üzerinden oldu. 29 Mayıs 1993 de Solingen şehrinde Türklere ait Genç ailesinin evi kundaklandı ve ailenin 5 bireyi acı bir şekilde can verdi. Almanya ile 

Türkiye’nin sahaya inmiş bu ilk düellosu ilerleyen yıllarda da devam etti. Zaman zaman AB-Türkiye ilişkileri, Kıbrıs konusu, azınlıklar, Kürt sorunu v.s gibi her konuda çatışan iki devlet hesaplaşmalarını daha çok Almanya’da ki Türk toplumu üzerinden yaptılar. Yine şöyle bir örnek verecek olursak Bergama’da ki altın madeninin işletilmesi meselesinde Bergamalı köylülerin organize edilip sokaklara dökülmesi, orada ki altın madeninin Türkiye tarafından işletilmesinin engellenmeye çalışılması yine ‘müttefik’ Almanya’nın işiydi. O madenin Türkiye tarafından işletilmesi demek hiç altın madenine sahip olmayan ama ABD de sonra dünyanın ikinci büyük altın rezervini merkez bankasında muhafaza eden Almanya‘nın, Hindistan’dan sonra en büyük müşterisi olan Türkiye’yi kaybetmesi ve senelik 10 milyar  dolarlık bir altın ihracatı zararına uğraması demekti. (28) 

BİR AÇIKLAMAYA BİR KUNDAKLAMA 

Bergama olaylarının yoğun olduğu günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Almanyayı kast ederek “Bazı dost bildiğimiz ülkeler, ülkemizde ki vakıf ve dernekleri aracılığıyla (Frederic Ebert vakfı ve Goethe Enstitüsü nü işaret ediyor) topaklarımızda çeşitli yıkıcı faaliyetlerde bulunuyorlar” dedi. Ve bu vakıfların bundan sonra daha sıkı denetleneceğini faaliyetlerinin kontrol altına alacağını açıkladı. Bu açıklamanın üzerinden çok zaman 
geçmeden 3 Şubat 2008 günü Ludwigshafen kentinde yine Türklere ait bir bina kundaklandı ve 9 kişi yakılarak öldürüldü. Ne Solingen nede Ludwigshafen katliamlarında Alman makamları tarafından doğru düzgün bir soruşturma yapılmadı, olay bir iki alkolik sokak serserisinin üzerine yıkıldı ve onlar da zaten kısa bir süre sonra salıverildiler. 2000’li yıllara kadar hep savunma pozisyonunda kalan Türkiye AK Parti hükümetleri döneminde ve 
özelliklede dışişleri bakanlığına Başbakan Tayyip Erdoganin dış siyaset başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesinden sonra çok aktif bir dış siyaset politikası takip etmeye başladı. 

Sınır komşularıyla olan birçok problem ortadan kaldırılırken Türkiye Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Balkanlar ve İslam dünyası üzerinde büyük söz sahibi oldu. Bİr başka deyimle yönetilen-yönlendirilen konumundan yöneten-yönlendiren konumuna geçmişti Ankara. Tabii bu durum sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmadı ve AB politikalarını da derinden etkiledi.1990’lı yılların başından bu yana sırasıyla Mölln, Solingen, Rostock, Lübeck, 
Karlsruhe, Friedrichshafen, Ludwigshafen’da doğrudan konutlara yönelik kundaklama eylemi ve dokuz masum vatandaşımızın katledilmesinin ardından Türkiye, güçlü bir hükümetin de verdiği özgüvenle olaya doğrudan müdahil oldu. Olayı soruşturma komisyonlarına bizzat Türk emniyet ve adli makamlarını da katarak daha önceki yıllarda sergilenen içine kapanık, pısırık, politikaları terk ettiğini ve yabancı ülkelerdeki vatandaşlarının arkasında olduğunu o ana kadar konuyla ilgili umursamaz hatta kibirli 
yaklaşan Alman politikacılara göstermiş oldu. Ludwigshafen olayının hemen ardından AK parti kabinesinden bakanların ve sonrasında da bizatihi başbakanın olay yerine gelerek Alman makamlarına hesap sorar bir şekilde konuşması ve davranması Türkiye’nin bu konuda ne kadar hassas oluğunu göstermişti. Ludwigshafen katliamının üzerine Türk Başbakanının ve hükümetinin bu denli düşmeleri Alman makamlarını ve Alman medyasını 
bir anda şaşırttı ve adeta ne yapacaklarını, olaya nasıl yaklaşacaklarını bilemez bir hale soktu. Artık her kafadan bir ses çıkıyordu. (29) 


Başbakan Recep Tayyip Erdogan in 11 Şubat 2008’de Köln kenti Arena spor salonunda 20 bin Türk vatandaşına (bir o kadar da salon dışında kalabalık olduğunu belirtelim) “Asimilasyon bir insanlık suçudur. Sizleri asimile etmek isteyenlere asla müsaade etmeyiniz. Entegrasyona evet ama asimilasyona kesinlikle hayır” şeklinde konuşması, Alman siyasiler ve medya tarafından günlerce tartışıldı. Konuşma hep bir ağızdan “paralel toplum istemiyoruz” 
şeklinde karşılık bulmuştu. Başbakan Erdoğan’ın 27 Şubat 2011’de Düsseldorf yine aynı söylemleri tekrarlaması ve Almanya’da yaşayan Türkleri Alman vatandaşlığına geçmeye ve bu ülkede siyaset yapıp söz sahibi olmaya teşvik etmesi, Almanya‘ tarafından Türk başbakanının Almanya’nın iç işlerine karışması olarak değerlendirildi ve günlerce eleştirildi. Başbakanın verdiği mesajlar, sadece Almanya ile sınırlı kalmadı. Erdoğan’ın, 12 Nisan 2011 tarihinde Fransa’nın Strasburg kentinde yine Türklere yönelik yaptığı miting de “Şunu açık açık söylüyorum; Sizler asla ve asla yalnız değilsiniz. Sizler gurbette tek başına değilsiniz, kendi kaderine terk edilmiş asla değilsiniz. Sizin arkanızda Türkiye Cumhuriyeti var kardeşlerim. Sizin arkanızda güçlü ekonomisiyle, dış politikasıyla itibarlı bir ülke var. Sizin arkanızda şanlı bir tarih, köklü bir medeniyet, zengin bir kültür var” demesi Avrupa Birliğinin iki güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’yı sarstı. Bu iki güçlü ülke üzerinden tüm Avrupa Birliğine ve hatta dünyaya ince bir mesaj verilmişti. Senelerce Türkiye’yi ‘hasta adam’ sınıfına koyan Avrupa ülkeleri Türkiye’nin hafiften silkinip kendine gelmesi karşısında bile ‘Osmanlılar geliyor’ korkusu ve sendromunu yeniden yaşamaya başladılar. 
(30) Avrupa’da yaşayan Türklerin oranının Avrupa’daki bir çok devletin nüfusundan daha fazla bir orana erişmiş olması bu korkuyu daha da körüklüyordu. Bazı AB ülkelerinde ki Türk nüfusu yaklaşık olarak şu şekildedir: 

ALMANYA: Toplam nüfusu 80 milyon, Türk nüfusu 4,5 milyon 

 HOLLANDA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 BELÇİKA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 FRANSA: Toplam nüfusu 66 milyon, Türk nüfusu 750 bin 

 İNGİLTERE: Toplam nüfusu 58 milyon, Türk nüfusu 100 bin. 

 İSVİÇRE: Toplam nüfusu 4.5 milyon, Türk nüfusu 50 bin. 

 AVUSTURYA: Toplam nüfusu 11.5 milyon, Türk nüfusu 80 bin. 

 İSVEÇ: Toplam nüfusu 10 milyon, Türk nüfusu 70 bin. 

 Balkan ülkelerinde kalan birkaç milyon Türk nüfusunu da eklediğimizde; Türklerin Avrupa’da en büyük nüfusa sahip milletler arasında ilk beş milletten birisi olduğunu söylersek hiç de mübalağa yapmış olmayız. Bu kadar büyük bir nüfus potansiyelimizin olduğu bu kıta da bizim devletimiz bunun la ilgili ne yapmaktadır diye sorduğumuzda ise rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bu cevap kocaman bir hiçtir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 2


2002 yılında Ergon Yayınevi tarafından basılan kitapta Dressler, ciddi araştırmaların Türk vatandaşlarının % 20 sinin Alevi kökenli olduğunu, Alevilerin ise en az üçte ikisinin Türkçe, geri kalanının Kürtçe konuştuğunu ortaya koyduğunu aktarmaktadır (2002: 10). “ Kızılbaş Geleneğinin Oluşumu ”, “ Kızılbaşlıktan Aleviliğe ”, “ Modern Türkiye’nin Dinî-Politik 
Söylemi ve Aleviler ” ile “20. Yüzyılda Kızılbaşlık” şeklinde dört ana başlık halinde yapılmış olan araştırma Kemalizm’in din algısının Alevilere hem Kemalist kimliklerini korumayı, hem de dinî geleneklerini yerine getirmeyi kolaylaştırdığını vurgulamaktadır. 03-05 Aralık 2003 tarihinde Almanya’nın Heidelberg şehrinde gerçekleştirilen “Göç ve Ritüel Aktarımı: İslam 
Dünyası ile Batı Diasporası Arasında Dinî Azınlıklar” adını taşıyan sempozyumun bildirilerini içeren bir diğer kitap ise “Migration und Ritualtransfer: Religiöse Praxis der Aleviten, Jesiden und Nusairier Zwischen Vorderem Orient und Westeuropa” adını taşımaktadır. Kitabın Türkçe adı “Göç ve Ritüel Aktarımı: Yakın Doğu ve Batı Avrupa Arasındaki Aleviler, Yezidiler ve Nusayrilerde Dinî Uygulamalar” şeklindedir. Söz konusu 
sempozyumun ana konusunun “Köy, şehir ve göç bağlamında Aleviler, Yezidiler ve Nusayrilerde ritüel aktarımı” olduğu ifade edilen 341 sayfalık kitap 2005 yılında yayımlanmıştır ve aşağıdaki 14 farklı araştırmadan oluşmaktadır: - Ritualtransfer (Ritüel Aktarımı). Yazarlar: Robert Langer, Dorothea Lüd- deckens, Kerstin Radde, Jan A.M. Snoek 

- Religious Minorities in the Middle East and Transformation of Rituals in the Context of Migration (Ortadoğu’da Dinî Azınlıklar ve Göç Bağlamında Ritüel Aktarımı). 
Yazar: Philip G. Kreyenbroek. - Ritual Transfer and the Reformulation of Belief Amongst the Turkish Alevi Community (Ritüel Aktarımı ve Türk Alevi Topluluğu Arasındaki İnanç Sisteminin Yeniden Formüle Edilmesi). 
Yazarlar: David Shankland, Atila Çetin. - Alevitische Kongregationsrituale: Transfer und Re-Invention im transnati- onalen Kontext (Alevi Cemaat   Ritüelleri: Uluslararası Bağlamda Aktarım ve Yeniden Buluş). 
Yazarlar: Raoul Motika, Robert Langer. - Ayin-i Cem- das alevitische Kongregationsritual: Idealtypische Beschrei- bung des Ibadet ve Öğreti Cemi (Cem Ayini – Alevi Cemaat Ritüeli: İbadet ve Cem Öğretisinin Örnek 
Tanımlaması). 
Yazar: Janina Karolewski. - Das alevitische Dede-Amt (Alevi Dedelik 
Makamı). 
Yazar: Hüseyin Ağu- içenpoğlu. - Alevilik als Lied und Liebesgespräch: Der Dorfweise Melûli Baba (1892- 1989) (Bir Türkü ve Sevgi Konuşması Olarak Alevilik: Köy Piri Melûli Baba (1892- 1989). 
Yazar: Hans-Lukas Kieser. - Transformationsprozesse des alevitischen Cem: Die Öffentlichkeit ritueller Praktiken und Ritualhandbücher (Alevi 
Cem’inin Dönüşüm Süreçleri: Ritüel Uy- gulamaların ve Ritüel El Kitaplarının Açıklığı). 
Yazar: Refika Sarıönder. - Zur Funktionalität des Cem-Rituals als Instrument alevitischer Identitätsstiftung in der Cem Dergisi (Cem Dergisinde Aleviliğin Kimlik Aracı Olarak Cem-Ritüelinin İşlevine Dair). Yazarlar: Ina Paul, Johannes Zimmermann. - Cem in Deutschland: 
Transformationen eines Rituals im Kontext der alevitischen Bewegung (Almanya’da Cem: Alevi Hareketi Bağlamında Bir Ritüelin Dönüşümü). Yazar: Marin Sökefeld. - Erfundene Feste, falsche Rituale? Die Gedenkfeier von Hacıbektaş (Uydurulmuş Şenlikler, Yanlış Ritüeller? Hacı Bektaş’ı Anma Törenleri). 
Yazar: Beatrice Hendrich. - Friedhöfe als Quellen für Fragen des Kulturwandels: Grabkultur von Yeziden und Aleviten in Deutschland mit 
Seitenblick auf die Türkei (Kültür Değişiminin Sorularına Kaynak Olarak Mezarlıklar: Türkiye’ye Yan Bakışla Almanya’daki Yezidi ve Alevilerin Defin Kültürü). 
Yazar: Rüdiger Benninghaus. - Zwischen Taufe und Beschneidung: Rituale im Yezidentum in der Heimat und im Exil (Vaftiz ve Sünnet Olmak Arasında: Anavatanda ve Sürgünde Yezidilik Ritüelleri). 
Yazar: Se-bastian Maisel. - Die Nusayrier und ihre Rituale. (Nusayriler ve Ritüelleri). 
Yazar: Werner Arnold. Türk Aleviliğinin tarihî sürecini ele alan “Türkische Aleviten: Vom Osma- nischen Reich bis zur Heutigen Türkei“ adlı araştırma Burak Gümüş’ün 2001 yılında Konstanz Üniversitesinde hazırladığı yüksek lisans tezinin kitaplaştırılmış halidir ve 262 sayfadan oluşmaktadır. 

“Osmanlı İmparatorluğundan Günümüz Türkiye’si ne Türk Alevileri” başlığını taşıyan araştırmada, Alevilerin Osmanlı’dan günümüze kadar olan tarihî ele alınmıştır. İlgili araştırma “Osmanlı Döneminde Aleviler”, “Tek Parti Döneminde Aleviler” ve “1946 Yılı Sonrası Aleviler” olmak üzere üç ana başlıkta düzenlenmiştir. Gümüş, ilgili kitapta Osmanlıdan günümüze 700 yıllık süreçte Türk Aleviliğinin doğuşunun, gelişiminin, yaşadığı baskıların, yok edilme uğraşlarının, başkaldırıların vb. yansıtıldığını belirtmektedir. 
Günümüzdeki Aleviliği konu edinen “Türkische Aleviten Heute” başlıklı çalışma ise John Shindeldecker tarafından 2001 yılında kaleme alınmıştır. Türkçe çevirisi “Günümüzdeki Türk Alevileri” olan kitap, on iki bölümden oluşmaktadır. Birçok ansiklopedide Türkiye’nin % 99’unun Sünnilerden oluştuğunun belirtildi- ğine, Alevilerin varlığından ise kamuoyunun 
yeni yeni haberdar olduğundan bahseden yazar, bu kitabın bu boşluğu doldurmak amacıyla kaleme alındığını ifade etmektedir. Yahudi, Hıristiyan, Budist ve Hindularda olduğu gibi Alevilerde de çok geniş bir yelpazeye dayanan inanç şekilleri ve ibadet tarzlarının bulunduğunu ileri süren Shindeldecker, araştırmasında “Aleviler kimlerdir?”, “Alevilerin sayısı ve 
dağılımları”, “Aleviler ve İslam”, “Alevilerin gelenekleri ve bayramları”, Hz. Ali’nin Alevi bakışı”, “Aleviler, Hacı Bektaş ve Bektaşiler”, “Aleviler ve tasavvuf”, “Aleviler ve halk dindarlığı”, “Aleviler, önyargılar ve zulüm”, “Alevi-Bektaşi mizahı”, “Aleviler ve güncel toplumsal konular” ve “Alevilerin günümüzdeki kimlikleri” konularına yer vermektedir. Almanca yayımlanan bir diğer kitap ise “Mythen und Rituale des Aleviten- tums” adını taşıma-
ktadır. “Alevilerin Efsaneleri ve Ritüelleri” anlamındaki 256 sayfa- lık kitap, Haki Gürtaş tarafından 2005 yılında yayımlanmıştır. Aleviliğin günümüze dek teoloji ve din sosyolojisi bağlamında ele alınmadığına ve yakın zamana kadar bilim için yabancı olduğuna değinilen araştırmada, mevcut yayınların ise Aleviliği siyasi, milli ve geleneksel İslami bakış açısıyla ele aldıklarından yakınılmaktadır. Söz konusu eserde ise Aleviliğe bağımsız bir dinî cemaat 
gözüyle bakıldığını belirten Gürtaş, Aleviliğin Zerdüştlükle olan benzerlik ve bağlantılarına değinmektedir. Burak Gümüş’ün “Die Wiederkehr des Alevitentums in der Türkei und in Deutschland” başlıklı araştırmasının 2007 yılında yayımlandığı görülmektedir. Türkçe anlamı “Türkiye’de ve Almanya ’da Aleviliğin Geri Dönüşü” olan kitabın giriş bölümünde (2007: 1), 

Alevilerin kendilerini İslam’ın bir parçası olarak görmelerine rağmen, Sünnilerin onları İslam dinini tutucu olmayan şekilde yorumlama larından ve ayinlerindeki “pagan”lıklardan dolayı kâfir olarak algıladıkları belirtilmek tedir. Türkiye’de Alevilerin resmi olarak halen bir inanç topluluğu olarak sayılmadıklarına ve Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas olaylarında olduğu gibi katliamlara uğradıklarını ifade eden Gümüş, 1990’lı yıllardan bu 
yana Alevi hareketinde bir canlanma olduğundan söz etmektedir. Bu bağlamda Alevilikle ilgili kitap, dergi, türkü, genel ağ sayfaları, radyo ve televizyonların yoğunlaştığını bildirmektedir. Bütün bu canlanmanın ise Alevi kuruluş ve federasyonları vasıtası ile gerçekleştiği tezinden yola çıkan yazar, çalışmasını Alevililiğin Türkiye ve Almanya’da yeniden canlanmasında dernek ve üst çatıların oynadığı rol üzerinde yoğunlaştırmıştır. Aleviliğin Al-
manya’daki durumunu konu edinen bir diğer kaynak ise Martin Sökefeld tarafından 2008 yılında yayımlanan ve içerisinde sekiz farklı araştırma yer alan “Aleviten in Deutschland” adlı kitaptır. “Almanya’daki Aleviler” olarak çevirebileceğimiz kitapta ilk olarak kitabın yayıncısı Martin Sökefeld’in “Aleviten in Deutschland- von Takiye zur Alevitischen Bewegung” (Takiyeden Alevi Hareketine- Almanya’daki Aleviler) adlı araştırması karşımıza çıkmaktadır. Bunun yanı sıra adı geçen kitapta sırasıyla Beatrice Hendrich’in “Alevitische Geschichte Erinnern- in Deutschland” (Almanya’da Alevilik Tarihini Hatırlamak), Robert Langer’in “Ale- vitische Rituale” (Alevi Ritüelleri), Kira Kosnik’in “Mit eigener Stimme? Migrantische Medien und Alevitische Strategien der Repräsentation” (Kendi Sesiyle mi?  Göçmen  Medya ve Alevi Temsil Stratejileri), Hülya Taşçı’nın “Die zweite Genera- tion der Alevitinnen und Aleviten Zwischen Religiösen Auflösungstendenzen und Sprachlichen Differen-zierungsprozessen” (Dinsel Bozulma Meyli ile Dilsel Farklılık Sürecinde İkinci Nesil Aleviler), Halil Can’ın “Außenseiter wider Willen: Das ‚coming-out‘ des Alevitentums in der Diasporischen Enkelgeneration oder Erin- nerungs- und Identitätsarbeit über das Digitale Gedächtnis des Internets“ (İsteği Dışında Marjinal Kalan İnanç; Türkiye’nin Dört Bir Yanına Dağılmış Olan Aleviliğin Üçüncü Kuşakta Yeniden Tezahür Etmesi ve/veya Genel Ağın Dijital Hafızası Vasıtasıyla Kimliklerini Yeniden Hatırlamaları ve Özlerine Dönüşleri), Martin Sökefeld’in “Sind Aleviten Muslime? Die alevitische Debatte über das Verhältnis von 
Alevitentum und Islam in Deutschland” (Aleviler Müslüman mı? Aleviliğin ve İslam’ın Almanya’daki Durumu Üzerine Alevi Tartışması) ve David Shankland ile Atila Çetin’in “Aleviten in Deutschland“ (Almanya’da Aleviler) başlıklı araştırmaları yer almaktadır. 

Bektaşilik ile ilgili en son yapılan araştırmalardan birisi olarak “Bektaschi- tum und Griechisches Orthodoxes Mönchtum” başlıklı çalışma göze çarpmaktadır. 2010 yılında yayımlanan 79 sayfalık kitabın yazarı Andreas Kiriakidis’dir. “Bektaşilik ve Yunan Ortodoks Keşişliği” şeklinde tercüme edilebilecek kitap, din konusunu ele almakta ve iki mistik geleneği karşılaştırmaktadır. Bektaşi tarikatlarının Osmanlı dönemindeki rolüne değinen yazar, fethedilen yerlerde Bektaşilerin halka ciddi olarak etki ettiklerinden söz etmektedir. 

Bugüne kadar çok hesaba katılmasa da Bektaşilerin Yunanistan’ın tarihinin 
aydınlatılmasında da çok önemli katkıları olduğuna değinilen araştırmada XV.-XX. yüzyıl arasında Bektaşilerin Yunan halkıyla geniş ölçüde temas kurmaları ve karşılıklı etkileşimleri konu edilmektedir. Sonuç olarak Alman kaynaklarında Bektaşiliğin ve Aleviliğin ele alındığı bu araştırmada Almanca yazılmış olan 21 kitap incelenmiştir. XX. yüzyılın başlarından itibaren Bektaşilik ve Alevilik konularının Almanya’da çeşitli araştırmaların konusu olduğu görülmektedir. Türklerin Almanya’ya göçünden sonra Alevi kökenli Türk vatandaşların da Almanya’da yaşamaya başlamasıyla birlikte araştırma larda çoğalma olduğu hatta konu ile ilgili sempozyumların düzenlendiği görülmektedir. Kitap ve çevirilerin yanı sıra çeşitli yüksek lisans ve doktora tezlerinin de Bektaşilik-Alevilik konusunu irdeledikleri görülmektedir. 

Araştırmaların geneline şöyle bir göz attığımızda Bektaşilik ve Alevilik  kavramlarının bir bütün olarak kabul edildiğini, Bektaşi ve Alevilerin inanç sistemlerinin, ritüellerinin, mizahlarının, tarihî geçmişlerinin yanı sıra Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin mimarilerine kadar incelendiğini görmekteyiz. Araştırmaların çoğunda Bektaşilik-Alevilik konusunun özellikle siyasi yönünün ön plana çıkarıldığıyla ve, Alevi ve Bektaşilerin toplum 
ve devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan ve yok edilmeye çalışılan bir topluluk olarak gösterilmeye çalışıldığıyla karşılaşmaktayız. Öte yandan hoşgörünün sembolü olarak görülen Bektaşilik ve Aleviliği ayrı bir din olarak gören, Zerdüştlükle ve Hıristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışan araştırmaların fazlalığı da dikkat çekmektedir. 

Özetle, Alman kaynaklarında Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili yapılmış olan araştırmalarda Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili geniş çaplı bilgiler verildiğini, araştırmaların çoğunda Bektaşi ve Alevilerin şiddet ve baskıya maruz kaldığı şeklinde söylemlerde bulunulduğunu ve Bektaşilik-Aleviliğin bir din mi, mezhep mi, bir kültür veya bir cemaat mi olduğu konusunda kafaların karışık olduğunu ve bu konuda birbirinden farklı ve çelişkili tanımlamalar ın yapıldığını söyleyebiliriz. 

TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2013 / 65 
Muhammet KOÇAK
* Dr., Gazi Üniversitesi, Alman Dili Eğitimi Bölümü, Ankara/Türkiye, 
muhammetkocak@gazi.edu.tr 


Kaynakça 

AYTAŞ, Gıyasettin. (1999). “‘Bektaşi Kız’ Adlı Roman Hakkında Bazı Tespitler”. Hacı Bektaş Velî Dergisi, 11: 53-60. 

BACKHAUSEN, J. Manfred & DIERL A. Josef. (1996). Der rituelle Gottesdienst CEM des anatolischen Alevismus. Wuppertal: Holger Deimling Verlag. 

BACKHAUSEN, J. Manfred & DIERL A. Josef. (1998). Einführung in den Alevismus-Bektaschismus. Düsseldorf: Manfred Johannes Backhausen Verlag. 

BOZKURT, M. Fuat. (1988). Das Gebot. Mystischer Weg mit einem Freund. Hamburg: E.B.- Verlag Rissen. DIERL, A. Josef. (1985). Geschichte und Lehre des anatolischen Alevismus Bektasismus. Frankfurt: Dagyeli Verlag. 

DRESSLER, Markus. (2002). Die Alevitische Religion. Traditionslinien und Neubestimmungen. Würzburg: Ergon Verlag. FAROQHI, Suraiya. (1981). Der Bektaschi-Orden in Anatolien. Wien: Verlag des Instituts für Orientalistik. 

GROSS, Erich. (1927). Das Vilajet-Name des Haggi Bektasch. Ein Türkisches Derwischevangelium. Leibzig: Mayer & Müller. 

GÜLÇİÇEK, A. Duran. (1994). Der Weg Der Aleviten (Bektaschiten). Köln: Ethnographia Anatolica Verlag. GÜLÇİÇEK, A. Duran & BENNINGHAUS, Rüdiger. (1996). 99 Bektaschi Witze/ 99 Bek- taşi Fıkrası. Köln: Ethnographia Anatolica Verlag. 

GÜMÜŞ, Burak. (2001). Türkische Aleviten: Vom Osmanischen Reich bis zur heutigen Türkei. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag. 

GÜMÜŞ, Burak. (2007). Die Wiederkehr des Alevitentums in der Türkei und in Deutschland. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag. 

GÜRTAŞ, Haki. (2005). Mythen und Rituale des Alevitentums. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag. JACOB, Georg. (1908). Beiträge zur Kenntnis des Derwisch-Ordens der Bektaschis. Berlin: Mayer & Müller. 

KIRIAKIDIS, Andreas. (2010). Bektaschitum und griechisches orthodoxes Mönchtum. Religionskontakt und Vergleich zweier mystischer Traditionen. Berlin: EB Verlag. 

KÖSTER, Rudolf. (2003). Eigennamen im deutschen Wortschatz. Berlin: Walter de Gruyter. 

LANGER Robert, MOTIKA Raoul & URSINUS Michael. der. (2005). Migration und Ritualtransfer: Religiöse Praxis der Aleviten, Jesiden und Nusairier zwischen Vorderem Orient und Westeuropa. Frankfurt: Peter Lang Verlag. 

PFLUGER-SCHINDLBECK, Ingrid. (1989). Achte die Älteren, liebe die Jüngeren. Frankfurt: Ahtenäum Verlag. 

SHINDELDECKER, John. (2001). Türkische Aleviten Heute. İstanbul: Anadolu Ofset. 

SÖKEFELD, Martin. der. (2008). Aleviten in Deutschland. Identitätsprozesse einer Religionsgemeinschaft in der Diaspora. Bielefeld: Transcript Verlag. 

TSCHUDI, Rudolf. (1914). Das Vilajet-name des Hadschim Sultan. Berlin: Mayer & Müller. 

TÜRK DİL KURUMU. (1988). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi. 

WULZINGER, Karl. (1913). Drei Bektaschi-Klöster Phrygiens. Berlin: Verlag von Ernst Wasmuth A.G. 

YAKUP, Atilla. (1997). Humor im Islam. Frankfurt: Yvonne Landeck Verlag. 



 ***

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK- ALEVİLİK BÖLÜM 1

FARUK ASLAN,

 Şimdi Alman derin devletinin Aleviliği nasıl gördüğüne ve tanımladığına biraz daha yakından göz atalım. Almanya’da yaşayan Alevi ve Sünni Zazaları bölmek için bile 11 site kurduran Derin Gladyo Kılıç, Almanya’daki Türk ve Kürt nüfusunun dörte birini oluşturan Alevileri anlamak için pek çok akademik araştırma yaptırmıştır. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi’nin 65. sayısında 2013’de yayınlanmış bir araştırmada buna değin çok doyurucu bilgiler yer alıyor. Gazi Üniversitesi, Alman Dili Eğitimi Bölümü’nden Muhammet Koçak, bu makalesinde, Alman kaynaklarında Bektaşilik ve Alevilik hakkında yazılmış olan araştırmaları ele alıyor. 

Bu bağlamda, kronolojik olarak 20. yüzyılın başından günümüze dek Almanca yazılmış olan araştırmalar incelenmiş. 

Konu ile ilgili olarak Almanya’nın Berlin ve Hamburg şehirlerindeki kütüphanelerden elde edilen 21 kitap incelenmiş ve bu kitapların Bektaşilik- Alevilik ile ilgili hangi konuları irdeledikleri, neleri araştırdıkları hakkında bilgiler verilmiştir. Betimleme yöntemi kullanılan araştırmanın sonucunda Bektaşîlik ve Alevîlik kavramlarının bir bütün olarak kabul edildiği, Bektaşilik ve Aleviliğin inanç sistemlerinin, ritüellerinin, mizahının, tarihî geçmişinin yanı sıra Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin mimarilerine kadar ayrıntılarının incelendiği görülmüştür. Aratırmaya konu olan kitapların bir çoğunda ise Bektaşilik-Alevilik konusunun özellikle siyasi yönünün ön plana çıkarıldığı, Alevi ve Bektaşilerin toplum ve devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan ve yok edilmeye çalışılan bir topluluk olarak  gösterilmeye çalışıldığı ile karşılaşılmıştır. Ayrıca, söz konusu Alman kaynaklarında, hoşgörünün sembolü olarak görülen Bektaşilik ve Aleviliği ayrı bir din olarak görüp Zerdüştlükle ve Hristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışan araştırmaların fazlalığı da dikkat çekmiş; Bektaşilik-Aleviliğin bir din mi, mezhep mi, kültür veya bir cemaat mi olduğu konusunda kafaların karışık olduğu ve bu konuda birbirinden farklı ve çelişkili tanımlamaların yapıldığı tespitinde bulunulmuştur. 

Hacı Bektaş Velî’nin düşünceleri etrafında XIII. yüzyılda kurulan Bektaşilik tarikatı ve beraberinde getirdiği Bektaşilik düşüncesi, Türk tarihinde önemli bir rol oynamış ve Türk kültürüne önemli katkılarda bulunmuştur. Bektaşiliğin ne olduğunu tanımlamak için öncelikle kurucusu olan Hacı 

Bektaş Velî’yi kısaca tanımak gerekmektedir. Aytaş (1999: 54), 
Hacı Bektaş Velî’yi, Türk kültür hayatına damga sını vuran, Türklüğün hamurunda mayası bulunan önemli bir şahsiyet olarak tanıt maktadır ve onun Anadolu bozkırında yeşerttiği hoşgörü ve sevgi tohumlarının gün geçtikçe yeşerip büyüyerek batıda Macaristan, doğuda Çin sınırlarında meyvelerini verdiğini ifade etmektedir. Bektaşilik, olgun insan yetiştirmek 
amacıyla hoşgörüyü ve muhabbeti kendisine ilke edinen bir tarikat olarak, Alevilik ise sözlükte “Halife Ali’yi ilk halifeden üstün tutan mezhep ve tarikatların genel adı.” şeklinde tanım lanmaktadır (TDK Türkçe Sözlük, 1988: 49). Bektaşilik ve Alevilik arasında farklar olsa da toplum tarafından aynı olarak görülmektedir. Günümüze dek Bektaşilik ve Alevilik kavramları Türk toplumu içerisinde sürekli tartışma konusu olmuştur. Bektaşiliğin ve 
Aleviliğin kimi çevrelerce bir kültür, kimilerince bir mezhep hatta kimilerince bir din olarak tanımlanması tartışmaların odağını oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Bektaşi ve Alevilerin toplum tarafından dışlandıkları, ezildikleri, şiddete maruz bırakıldıkları, yok edilmeye çalışıldıkları söylemleri de gündemde sürekli yer tutmaktadır. Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili ulusal ve uluslararası alanda birçok araştırma yapılmıştır. Bu çalışmada ise sadece Alman kaynaklarında Bektaşilik-Alevilik ile ilgili yapılmış olan araştırmalar üzerinde durulmuştur. Alman araştırmacıların ve Türk araştırmacıların Almanca olarak yayımladıkları kitaplar ve kitaplarda ele alınan konular betimleme yöntemiyle ve kronolojik olarak aktarılmaya çalışılmıştır. 

Bektaşilik kavramı Eigennamen im Deutschen Wortschatz adlı Alman ansiklopedide (Köstler, 2003: 17) “Hacı Bektaş Velî adlı bilginin yolundan giden ve Alevilik ile benzer olan İslami bir mezhep.” olarak yer almakta, burada ayrıca 1925 yılında Türkiye’de Bektaşi tekkelerinin yasaklandığı bilgisi de verilmektedir. Alevilik ise aynı ansiklopedide “Tutucu olmayan, tolerans sahibi bir İslami inanç hareketi.” (Köstler, 2003: 3) olarak tanımlanırken Aleviler namazı, zekâtı ve haccı reddeden kişiler olarak tanıtılmaktadır. Alevilerin Şii oldukları ve Sünni düşüncenin dışında yer aldıklarından dolayı sıklıkla Sünnilerin zulmüne uğradıkları da ilgili tanımda yer almaktadır. Bu yaklaşım, (gerçekle ilgisi olmadığı halde) Şiilerin de namaz kılmayan, hacca gitmeyen, zekât vermeyen insanlar olarak algılanmasına neden olabilecek mahiyettedir. Almanya’nın Berlin ve Hamburg kütüphanelerinde yaptığımız araştırmalar sonucu ulaştığımız Almanca kitaplarda, Alman ve Türk araştırmacıların XX. yüzyılın başından günümüze dek Bektaşîlik ve Alevîlik konusunu inceledikleri görmekteyiz. İncelenen kaynakların ilki Erlangen Üniversitesinden Georg Jacob tarafın dan kaleme alınan “Beiträge zur Kenntnis des Derwisch-Ordens der Bektaschis” adını taşımaktadır. Türkçe karşılığı “Bektaşilerin Dervişlik Tarikatı Hakkında Bilimsel Yazılar” olan araştırma Berlin’de yayımlanmıştır. 58 sayfalık çalışmada İslam dininin yazılı kaynaklara dayanan tarafının, Batı’da bugüne kadar birçok araştırmanın konusu olduğu buna karşın dervişliğe dayanan kısmının ihmal edildiği belirtilmektedir. 1908 yılında 
yayımlanan araştırmada Hacı Bektaş Velî hakkındaki güvenilir kaynakların neredeyse yok denecek kadar az olduğu üzerinde durulmaktadır. 

Bektaşilerin yeniçeriler ile ilgilerine değinen yazar, yeniçeriler ile olan bağlantılarının Bektaşilere dünyevi bir önem sağladığını ve Bektaşilerin fetih ordularının vaizleri konumunda olduklarını dile getirmektedir. 

Bektaşilerin daha sonra ortaya çıkan ve imparatorluğu sarsan birçok huzursuzlukta da ara buluculuk rolü oynadıklarına; buna rağmen 1826 yılında II. Mahmut’un yeniçerileri ortadan kaldırması sırasında yeniçerilerin ruhani liderleri konumundaki Bektaşilerin de ferman ve fetva ile sapkın ilan edildiklerine, İstanbul’daki 14 tekkenin yıkılarak sadece mezarlıklara 
dokunulmadığına, mensupların ise Anadolu’ya sürgün edilerek ya da yolda boğularak öldürüldüklerine yer vermiştir. 

Öte yandan Jacob, Bektaşilerin tam olarak açıklanamayan bir biçimde, Hristiyanlıkla bağdaştırıldığına değinerek Anadolu’da 1416 yılındaki ayaklanmaya önderlik eden dervişlerde de bu eğilimlere rastlandığını ifade etmektedir. Konu ile alakalı olarak ayaklanmadan önce bir dervişin ortaya çıkarak Kuran’ın “Biz Peygamberler arasında ayrım yapmayız.” ayetini okuyarak Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan daha üstün olmadığını vaaz 
ettiği rivayetini aktarmaktadır. Bunun yanı sıra evli Bektaşilerin kadınların örtünmesine hassasiyet göstermemeleri, şarap içmeleri, domuz eti yemeleri (1908: 20) gibi özelliklerinin Müslümanların gözünde Hristiyanlığa ait olgular olduğunu ve Bektaşilerin toplandıklarında şarap içip, ekmek ve peynir yemelerinin ise Hz. İsa’nın son akşam yemeğinin devamı gibi 
algılandığını belirtmektedir. Özetle, Alman kaynaklarında Bektaşilik ile ilgili rastladığımız en eski araştırmada Bektaşiliğin Türkiye ve Balkanlardaki tarihî, Bektaşilerin giyim tarzı vs. yanı sıra çeşitli araştırmacıların görüşleri ne de dayandırılarak Bektaşilerin İslam dinî ile ilgili bir hassasiyetlerinin olmadığına vurgu yapılmış; Bektaşiliğin, Hristiyanlık ile bağdaştırılmaya çalışıldığı göze çarpmıştır. Bektaşilik ve Bektaşi tekkeleri ile ilgili bir başka 
araştırma da 1913 yılında yayımlanmıştır. “Phrygia Bölgesinde Üç Bektaşi Tekkesi” (Drei Bektaschi-Klöster Phrygiens) anlamında olan 85 sayfalık çalışmada Karl Wulzinger, Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde yer alan Seyitgazi, Sücaattin ve Üryan Baba Tekkelerini ele almıştır. Seyitgazi’nin tarihî geçmişi ile ilgili bilgiler verildikten sonra adı geçen tekkeler detaylı olarak incelenmiştir. Bu bağlamda adı geçen türbelerin mimari planları ve 
fotoğraflarına da yer verilmiştir. 1914 ve 1927 yıllarında Bektaşi Velâyetnamelerinin Alman diline kazandırılması kapsamında çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Rudolf Tschudi tarafından 1914 yılında HacimSultan Velâyetnamesinin “Das Vilajet-name des Hadschim Sultan” adıyla Alman diline ilk kez çevrildiğini görmekteyiz. Türkçe dinî menkıbelerin orijinalleri  nin çevirileri konusunda birçok eksikliğin bulunduğuna değinen Tschudi, bu yayının bu konudaki boşluğun doldurulmasında az da olsa bir katkı sağlayacağını belirtmektedir. Bir diğer çeviri ise Hacı Bektaş Velî Velâyetnamesidir. Söz konusu Velâyetname Erich Groß tarafından 1927 yılında “Das Vilajet-Name des Haggi Bek- tasch” başlığıyla Alman diline kazandırılmıştır. Anadolu’daki Bektaşi tarikatlarını araştıran Suraiya 
Faroqhi, büyük ölçüde arşiv materyallerine dayandırdığı “Der Bektaschi-Orden in Anatolien” adlı araştırmasını 1981 yılında yayımlamıştır.  “Anadolu’daki Bektaşi Tarikatları” başlıklı çalışmada XV. yüzyılın sonlarından 1826’ya kadar “Bektaşi tekkelerinin coğrafi dağılı mı”, “Ekonomik bir birlik olarak Bektaşi tekkeleri”, “Toplumsal ilişkilerde Bektaşi tekkeleri” ve “Bektaşi tekkelerinin kapatılması” gibi konular yer almaktadır. Anton Josef Dierl’in Bektaşilik ile ilgili 1985 yılında kaleme aldığı “Geschichte und Lehre des anatolischen Alevismus-Bektaşismus” “Anadolu Aleviliğinin-Bektaşiliği nin Tarihî ve Öğretisi“ isimli 144 sayfalık bir araştırması bulunmaktadır. Söz konusu kitapta Dierl, Mustafa Kemal ile birlikte, Türkiye’nin laik ve dine bağlı olmayan bir cumhuriyete dönüştüğünü belirtmekte ve Atatürk’ün; Sünni halifeliği istemeyen, şeriat karşıtı ve laiklik yandaşı olan farklı güçleri ve etnik grupları yanında bulundurduğundan söz etmektedir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in getirdiği değişimi sihir ile yapmış olamayacağını, arkasında Sünnilerin değil, aksine farklı bir etnik grup olan Alevi ve Bektaşilerin olduğunu savunmaktadır. Ayrıca Aleviliğin ve Bektaşiliğin ideolojik olarak Hristiyan Ortodoksluğundan ve bağnaz bir İslam anlayışından şiddetle ayrıldığından söz eden Dierl, Alevilik ve Bektaşiliğin, idealizm ve materyalizmin bir karışımı olduğundan dolayı mensuplarını oldukça modern ve bilimsel bir kişiliğe dönüştüren bir ideoloji olduğundan söz etmektedir. Bu bağlamda ilgili kitapta Alevilik ve Bektaşiliğin tarihinin yanı sıra, öğretilerinin ve ibadetlerinin detaylı olarak ele alındığını ve 

Alevilerin Kur’an’ın bozulması hakkındaki düşüncelerinin de aktarıldığını görmekteyiz. Mehmet Fuat Bozkurt’un “Buyruk” adlı eserinin “Das Gebot” adıyla tercümesi ise bir başka eser olarak karşımıza çıkmaktadır. İnci Orhun Alpay ve Carl Koß tarafından Almancaya çevrilen kitap, 1988 yılında Hamburg’da basılmıştır. Kitabın ilk bölümünde kitap hakkında bilgi verilmektedir. Burada, bu eserin Aleviler arasında en çok okunulan kitaplardan birisi olduğu ileri sürülerek Kuran’ı yorumlayan ve tamamlayan bir eser olarak kabul gördüğü belirtilmektedir. Kitabın Alevilerin dinî hikâye ve törenlerini, gelenek ve göreneklerini içermesinden dolayı Alevi toplumu tarafından büyük bir saygı gördüğü ifade edilmektedir. 

1989 yılında yayımlanan “Achte die Älteren, liebe die Jüngeren” “Büyüklerini Say, Küçüklerini Sev“ başlığını taşıyan araştırma Türk Alevilerinin vatanlarındaki ve göçmenlikteki sosyalleşmelerini konu edinmektedir. Ingrid Pflluger-Schindlbeck tarafından yapılan çalışma, Almanya’daki Türk ailelerinin çocuklarını artık geleneksel kurallara ve 
şekillere göre yetiştirmelerinin mümkün olmadığını ileri sürmektedir. Bu düşünceden yola çıkan Schindlbeck, Batı Berlin ve Akköy’de yaşayan Alevi ailelerin çocuklarını “saygı”, “şeref” ve “namus” gibi kavramların ışığında nasıl yetiştirdiklerini incelemiştir. Bektaşilik ile ilgili bir diğer araştırma da “Der Weg Der Aleviten (Bektaschi- ten)” adını taşımaktadır. 

Türkçe anlamı “Alevilerin (Bektaşilerin) Yolu” olan kitap Ali Duran Gülçiçek tarafından 1994 yılında yayımlanmıştır. Yunus Emre, Hazreti Ali, Hacı Bektaş Velî, Terentius ve Muhiddin Arabî’den sözlerle başlayan kitap on bölümden oluşmaktadır. Alevilik kültür ve inancına genel bir bakıştan sonra Alevîlik- Bektaşîliğin doğuşu, diğer inanç sistemleriyle ve özellikle 
de Sünnilikle ilişkileri, Alevi ve Bektaşilerin Anadolu’da adlandırılması, Alevilik ve Bektaşilikte kadın-erkek eşitliği, Alevilik ve Bektaşilikte kutsal şahsiyetler, ayinler, Alevilik-Bektaşiliğin günümüzdeki durumu ve tanınmış halk ozanlarının konu edildiği kitabın ekinde Alevi terminolojisi hakkında bir sözlük, Alevi dergi ve gazetelerinin sıralandığı bir liste de yer almaktadır. Yüzyıllardır Aleviliğin baskı altına alındığını ve lekelendiğini, yazılı 
kaynaklarının sürekli yok edildiğini savunan Gülçiçek (1994: 11), günümüzde hoşgörüye ve insan sevgisine ihtiyaç duyulduğunu ve insanları insanlarla ve doğayla barıştırmanın gerekli olduğunu belirtmektedir. İnsanlığın nefret yerine barışa, düşmanlık yerine kardeşliğe, savaş 
yerine barışa ihtiyacı olduğuna değinen yazar, bu düşüncelerden dolayı Anadolu Aleviliğini araştırma ihtiyacı hissettiğini söylemekte ve Anadolu Aleviliğinin insanlığa büyük hizmetlerde bulunduğuna ve bünyesinde aktarılabilecek birçok değer barındırdığına dikkat çekmektedir. Yine Bektaşiliğin en tanınan ritüeli olan “Cem Ayini” ile ilgili bir araştırmanın 
“Der rituelle Gottesdienst CEM des Anatolischen Alevismus” adıyla yayımlandığını görmekteyiz. Manfred J. Backhausen ve Anton Josef Dierl’in Cem ritüelini araştırdıkları kitap 1996 yılında yayımlanmıştır. Cem ritüelinin, Şiiliğin bir kolu olarak tanımladıkları Aleviliğin en önemli ayini olduğuna ve Alman toplumuna tanıtılması gerektiğine değinen yazarlar, kitabın ön sözünde 1993 yılındaki Sivas olaylarından ve 1995 yılında Alevilere karşı katliam gibi eylemlerin gerçekleşmesinden bahsetmekte ve kitabı Türkiye’de dinî çevreler ve devlet tarafından kurban edildiklerini belirttikleri Alevilere ithaf ettiklerini belirtmektedirler. “Cem Ritüeli- Anadolu Aleviliğinin İbadeti” olarak çevrilebilecek kitapta Cem hakkında bilgiler verdikten sonra Almanya ve Avusturya’nın kimi şehirlerinde gerçekleşen Cem ritüelleri 
takip eden yazarlar, söz konusu ritüellerin tanıtımının yanı sıra orada hissettiklerini de aktarmışlardır. Bektaşiliğin mizahi yönünün ele alındığı “99 Bektaschi Witze/ 99 Bektaşi Fıkrası” adlı kitap Türkçe ve Almanca olarak karşımıza çıkmaktadır. Ali Duran Gülçiçek ve Rüdiger Benninghaus tarafından derlenen Bektaşi fıkralarının yer aldığı kitap, Hacı Bektaş 

Velî’nin “Okunacak en büyük kitap insandır.” sözüyle başlamaktadır. 1996 yılında okuyucuyla buluşan kitap; “Namaz”, “Oruç”, “Dünya Görüşü”, “Softa”, “İçki”, “Cami”, “Tanrı ve Evliya İlişkileri”, “Diğer Tarikatlarla İlişkileri”, “Yöneticiler” ve “Hazırcevaplık ve Özeleştiri” adlarını taşıyan on bölümden oluşmaktadır. Kitapta Alevi-Bektaşi edebiyatında şiirin yanı sıra fıkraların da önemli bir yer tuttuğu, baskı nedeniyle açıkça ifade edilemeyen sorunların saz ve fıkra ile dile getirildiği (1996: 20) belirtilmektedir. 
Bunun yanı sıra, giriş bölümünde Bektaşi fıkralarının ana temasının ne olduğuna, Bektaşilerin nasıl insanlar olduğuna, kitabın niçin Türkçe ve Almanca olarak iki dilde yazıldığına, Bektaşi fıkralarının tarihî gelişimine değinildikten sonra taranan 550‘ye yakın fıkra arasından seçilen ve konu başlıklarına göre tasniflenen 99 fıkra her iki dilde yazılarak okuyucuya sunulmuştur. Mizah ile ilgili bir diğer kitap da “Humor in Islam” adını taşımaktadır. “İslam’da Mizah” anlamındaki kitap 1997 yılında Atilla Yakup tarafından yayımlanmıştır. İslam dininin Batı Avrupalı ülkeler tarafından az anlaşılmasından dolayı kitabın başlığıyla karşılaşan okuyucuların kendilerine “Acaba İslam’da mizah var mı?” sorusunu sorabileceklerine değinen yazar, bunun önüne geçebilmek için söz konusu kitabı yazdığını belirtmektedir. 
İslam kültürünün bütün İslam ülkelerinde aynı olmadığı, ortak kabul gören unsurların sadece ayet ve hadisler olduğuna değinilen kitapta (1997: 13), Nasrettin Hoca ve Bektaşi dervişlerinin, mizah anlayışlarıyla dünyanın birçok yerinde tanındıkları aktarılmaktadır. 
Bektaşi tarikatının tarihî geçmişi ile ilgili kısa bir bilgi veren Yakup, cumhuriyetin kuruluşu ve laik bir sistemin benimsenmesi ile birlikte Bektaşi tekkelerinin kapatılmasına rağmen Bektaşi fıkralarının halk tarafından korunduğuna ve günümüzde bile kullanıldığına değinmektedir. Özetle ilgili kitap, İslam’da mizah unsurunun varlığına dikkat çekmek amacıyla Nasrettin Hoca ve Bektaşi fıkraları gibi mizah unsuru içeren metinlerin 
Almancalarına yer vermektedir. Manfred J. Backhausen ve Anton Josef Dierl tarafından “Einführung in den Alevismus-Bektaschismus” adıyla kaleme alınan bir başka kitap ise 1998 yılında basılmıştır. “Aleviliğe-Bektaşiliğe Giriş” başlığı taşıyan kitabın yayımlanma amacının, Almanya’da yaşayan Alevi gençlerin Alevilikle ilgili Almanca küçük ve anlaşılır bir kitap yazılması hususundaki dileklerini gerçekleştirmek olduğu belirtilmektedir (1998: 4). 
Almanya’da yaşayan Türklerin en az dörtte birinin Alevi olduğunu Alman kamuoyunda neredeyse kimsenin bilmediğine değinen yazarlar, Aleviliğin birçok tanımının yapıldığını ifade etmektedirler. Bu bağlamda Aleviliğin Şamanizm olduğu, İslam dinî olduğu, din olmadığı, aksine bir düşünce sistemi olduğu gibi ana tezlerin yanı sıra Aleviliğin ne Türklerle ne de Kürtlerle ilgisinin olduğu, aksine Zazalara ait olduğu ya da sadece Türklere 
veya sadece Kürtlere ait olduğu gibi yan tezlerin de mevcut olduğu (1998: 118) belirtilmektedir. On beş farklı konu başlığının yer aldığı kitapta Aleviliğin-Bektaşiliğin tarihî, Türk Şiiliği, Aleviliğin Sünnileştirilmekten kurtarılması gerektiği, Alevilik-Bektaşilik inancının şematik bir şekilde gösterilmesi, Bektaşilerde lirik, Semah, On İki İmam, yoğun olarak kullanılan semboller, Alevilik ile ilgili kurumlar ve Alevi bayramları gibi konular yer almaktadır. “Die Alevitische Religion” başlığıyla Alman literatüründe yer alan bir başka araştırma da Markus Dressler tarafından yazılmış olan doktora tez çalışmasının kitaplaştırılmış halidir ve Türkçe çevirisi “Alevilik Dinî” şeklinde karşılık bulmaktadır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***