31 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN’IN KILIÇ’I BÖLÜM 1

PANZER VE KURT ISYANI, GEHLEN’IN KILIÇ’I  BÖLÜM 1


FARUK ASLAN,

Kitabın ilk bölümlerinde Almanların efsane istihbaratçısı Gehlen’den sıkça bahsedilmişti. 
Onun hakkındaki en ilginç bilgi şüphesiz Alman istihbaratından ABD istihbaratına yaptığı geçişti. Birbirine tamamen zıt ve düşman ülkeler arasında yapılan bu geçiş çok önemli sonuçlar doğurdu. Hem Almanya hem ABD için ama en önemlisi Türkiye için...  Alman Gizli Servisi’nin (BND) arşivleri 2011 yılbaşından itibaren tarihçilerden oluşan 4 kişilik bir ekibin araştırmasına açıldı. Araştırmacılar, öncelikle kuruluşundan 1968’e kadar 
başkan olan, faşist Reinhard Gehlen zamanında ne kadar Nazi’nin kurumda görev aldığını ortaya çıkaracak. Yayınlanan belgeler ve bazı mahkeme kararları BND’de sanıldığından çok daha fazla eski faşistin çalıştığını ortaya çıkarmıştı. Bu araştırma, CIA ve İngiliz gizli servisi MI.5 ve MI.6’nın eski faşistlerle Soğuk Savaş dönemindeki ilişkisini, eski Nazi kadrolarının 
üç ülkenin gizli servislerinde ne ölçüde görev aldığını ve batı dünyasının anti komünist mücadele amacıyla hangi karanlık ilişkiler içinde olduğunu da ortaya çıkaracak. Ancak, Almanların çıkan her belgeyi önce, ABD ve İngilizlere gösterecekleri belirtiliyor. 

BND, 1956’da ‘Organisation Gehlen’in devamı olarak kuruldu. Hitler’in generallerinden Reinhard Gehlen, savaşta Hitler’in hizmetine sunduğu teşkilatını, 1947’de ABD’nin isteği üzerine ‘Organisation Gehlen’ adıyla Federal Almanya için kurdu. Gehlen, generalken de istihbarattan sorumluydu. Kariyerini, toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Asıl başarısını, Hitler’in işgal ettiği ülkelerde yakalanan gizli servis elemanlarının, subaylarının taraf değiştirmeye zorlanmasında ve beyin yıkama faaliyetlerinde gösterdi. Gehlen, Doğu Yabancılar Birliği Komutanı iken, bir ilke imza atmış ve devşirdiklerinden antikomünist, ‘çok uluslu bir gizli servis’ kurmuştu. Gehlen, Almanya yenildiği, faşistler yargılandığı halde bu işten sıyrılmasını da bu organizasyon yeteneğine borçluydu. Bir keresinde şunları söylemişti: “Batı cephesi savaştan sonra Rusya’ya karşı olacaktır. Burada batı güçleri komünizmle mücadelede, bana, ajanlarıma, bilgilerime büyük ihtiyaç duyacaktır. Çünkü ben her milletten insana taraf değiştirttim ve ajanlaştırdım. Kimsenin benim kadar bilgisi ve adamı yok…” 
Batı Almanya’nın ve ABD’nin bu antikomünist kadroları özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı kullandığı kesindi. Gehlen’in tam da Truman Doktrini’nin hayata geçtiği, komünizm tehlikesi altında olan ülkelere maddi ve manevi yardım yapılacağının açıklandığı dönemde tekrar iş başına getirilmesi de hiç tesadüf değildi. Gehlen’ın adamlarının Truman Doktrini gereği Türkiye’de çalışmalar yürüttüğünü tahmin etmek de zor değildi. Bakalım, bu araştırmalar sonucunda tarihçiler Türkiye’den de bahsedecek miydı? 

Aslında BND’nin Nazilere sahip çıktığına dair çeşitli belgeler bulunuyordu. Örneğin, BND’nin Yahudi soykırımı sorumlularından ve Hitler’in önemli adamlarından Adolf Eichmann’ın Arjantin’de takma isimle yaşadığını, 1952’den beri bildiği ama hiç bir şey yapmadığı ortaya çıkmıştı. Ta ki, İsrail, Eichmann’ın Mısır’da yaşadığına inanırken, 1957’de bir tesadüf sonucu Arjantin’de olduğunu öğrenene ve 1960’da da MOSSAD Eichmann’ı İsrail’e kaçırmayı başarana kadar. İsrail’de yargılanan Eichmann, 31 Mayıs 1962’de ‘insanlığa karşı suç işlemekten’ idam edildi. Bu zamana kadar İsrail’de idam edilen tek isim Eichmann oldu. 

Araştırma, devlet yöneticilerinin faşistlerle ilişkisini, kimlerin gizli servise çalıştığını ya da gizli servisçe izlendiğini açığa çıkarması açısından da ilginçti. Örneğin Almanya’nın 1959’dan 1969’a kadar Cumhurbaşkanı olan Heinrich Lübke’nin, toplama kampı planlarında bulunan imzasının sahte mi gerçek mi olduğu da ortaya çıkacaktı. Lübke, sahte olduğunu iddia etse de diğer belgeler Hitler’e çalıştığını kanıtlamıştı. Ancak basın, BND’nin ‘asıl sırlarının’ hiçbir zaman açık edilemeyeceği endişesini taşıyordu. 
Çünkü tıpkı bizdeki gibi Almanya’da da ‘devlette süreklilik esastır’ kuralı işliyordu. 
BND’nin 1956’da Başbakanlığa bağlı olarak kurulması ve zamanın Başbakanlık Müsteşarı Hans Globke’nin, Hitler’in İçişleri Bakanı ve 1935’te çıkarılan Yahudi düşmanı ve polisin yetkisini artıran Nürnberger Rassengesetze’nin mimarı olması, buna yeterince iyi bir örnek  oluşturuyor du. 

Lyon Kasabı Klaus Barbie de BND’de çalıştı. Birçok kez savaş suçlusu olarak mahkûm olan Klaus Barbie’nin de aranırken BND’de çalıştığı ortaya çıkmıştı. Gestapo yöneticilerinden ünlü komünist avcısı Barbie, Hitler’in önde gelen işkencecilerindendi. İşkencelere bizzat katılacak kadar hırslıydı da. Ancak savaştan sonra, basının 2010’da ortaya çıkardığı belgelere göre Barbie, 1966’da BND için çalıştı. 

Klaus Barbie adı, Almanya’nın Hollanda ve Belçika’yı işgal etmesiyle, ‘işkence uzmanı’ olarak gündeme gelmeye başlamıştı. Fransa’da direniş önderi Jean Moulin’in öldürülmesinden de bizzat sorumlu tutuluyordu. Kayıtlara göre Barbie, Fransa başta olmak üzere birçok ülkede direniş üyelerine, Yahudilere, partizanlara, komünistlere, kadın ve çocuklara işkence yaptı. Sorgulananların dişlerini kırmak ve söküp çıkarmak için kerpeteni bizzat kullanıyordu. Sıcak su banyosu işkencesini icat etti. İnsanları ölünceye kadar parmaklarından astırdı. Fransa’da yetimhanede kalan Yahudi çocuklarının öldürülmesi olayından sonra ‘Lyon Kasabı’ olarak anılmaya başlandı. 
Savaş bittikten sonra ABD gizli servisi, Barbie’yi ‘antikomünistliğinden yararlanmak için’ işe aldı. ABD, Sovyetlere karşı gizli servis elemanı arıyordu ve elbette eski faşistler bunun için biçilmiş kaftandı. ABD Karşı İstihbarat Birimi'nin (Counter Intelligence Corps-CIC) ajanı Robert S. Taylor, Barbie için üstlerine “Kesin kararlı bir antikomünist. İdealist bir Nazi. Barbie bize, hapiste olduğundan daha yararlı olacaktır” diye yazmıştı. ABD, Barbie’ye önce ‘Organisation Gehlen’de iş verdi, sonra da kendi himayesine aldı. Değerli bir antikomünist olan Barbie’yi ABD, arandığı Avrupa’da bırakmadı ve 1951’de Bolivya’ya gönderdi. Barbie, Klaus Altmann adıyla Bolivya vatandaşlığına geçti. 1964'te, General René Barrientos Ortuño darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Barbie, Ernesto Che Guevara’nın Bolivya’ya gelmesi üzerine İçişleri Bakanı’nın ve darbeci Başkan’ın danışmanı olarak çalışmaya başlamıştı. Paramiliter faşist güçlerle polisleri eğitti. Bolivya Özel Harekât Birliği'ni dizayn etti. 1967'de, Barrientos'un birlikleri Che 'yi pusuya düşürdü ve katletti. Alman gazeteci Kai Hermann, Barbie’nin Che’nin yakalanmasında ve öldürülmesinde ‘kesinlikle’ parmağı olduğunu dile getiriyordu. 

Bolivya’da kalan Barbie, Vietnam savaşında yaralıların ihtiyacı artınca, ABD’ye kinin ihracı yaptı ve sonra diktatör Suárez ile uluslararası silah ticaretine başladı. 1970’te Nazi avcısı Beate ve Serge Klarsfeld, Klaus Barbie’nin Bolivya’daki yerini tespit etti. 1972’de ünlü Fransız devrimci ve kuramcı Régis Debray ve Alman kökenli Bolivya vatandaşı Monika Ertl, Bar-
bie’yi kaçırıp Fransa’ya getirmek için plan yaptı. Ertl, Che’nin öldürülmesinden sonra yeniden kuruluş dönemi yaşayan Bolivya Kurtuluş Ordusu (ELN) militanıydı ve örgüt Barbie’nin Fransa’da yargılanmasını sağlamak istiyordu. Ancak eylem başarısız oldu. Bolivyalı devrimci Monika Ertl, 12 Mayıs 1973’te kurşuna dizildi. Herkes Monika’yı Klaus Barbie’nin 
öldürdüğünü biliyordu. Ama öldürmeden önce işkenceye uğrayıp uğramadığı anlaşılamadı, çünkü cenazesi ailesine verilmedi. Hernán Siles Zuazo devlet başkanı olunca, Bolivya polisi Barbie’yi 19 Ocak 1983’te yakaladı. 1987’de Fransa’ya verdi. Barbie, Fransa’da 842 insanın 
ölümünden sorumlu tutuldu Yargılanırken, “O zamanlar savaş vardı, ben sadece görevimi yaptım” dedi. 1991’de Lyon’da hapiste, görevini tamamlamış bir paçavra gibi öldü. (120) 

Almanlar Agharta efsanesine inanmıştı ve uçuruma sürüklendiler. Aynı biçimde Ergenekon iddianamesi kamuoyuna yansıyınca ortaya yeni bir Agarta Efsanesi çıktı. Aslında Agarta ile Ergenekon arasındaki bağlantı o kadar zayıf değildir. İtalya’da 1990’larda parlamento soruşturması sonucu ortaya dökülen kanıtlar, Avrupa ve Amerika’da konuyu araştıran bazı 
gazeteci ve yazarların bulguları, Gladyo içinden bazı fraksiyonların özellikle böyle bir mistik zırhı üzerlerine geçirdiğine işaret ediyordu. ‘Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır’ diye özetlenebilen, tam olarak ne sağ ne sol olarak adlandırılabilecek, salt güce dayalı bir ideolojik anlayışla siyaseti ve toplumu kukla gibi oynatan bu gruplar, kendi başlarına hareket ederek 
Gladyo içinde Gladyo oluşturdu. Siyasi kökenleri nasyonal sosyalizm ve faşizme dayanan Gladyo ortaklarının oluşturduğu bu gruplar, bombalamalar ve suikastler yoluyla toplumları sindirmeyi amaçlıyordu. Eski patronları olan dış istihbarat örgütleriyle de pazarlık edecek ve onların da gözlerini boyamaya çalışacak güce ulaşmışlardı. 

Gladyo'nun şekillendirilmesinde rol oynayan önemli şahıslardan General Reinhard Gehlen aynı zamanda bir Naziydi. İşin ilginç tarafı ise bu kişinin İsrail'in gizli servisi MOSSAD'la da bağlantısının olmasıydı. Bütün bu bağlantılar Gizli Dünya Devleti'nin geri plandaki faaliyetleri hakkında önemli ip uçları veriyordu. General Gehlen, Gladyo'nun oluşturulması ve 
şekillendirilmesi merhalesinde önemli rol oynadı ve bu konuda Hitler'in yanında edindiği tecrübeden yararlandı. Gladyo'nun siyonizmle bağlantısı hakkında Richard Deacon, ‘The Israeli Secret Service’ adlı eserinde şu işaretleri veriyordu: 
"Almanya'daki kontrgerilla hareketi Gehlen Organizasyonu savaş sonrası dönemde istihbarat toplamak üzere kurulan bir örgüt. 

Örgütün başı Reinhard Gehlen, CIA yoluyla ABD'den destek alıyor. Bu örgüt için çalışan Alman yetkililerden biri Nasır'ın (Mısır'ın eski cumhurbaşkanı Abdünnasır'ın) danışmanlığını yapıyor. Gereken bilgileri yetkililere aktarıyor. Organizasyonda İsrail'le bağlantıdan haberi olan çok az kişi vardı. 

Bağlantılar daha ileriki safhalarda Fransız istihbarat servisindeki MOS-
SAD ajanına haber verilerek Paris'te yürütüldü. Fransa bir NATO üyesiydi ve bu MOSSAD ajanının da NATO ülkeleri arasında askeri istihbarat edinme yolları vardı." Aynı eserde General Reinhard Gehlen'in MOSSAD hesabına çalıştığı da özellikle vurgulanıyordu. Richard 

Deacon'a gore, Gehlen 1950'lerde Soğuk Savaş konusunda Amerika'nın en önemli elemanlarından biriydi. "İngiliz yazar Sefton Delmer de şöyle diyordu; İsrail öyle bir pozisyondadır ki, Mısır'la Federal Almanya arasındaki belgeleri ele geçirebilmektedir. Bundan hiç şüphem yok. Üstelik İsrail'in bu iki ülkede de elçiliği yok. "İsrail, Gehlen Organizasyonu'yla sadece Mısır hakkında bilgi toplamıyor, aynı zamanda Batı Alman İstihbaratı'nın işleyişini ve CIA'yle sağlam bağlantılarını da inceliyordu." "Mossad hesabına çalışan BND şefi Reinhard Gehlen, ellilerde, Soğuk Savaş sırasında Amerikalıların en önemli adamıydı. 1953'te Berlin direnişi ve 1956'da Macaristan olayları gibi pek çok devrimin organize olmasına yardımcı oldu. Ayrıca Sovyetler Birliği'ne yüzlerce ajan soktu." (121) 

Gladyo'nun İtalya kanadının ise bu ülkenin en çok ismini duyuran P-2 Mason locasıyla yakın irtibat içinde olduğu, hukuki soruşturmalar neticesinde ortaya çıkmıştı. Bu locanın üstad-ı azamı Licio Gelli aynı zamanda İspanya iç savaşında faşistler adına savaşmış bir isimdi. İtal-
ya'nın mafyayla ve Gladyo ile yakın irtibatı olduğu tespit edilen eski başbakanı Giulio Andreotti de bu locanın üyesiydi. Meşhur Temiz Eller Operasyonu'nda sorguya çekilen Andreotti başbakanlığı döneminde Gladio'yu savunmuştu. P-2 locasının Gladyo ve mafya bağlantısı araştırıldığında bu locanın üyeleri arasında 43 parlamenter, 54 üst düzey devlet görevlisi, başta Genelkurmay başkanı Amiral Giovanni Torrisi olmak üzere 8'i amiral 30'u general 183 askeri yetkili, 19 hakim, avukatlar, polis komiserleri, bankerler, gazete sahipleri, yazarlar, baş yazarlar, 58 profesör, siyasi parti liderleri ve haber alma servisinin 3 eski başkanı olduğu tespit edilmişti. Bu durum ülkede Gladyo'ya destek veren mason locasının 
ne kadar geniş bir alana yayıldığını ortaya koyuyordu. P2-Mafya-Gladyo bağlantısının gün yüzüne çıkması sebebiyle başlatılan hukuki soruşturmada bir takım ilginç gerçeklerle de karşılaşıldı. Locanın başkanı Gelli, İtalya seçimlerinde Hıristiyan Demokrat Parti'nin seçimi kazanması için naylon operasyonlar düzenlemiş ve bunun için CIA'den yardım almıştı. 

Almanya’da “Anti-komünist Saldırı Birliği” adını alan Gladyo örgütünün başkanı, aynı zamanda 1945-1968 yılları arasında Alman İstihbarat Örgütü BND’nin de başkanlığını da yapan emekli Nazi generali Reinhard Gehlen’den başkası değildi. Alman kontrgerillası, “Gehlen harekatı”, “Stay Behind”, “Sword” gibi adlarla da bilinmektedir. 1950 yılında kurulan “Alman Gençlik Örgütü (BDJ)” de bu nitelikteydi. Örgütün eski ajanlarından Dieter von Glahn, basına BDJ’nin CIA tarafından finanse edilen çok sayıdaki örgütten biri olduğunu açıklamıştı. 

Reinhard Gehlen, 1955-1968 yılları arasında Batı Almanya'nın gizli servisinin yöneticiliği görevini üstlenen kadar ABD'ye de çalıştı. 1942 yılında Dış Doğu Orduları Komutanlığı'na atandı ve burda Sovyet savaş suçlularına ve sivillerine karşı acımasız bir tutum sergiledi. Loringhoven birliği 17 Temmuz 1944 tarihinde Gehlen'e Stauffenberg'in Adolf Hitler'e suikast 
hazırlığı yaptığını bildirdi. Nazi yönetimi bu başkaldırıdan sıyrıldı. 1944 yılının Aralık ayında tümgeneralliğe terfi etti. Nisan 1945 tarihinde Hitler intihar edince Gehlen de ordu komutanlığından ayrıldı. Mart ayında Gehlen ve casusları pekçok gizli SSCB belgesinin mikrofilmini çekti ve bunları Avusturya Alpleri'nde çelik davulların içine gizledi. Gehlen, Mayıs ayında bu bilgileri Amerikan ordusundaki meslektaşlarına teslim etti. O dönem So-
vyetler'le ilgili fazla bilgiye sahip olmayan Amerikalılar bu bilgilerden ötürü Gehlen'e minnettar kaldı. 

Bu aşamanın ardından, Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu (İngilizce: Office of Strategic Services, OSS) ve CIA bünyesine faaliyet gösterecek olan Gehlen istihbarat örgütünü kuruldu. 350 eski Alman ordu istihbarat elemanı bu örgütün ilk kadrosunda yer alıyordu. Gehlen örgütü, CIA adına Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği'ndeki istihbarat çalışmalarını sürdürdü. Örgüt, 1956'da şimdiki yapısını aldı. Bu, aynı zamanda Federal Almanya Gizli Ser-
visi'nin de (Almanca: Bundesnachrichtendienst, BND) kuruluşudur. Bu örgütün başına getirilen Gehlen, 1968 Nisan'ında Sovyet gizli servisi KGB adına casusluk yapan Heinz Felfe'in kimliğinin deşifre edildiği operasyonun ardından istifa etti. Felfe skandalına rağmen istihbarat tarihinin en önemli isimleri arasında anılan Gehlen 1979 yılında öldü. 

Ama belki de Alman-Aryan Gehlen kendisini Anglo-Saxon-Aryan Amerikan kuzenleri yanında hiç de yabancı hissetmedi. Belki de yabancı olan tek(outsider!) Nazi Avusturyalı(?) Adolf Hitler’di. Fakat her ne olduysa ve nasıl olduysa Gehlen Nazi Almanya’nın III. Reich’nın sürme şansının olmadığını daha 1942’lerde anlamıştı. 20 Temmuz 1944’de Hitler’e 
karşı gerçekleştirilen ünlü suikast ve darbe girişimi başarısızlığa uğramış ve Hitler müteşebbisleri intihar ya da infaz seçeneklerinden biri ile muhatap kılmıştı. Gehlen’in bu komplo teşebbüsündeki rolü “küçük” düzeyde olsa gerek ki Gehlen kellesini bu tehlikeli operasyonda korumasını bildi, dahası Alman ordusunda Korgeneralliğe bile yükseldi. Ve suikast girişiminden daha bir yıl geçmeden ‘doğru adamlar’a teslim olma ferasetini de gösterdi. Ama bu işi yapmadan önce “self-preservation”(kendi kendini koruma) içgüdüsü 
olsa gerek ki Sovyetlere ait çok değerli arşivini bir davul içinde Bavyera Alplerinde yalnızca kendisinin bildiği bir ‘Kozmik Oda’ya saklamayı da ihmal etmedi. Gehlen Amerikan 12. Ordusunun istihbarattan sorumlu tuğgenerali Edwin Sibert’i yalnızca Sovyet Ordusuna ve politik liderlerine ilişkin derin bilgileri ile değil fakat belki de daha önemlisi Amerikan Komünist Partisine sızmış Amerikan OSS(Office of Strategic Services: CIA’in ata örgütü) ajanlarının isimlerini sayma yeteneği ile de şaşırttı. Amerikalılar için okyanus ötesindeki bir Nazi’nin Amerikan Komünist partisindeki kendi adamlarını bilme yeteneği fazlasıyla ikna ediciydi. 

Gehlen Amerikalı kuzenlerine basit bir anlaşma önerdi. Eğer Amerikalılar esir kamplarındaki Gehlen’in arkadaşlarına ve Gehlen’e özgürlüklerini bağışlarlarsa, Gehlen’de Amerikalılar için çalışmayı ve kendi kaynaklarını onlarla paylaşmayı kabullenecekti. 20 Eylül 1945’te Gehlen ve üç yakın arkadaşı A.B.D.’ye uçtular ve ünlü Alman-Amerikan işbirliğinin tohumları atıldı. Gehlen org. çalışmalarına “Güney Alman Endüstriyel Gelişme Organi-
zasyonu” isimli bir “kamuflaj” yapılanma altında başladı. 350 Alman casusu ile işe başlayan Gehlen org. kısa zamanda 4000 “gizli ajan”la çalışan eden devasa bir casus şebekesine dönüşecek ve Soğuk Savaş boyunca Amerikan CIA’in Sovyetler Birliği’ndeki ve Varşova Blok’undaki gözü kulağı olacaktır. Bu rakama artık Amerikan vatandaşı olup CIA’in bizatihi kendi gövdesinde görevini sürdüren Nazi-Amerika’lıların da dahil olmadığını düşünürsek 
Gehlen org’un nelere kadir olduğunu anlamak bakımından belki ufak bir fikre sahip olabiliriz. 

Hitler döneminde Gizli Alman Devlet Polisi (gestapo)’ nun yöneticisi olan Heinrich Müller, Güvenlik Başdairesi' nde (RSHA) planlanmış, hazırlanmış ve organize edilmiş hemen hemen bütün faaliyetlerde üst düzey görevli olarak önemli rol oynamıştı. Eylül 1939 başlarında siyasi karşıtların "özel muamele ye" tabi tutulmaları, yani katledilmeleri talimatını vermiştir. 

Keza Eichmann' ın başında bulunduğu "Yahudi Şubesi" de Müller' in sorumluluğu altındaydı. Sovyetler Birliği Yahudilerinin katledilmesi planının uygulamaya konmasının en ufak ayrıntısına kadar Müller' in doğrudan etkisi olmuştur. Üstü olan Heydrich' in kendisine verdiği talimatların, kendi birlikleri tarafından yerine getirilmesini sağlıyor ve gerçekleştirilen eylemleri rapor ve tebliğ ediyordu. Heinrich Müller, Nazi Rejiminin en güçlü " "masabaşı" katillerinden biriydi. 

Rütbesi SS ve polis kurumu korgeneraliydi. Kızıl Ordu' nun Berlin'e girmesinden beri kayıptır. 

Söylentilere göre ise, albay rütbesinde Sovyet KGB’sinde yaşamına devam etmiştir. Bu söylentilerin kaynağı ise, 1 mayıs törenlerinde halka gösterilen Alman savaş esirlerinin, KGB kıtasında Müller' i görmüş olduklarına dayanmaktadır. 

Müller ile Gehlen’in beraber çalıştıkları iddiası yabana atılacak cinsten değildir. gestapo müller lakabıyla anılır. joseph trento tarafından 2001'de yayınlanan ‘the secret history of cia ’ isimli kitapta, Müller'in CIA tarafından gehlen organizasyonu bünyesinde görevlendirildiği iddia edilmiştir. 
1980 yılında bir CIA görevlisi ile İsviçre'de yaptığı mülakat gregory douglas tarafından kitaplaştırılmıştır. Gehlen org. binlerce anti-komünist Doğu Avrupa ve Rus kökenliyi Oberammergau kampında casusluk eğitiminden geçirip Komünist Blok’a sızdırmaktan Rus suikast timi SMERSH’i deşifre etmeye ve Berlin Duvarı’nın altına inşa edilen ünlü Berlin Tünel’i aracılığıyla Sovyet ve Doğu Avrupa elektronik komünikasyonlarının izlenmesine kadar pek çok önemli işi de yürütmesini bildi. Gehlen org. bu süreçte başarısızlıklar da gördü, fakat (Nazi) disiplinininden çok bir şey de yitirmedi ve pek çok bakımdan Amerikalı kuzenlerine de ilham kaynağı oldular. Bu arada Gehlen org.’un NATO’nun gizli örgütü Gladio’nun baltası-“axe of Gladio”- ve ODESSA organizasyonunda da merkezi bir role sahip olduğunun da iddialar arasında yer aldığını belirtelim. (122) 

KAYIP NAZİLER VE ANTİ KOMÜNİZM 

Antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü yapılar artık profesyonel Nazi kasaplarına ihtiyaç duymuyordu. John Demjanjuk’un yakalanması eski Nazi ve CIA kurucusundan, Che’nin katiline kadar bir sürü Naziyi akla getirdi. Sovyet askeri Demjanjuk savaş esiriyken taraf değiştirmişti. Nazi toplama kamplarında gardiyanlık yaparken binlerce Yahudi’nin ölümünden sorumlu tutulan 89 yaşındaki John Demjanjuk, yıllardır yaşadığı ABD'den 
yargılanmak üzere Almanya'ya iade edildi. Bütün dünya bu haberle ilgilendi. Asıl adı Ivan Nikolayeviç Demjanjuk olan Ukrayna asıllı zanlı, 70'li yılların ortalarında ABD'de tutuklanmış ve Amerikan vatandaşlığından çıkarılarak İsrail'e gönderilmişti. Toplama kamplarından sağ kurtulmayı başaran Yahudiler tarafından teşhis edilen Demjanjuk, İsrail'de yargılandığı mahkemede, 1988’de ölüm cezasına çarptırıldı. Demjanjuk ise, asıl kendisinin Nazi kurbanı olduğunu söylüyor ve Sovyet Ordusu’nda 
Nazilere karşı savaşırken esir düştüğünü ileri sürüyordu. 

Aslında Demjanjuk’un buraya kadar söyledikleri doğruydu ancak, Demjanjuk esir düştükten sonra toplama kampında taraf değiştirdiğini ve Alman faşistlerle birlikte savaş esirlerine kan kusturduğunu anlatmıyor  du. Üst mahkemenin, tanıkların ifadesini yeterli bulmaması üzerine dava süreci durduruldu ve Demjanjuk ölüm cezasından kurtularak ABD'ye geri döndü. 

Yeniden Amerikan vatandaşlığına geçen John Demjanjuk için yıllar sonra yargı süreci bu kez de Almanya'da işlemeye başladı. Almanya’nın Ludwigsburg kentindeki Nasyonal Sosyalist Suçları Araştırma Merkezi savcıları, (Zentrale Stelle der Landesjustizverwaltungen zur 
Aufklärung nationalsozialistischer Verbrechen) toplama kamplarında gardiyanlık yaptığını yetkililerden gizlediği için Demjanjuk hakkında dava açarak tutuklama kararı çıkarttı. 1958’de kurulan bu kurumun tek amacı, dünyanını her yerindeki Nazileri mahkemeye çıkartmaktı. Doktorlar, Demjanjuk'un yargılanması önünde sağlık engeli görmezse, Nazi dönemine ilişkin dava için yargı süreci işleyecekti. 

Nazi suçlularıyla ilgili araştırmalar yapan ve adeta bir Nazi avcısı gibi çalışan Simon Wiesental Merkezi 2002'den beri yeryüzüne dağılmış hala yakalanamamış yüzlerce savaş suçlusu Nazi’nin yakalanması için mücadele ediyordu. John Demjanjuk, en çok aranan 10 Nazi arasında 2. sıradaydı. Simon Wiesental Merkezi uzun yıllardır Nazi avcılığı yapıyor ve şaşırtıcı derecede çok Nazi’ye adı sanı belli olduğu halde hiçbir şey yapamıyordu. Aslında Soğuk Savaş dönemiminin bitmesiyle dünyada daha çok Nazi daha fazla hâkim karşısına çıktı. Son yıllarda daha çok Nazi’nin yargılanabilme sinin iki önemli nedeni vardı: Birincisi Soğuk Savaş’ın bitmiş olmasından sonra, antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü yapıların artık bu tür insanlara ihtiyaç duymamalarıydı. İkinci neden ise, daha önce çoğu 
resmi devlet görevinde olan bu kişilerin önemli bir kısmının emekli olması ve artık devlette ihtiyaç duyulmaması nedeniyle devletler tarafından korunmamalarıydı. Bu korunmamanın altında yatan nedenlerden biri de tabii artık birçok kişinin yargılanabilir yaşı geçmiş olmasıydı. Hâkim karşısına çıksalar bile yaş haddinden cezasını dişarda çekiyorlardı. Önce 
birinci tezimize uygun bir Nazi’yi hatırlatalım ve daha sonra da hala kayıp bir kaç Nazi’nin portresine bakalım. 

Eski Nazilerin savaş bittikten sonra komünist rejimlerle mücadele etmek için kullanıldığı sır değildi. Özellikle Latin Amerika'da komünizmle mücadele eden, askeri darbelerde kilit roller oynayan CIA ajanlarının eski Nazi subayları tarafından eğitildiğini herkes biliyordu. Lyon Kasabı olarak bilinen Klaus Barbie'nin (Klaus Altmann) Bolivya'da Che Guevara'yı yakalayan Bolivya ordusuna yardım ettiği, paramiliter güçleri eğittiği de sır değildi. 
Barbie'nin And Dağları etrafındaki ülkelerde bütün darbecileri ve faşistleri desteklediği, birçok işkencehaneyi yönettiği biliniyordu. Barbie’nin arkasındaki güç ise ABD idi. ABD her ne kadar Nazi avcılarına yardım ediyor gibi görünse de antikomünist mücadelede işlevsel kıldığı birçok Naziyi korudu, istihdam etti. Bunlara açık örnek Barbie. Tam adı Nikolaus 
Barbie olan Klaus Altmann ismini de kullanan Barbie, 1947 yılında Fransa’da sayısız işkence ve ölüm olayından sorumlu tutularak Lyon Kasabı olarak gıyabında ölüm cezasına çarptırıldı. Peki, o zaman Barbie neredeydi? Sizi uğraştırmayayım, ABD’nin o zamanki gizli servisi CIG’de (Central Intelligence Group) ajandı ve servis şefi John J. McCloy Fransa’ya 
iadesini engelledi. Zaten 1949 yılında CIA kuruldu. CIA’nın önemli aktörlerinden biri, Reinhard Gehlen idi. Gehlen’nin sahneye çıkmasıyla bir çok Nazi gibi Barbie de daha aktif hale geldi. 

Reinhard Gehlen, daha faşist Alman ordusunda generalken istihbarattan sorumluydu. Büyük kariyerini toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Hatta asıl konumuzu oluşturan John Demjanjuk’un yakalandıktan sonra ajanlaştırılması, taraf değişimini sağlayacak beyin yıkama işini bizzat Gehlen’in yapmış olma olasılığı büyüktü. Çünkü Gehlen savaşta Doğu Yabancılar Birliği adıyla, tutsakken taraf değiştirenlerden ve gönüllü 
antikomünistlerden bir birlik kurdu ve Sovyet Halklarının kurtuluşu için savaştı. 
Bu sıralarda kurduğu ve çok sayıda yabancı da barındıran Gehlen Organizasyonu adlı gizli teşkilatı Almanya’nın gizli servisinin çekirdeğini oluşturdu. Gehlen Almanya’nın yenileceğini anladığında bu organizsyonun ne işe yarayacağını biliyordu. Gehlen’in dediği doğruydu. Almanya, ABD ve hatta Vatikan Gehlen’den yararlandı. Gehlen’in üvey kardeşi Johannes Gehlen Vatikan’da papanın etrafında çalışıyordu. Gehlen, hem Almanya’da hem de ABD’de çeşitli madalyalarla ödüllendirildi. Avrupa’daki eski ve neo Nazilerle ilişkilerini hep sürdürdü. Nazi eskileri ya da Gehlen’in zorla 
Nazileştirdikleri ise birer paçavraya dönüştükten sonra yargılanıyorlardı. Aranan Nazilerin önemli bir kısmı Gehlen’in devşirdiği Alman olmayan Naziler’den oluşuyordu. Simon Wiesenthal Center’in 2008’de yayımladığı listede Alman olmayan faşistlerin sayısı dikkat çekiyordu. Çoğunun eski sosyalit ülke vatandaşı olması da ilginçti. Belki de antikomünizmle ilgili yaptıkları iş bittiği için şimdi kolayca deşifre oldular. Listenin ilk 
sıraları şöyleydi: 

1. Aribert Heim: Dr. Ölüm ya da Mauthausen Kasabı Aribert Heim en çok aranan savaş suçlusu Nazilerin başında geliyordu. Aribert Heim, Avusturya’da Mauthausen toplama kampında doktor olarak çalışırken "Dr. Ölüm" adını almıştı. Çünkü Heim, tutsakları anestezi kullanmadan ameliyat ediyordu. Kampta kaldığı özel odasındaki gece lambasının abajuru insan derisinden yapıldığı söylenirdi. Savaş sonrası ABD güçleri Heim’ı 15 Mart 1945 trihinde gözaltına aldı. Heim Almanya’da Ludwigsburg’taki savaş suçluları merkezine getirildi. 1947 yılından itibaren Heim hiçbir şey 
olmamış gibi, devlet hastanelerinde doktor olarak çalışmaya başladı. ABDliler Heim’ı temize çekmişti. 1954 yılından sonra Baden Baden kentinde jinekolog olarak çalışmaya başladı. Heim, 1962'de Alman ve Avusturya makamlarının hakkında soruşturma açması ardından kayıplara karıştı. Nazilerin mahkeme karşısına çıkması ve yargılanması içim mücadele veren 
Simon-Wiesenthal-Center, Aribert Heim’ı Güney Amerika’da ararken Heim ikinci adı olan Ferdinand Heim ismiyle Mısır’da yaşıyordu ve Avrupa’daki akrabalarıyla da ilişki içindeydi. 

Heim, son yıllarında Mısır’da Tarık Hüseyin Ferid adını alarak müslüman oldu. 10 Ağustos 1992'de kanserden 78 yaşında öldü. Dünya bunu 4 Şubat 2009 tarihinde Alman 2. devlet kanalı ZDF televizyonu ve New York Times gazetesinin araştırmaları sonucu öğrendi. Heim’ın oğlu Rüdiger Heim, babasının savaş suçlusu olarak arandığını bildiğini, hatta ölmeden önce Mısır’a giderek babasına ölünceye kadar aylarca baktığını anlattı. 

Rüdiger’e göre yakalanma tehlikesi de olmamıştı. 

2. John Demjanjuk’tan yukarıda bahsettik. 

3- Sandor Kepiro (Şandor Kepiro):Entelektüel Macar Kasap 

Macar Sandor Kepiro en az 1000 Sırp sivilin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Macar Jandarması’nda subay olan Kepiro, en entelleüktüel Nazi kasabıydı: Hukuk doktoru ünvanına sahipti. Şandor Kepiro’nun kasaplık kariyeri 23 Ocak 1942 tarihli Novi Sad katliamı ile başlıyordu. Macarlar 1943 yılında bu katliam yüzünden Kepiro’yu yargılayıp hapse mahkûm etti. Faşist Almanya’nın desteği ile hapisten kurtuldu. Savaşta Almanlarla 
çalışan Kepiro, 1946 yılında önce Avusturya’ya ardından da 1948 yılında sahte kimlikle Arjantin’e gitti. 

Yaklaşık 50 yıl sonra Kepiro, yargılanmayacağı sözü aldığı için gizlice Macaristan’a döndü. Sol çevreler bunu büyük bir skandal saydı ve ortalık karıştı. Şandor Kepiro bu gün gerçek adıyla Budapeşte’de yaşıyordu ve ev telefonu da kendi adına kayıtlıydı. Budapeşte’deki bir sinegogun yanında oturduğu da ironik bir biçimde tespit edildi. 

4. Milovoj Asner: Hırvat Emniyet Müdürü 

Hırvatistan’daki Nazi hükümeti döneminde kukla hükümette Hırvat emniyet genel müdürü olan Milovoj Asner yüzlerce Yahudi, Sırp ve Çingene’nin sürülmesinden ve öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. 95 küsur yaşındaki Milovoj Asner, bugün Avusturya Klagenfurt’ta Georg Aschner adıyla yaşıyordu. 2011’de İngiliz "The Sun" gazetesine bir demeç veren Milovoj Asner, “Bütün mahkemelerde ifade verebileceğini ve suçsuz olduğunu” söyledi. Resmi olarak bunama gösteren Asner yargılanamaz durumdaydı. Milovoj Asner faşist “Ustaşa” haraketinin üyesiydi ve Sırplara karşı 
savaşmaları için faşist Alman işgal yönetimi tarafından desteklendi. Faşist Nazi desteğiyle işgale uğrayan Yugoslavya topraklarında, Sırplara katliam yapmaya başladılar. Josip Broz Tito’nun Partizanlarıyla mücadeleye giriştiler. Almanların savaşı kaybetmesi ve müttefiklerin Partizanlara destek vermesiyle birlikte Ustaşalar da etkinliklerini kaybetti. Milovoj Asner ülkeyi terk etti. Soğuk Savaş yıllarında ne yaptığı karanlıktı. Asıl kimliği yıllar 
sonra ortaya çıkan Asner’i Avusturya hükümeti sağlık gerekçesiyle Hırvatistan’a vermiyordu. Ancak Simon-Wiesenthal-Center, Asner’in Hırvatistan maçını neşe içinde izlerken çekilmiş bir fotoğrafını Avusturya adalet bakanlığına gönderdi. 

5. Sören Kam: Danimarka’dan gönüllü Sören Kam, Danimarkalı Yahudilerin öldürülmesine katıldığı için listenin 5. sırasında aranıyordu. Kam, 21 yaşındayken gönüllü olarak Nazilere katıldı ve Doğu Cephesi’nde Sovyetlere karşı savaşan yabancılardan oluşan Nazi birliğinde görev aldı. (Gehlen’den hatırlıyoruz) Önce sadece 1943 yılında bir Carl Henrik Clemmensen adlı gazetecinin öldürülmesinden yargılanıyordu. Sören Kam, Nazilere karşı direnen Danimarkalı sivillerine süikast düzenleyen bir çetenin kurucuları arasındaydı. Savaş’tan sonra Sören Kam Almanya’ya kaçıp takma isimle yaşamaya başladı. 1956’da Alman vatandaşı oldu. 

Danimarka’nın isteği üzerine 1968 yılında Münih’te mahkemeye çıkan Kam, 
Clemmensen’in öldürülmesi olayına katıldığını ama ilk kurşunu arkadaşının attığını, ilk kurşunla da Clemmensen’in öldüğünü söyledi. Dava düştü. Ancak 1995 yılında Avusturya’nın bir kentindeki Nazi toplantısında çekilen bir film ortalığı karıştırdı. Gazeteciler, toplantıda Avusturya’da 2010’da bir trafik kazasında ölen neo Nazi Jörg Haider ve Heinrich Himmlers’in kızı Gudrun Burwitz’i görüntülemenin peşindeydiler. Ancak filmlerde Danimarka lı Kam da vardı. Adeta Avrupalı Nazilerinin genel toplantısıydı bu. 

6. Harry Mannil: Estonya polisiHarry Mannil Estonya polisiydi ve Nazi işgali sırasında Almanlarla çalışmaya başladı. Yüzlerce Yahudinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Savaştan sonra Venezuela’ya gitti. Venezuella ve ABD’de otomotiv sektöründe tanınmış bir iş adamı oldu. Büyük iş admı Mannil kendisini kültür işlerine de verdi. 1994 yılında ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Baltık Ülkeleri Stratejik Komitesi’ni kurdu. Saygın işadamı ama yüzlerce insanın ölümünden sorumlu olarak aynı yıllarda aranmaya da başladı. Ancak arandığı ile kaldı. 

7. Charles Zentai: Bir Macar daha. Charles Zentai Macar ordusunda görevliyken Nazilerle çalışmaya başladı. Toplu suçlarının yanında kişisel olarak da 18 yaşındaki bir gencin koluna sırf Yahudi yıldızı takmadığı için öldürülmesinden de sorumlu tutuluyordu. Avustralya’da yaşayan Charles Zentai bir biçimde korunmayı başardı. 

8. Algimantas Dailide: Litvanya sivil polisi Dailide, Litvanya sivil polisiyken Nazilerle çalışmaya başladı. Polonya ve Litvanya Yahudileriyle komünistlerini Nazilere teslim etti. Dailide, 1950 yılında ABD’ye gitti. 
Emlakçılık yaptı. 2004’ten beri Almanya’da yaşıyor. Soğuk savaşta Sovyetlere karşı antikomünist ABD operasyonlarındaki rolü tartışılıyordu. İlk kez 2006 yılında Litvnya’da yargılandı ve 5 yıl hapse mahkûm edildi. Yaşı ve sağlığı nedeniyle cezasını çekmedi. 

9. Julius Viel: Çek Yahudilerini öldürdü. SS Subayı Julius Viel 2001 yılında yargılandı ve 1945 yalında Çek Cumhuriyeti’ndeki Theresienstadt toplama kampında 7 Yahudi tutsağı sırf zevk için öldürmekten 12 yıl hapis cezası aldı. Viel yargılandığı sırada 83 yaşındaydı ve kanser hastasıydı. Bir yıl sonra hiç hapse girmeden öldü. 

10. Erich Priebke Erich Priebke, savaştan sonra Arjantin’e kaçmıştı. 1995 yılında İtalya’ya döndü. SS Subayı Priebke 1944 yılında Roma’da 335 sivilin öldürülmesinden yargılandı. Priebke 1998 yılında İtalya’da savaş suçlusu olarak ömür boyu hapse mahkûm oldu. 1 yıl sonra salıverildi. (123) 

Gehlen’in öncülüğünde kurulan Gladyolar tüm Avrupa ve demirperde ülkeleri ile Asya ülkelerine kadar sıçradı. En önemli ve kalıtsal olan vaka ise, İtalyan örgütlenmelerinde ortaya çıkan bürokrasi, ordu, polis erkleriyle masonik ilşkiler kurulması ve kullanılan tüm fertlerin kendilerini bir devlet bağımsızlığı için antikominist bir örgütlenme içinde kendilerini görme yanılgısıdır. En haince olanı ise toplumsal kaos ve ya kanı değişikliği 
(beyin kontrolü ) için yapılan kitlesel eylemlerdir. İtalya'da tren garı bombalamaları, aşırı sağcı nasyonel sosyalistlerin öldürülmesi bunlardan bazılarıdır. Kızıl Tugaylar'ca üstlenilmiş ancak Gladyo tarafından yapıldığı soruşturmalar sonunda anlaşılmıştır. 

Federal Almanya'da bugün de, ülkenin gizli servisi tarafından da "Sessiz Şebeke"olarak tanımlanan "Stay Behind -örgütü" adında bir örgüt faaliyet gösteriyordu. NATO'nun İtalya'daki kuruluşunda da Roma tarafından kısaca "Gladyo" olarak biliniyordu. Kuşkulu Gladyo Örgütünün arkaplanı ve Kızıl Ordu'nun bir ileri hareketi durumunda örgütün partizanlarını kendi safına çağırması hakkında komşu Avrupa ülkelerinin gazetelerinde yazılar çıkarken, Federal Almanya'da hiç kimsenin en küçük bir bilgisi yoktu. Komşu ülkelerin parlamentolarında araştırma önergeleri verilip, hükümetler bu gizli konunun üzerine günden güne daha çok eğilirken, Bonn'da sessizlik egemendi. 

Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde ortaya çıkarılan Stassi Olayı'nın çözülen her düğümü medyalarda yoğun şekilde yer alırken, bir gazetecinin Federal Almanya'da da bir Gladyo birliğinin varlığı hakkında sorusu gündeme geldi. Bundan sonra çok uluslu NATO örgütünün dışında bir kuruluş olduğu ortaya çıktı. İlk başta, doğal olarak kimse araştırmalardan netice alınmasını beklemiyordu, çünkü hiç kimse bir şey bilmiyordu. Tüm olası sorumlu hükümet üyeleri işi yokuşa sürüyordu. Kendisinden bilgi istenen savunma 
bakanı, ilk önce kendi memurlarını gizli örgütlerin peşine düşürdüğünü öne sürüyordu. 

Hatta 30 Eylül 1980'e kadar Brüksel'deki NATO askeri karargahının komutanı, Batı askeri ittifaklarının en ileri gizli bilgi taşıyıcısı, eski genel müfettişi Wolfgang Altenburg hiçbir şey bilmediğini açıklıyordu. 1950’li yılların sonunda sadece bir "ahbap çavuşlar klübünün bulunduğu ve buna öylesi bir örgüt denemeyeceği kanısındaydı, general Altanberg. (Bu 
tanımı Encümeni Daniş ortaya çıktığında eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de kullanmıştı.) Hiçbir şey bilmeyenlerin listesi uzayıp gidiyordu. Başbakanlık gizli servis koordinatörlerinden Horst Ehmke (SPD), WaidemannSchreckenber-ger (CDU), BND'nin eski başkanlarından Klaus Kinkel ve Heribert Hellenbroich gizli servis için gizli gündemle 
toplanan "Parlamento Kontrol Komisyonu"nun federal meclis üyeleri bunlardan bazılarıydı. Herkes üç maymunu oynuyordu. 

O zamanki ABD başkanlık güvenlik danışmanı Henry Kissinger (Dünya Derin Devleti’nin Yönetim Kurulu Başkanıdır), bir İtalyan gazetesine verdiği demeçte Gladyo hakkında hiçbir bilgisi olmadığını söylüyordu. Oysa ki bunların tümü bu örgüt hakkında herşeyi bilmek zorundaydılar. Çünkü görevlerini yeminle ve anayasal gerekle üstleniyorlardı. 

Federal Almanya'daki Gladyo örgütü hakkında tüm bilgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Gizli servise bağlı "Savunma Hazırlıkları" hiçbir zaman sadece bazı önemsiz gizli önlemlerle yetinmiyordu. BND başkanları, iddia edildiği gibi görevleri sırasında dükkanlarının tüm bölümlerini tanıyamamış lar mıydı? Başbakanlık gizli servis kontrolörünün sorumluluğu, savunma durumunda alınan tüm gizli önlemler hakkında bilgisi olmadığından mı 
açıklanamıyordu? Halkın temsilcileri, kırk yıl önce Federal Alman Meclisinde gizli servis karargahları üzerinde demokratik kontrollerini yapabilmişler miydi ve bugün iddia edildiği gibi mensupları gerçekten "hiçbir' şey bilmiyorlar mıydı? 

Bazı muhalif politikacılar, seçim kampanyalarındaki çeşitli konuşmalarında bu örgütün kokusunu hissettirmeye başlamışlardı. İlkin sosyal demokrat ların hükümetleri zamanında bu konuya parmak basıldı. 14 Kasım'da SPD silahsızlanma uzmanı HermannScheer'i kamuoyu önüne çıkardı. Scheer gerçi sadece bir parlamenterin açıklamasından başka bir şey yapmamıştı, adaletin müdahalesini talep ediyordu:"Federal savcılığın bir sorunu bu." 

"Parlamentonun ve hükümetlerin kontrolünün dışında silahlı askeri bir gizli örgütün varlığı -ve resmi Silahlı Kuvvetlerin statüsünün dışında- anayasal legaliteyle birleştirilemez ve bu hukuki takibatı gerektirir," sonucuna ulaşılmıştı. Bu çağrı sonuçsuz kaldı.Hermann Scheer savcılığa hiçbir suç duyurusunda bulunmadı. Parlamento Kontrol Komisyonu'nun partili 
arkadaşı Wilfried Penner'e1969'dan 1982'ye kadarki yılların sosyal liberal koalisyonunun sorumluluk payını sordu. Penner gazetecilere sonucu söyledi: Rapor yoktu! 

Soru yöneltilenlerin hiçbirinin ne Gladyo'dan ne de benzeri örgütlerden haberi vardı! Penner, basının önünde "mafyavari müdahalelerden söz ediyor ve "pisliklerin herkesin önünde sergilenmesini" istiyordu. 

Federal Gizli Servis (BND)'in, mesleğinin çiçeği burnunda başkanı Konrad Porzner, herşeyi güzelce örtbas ettiğini göstermişti. 1974'den 1980'e kadar Helmut Schmidt'in başkanlığı sırasında sosyal liberal sorumlulardan Manfred Schuler Spiegerde o zamanki BND şefi Gerhard Wessel'i ilk kez önlemler hakkında bilgilendirdiğini açıkladığını anımsıyordu. 

Büyük muhalefet partisi çok çabuk sessizliğe gömüldü. Kirli işlerin açığa çıkarılması için yapılan tüm çağrılar bir haftada sus pus edilmişti. Eski yasama döneminin son oturumlarında sosyal demokratlar meclisteki Parlamento Kontrol Komisyonu'nda -doğal olarak gizli- sorunu gündeme getirdiler. Sorunla doğrudan ilgili öteki taraflar hakkında hiçbir şey sormadılar. Savunma Komisyonu ve İçişleri Komisyonu,"Yeşiller"in Gladyo 
hakkında Federal Meclisteki müzakerede verdikleri bir öneriyi CDU; CSU, FDP ve SPD'nin oybirliğiyle reddetti. "Yeşiller" hükümet tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Yasama döneminin başında oluşan, Parlamento Kontrol Komisyonu'nda temsil edilmeyen Federal Meclis'teki tek fraksiyon Yeşiller, sonuçta bir anahtar rolü oynadılar. Böylece az da olsa pisliklerin ilk kez gözler önüne serilmesine neden oldu. 

Yeşiller, Parlamento Kontrol Komisyonu'nun önceden belirlenmiş oturumun dan önceki birkaç gün, hükümetin üyeleri, Gladyo hakkındaki tüm bilgileri Penner'in başkanlığındaki Parlamento Kontrol Komisyonu oturumunda -doğal olarak gizli- sergilemeleri; Dossier Spiegelin hemen bir sonraki sayısında hemen yayınlattı. Buna göre Başbakanlığın Vl.ncı bölümünün yöneticisi Hermann Jung bunu yazışmalara geçirdi. 

NATO Avrupa Başkomutanlığı nın arzusuyla Gladyo geri çekildi, "müttefiklerin haberalma servislerinin korunması savunma durumunda da hesaba katılmalıdır." Bu istek "1950’li yıllarda" gerçek oldu. Hem ulusal gizli servisin sorumluluğunu, 1954'den itibaren "Shape" adıyla Gladyo birlikleri olarak görevler üstlendi, hem de Avrupalılar NATO Silahlı Kuvvetlerinin en 
yüksek askeri karargahı tarafından koordine edildi. 1959'da federal gizli haberalma servisinin resmi üyesi oldu. 

Aşağı yukarı 1973'e kadar" sabotaj grupları görevlerini yerine getirdiler. Düşürülen NATO pilotları ya da işgal altındaki ülkelerdeki düşmanın el ulağı bilim adamlarının nasıl kurtarılacağı "düşman hatlarının arkasında direniş güçleri oluşturmak" şeklinde ifade edildi. Bu gibi operasyonlar için "kaynak ağı" olarak 50 asker, 125 genel ve 25 "kaynaktan kökenli" eleman el altında tutulmuş V- olayında işgal altındaki ülkedensavaş için önemli kişilikler 
toplanmıştır. BND'nin bünyesinde "yönetici örgüt" denilen75 kişilik birim kuruluydu. 

Zamanla bu aparat güçlü bir biçimde yoğunlaştırıldı. 

1981'de BND'nin bünyesindeki dört birim sabotaj eylemlerine ayrıldı ve "yönetici örgüt" 35 kişiyle sınırlandırıldı. "Eylem grupları" bu arada tümüyle dağıtıldı. BND bünyesindeki "Stay behind - örgütü" tümüyle Almanlara geri kaldı. Yeraltı örgütlenmesinin korunması için NATO'nun ilgili bölümü 1954'den itibaren "Tüm Koordinasyon Komitesi" adım aldı. 1990 
Ekiminin sonunda Brüksel'de henüz işlevselliğini koruyordu, öteki özel birimler "Stay behind" örgütünün telsiz sistemine özel sızmalar yapıyordu. 

Daimler şubesi AEG/TSTde "zıpkın" adıyla teknikli telsiz gereçlerinden 854 BND siparişi henüz yeni değildi. Bununla Avrupa çapında Gladyo ağını denetleyebilecekti. Toplam fiyatı aşağı – yukarı 130 milyon marktı. Sadece 130 gereç, BND'nin tasarrufundaydı. Geri kalanı "müttefiklere" veriliyordu. Bunun için Federal Almanya devlet kasasından 25 milyon mark çıkıyordu, bunu kamuoyu duymalıydı. Başbakanlığın enformasyonu dışında önce bir 
milletvekili sonunda, bilinmek istenenin sözünü etti. Bonn parlamentosunun en gizli çevresinden, Federal Alman meclisinin sosyal demokrat Güvenilir Kişiler Kumlu'ndan Rudi Walther sözünü söyledi. Bu kurulda haber alma servisinin bütçe planlan kontrol ediliyor ve onaylanıyordu. Bütçe komisyonunun üyeleri seçilirken doğal olarak Yeşiller bunun dışına 
bırakılıyordu. Başkan Rudi Wallher'in "Stay behind"in varlığından haberi vardı. Federal Alman Gladyo birliklerinin milyarlar değerindeki giderleri, yakın döneme kadar örgüt tarafından düzenli olarak ödeniyordu. Başbakanlık, en son raporunda örgütün "savaş sonrasındaki yıllara, olabildiğince geri giden" tarihçesi hakkında hiçbir bilgi vermiyordu. 
Parlamento Kontrol Komisyonu milletvekillerinin raporunda "Buradaki açıklama BND'ye düşer" deniliyordu. Aynı zamanda Gladyatörlerin eylemleri hakkında da hiçbir bilgi yoktu. 

Münih-Pullach'daki BND merkezinde ya da kamufle edilmiş ikametgahlarda görev dağılımı yaparak tüm Federal Almanya Cumhuriyetine yayılan eylemlerdi bunlar. Gizli "değerlendirme örgütü" tarafından ölçülen ve emir verilen eylemler hakkında da şöyle ya da böyle bilgi yoktu. 
Tümüyle nihai açıklığıyla ortada olan Parlamento Kontrol Komisyonu nun olurumdan önce devlet bakanı ve başbakanlıktaki gizli servis koordinatörü Lutz Stavenhagen, Federal Alman Gladyo ordusunun ortaya konulmasının yaklaşık bir zamanını telafuz etti: 1991 ilkbaharı. Gevşemenin dönemi aşağı yukan aynı şekilde tekrarlandı durdu. Devlet Bakanı Bild an Sonntag'da çıkan bir konuşmasında yeni bir enformasyon kapısını araladı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

25 Ocak 2018 Perşembe

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 2


NAZİLERİN YABANCI İŞÇİ POLİTİKASI 

1929’da başlayan Büyük Ekonomik Depresyon, ekonomilerini kurtarmak isteyen Almanların faşistleşmesine kapı aralarken, iç ve dış düşman üretmelerine yol açtı. Nazi rejimi, inanılmaz miktarda yabancı işçi gücünü sömürmeye başladı. Çünkü Avrupa’yı işgal planları yapan Adolf Hitler, 11 milyon Almanı askere almıştı. Boşalan işci gücüne yenisi konmadan sa-
vaşamazdı. Bu nedenle öncelikle geleneksel işci gücü tarlası, hazır rezervi olarak gördüğü Polonya’yı işgal etti. İşgal edilen topraklarda bir hafta içinde kurulan İşçi Alma Ofisleri, polis ve asker kolluk kuvvetiyle, çalışacak tüm genç erkek ve kadınları topluyordu. Hitler, sadece bazı Avrupa ülkelerinde biraz dostca davrandı ve gönüllü işcilik metodunu tercih etti. İspanyol, İtalyan ve Hırvatlara kibar davrandı. Savaş sonunda 7 buçuk milyon yabancı işçi gücü kullanılıyordu ve bunun 1.8 milyonu savaş esiriydi. 1944’de endüstriyel üretimin dörtte biri yabancı işciler tarafından sağlanıyor du. Nazi rejimi ve savaş makinesi, yabancı işci sömürgeciliği olmasaydı, daha erken çökebilirdi. 

Yabancı işçilere nasıl davranılacağının prensiplerini yazan ve yöneten Alman Sauckel idi. Filozofisi özetle şöyleydi: “Tüm işçiler mutlaka beslenecek ve barınacak yer verilecek ki, maksimum seviyede sömürülebilsinler ve yüksek seviyede verim alınabilsin.” Bunun anlamı yabancı işçilerin asker gözetimi altında çalıştırılmasıydı. Kaldıkları barakalar da kontrol altındaydı. Sosyal hayatları ve sivil hakları yoktu. Sağlık sigortaları bulunmuyordu. Polonyalı, 
Rus ve Yahudiler, etnik aidatlarını gösteren özel bir kimlik taşıyordu. Pek çok yabancı işci, kötü beslenme, ağır iş şartları, bakımsızlık, hastalıklar ve ağır cezalardan dolayı öldü. Sauckel’in sert disiplin kurallarının temelinde insanlıktan yoksun şu emri ve tavrı vardı: “Yabancı işçiler bir nebze olsun umurumda değil. Eğer iş yerlerinde en küçük bir hata yapar veya suç işlerlerse, önce hemen polise bildirin. Asın, kurşuna dizin onları. Umurumda değiller. Eğer tehlikeli iseler yok edilmeleri gerekir.” 

Nazilerin yabancı işcilere yaptıkları zulüm sadece kölelere yapılan eziyet ve işkencelerle kıyaslanabilir. Aynı zihniyetin yansımalarını, izlerini daha sonraki dönemde de görmekteyiz. 
1955 ile 1973 arasında Almanların uyguladığı misafir işçiyi kabul etme düzeni, aile birleşmesine karşıydı ve göçmenlerin sürekli yerleşmesini engelliyordu. Ancak ailelerin birleşmesini engelleyemediler, başaramadılar. 1973’de Alman hükümeti, yabancı işçilerin ülkelerine dönmesi için elinden geleni yaptı. Türkler ve Kuzey Afrikalılar gitmediler. 1974 ile 1981 arasında 
yabancı göçmen kadınların oranı yüzde 12 arttı. Yabancı çocuklarda yaşı 15’i bulanların oranı yüzde 52’ye çıktı. 1970’lerin sonunda yabancı göçmen yerleşimcinin nüfusu 4 milyondan 1980 ların ilk yıllarında Türklerin sayesinde beşyüzbin birden arttı. Bu durum Almanları rahatsız etti. 

    Bu gün Alman istihbarat birimleri gurbetçilerimize karşı karanlık bir proje yürütüyor. Şimdi de onları tanıyalım. 

FEDERAL ALMAN İSTİHBARAT TEŞKİLATI BUNDESNACHRİCHTENDİENST ( BND) 

Yukarıdaki bölümlerde efsane Alman istihbaratçı Gehlen’den bahsedilmişti. Bu istihbaratçı Alman istihbaratının çevresini değiştirmişti. Fakat bu değişimlerin hemen hepsi Alman derin devlet anlayışının lehine oldu. Federal Almanya İstihbarat Servisi’ne gelince. Bu servis = Gehlen teşkilatıdır. Münih’e bağlı Pullach’da, General Von Gehlen’in idaresinde kurulan Federal İstihbarat Servisinin emrinde 10 bin uzman ve ajan çalışıyordu ve bütçesi de, 1952’de 40 milyon markın üzerindeydi. General Gehlen’in çok kısa bir süre önce teşkilattan ayrılmasına rağmen Gehlen Teşkilatı adıyla da anılan Federal Almanya İstihbarat Servisi, küçük hücreler şeklinde örgütlenip çalışmıştır. Dost veya düşman ayırd etmeden aynı titizlikle çalışan teşkilat Almanya’nın özel statüsü gereği bu yıllarda CIA ile de büyük paslaşmalar ve dayanışmalar içinde çalışmıştır. 
Almanlar iç istihbarat konusunda ise özel olarak oluşturdukları “Batı Almanya Anayasasını Koruma Ajansı”ndan yararlanmaktadırlar. Bu kuruluş aynı zamanda karşı casusuluk örgütü olarak da faaliyet göstermektedir. Amerika’daki FBI’ya denk olan kuruluşun karargahı Köln’e bağlı Ehrenfeld’ de çalışmalara başlamıştır. Merkez teşkilatında bine yakın görevlinin  bulunduğu kuruluşa o zamanlar polis teşkilatı ile askeri istihbarat da yardım vermiştir. 

Alman istihbaratında askeri bölüm çok önemlidir. Çünkü burada oluşturulan ve FOİ ( Field Operations İntelligence) adı ile anılan grup vurucu güçtür ve eylemleri bu grup yapar. Eylemlerinde ünlü ve acımasızlığıyla bilinen bir güçtür. 

DOĞU ALMANYA İSTİHBARAT SERVİSLERİ 

MFS = Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı. 

Almanların ayrılması sonrası Sovyet nüfuz alanında kalan Doğu Almanya casusluğun adeta kalbi olmuştur. Doğu ve Batı Almanya arasında öykülerin gerçeklerle karıştığı casusulukla ilgili olaylar yaşanmıştır. Doğu Almanya’da gizli servis geleneğini geliştiren ve burasını Avrupa yani Batı dünyası içinde bir ileri karakol gibi kullanan Moskovadır. 1950 yılında mevcut oluşumların tek çatı altında toplanmasıyla Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı kurulmuştur. KGB bu bakanlığın oluşturduğu bir konseyle kontrol altında tutmuştur. Bakanlığın emrinde 22 bin subay, 5 bin polis, 3 bin komünist partili memur çalışmıştır. karargahı Doğu Belirlin’de Normannenstrasse’de bulunan MFS’in Batı Almanya ‘da adam kaçırma ve öldürme , yıkıcı faaliyet ve propaganda işlerinde kullandığı 16 bini aşkın ajanının bulunduğu bilinmektedir. İstihbarat bakanlığının başlıca daireleri ve görevleri 
şunlar olmuştur: 

1. Daire : Doğu Almanya ordusu içinde iç istihbarat yapmak, askerlerin rejime sadakatini sağlamak. 
2. Daire : Batılı ülkelerde casusluk faaliyetlerinde bulunmak. 
3. Daire : Sovyet işgal bölgesinde her türlü ekonomik faaliyet sahasında casusuluk çalışması yapmak. 
4. Daire : Din ile mücadele müesseleri ortadan kaldırma. 

“R” Dairesi : Berlindeki müttefik askeri misyonların faaliyetlerini izlemek. 
MFS ayrıca idarecilerin güvenliğini sağlamak amacıyla 6300 kişilik bir muhafız kıtası da oluşturmuştur. 

Ayrıca HVA= Ana İstihbarat Dairesi adı altında Doğu Almanya Komünist İstihbarat Teşkilatı adı altında Batılı ülkelerde casus şebekeleri kurmak ve istihbarat işleriyle görevli bir birim daha vardır. HVA MFS’e bağlı bir birimdir ama ayrıca bir casusuluk okulu da vardır. Bu teşkilatların koordinasyonun dan ise VFK = Koordinasyon Dairesi adı verilen birim sorumludur. Bu da bir gizli servis gibi çalışır. Elbe nehri üzerindeki Klietz’de bir casus okulları faali-
yet göstermiştir. Bunların teknik laboratuvarlarında gizli mürekkepler ve sahte belgeler üretimi gerçekleştirilmiştir. Doğu Alman gizli servisi belge üretiminde oldukça başarılı ve ünlü bir servis olmuştur. 
Bu konu gizli servislerde büyük önem taşımaktadır. 

Ancak bu iki servisin kanlı bıçaklı günleri Doğu ve Batı Almanya’nın birleşme kararının ardından tek çatı altında ortak çalışmaya dönmüştür. Bu birleşme sırasında Doğu Alman casuslarla Batı Alman muhbirler büyük sıkıntılar çekmişler ama Batı Alman istihbarat çatısı altında birleşmeyi başarmışlardır. Çok geniş bir arşivi bulunan MfS ile 1991 birleşmesinden sonra çıkan durum sonucunda Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı sorumlu kılınmıştır. 
Arşiv bilgilerinin incelenmesi görevi bu teşkilata verilmiştir. 
Bu birleşmeden ortaya çıkan bilgi ve ilişkiler ağı dünyanın en büyük istihbarat arşivini ortaya çıkarmıştır. Önümüzdeki dönemde Almanların bundan kaynaklanan güçlerini diğer ülkeler üzerinde kullanacaklarından hiç şüphe yoktur. Arşiv bulgileri içinde Türklere ait bilgilerin çokça olması da doğaldır. Yani önümüzdeki günlerde Almanya hesabına casusluk yapacak Türklerin sayısında bir artışın olması da doğaldır. 

Necip Hablemitoğlu’nun kaleminden Almanya tarihine göz atmakta yarar var: 

XIX.Yüzyılın ikinci yarısında Bismark ile kurumsallaşan, XX. Yüzyılın hemen başlarında II. Wilhelm döneminde emperyalizm ve devlet kavramlarıyla özdeşleşen Alman faşizmi kabul edilebilir milliyetçilik anlayışının da ötesinde- iki temel hedefin gerçekleştirilmesini öngörmekteydi: Ekonomik açıdan yeni “hayat alanları”na yani ürettiklerini pazarlayabilecekleri sömürgelere sahip olurken, siyasal açıdan da “arka bahçe”de yani Avusturya-Macaristan, Romanya, Çarlık Rusyası gibi ülkelerde yaşayan Alman ırkını bir bayrak altında toplamak yani pan-germenizm!.. 

1. Birinci Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası) 

Fas başta olmak üzere sömürge arayışlarından somut bir sonuç elde edemeyen II. Wilhelm Almanya’sı için, Osmanlı İmparatorluğu, stratejik açıdan hayati bir önem taşımaktaydı. Örneğin, Bağdat Demiryolu Projesi, ekonomik getirilerinin yanısıra, İngiltere’nin Hindistan yolunu tehdit etmesi açısından da planlanmıştı. Ancak, Kayzer Wilhelm’in iki kez Osmanlı ül-
kesine gelmesi ile gelişen ikili ilişkiler, Kerkük-Musul bölgesinde arkeolojik çalışma yapma izini ile gelen sözde arkeologların jeolojik çalışma yaptıklarının anlaşılması ile ortaya çıkan kuşkuları giderememişti. Sözkonusu bölgede zengin petrol yataklarının bulunması, Osmanlı 
İmparatorluğu üzerinde emperyalist paylaşım kavgasında İngiltere, Çarlık Rusyası ve Fransa’yı da harekete geçirmişti. Bu nedenle ortaya çıkan Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda, Almanya, tüm bu olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalarak ikiyüzlülüğünü, bir başka ifadeyle güvenilmezliğini ortaya koymuştu. Almanya’nın emperyalist politikasının bir yansıması olan vefasızlığın bedelini, Trablusgarp’ı, 12 Adayı ve Rumeli’deki topraklarımızın önemli bir kısmını kaybederek ödeyen Osmanlı yöneticileri, özellikle de İt-
tihatçılar, 1911’den itibaren İngiltere ve Fransa’ya ittifak önerisinde bulunmuşlardı. Hatta, I. Dünya Savaşına girilmezden kısa bir süre önce, Mayıs 1914’de, Sadrazam Talât Paşa bizzat Kırım’a giderek Rus Çarı II. Nikola’ya ittifak teklif etmişti. Bu üç emperyalist ülkenin yanısıra, Yunanistan ve Bulgaristan gibi küçük ülkeler bile Osmanlı Devletinin ittifak önerisini reddettikten sonradır ki, Almanya, yeniden -bu defa alternatifsiz olarak- gündeme gelmişti. İttihatçıların kendilerine güvenmediğini bu ittifak arayışları nedeniyle anlayan Alman Hükûmeti, savaşa birlikte girme karşılığı resmen iki temel konuda “açık çek” talep etmişti: 
Birincisi, İngiltere’yi sömürgelerinde meşgul etmek ve hammadde kaynaklarını zaafa uğratmak için Padişah-Halifenin tüm müslümanlara yönelik olarak “Cihad-ı Ekber” (kutsal savaş) çağrısında bulunması. İkincisi, Osmanlı Ordusunun en az % 25’sinin Alman Genel Kurmayı emrine verilmesi. Almanya’nın istekleri tartışılmaksızın yerine getirilmişti. 

Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasının tüm yükümlülüklerini yerine getirirken, Almanya’nın ikiyüzlü ihaneti yeniden sahneye çıkmıştı. Şöyle ki: 

I. Almanya, taahhüt ettiği silâh ve malzemeyi, özellikle de Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının savunması için elzem olan uzun menzilli topların teslimini geciktirmişti. Bu gecikmenin bedeli Çanakkale muharebelerinde Türk askerinin kanıyla ödenmişti. 

II. Alman Genelkurmayı, Galiçya’da ve Kanal Harekâtında, Osmanlı Devletini doğrudan ilgilendirmediği halde Türk Ordusunu kullanırken; kendi çıkarları için en seçkin Türk birliklerinin ağır kayıplar vermesine neden olmuştu. Türk askerini canlı kalkan olarak kullanma oyunu, Hıristiyan İtilâf askerlerini de kollamak (imhasını önlemek) amacına yönelik olarak Çanakkale’de sahnelenmişti. İtilaf birliklerini en az 6 ay Çanakkale’de 
oyalamayı hesaplayan Alman Genel Kurmayı, bu doğrultuda General Liman Von Sanders vasıtasıyla planını uygularken, Türk tarafının ikiyüzbini aşkın asker kaybının başlıca sorumlusu olmuştu. Ta ki, Yarbay Mustafa Kemal’in ünlü müdahalesine kadar… 

III. Almanya’nın samimiyetsizliği daha I. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında belli olmuştu. 
Osmanlı Hükûmeti’nin İtilâf emperyalistlerine karşı tepki olarak, 1 Ekim 1914’den itibaren geçerli olmak üzere Kapitülâsyonları kaldırdığını açıklayan (9 Eylülde İstanbul’daki Büyükelçilere tebliğ edilen, 17 Eylülde de resmen yayınlanan) kararına öncelikle ve en sert karşı çıkan ülkeler, Almanya ile diğer savaş müttefiğimiz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin sert eleştirileri sonrasında bu 
iki ülke kapitülasyonlarla doğan haklarını her ne kadar daha sonra reddetseler de, kendileri ile ilgili kuşku ve güvensizliğin bu vesileyle bir kez daha pekişmesine engel olamamışlardı. 

IV. Almanya’nın güvenilmezliği ve hatta hainliği, Kafkas Cephesinde açık biçimde ortaya çıkmıştı. Hazar petrolleri ile ilgili olarak Kafkasya ve Azerbaycan’ın Osmanlı kontrolü altına girmesini istemeyen Almanya, Galiçya ve Ukrayna’da savaştığı can düşmanı Ruslarla işbirliğine gitmiş ve bu gelişme Teşkilât-ı Mahsusa tarafından belgelenmişti. Keza, stratejik 
açıdan önemi büyük olan Kudüs, düşman İngiliz birlikleri tarafından işgal edildiğinde, Alman Kiliselerinde şükran ayinleri düzenlenmişti. 

Aynı şekilde, Savaş sona erdikten sonra Almanya, kendisine sığınan Talât Paşa başta olmak üzere önde gelen İttihatçı liderlerin Ermeni teröristler tarafından vahşice öldürülmelerine seyirci kalmıştı. Hatta, Talât Paşa’nın katili, Türk Milleti ve de Hukukun temel kuralları ile alay edilircesine Alman yargısı tarafından beraat ettirilmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, tüm bu deneyimleri unutmayarak Almanya ile mesafeli durmaya gayret etmiş; bu arada Hitler’in yükselişini kuşku ve endişe ile izlemişti. Atatürk, Almanya’nın dostu olunamayacağını; dostluk ya da düşmanlık kavramlarını ancak bu ülkenin çıkarlarının ve de üstün ırk nazariyesinin belirlediğini çok iyi bilmekteydi. 

2. II. Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası) 

Alman toplumunda zaten var olan şoven ve saldırgan (irredantist) milliyetçilik duyguları, Versay Barış Antlaşması’nın Almanya’ya yüklediği 56 Milyar Dolar savaş tamirat borcunun neden olduğu ekonomik çöküntü ortamında daha da gelişerek yükseliş trendine girmişti. İtilaf Devletlerinin daha sonra ödenmesi mümkün olmadığı anlaşılan bu borcu 33 Milyar 
Dolara çekmesi, sonucu değiştirmemiş; yalnızca Hitler’i iktidara getirmeye yetmişti. Hitler’le birlikte, pan-germenizm bir devlet politikasına dönüşerek hayata geçirilmiş; hatta daha da ileri gidilerek “ari ırkın dünya egemenliği” söylemleri açıkça ifade edilmişti. Hitler Almanyası’nın ilk hedefi, Alman dilinin konuşulduğu Alsas-Loren bölgesinden başlayarak İdil (Volga) nehrinin boylarında yaşayan küçük Alman kolonilerini kapsayacak bir “germen vatanı” oluşturmaktı. Bu vatan kapsamına, Türk bölgelerinden Kırım, Gence şehrindeki birkaç yüz kişilik küçük bir Alman kolonisinin varlığı nedeniyle bu şehre kadar tüm Kuzey ve Güney Kafkasya ile iç Rusya’nın önemli bir bölümü girmekteydi. İşte, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordularını Stalingrad (Volvograd) önlerine kadar getiren neden buydu. 
Eğer Almanlar savaştan zaferle çıkmış olsalardı, sıra tüm dünyanın Alman “hayat alanı”na dönüşmesine gelecekti. 

3. Soğuk Savaş Döneminde Alman Milliyetçiliği 

2. Dünya Savaşı’nın Almanya’da yarattığı ekonomik, toplumsal ve siyasal tahribat, savaşta kazanılan tüm toprakların yanısıra Doğu Almanya’nın da kaybedilmesi ve ülkenin müttefik devletler tarafından işgal edilmesiyle daha da büyük boyutlara ulaşmıştı. Ancak, bu olağanüstü zor koşullarda Alman milliyetçiliğinin gelişimini önlemek asla mümkün olmadı. İşte bu noktada Almanya yöneticileri, milliyetçiliklerini gizleyerek hatta ırkçı parti  kurulmasını kâğıt üzerinde yasaklayarak dış dünya önünde farklı bir imaj yaratmaya yöneldiler. Bir yandan A.B.D.’nin baskılarına boyun eğerek Münih’de C.I.A. tarafından finanse edilen “Sovyetler Birliği’ni Araştırma Enstitüsü”, “Hürriyet Radyosu”, “Hür Avrupa Radyosu” na izin verirken; diğer taraftan Macaristan, Romanya, Sovyetler Birliği ile gizli pazarlıklar sürdürürerek soydaşlarını kişi başına ortalama 35.000 Marktan başlayan ve 
eğitim durumuna göre yükselen bedel karşılığı “satın almaya” başladılar. Alman Hükûmetinin bu girişimi elbetteki salt milliyetçilik duygularıyla izah edilmezdi; konunun insani boyutu da kuşkusuz mevcuttu: II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, Stalin, Alman Ordusu ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Türkiye sınırında yaşayan “güvenilmez halklar” kapsamında Kırım, Karaçay, Balkar ve Mesket (Ahıska) Türklerini, Çeçenleri, İnguşları ve de Volga boyunda yaşayan Almanları, -bebeğinden yaşlısına kadar cinsiyet ayırımı yapmaksızın tümünü- Urallar, Sibirya, Özbekistan, Kazakistan ve benzeri sürgün bölgelerine göndererek cezalandırmıştı. Örneğin, sadece Kırım Türklerinin hayvan vagonlarında, en ilkel koşullarda ve yaklaşık iki ay süren yolculuklarında toplam nüfusunun 
% 46’sını kaybettiği gözönüne alındığında, Alman asıllı sürgünlerin kayıpları hakkında bir kıyaslama yapmak mümkün olabilir. İşte Alman Devleti, sürgündeki soydaşlarının yanısıra, Macaristan ve Romanya gibi komünist rejimin esareti altındaki soydaşlarına sahip çıkmak, onların mağduriyetini gidermek yolunda bu ülkelere büyük meblağlar akıtmıştı… Ya Türkiye?!. 

ALMANLARIN TÜRK LEJYONU 

Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkıma uğrayan Almanya’ya “bin yıllık bir gelecek” vaat eden Hitler, 1800’lerin felsefe akımlarının öncüsü Almanya’nın yerine büyük bir disiplinle ilerleyen askeri Almanya’yı koyabilmiş ve bu şekilde askeri anlamda çok büyük başarılar 
göstermişti. Neredeyse 3 yıl içinde tüm Avrupa’ya ve Mısır hariç Kuzey Afrika’nın tamamına “Gamalı Haç”a boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Alman ordularını uçsuz bucaksız Rus cephesine yönelten Hitler’in bilinen hataları olmasaydı, III. Reich uzun yıllar hükmünü sürdürürdü. Biliyoruz ki durum böyle olmadı. Schutzstaffel; Türkçe karşılığı ile “Koruma Timi” anlamına gelen bu mutantan harp makinesini yaygın kullanımıyla   “SS”  olarak  biliyoruz. Kuruluş amaçları Adolf Hitler’in şahsi güvenliğini sağlamaktı. Toplama kampları kurulana kadar polis görevi de yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Bundan sonra Waffen-SS ve Allgemeine-SS olarak 2 gruba ayrıldılar. Allgemeine-SS isimli grup polis görevi yaptı. Genellikle ordu kökenli olmayan subaylar tarafından idare edildi. Çok büyük savaş suçları işleyen SS bölümü Allgemeine-SS kuvvetleridir. Waffen-SS ise ordu eğitimi almış subaylar tarafından yönetiliyordu. 1942’den sonra gençler askerlik vazifelerini burada yapmaya başlayınca da parti muhafızı gibi bir özelliği kalmadı. Naziler Paris’ten Moskova’ya kadar çok büyük toprakları işgal ettikleri için işgal ettikleri bölgelerin halklarından da asker 
temin etmişlerdir. Waffen-SS toplamda 38 tümene sahipti ve bunların 26 tanesi Alman olmayan kavimlerden oluşmuştu. Öncelikle Alman kavmine akraba kavimlerden askere alım olsa da, daha sonra diğer kavimlerden de tümenler oluşturulmuştur. 
Bunlar: 
Macaristan, Letonya, Estonya, Arnavutluk, Hırvatistan, Hollanda, İtalya, Flamanya, Valonya, Rusya ve Belarus birlikleriydi… 

Bu 38 tümen haricinde gönüllü birlikler de Naziler için savaşmışlardır. 31 farklı isme sahip olan bu gruplar arasında Türk Dünyası’na akraba halklar da vardır. Özbek, Kazak, Kırgız, Azeri, Çerkes, Çeçen, Kırım Tatarı, Gürcü, Ermeni, Türkmen, Dağıstanlı, Karakalpaklar, İnguşlar, Çuvaşlar, Udmurtlar’dan oluşan bu gönüllü birliklere Doğu Lejyonları diyoruz. 
Stalin’in ordusunda Rus iklimine uygun olmayan teçhizatla görev yapmak mecburiyetinde kalan bu halklar gerek Sovyet baskısı gerekse uzayan savaş sebebiyle milyonlarca kurban verdiler. Aileler bir daha birleşmemecesine parçalandı ve büyük acılar yaşandı. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov “Toprak Ana” isimli eserinde o dönemde yaşanan drama ışık tutarken her açıdan baskı altındaki bir halkın simgelerle konuşan dili olmayı da başarmıştı. 22 Haziran 1941 günü başlayan Barbarossa Harekâtı’nın başında, Doğu Cephesine yönelirken, Baltık halklarının, Ukraynalıların ve Sovyet zulmünden yılan onlarca ulusun Nazi ordularını çiçeklerle karşılamasını görerek, Sovyetler için, “Biz sadece kapıyı tekmeleyeceğiz ve tüm 
çürük bina yıkılacak.” diyen Führer savaşın muhtemel süresi hakkında yanılıyordu. Başlangıçta Führer’in sözü doğru çıkacak gibi görünmekteydi. Zaten zorla cepheye sürülen Kızıl Ordu’nun binlerce askeri ya firar ediyor ya da subaylarını öldürerek teslim oluyorlardı. Kış mevsimi başladığı vakit iki milyonu aşkın esire sahip olan Almanya bu gönüllü tutsakları SS Birlikleri’ nin içine serpiştirmişti. Zaman geçtikçe sayıları ve etnik çeşitlilikleri artan bu askerler Waffen-SS yönetiminde örgütlendiler. 

Bu örgütlenmeyi Türkistan Milli Birlik Komitesi’nin kurucusu olan ve Alman-Sovyet Savaşı başladığı dönemde Almanya’da olan Türkistanlı Veli Kayyum Han sağlamıştı. Türkistanlı esirleri kamplardan kurtarmak için Alman genelkurmayı ile görüşmüş ve Türkistan Lejyonu’nu kurdurmayı başarmıştı. 4 Ocak 1944 tarihinde Berlin’de yapılan bir toplantıda SS İdari Merkezi’nin temsilcisi SS Binbaşı Schulte 1 Ocak 1944 tarihinden itibaren geçerli olmak 
kaydıyla 450. Türk Taburu’nun ve subaylarının SS kadrosuna alındığını ve birliğin ilk komutanı olan Andreas Meyer’in yarbay yapıldığını bildirmiştir. Bu lejyonda Rus ve Slav ırkına dâhil olmayan, Kırım’dan Kafkasları da içine alarak Orta Asya’ya kadar uzanan topraklarda yaşayan halklar görev yaptı. Türkistan Lejyonu, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Karakalpaklar, Balkarlar, Karaçaylar, Azeriler, Dağıstanlılar, İnguşlar ve Çeçenlerden müteşekkildir. 

Kur’an-ı Kerim ve iki kılıca el basarak, Türkistan Bayrağı’nın önünde yemin eden gençler sağ kollarında “Türkistan, Allah Bizimle” yazılı askeri üniformalarını giyerlerdi. Lejyonun siyasi ve milli tüm işlerini Türkistan Milli Birliği Komitesi yönetirdi. SS Şefi Heinrich Himmler bu tümenin hava yolu ile Orta Asya’ya gönderilip burada bir ayaklanma başlatma fikrine büyük 
destek vermiştir. Her ne kadar tümen olarak geçse de Türk Silahlı Kuvvetleri ölçülerine göre alay seviyesindedir. Bu birliğe Trawkini’deki SS Birlik Eğitim Kampı’nda eğitim verilmiştir. Yeterli üniforma, çizme ve donanım yoktu. Birliğin fotoğraflarında çok farklı Waffen-SS üniformaları  nın görünmesinin sebebi budur. Beyaz Rusya’nın başkenti Minks’de örgütlenen partizanlara karşı yapılan operasyonlara katılırken ileri düzey eğitimlerini de almaya devam ediyorlardı.”Bu sırada alay komutasında da değişiklikler yapılmıştır. Binbaşı Meyer-Mader alay komutasını bırakmıştır. Bu değişikliğin sebebi konusunda çeşitli rivayetler mevcuttu. Bunlardan birine göre, Binbaşı, anti-partizan operasyonlarından birinde, bir düşmanın 
keskin nişancı ateşiyle öldürülmüştü. Başka bir rivayete göre de, 1944 yılının Mart ayında alayda çıkan bir isyan sırasında ölmüştü. Ancak büyük ihtimalle, Wehrmacht’a haber vermeden yeni Türk Birliği için kara kuvvetlerinin diğer birliklerinden asker toplamaya çıktığı için kendisi askeri mahkemeye çıkarılmış ve firar suçundan yargılanmıştı. Rütbesi 
binbaşılıktan indirilmiş ve 1944 yılının Mart ayında SS-Sonderregiment Dirlewanger’e (Dİrlewanger Ceza Alayı) gönderilmişti. 2 Mayıs 1944’de de çatışma sırasında öldürülmüştü. 

28 Mart 1944’de Yuratishki’de, eski bir ordu yüzbaşısı olan ve 5 Şubat 1944’de Waffen-SS yüzbaşısı rütbesiyle görev yapan SS-Hauptsturmführer Billig tarafından alay komutası devralındı. Bu dönemde bazı düzensizlikler yaşanmış olmalı ki, Yüzbaşı Billig 78 isyancıyı kurşuna dizdirtmiştir. Bu olay ve alkol sorunu yüzünden, 6 Nisan 1944’de Billig komutadan alındı. Onun ardından SS-Hauptstmführer (Yüzbaşı) Hermann 27 Nisan 1944’de alay komu-tasını devraldı. Bu komuta boşluğunda alaydaki isyankâr davranışlar kontrol altına alınmış ve alay tekrar düzene sokulmuştu. Bu huzursuz dönemde alayda yüksek miktarda firar yaşanmış fakat bunların çoğu 7–12 Nisan tarihleri arasında alayın hareketinde tekrardan gönüllü olarak alaya teslim olmuşlardı. Yüzbaşı Hermann’ın 2 Mayıs 1944’de alay komutasını fiilen devralmasına kadar neden alay kadrosunun yerlerinden ayrılmadıkları ve yeni komutanın gelmesini bekledikler ise bilinmemektedir.” 

Birlik Rusların Minks’deki cephe gerisi sabotaj faaliyetlerine karşı mücadele ettikten sonra 22 Haziran 1944 tarihinde çökmüş olan Merkez Ordular Grubu’nun savaş bölgesinden, önce Lomza’ya oradan da Bialystock yönüne gönderildi. 

“26 Ağustos 1944’de Doğu Müslümanları SS Alayı 9. Ordu’nun Emrine alındı. Bu tarihte tekrar Von der Bach’ın kolordu grubuna dâhil oldu. Dış Mahallelerdeki çatışmalar 27 Ağustos 1944’e kadar sürmüştü. Sonuç olarak Weichselviertel’deki çatışmalar 3-10 Eylül arasında, Mokotow’daki çatışmalar 11-23 Eylül arasında, Zoliborz’daki çatışmalar da 29 Eylül-2 Ekim 1944 tarihleri arasında sürmüştü. 15 Eylül 1944’de alaya, Radom bölgesi üst SS şefliği ve polis şefliği komuta etmişti. 24 Eylül 1944’de Alayın bazı kısımlarıyla, Albay Lang Muharebe Grubu’na bağlı 3. Panzer Grenadier Taburu bünyesindeki Staufer Muharebe Grubu yer değiştirdi. 29 Eylül 1944’de 9. Ordu’nun komutasında olan bölgeye ‘Varşova Muharebe Bölgesi’ adı verildi. Bölgede Dirlewanger Alayı’nın yanı sıra, Polis Taburu ‘Brückhardt’, Polis Taburu ‘Krabbe’ ve Müslüman SS Taburu ‘Kalus’ bulunmaktaydı. Bunun dışında Doğu Müslümanları Alayı’ndan bahsedilmiyor. 3 Ekim’de Polonya Anavatan Ordusu teslim oldu. Bu sırada alayın herhangi bir kısmının görev alıp almadığını, belge yetersizliği yüzünden bilmiyoruz.” 

Bu birlikler tüm Nazi geri çekilişinde ve hatta Berlin Müdafaası’nda görev yapmışlardır. Bugün tam sayısından emin olamasak da takriben bir buçuk milyon asker Kızıl Ordu’dan ayrılarak Naziler için savaşmıştır. Bunlar ideolojik olarak Nazi yanlısı olmasa da Rus işgalini önlemenin Almanya’ya destek olmaktan geçeceğini hesaplayan insanlardı. Dönemin şartlarını dikkate alan bir değerlendirme bizi bu bakış açısının da yabana atılmaması sonucuna ulaştırır. Birçoğu uzayıp giden savaşlarda ölen bu insanların bazıları da Stalin’in tarafından idam edilmiştir. Müttefiklere esir düşen bir kısmı ise savaş sonrasında Stalin’e teslim edilmişlerdir. Onların yolculuk güzergâhında bulunan Türkiye bu insanlar için sahte bir ümit ışığı olmuş, Türkiye’nin kendilerini salıvereceği umudunu taşıyan bu askerler hayal 
kırıklığı içerisinde Stalin’in idam mangalarının önüne sürülmüşlerdir. 

İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya’ya karşı oluşturulan tugaylar bugün dahi bir tartışma ve karalama kampanyasının konusudur. Balkanlarda Boşnak ve Arnavutlar, Orta Asya’da Türk halkları halen Nazi işbirlikçisi olmakla itham edilir haldedirler. Bu kara propagandanın altında tüm halkları baskı altında tutmaya yönelik siyonist hesabı görmemek mümkün değildir. Biz konu ile ilgilenen herkesi bugünden geriye doğru bakarken o günün şartlarını hesaba katmaya ve kendi vatanlarına yönelen birinci derecedeki bir tehlikeyi atlatmak için kendilerine daha uzak bir tehlike ile ortak mücadele yürütmelerinin gerçek sebeplerini daha dikkatli tahlil etmeye davet ediyoruz. (119) 

Bugünkü Almanya aslında Hitler’in eski sağkolu, CIA’nın Soğuk Savaş dönemindeki has adamı Gehlen’in eseridir. Bu nedenle Gehlen Organizasyonu’nu anlamadan Kılıç’ı çözemeyiz. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


116. Aytunç Altındal. ‘Bilinmeyen Hitler’.
117. Aydoğan Vatandaş. Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı. hhttp://www.derki.com/sayfalar13/erolkomplo.html
118. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 102.
119. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 111.



***

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 1


FARUK ASLAN,


Prusya’yı, Avrupa’nın büyük devletleri arasına sokan Kral Büyük Frederik (1712-1786) bir devletin iç ve dış güvenliğinin istihbarat olmadan olmayacağını o zamanlardan anlamış ve önlemler almıştır. Frederic özellikle de askeri istihbarata çok önem vermiştir. Dönemin kusursuz örgütleri arasında sayılan istihbarat servisini özenle oluşturmuştur. Alman Birliğinin kurucusu ve Avrupa’nın şekillenmesinin mimarlarından Bismark’da (1815-1898) Frederik in yolundan yürümüş, ayrıca siyasi istihbarat açığını da bu alana verdiği büyük önem sayesinde kapatmayı bilmiştir. Yani Hitler’in iktidara gelişine kadar Almanya’da güçlü ve kusursuz çalışan iki büyük istihbarat oluşumu gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birisi Genelkurmay istihbaratı (Abwehr), diğeri siyasi istihbaratı yönlendiren Alman Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Servisi’dir. Bu iki kuruluş organize halde ve beraberce çalışmışlardır. Hitler’de istihbarata son derece önem vermiştir. Abwehr onun döneminde 5 şube olarak şöyle organize olmuştur: 

1- Geheimer Meldedienst adı verilen organizasyon. Bu şube espiyonaj ve kontrespiyonaj (casusluk ve karşı casusluk) ile görevliydiler. Bu şubenin emrinde kara, hava ve deniz birlikleri ve olanakları vardır. Ayrıca bu alanlarda uzmanlaşmış çok sayıda personele sahiptiler. 
2- Sabotaj işleri: Bu şubece yerine getirilmiştir. Bu alanda uzman bombacılar, özellikle elde tutulabilen, bunların rahat kullanabilecekleri bomba türleri geliştirmişlerdir. Özelikle bomba 
patlatma ve yerleştirme konusunda bu şube uzmandır. 1960 dan sonra Almanların bu konudaki uzmanlıklarından Türk asker ve sivil istihbaratçıları eğitimler yoluyla yararlandırılmışlardır. 
3- Güvenlik olarak adlandırılan bu şube Almanlara karşı girişilecek sabotaj ve diğer casusluk faaliyetlerinin eylemlerine karşı organize olmuştur. 
4- Bir diğer şube dış ülkelerdeki faaliyetlerle ilgilidir. Bunlar adam kaçırma, elde etme ve organizasyonları sağlamakla görevlidiler. 
5- Bu şubenin görevi ise merkez koordinasyonunu sağlamak ve eşgüdüm içinde sorunsuz çalışılmasını gerçekleştirmektir. 

Almanlar istihbaratı hep çok önemsemiştirler. 1939 yılında yalnız Berlin’de Abwehr’de ünlü casus şefi Canaris’in emrinde çalışan ajan sayısı ( Bunlara V= Vertrauen= mutemet denirdi)10 binin üzerindeydi. Bunlara hizmet veren teknik uzman kadrosunun sayısı ise 18 bini aşıyordu. Ajan V ler ünlü Majino hattı planlarını ele geçirmişlerdir. Canaris’in emrindeki bu kadro ayrıca 1937-1939 yılları arasında İngiliz, kara, deniz ve hava kuvvetlerine ait çok önemli planları , bilgileri, savaş düzenlerini öğrenip bu güçlerin hareket ve idari yapılarına kadar bütün bilinmeyenleri çözmüşlerdir. 

Hitler Abwehr’e ilaveten 1933 yılında saldığı dehşetle ünlü olan Gestapo ( Geheime Staatspolizei) adlı devlet gizli polis teşkilatını kurmuş ve 1939 da bütün polis servislerini merkezileştirme yoluna giderek bu yapıyı dev bir organizasyon haline getirmiştir. Buna da RSHA ( Reichsicherheitshauptamt) adı verimiştir.Ancak Abwehr de çalışmalarına devam etmiştir. 
Alman Güvenlik Yüksek Dairesi olarak adlandırılabilecek olan RSHA veya Alman casusluk ve mukabil casusluk teşkilatı başlıca 7 daireden oluşmuştur. Bunlar: 

1. Daire: Personel 
2. Daire: İdari ve ekonomik işler 
3. Daire: Parti işleri 
4. Daire: Gestapo ( rejim düşmanları, kilise ve yahudilerle mücadele ve yurda girip çıkanları kontrol) 
5. Daire: Kripto- cinayet polisi, devlet organizmasıyla ilgili işler 
6. Daire: Dış istihbarat espiyonaj 
7. Daire: Dini ve ideolojik çalışmalar-belgeler, biyografiler, arşiv. 

Hitler ordularının 2. Dünya Savaşında yenilmelerinin ardından Almanya’nın ikiye bölünmesi üzerine zafer kazanan devletler öncelikle RSHA’yı dağıtmışlardır. Ortadan kalkan RSHA’nın yerine ikiye bölünen Almanya’da Doğu ve Federal Alman istihbarat teşkilatları yeniden örgütlenmiştir. İki Alman istihbaratı artık iki düşmandır. 

Kapitalizmin başarısı, Avrupa devletlerinin koloniyal politikaları ve ucuz işçi kullanımıyla büyümüştür. Endüstrileşme ve aydınlanma paradigmalarını gerçekleştiren politik ve ekonomik güç, göçmenlerin sömürülmesine dayanır. Global sömürüyü ve çok uluslu devletlerin hegemonyasını ilk temsil eden 17. ve 18. yüzyıllarda Dutch East India Company idi. Bu şirkette çalışanlar Hollandalı değildi, taşradan toplanmış fakir Alman köylülerdi. Almanya, sömürgeciliğe ve aşırı milliyetçiliğe dayalı ulus devlet oluşturmaya geç başladı. İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz ve Hollanda, üçüncü dünya ülkelerini köleleştirip kolonileri haline getirirken, Almanya deyim yerindeyse uyuyordu. Almanya’nın daha sonraki süreçte göçmen veren bir millet konumundan göçmenleri ezen bir konuma geçmesini incelemek gerekiyor. 
Diğer yandan Almanların kapıldığı aşağılık kompleksini anlamadan 1. ve 2. dünya savaşlarında takındıkları ‘üstün ırk’ söylemlerini kavrayamayız. 

Endüstri reformunun düşüş yaşadığı 1800 ile 1860 periyodunda fakir Almanların yeni vatanı Amerika oldu. Bu dönemde Amerika’ya Avrupadan göç edenlerin yüzde 66’sı İngiliz ise, yüzde 22’si Alman kökenliydi. 1860 ile 1920 arasında İrlandalılar, İtalyanlar, İspanyollar ve Doğu Avrupalılar, özellikle Yahudiler her Avrupa ülkesinden toplu halde Kuzey Amerika’ya 
göç ettiler. 1876 ile 1920 arasında 15 milyon kişi göç ederken, bunun 6.8 milyonu Fransa, İsviçre ve Almanya’dan gerçekleşiyordu. Boşalan Avrupa’da en ağır işlerde çalışan tarım ve endüstri işçiliğini artık Polonyalılar, İtalyanlar ve İrlandalılar yapıyordu. 

Bunlar deyim yerindeyse Avrupa’nın siyahlarıydılar. Yahudiler ve İrlandalılara İngiltere’de özgür işçi hakları verilmedi. 1875 ile 1914 arasında Rusya’dan gelen 120 bin Yahudi, en alttakilerdi. Fakat bu durum hep böyle devam etmedi. 1905 ve 1914’deki Yabancı Sınırlama Yasaları’na rağmen Yahudilerin ikinci nesilleri, iş veren konumuna yükseldi, meslek ve sanat 
sahibi oldu ve 3. nesillerinin profesyonel mesleklerde zirveye çıkması için adeta asfalt yol hazırladı. Bu devrede Fransa ve Almanya’da işçilere ayrımcılık ve ırkçılık uygulanmasına başlandı. 

19. yüzyılın ortalarında ağır sanayi hamlesi yapan Almanya, Doğu Prusya’nın fakir tarım işçilerinin dikkatini çekti ve büyük kentlere taşıdı. Polonyalılar ortada kalmışlardı. Prusya, Rusya ve Avusturya Macar İmparatorluğu arasınd a toprakları bölüştürülen Polonyalılar, 
Almanya’nın ağır işci gücü oldu. 1913’e gelindiğinde Alman maden yataklarında çalışan 410 bin işçiden 120 bini Polonyalıydı. Prusya, sınırdaki 40 bin Polonyalıyı daha kovdu. Ucuza, geçici, mevsimlik çalışan Polonyalılar, Almanya’da itilip kakılan, her an sınırdışı edilebilen en alttakiler oldular. 

1907’de Almanya’da İtalyan, Belçikalı ve Hollandalılarla birlikte toplam 950 bin yabancı işçi vardı. Almanlar, aile birleşmesine izin vermiyor ve daimi iskanlarını engelliyordu. Yaklaşık 300 bin işçi tarım sektöründe, 500 bin işci endüstri alanında, 86 bin kadarı ise ulaşım ve ticarette çalışıyordu. Aynı sistem Nazi ekonomisindede sürdü, ancak 1955’de Federal Almanya’da misafir işçi kanunu çıkartılmasıyla sonlandı. (116) 

Almanya’nın zorlamasıyla büyüyen 1. Dünya savaşı, işci politikalarını değiştirdi. Askerlik hizmeti için Avrupalılar ülkelerine dönerken, Almanya yabancı işçilerin ülkelerini terketmesini istemedi. Yabancı Polonyalı işçiler, Rusya ve Belçika’da işci gücü olarak istihdam edildi. 
Almanya, Doğu Afrika ülkelerindeki kolonilerinden getirdiği sivil Afrikalıları köle asker ve taşımacı olarak kullandı. Bunlardan 650 bini hayatını kaybetti. 1918 ile 1945 arası uluslararası işçi göçünün durduğu yıllardır. 
Savaş esirleri, ücretsiz iş gücü olarak kullanılmıştır. 
Almanya’nın aşırı ırkçılık bataklığına saplandığı bu dönemi masaya yatıralım. 

NAZİZM’İN KÖKENİ VE TARİHİ 

Nazizm, özellikle Faşizmin benzersiz bir örneği olarak yakından incelenmeli, tanınmalı ve Nazizmin tarihsel soyağacı belirlenmelidir. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde varlığını sürdüren “Germanorden”, “Thule Gellenschaft”, “Ariosophy” ve “Neo-Tampliyeler” gibi Gizlici Örgütler gerçekten Alman Nazizminin en önemli köklerinden birini oluşturmuştur. Ne yazık ki, Nazizm üzerine yapılan araştırmaların çoğu, Nazizmin çok çeşitli Gizlici ya da Gizemci köklerinin hepsini Helena Blavatsky adlı zavallı yaşlı bir Rus kadının kapısının önüne yığmışlardır. Gizlici Alman örgütlerinin bazı “teozofik” düşünceleri özümsemiş oldukları bir gerçektir. Üstelik aynı hevesle Nietzsche’nin bazı öğretilerini de çarpıtmışlardır (Alman  ulusçuluğunu bir “ budalalık uçurumu” olarak nitelendirdiği ve ant_i Semitizme karşı çıktığı bölümler, Nietzsche’nin kendi kız kardeşi tarafından titizlikle ayıklanmıştır). Nietzsche, “Üstün İnsan”dan söz ederken, onun Ari ırktan ya da Alman olacağını asla söylememişti. 
Benzer biçimde, Blavatsky’nin “Altı Kök Irk” öğretisi – Astral, Hyperborean, Lemurian, Atlantean, Ari ve Geleceğin Irkı – de, Ari ırka pek fazla önem vermiyordu. Blavatsky’e göre, tüm var olan ırklar ve uluslar arasından “mutant” bir nesil gibi yükselecek olan “Altıncı Irk”, diğerleri gibi Arilerin de yerini alacaktı. Unutulmamalıdır ki iktidara geçen Naziler, aynen Masonlara yaptıkları gibi, Almanya’da bulunan “Teozofik” locaların çoğunu ve sayısız Gizlici ve Gizemci Derneği de kapatmışlardır. 

Blavatsky dışında, Gizlici rol dağılımında sık sık adı geçen başka kişiler de vardır. Örneğin Jung, mitolojiye olan ilgisi, ırksal bilinçaltı üzerine çalışmaları ve özellikle başlangıçta, “Töton” ayinlerini ve gizemci düşünceyi canlandırma çabaları nedeniyle Nazilere destek olması yüzünden en çok suçlanan kişilerdendir. Ne var ki, 1930 yılında hastalarının gördükleri 
düşler üzerinde yaptığı çalışmasında Jung, düşlerde beliren “büyük sarışın hayvan” arketipini geleceğe yönelik bir uyarı olarak kullanmıştır. Jung Nazizmi, “önderi –Hitler- bilinçaltının arketipleri tarafından ele geçirilmiş olan bir kitle psikozu” biçiminde nitelendirmiştir. Gurdjieff ve Crowley de, olası Nazi destekçileri arasında sözü edilenlerdendir. Ancak, her ikisinin de Fransa’daki direniş hareketinde gizlice çalıştıkları hakkında kanıtların bu-
lunması, bu savı tümüyle anlamsızlaştırmakta dır. “Prieuré de Sion” gibi bir çok gizli örgüt, Nazi Partisi çizgisinde görünmekle birlikte, müttefiklere bilgi sızdırmaktan geri kalmamışlardır. Yine de, “Vichy” Fransa’sı gibi yerlerde Gizlici örgütlerin Nazi taraftarı olarak görünmekten başka çarelerinin bulunmadığını da vurgulamak gereklidir. 

Şimdi gizlici Alman Tarikatlarına biraz daha yakından göz atalım. Alman Gizlici örgütlerinin bir çok temel öğretiyi İngiltere’deki Hermetik gruplardan ve kıta Avrupa’sındaki Teozofik örgütlerden aldıkları bir gerçektir. Yine de bazı ilkelerde önemli farklar vardır. Özellikle, Ari ırkın gizemci güçlerine verdikleri önem ve alt düzeydeki ırklarla karışması sonucunda Ari ırkının yozlaşmaya başladığı düşüncesi daha önce görülmemiş benzersiz birer yaklaşımdır. “Töton”lara olan düşkünlükleri (Töton uygarlığının Hıristiyanlık tarafından geriletildiğine inanıyorlardı), Kuzey mitlerine, “Rune” yazılarına ve “Svastika”ya olan ilgileri yeni pan-Cermen ulusçuluğun oluşturduğu atmosferden kaynaklanmaktaydı. Avrupa’daki tüm dillerin tek bir Hint-Avrupa kökeni bulunduğu, ve Hindulardan Helenlere kadar birçok mitin Ari 
kaynaklı olduğu düşüncesi saygı duyulan dilbilimciler arasında giderek kabul görmekteydi. 
Diğer taraftan 1905 yılından beri Ruslar, “Protocols of the Elders of Sion” (Zion Bilgelerinin Protokolleri) adlı broşür sayesinde, aşağılık Sami ırkların Bolşevizmi yayarak Avrupa uygarlığının sonunu hazırladıklarını kanıtlamak çabasındaydılar. Nazi panteonunun önde gelen kişileri olan Oswald Spengler ile Alfred Rosenberg ve onlar kadar önemli olmasa da “Germanorden” örgütünün kurucusu Guido von Liszt gibi düşünürler, Batı’nın giderek geri-
lediği düşüncesini yaymaktaydılar. Onlara göre bu gerileyişin nedeni, Ari ırkları yönlendiren Faustçu ‘sınırsız’ ilke ile taban tabana karşıt olan ve sürekli olarak Batı’da etki alanını genişleten Doğu Sami ırklarının felsefesiydi. Bu kişiler ayrıca, Picasso ve Gaugin gibi ressamların 
Avrupa sanatına taşıdıkları ilkel Afrika, Latin ve Polinezya unsurları karşısında dehşete düşmekte ve bunu yozlaşmanın kanıtı olarak görmekteydiler. Modern müzikte ve özellikle caz müziğinde “vahşi ormanların tamtamlarını” sezmekte, buna karşılık Wagner operalarını 
kendi beğenilerinin örneği kabul etmekteydiler. Gizlici Alman dernekleri, materyalizmin ve rölativizmin güçleri ile gerçek tinsel Ari uygarlığı arasında yaklaşmakta olan bir savaşı beklemekteydiler. Bu mahşeri savaşta düşmana acımanın yeri hiç yoktu. Nazizmin ve gerçekleştirdiği katliamın kökleri işte burada yatıyordu. 

Nazilerin, çok daha karanlık ve gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren birçok yazar vardır. Yeşil şapka takan, şeytani görünüşlü doğulu bir keşişin sık sık Nazi Partisi ileri gelenleri ile birlikte görüldüğü hakkında çeşitli söylentiler yayılmıştır. Gizlice Nazilerin iplerini elinde tutan Tibetli gizemci din adamları (lamalar) bulunduğu öyküsü de bu söylentilere 
eklenmiştir. Henüz 1840’larda bile, “Agartha” efsanesi Almanya’da ilgi çekmeye başlamıştı. Agartha efsanesi, yeraltında bulunan bir krallıktan söz etmekte, yeryüzündeki birçok kralı denetiminde tutan ve “Dünyanın Efendisi” olan Agartha kralının çok yakında dünyayı kesin olarak işgal edeceğini anlatmaktadır. Napoleon kendini tüm Avrupa’nın efendisi olarak 
düşlerken, jeopolitik uzmanı Naziler dünyaya egemen olma düşleri içindeydiler (Hitler’in elinde Amerika’nın işgali ile ilgili hazırlanmış planlar bulunuyordu; İtalyanlar Afrika’yı, Japonlar ise Asya’yı yöneteceklerdi). 

George Bush, 1990 yılında “Yeni Dünya Düzeni” sözlerini kullandığı zaman, dünyanın dört bir yanındaki komplo kuramcıları çılgına döndüler. Bu sözler, OWG şifresiyle (One-World-Government = Tek Dünya Yönetimi) çoktandır komplo kuramcıları arasında sıkça kullanılıyordu. Ancak, bu sözleri Hitler’in “Bin Yıllık Reich” düşünden anımsayanlar da vardı. 
Aynı sözler çok uzun zamandan beri “İlluminati” örgütü ve bu örgütün kuracağı dünya denetimi ile de özdeşleşmişti. Kuşkusuz Naziler, düşmanları olan Yahudilerin, Masonların, uluslararası bankacıların ve Bolşeviklerin dünyayı ele geçirmek için planlar yaptıklarını biliyorlardı! Zaten tüm bu planlar “Zion Bilgelerinin Protokolleri”nde yok muydu? 

Aslında tarih boyunca yinelenen bir olgudur bu: çeşitli komplocu örgütler, gerçek ya da hayali diğer komplocu örgütlere karşı durmak için ortaya çıkarlar. Bunun en çarpıcı örneği “Kutsal Vehm” örgütüdür. Ortaçağ’da Almanya’daki gizli örgütlerden biri olan Kutsal Vehm üyeleri, kimliklerini gizlemek için keşiş başlıkları takarlar ve devlete baş kaldırdıklarını var-
saydıkları komplocu din sapkınlarını ve cadıları öldürürlerdi. Hitler, bazı yazılarında Kutsal Vehm’den övgüyle söz etmiştir. 

Akıldışı düşüncelerin Üçüncü Reich yönetimi sırasında ne ölçüde güçlendiğini belirten bir çok araştırma vardır. "Oyuk-Dünya" kuramları ve "Buz-Dünyası" kozmolojileri geliştirilmiş; devler, cinler ve kozmik savaşlarla ilgili garip inançlar yayılmıştır. 1930’larda, tümüyle "Atlantis" ve diğer kayıp kıtaları araştırmaya, Kuzey halklarının kökenini Atlantis’te aramaya adanmış dergiler yayınlanmıştır. Hitler, açıktan açığa kendini “burjuva aklı”nın 
düşmanı ilan etmiş ve “kan ile düşünmek” kavramını ortaya atmıştır. Aynı yılların “Lebensraum” (Toprak Reformu) hareketi modern endüstri, teknoloji ve kentleşme eğilimlerine şiddetle karşı çıkmış; basit, saf, soylu köylü yaşamını kutsallaştırmıştır. Kentleri terk edenler, köylerde komün yaşamına kalkışmışlar ve ekoloji, folk müziği, doğal yaşam, çıplaklık olgularını yüceltmişlerdir. El sanatları, alternatif tıp, meditasyon ve hatta hayvan hakları bile gündemdeki konular olmuştur. 

Ne var ki Nazizmi, yalnızca bilimsel özdekçilik ve modernleşmeye karşı bir tepki olarak görmek hatalı olur. Naziler, bilimin Prometheusçu gücünün bilincindeydiler ve Peenemunde’de bulunan V2 üssünü Alman biliminin zaferi olarak yüceltmişlerdi. Atom enerjisi ve radar üzerinde müttefikler kadar çaba harcamışlardı. Daha sağlıklı nesiller yetiştirme bilimi ve uygulamalı sosyal Darvinizm 1930’ larda Almanya'da büyük rağbet görmekteydi. 
Birçok saygıdeğer sağlık kuruluşu, alt sınıf üyelerini ve özürlüleri zorla kısırlaştırma programları öngörüyor, Güney ve Doğu Avrupalılarla evlikleri yasaklamayı planlıyordu. Nazilerin, kitlesel kıyımları bile endüstriyel ve bilimsel yöntemler açısından en etkin kesinlikteydi. Nazilerde eksik olan zeka değil, şefkat ve insanlıktı. 

Üçüncü Reich’ın gizli tarihine merak duyanların özel ilgi alanlarından biri de, Hitler’in “Spear of Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğüdür. Longinus’un mızrağı olarak da bilinen bu silah, Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre çarmıhtaki İsa’nın böğrünü deşen mızrak budur. Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma 

İmparatorları yanlarında savaşa götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından adeta büyülendiğini ve Longinus’un mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın Hitler için ne denli önem taşıdığı belli değildir, zira sonunda mızrak Nazilerce ele geçiril-
diğinde Hitler, en azından herkesin arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez. Nazilerin kayıp kutsal eşyalara, özellikle Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir. Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin yabancı ve Doğulu bir din olan Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazilerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir. 

Diğer taraftan Hitler’in kendi SS birliklerini, Cizvitler, Tampliyeler ve diğer Haçlı tarikatlerinin modellerine uygun örgütlediği aşikardır. 1937’den kalma ünlü bir poster Hitler’i bir Tampliye şövalyesi kılığında, kutsal zırhı kuşanmış olarak, şeytanla savaşa hazırlanırken göstermektedir. Nietzsche, içerdiği hastalıklı Hıristiyan şövalye ülküleri nedeniyle, Wagner’in “Parsifal” operasından nefret etmişken, Nazi kadroları bu yapıtı büyük coşku ile 
karşılamışlardır. Otto Rahn, 1938 yılında Güney Fransa’da “Holy Grail”i (Kutsal Kase) aramaya koyulmuştur. Ne var ki, İsa’nın soyundan gelenleri ya da “Son Yemek”te kullanılan bir şarap kadehini aradığını unutmuş görünmektedir, zira Kahn’a göre Grail, “tanımlanması olanaksız büyüklükte bir güç kaynağıdır”. Nazilerin gerçekten “Ahit Sandığı”nı arayıp aramadıkları ise bilinemiyor, ancak Yahudilerin bu kutsal eşyasını ele geçirmek için Kuzey Afrika ve Mısır’da araştırmalar yapmak üzere planlar hazırladıkları hakkında kanıtlar mevcut. 

Parapsikoloji ve Paranormal, Naziler için çok önemliydi. Naziler, çeşitli paranormal olgulara büyük ilgi duymaktaydılar. Albert Speer, açıkça “Geomancy” (toprakla ilgili bir tür falcılık) ile ilgilenmiş, Almanya’da bulunan kutsal yöreleri listelemişti; Speer’in bazı mimari yapıtları, 
onun “Nümeroloji” (sayılarla ilgili bir fal türü) ve gizemci geometrinin ilkeleri hakkında bilgi sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. “Vril” örgütü ise, toprağın derinliklerinde gizemli bir enerji bulunduğu ve Alman halkının bu enerjiden yararlanabileceği düşüncesini ısrarla yaymaya çabalamıştı. Hitler’in askeri harekatlar öncesi falcılara danıştığı çok bilinen bir özelliğidir. Naziler arasında, bir casusluk yöntemi olarak parapsikolojiden yararlanma konusu da çok ilgi çekmekteydi (bu yöntem savaş sonrasında CIA ve KGB tarafından yoğun biçimde kullanılmıştır). Ayrıca Naziler, yerçekimine karşı durabilen (anti-gravity) aygıtlarla da uğraşmışlardı; bir Nazi bilim adamı olan Viktor Shauberger tıpkı bir uçan daireyi andıran bir hava taşıtı dizayn etmişti. 

Ancak, Hitler’in en çok üzerinde durduğu konu “Hipnotizma”ydı. Nuremberg mitinglerinin tanıkları, gösteriye katılan bir çok kişinin trans durumuna girdiklerini, cam gibi gözler ve açık ağızlarla kalakaldıklarını aktarmışlardır. Hitler’in, eski önderlerin gizemli karizmatik güçlerini incelemiş olduğu ve Cizvitlerin dikkati odaklama teknikleri hakkında araştırmalar yaptığı ileri sürülmüştür. Goebbels’in azami propaganda için, ışık, ses ve tonlama, kitle 
psikolojisi gibi toplumsal denetim tekniklerini titizlikle uyguladığı kuşkusuz dur. 
Trevor Ravenscroft’a göre, Naziler yalnızca usta propagandacılar değillerdi, onlar aynı zamanda binlerce insanın iradesini ele geçirebilen gerçek büyücülerdi. 

Bir süreden beri, kuşku duyulması gereken, oldukça kaygan bir görüş rağbet kazanıyor. Bu görüş pek basit bir akıl yürütmeye dayanmakta: Naziler akıldışına, paranormal olaylara ve Gizliciliğe kendilerini adamışlardı; Naziler korkunç işler yaptılar; Ergo, eğer paranormal olgulara ve Gizemciliğe, Gizliciliğe olan ilgiyi durdurmazsak, özgürlük ve demokrasi tehdit altına girer, bir başka Nazi rejimi iktidara gelebilir. Bu akıl yürütme bir süredir azami etkiyle kullanılmaya çalışılıyor. Halbuki, Nazilere karşı çıkan ve özgürlüğü korumaya çabalayan bir çok Gizlici de var olmuştu. Britanya Adaları çevresine bir “gizemci güç alanı” yerleştirerek (!), 
Alman uçaklarından ülkelerini korumaya çalışan Coventry cadıları buna en iyi örnektir. 
Ne yazık ki, çabaları V2’ler karşısında boşa gitmişti. Nazilerin, kendi ideolojileriyle uyuşmayan gizemci ve gizlici örgütleri kapattıkları herkesçe biliniyor. Naziler iktidara gelince ilk iş olarak halka falcılığı ve Tarot kartlarını yasaklamışlardı; belki de bu etkinlikler nefret ettikleri Çingenelerle özdeş olduğu için. Paranormal, metafizik, gizemci ve gizlici olgulara ilgi duyan herkes Nazi değildir. Zaten Naziler, bir çok gizemci felsefeyi, kendi işlerine ve amaçlarına uydurmak için, değiştirmişlerdir. İnsanoğlunun akıldışı ve bilinçaltı yönlerini açığa çıkarmak amacını taşıyan Sürrealistlerin bir çoğu, Nazilerin “doğal gerçekçiliği” iktidar olunca Almanya’dan ayrılmışlardır. Önceleri Nazi fikirlerine hoşgörü ile bakan Heidegger ve Thomas Mann gibi metafizik düşünürler, sonunda Nazilerden nefret etmişlerdir. Nazizmi yalnızca bilime, akla, teknolojiye, Aydınlanmaya ve Batı uygarlığının temeli olan Hıristiyanlığa karşı bir tepki olarak değerlendirmek çok yanlış ve haksız bir tutum olur. Evrim olgusuna karşı çıkan diğer toplumsal akımları Nazi olarak görmek de büyük bir hatadır. (117) 

NAZİLERİN POLİS DEVLETİ VE SAVAŞ EKONOMİSİ 

Faşist dönemle ilgili olarak akla hep, Gestapo (Hitler’in Gizli Polisi) ve Nazi partisinin silahlı gücü olan SS (Schutzstaffel der NSDAP-NSDAP’ın koruma timi) gelirdi. Alman ordusu ve polisi, faşizmin vahşetiyle anılmaktan uzak tutulurdu. Hem içerde hem de işgal edilen ülkelerde aynı Gestapo ve SS birlikleri gibi etkindi. Alman polis vahşeti, Yahudi soykırımı, direnişçilere, solculara, sosyalistlere uygulanan zulüm ve sivil esirlerin çalışma kampların da daha belirgindi. Vahşetin nasıl örgütlendiği ve yasayı koruması gereken görevlilerin nasıl katil sürüsü haline geldiğini anlamak için polisin tavrına bakmak yeterliydi. 
Peki, Almanya’da, Hitler dönemindeki polis terörü gerçekten bilinmiyor muydu? Münster Polis Yüksek Okulu Kurucu Başkanı sosyolog Klaus Neidhardt’ın bu soruya verdiği yanıt ilginçti: “Konunun uzmanları bunları bilir. Ama önemli olan polis eğitiminde bunların anlatılmaması ve polisin bunları bilmemesidir. Bütün bunları önce polisimizin öğrenmesi gerekiyor. Genç bir polis, bir gösteride görevliyken, göstericilerin ‘Alman polisi, koruyor faşisti’ sloganı attığında bununla ilgili hiçbir şey bilmediği ortaya çıkıyor…” 
1918/19-1933 arasındaki Weimar Dönemi’nde Alman polislerin işkenceleri zirveye çıkmıştı. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i öldüren ‘Freikorps’lar, aşırı sağcı çeteler ‘polis’ üniforması içindeydi. Daha sonra bu polislerin hepsinin hiyerarşi içinde, Hitler’in iktidara gelmesini alkışladığı, Hitler’le birlikte polisin toplumdaki gücünün ve maddi durumunun artacağına inandığı belgelerle yazılıydı. Polis, sanki beklenen an gelmiş gibi hemen Hitler döneminin havasına girmişti. Burada bahsedilen ‘faşist’ siyasi gizli polis Gestapo değil, sayıları o dönem 355 bini bulan bildiğimiz karakol polisi, toplum polisiydi. Polisin en büyük hedefi suç işlenmeyen bir toplum yaratılmasıydı. Özellikle aynı suçu mükerrer işleyenlerin toplama kampına götürülmesi fikri filizleniyordu. Bu ideoloji, kısa zamanda polisin ‘asosyalleri’ ve siyaseten ‘düzgün olmayanları’ da toplamasına yol açtı. Yani polis, suç işleme potansiyeli gördüğü herkesi almaya çalıştı. İnsan olarak herkesin suç işleme potansiyel olduğuna göre, suçtan arındırılmış toplum bir tek demir gibi faşistlerle kurulabilirdi. 1935’te getirilen, “Almanların Alman olmayanlar dışındakilerle evlenme ve seks yasağı”, Yahudilerin nüfus cüzdanına vurulan ‘J’ damgası ve toplu taşıma araçlarına binebilmek için polisten özel izin alması zorunluluğu gibi kural ve uygulamalar, polislere geniş yetki veri-
yordu. Benzeri yetkilerle Almanya’da faşizmin polisi güçlendirdiğini, polisin de faşizmi desteklediği açıktı. Faşizan uygulamaların önemli bir kısmı da yasayla gerçekleşmiyor ve uygulamalar yasayla denetlenmiyordu. Reichsführer-SS ve Alman polis birlikleri şefi Heinrich Himmler, konuyla ilgili 1937’de şunları yazıyordu: “Alman nasyonal sosyalist polisler, görevlerini tek tek yasalardan aldıkları yetkilere göre değil, nasyonal sosyalist devletin 
gerçekliklerine göre yapar… Bu nedenle polislerin gücü, yasal-formel engellerle kırılamaz… 

” Bizdeki ‘polisin şevkinin kırılmaması gerektiği’ meselesi yani. Himmler’in bu konuşmasından iki yıl sonra Alman polisi kitle katliamlarında etkin rol almaya başladı. İçerde görevli polisler, savaşla birlikte ‘polis taburu’ haline getirilerek dış göreve de gönderiliyordu. Hitler’in partisi NSDAP’nın haftalık yayın organı Illustrierte Beobachter’de çıkan haberler önemli belgelerdi. Örneğin işgal altındaki topraklarda ‘düzeni sağlayan’ polisin Polonya’daki 
Yahudi şehri Bialystok’te görevli olmadığı halde 800 Yahudi’yi sinagoga doldurup canlı canlı yaktığını buradan öğreniyorsunuz. Bialystok katliamı ile ilgili hiç kimsenin yargılanıp ceza almadı. Yine Sovyetler Birliği’nde binlerce Bolşevik kurşuna dizilmiş ve toplu mezarlara gömülmüştü. 

Beyaz Rusya’nın Mogilew kentinde 2./3.10.1941’de gerçekleştirilen ‘Yahudi Aksiyonu’ sonrası polis raporunda şunlar yazılıydı: “Eylemin gerçekleşmesi sırasında tespit ettik ki, Yahudiler ödlek ve sinsi bir korkaklık içinde bir köşeye siniyor ve çoğu kez pislik gibi bakan bu elemanları sindikleri köşeden çıkarmak çok zor oluyor. Bu koşullar altında, bu ortamda 65 
Yahudi’nin kurşuna dizildiğini belirtmek gerekiyor.” Raporun altında başka bir yerde gerçekleşen eylemden de haber veriliyor: “9./III. Pol.-Rgt. Mitte’de, her iki cinsiyetten 555 Yahudi kurşuna dizildi…” 

Savaş sonrasında Gestapo, SS ve diğer silahlı-silahsız Alman birlikleri Nürnberg mahkemesinde yargılanıp ‘suç örgütü’ ilan edilirken, Alman polisi böyle sınıflandırılmıyordu. Çok az sayıda polis şefi görevden el çektirilirken, hemen hiçbir polis ciddi ceza almadı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Alman polisi, sanki savaşta yokmuşçasına, elbisesinin rengini değiştirerek görevine devam etti. Yıllar içinde birkaç istisna dışında savaş dönemiyle ilgili her hangi bir yargılama olmadı. (118). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN DERİN DEVLETİNİN BARONU: BÖLÜM 3

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN DERİN DEVLETİNİN BARONU: BÖLÜM 3


Aydoğan Vatandaş’a göre Ergenekon’un ideolojik temelleri Almanya’yla doğrudan ilişkiliydi: Ergenekon tarihsel kökleri olan, ideolojik temelli, nasyonel sosyalist eğilimler taşıyan ama iktidarını kaybetmemek için hemen herkesle de ittifaklar kurabilecek bir örgüttü. 

Kanımca Kemalist çizgiye değil daha çok Enverist çizgiye, İttihatçılara yakındır. İttihatçıların da Alman nüfuzu altında olduklarını, Enver"in Kafkaslar"da İngiliz aleyhtarı bir siyaset izleyerek Alman-Rus jeopolitiğine uygun bir konum aldığını biliyoruz. Demek ki Enver"le Mustafa Kemal arasındaki mücadele sadece liderlik mücadelesi değil aynı zamanda jeopolitik bir mücadeledir. II. Dünya savaşı yılları arasında Alman etkisinde olan örgüt, değişen dünya konjonktürüne göre kendini yeniden tanımlamış olmalı. Dikkat ederseniz II. Dünya savaşı sonrasında Alman istihbarat elitinden bazı isimler de Amerika"ya gidip CIA"nın organizasyonunda görev aldılar. Türkiye’deki elit de Amerikan etkisi altında kaldı. Eşit olmayan 2 
güç stratejik işbirliğine girdiğinde, bu, zayıf gücün güçlü olanın uydusu olmasıyla sonuçlanır. Soğuk savaş süresince Ergenekon ve ABD arasındaki ilişkinin pozitif yönde seyrettiğini analiz edebiliriz. Diğer taraftan, bu tür örgütlerde motivasyon çok önemlidir. Ergenekon her örgütte, her partide, her gazetede, her kurumda vardır. Devlet içerisinde bir paralel devlettir. Kanımca ordu içerisinde bazı kurumlarda da çok etkilidir. Özellikle de görevi zaten örtülü operasyonlar yapmak olan bir kurumda. 

Yani Türkiye"nin bir işgal durumunda yeniden organize olmasını sağlamakla görevli bir kurum barış zamanında her halde boş duruyor olmamalıdır. Önceleri daha çok sol çevrelerin Gladyo, Kontrgerilla kavramları yaygındı ve Genelkurmay"a bağlı Özel Harp Dairesi ve Özel Harp Dairesi"nin atası sayılan Seferberlik Tetkik Kurulu için kullanılırdı. Sonraları Daire’nin adı Özel Kuvvetler Komutanlığı oldu. 

Derin devletin daha çok bu kurumlarla irtibatlı olduğu düşünülürdü. Sonra Deniz Kuvvetleri"nden emekli bir binbaşı, Erol Mütercimler, Ergenekon adlı bir örgütten bahsedince işler değişti. Derin devlet tartışmaları bu kez, Ergenekon kelimesi üzerinde yoğunlaştı. Mütercimler’e göre soğuk savaş döneminde Komünizme karşı Avrupa"da kurulduğu söylenen Gladio örgütünün bizdeki karşılığı Ergenekon"du. Mütercimler’in adını merhum Memduh Ünlütürk Paşa"dan duyduğunu söylediği Ergenekon, ülkeyi 1971`den sonra 12 Eylül`e kadar planlı programlı şekilde terörün, anarşinin içine sokmuştu. Sonunda gelinen noktada, artık sokağa çıkamayan, can güvenliği olmayan, beş dakika sonrasından emin olamayan Türk halkı darbeyi, askerleri yalvar yakar ister hale getirilmişti. Mütecimler"in o 
yıllarda Ergenekon ile ilgili açıklamaları, Can Dündar’ın kitabından ayrıntılarıyla okunabilir. 

2005 yılında "Derki" adlı internette yayın yapan haber aktüalite dergisinde Dr. Mütercimler Metin Under"e şöyle der: 

"Altını çiziyorum, derin devlet diye birşey yoktur. Bizde derin devlet diye bir olgu yok. Ne var, çıkar çeteleri var. Devletin içinde kurulmuş çıkar çeteleri var. Bunlar çete, bunlar eşkiya." Muhabir Metin Under dersine iyi hazırlan mıştır ve soruyu patlatır: " Ergenekon adlı Derin Devlet yapılanmasıyla ilgili bildikleriniz neler?" 
Yanıt son derece ilginçtir. "Ergenekon bana Tümgeneral Memduh Ünlütürk tarafından anlatıldı. Açıklamayacağım. Çok büyük bir hadisedir. Toplam üç nüshası vardır. Birisi bendedir ve de ölene kadar gizli kalacaktır. Bir nüsha banka kasasında gizleniyor. Muazzam bir derin devlet örgütüdür. Ama ben ölene dek gizli tutacağım, açıklamayacağım. Benden sonra birileri doğru olduğuna kanaat getirirse açıklar." (112) 

THULE ÖRGÜTÜ 

Tüm bilimsel yasalara karşı amansız bir savaş açan Hitler, acaba bu gücünü nereden almaktaydı?. Bu büyülü ve gizemli gücün adı, Thule Örgütü idi. Bu örgütün kurucularından, şair ve gazeteci, Dietrich Eckart, 1920"lerde, mimar Alfred Rosenberg ve Karl Haushofer ile birlikte, Hitler"e, mistik Doğu"nun gizemlerini öğretmiş ve Hitler’in, o yıllarda bu örgüte katılmasını sağlamıştır.Örgüt, adını "Thule Kornen"den almıştı. "Thule", İzlanda efsanelerindeki batık bir kıtanın adıdır. Ayrıca, Grönland"ın batısında, halen bir Thule kenti bulunmaktadır. "Kornen" ise, hem yarımada, hem de "boynuz" anlamına gelmektedir. "Thule Kornen", Thule Yarımadası anlamına gelmekle beraber, Thule kentinin gerçek adı Qaanaak`tır. İki ismi beraber okuduğumuzda "Zülkarneyn" (K165) kelimesi açıkça görülmektedir. Thule Örgütü"nün sembolü, çift boynuzlu Viking miğferidir. Kökleri, kayıp kıta "Mu" uygarlığına dayanan bu öğretinin temel taşları, insan psikolojisinin bilinmeyen yanları ve zaman boyutları idi. 

Amaçları, "zamanda insan ve taşıt naklini" gerçekleştirerek, dünya"nın kaderini değiştirip üstün bir ırk meydana getirmek ve "üst zekâlılarla" diyaloga geçmekti. En büyük hedefi, zaman yolculuğunu gerçekleştirerek Dünya"nın kaderini değiştirmek olan Thule Örgütü"nün, bu amaca ulaşacak teknolojiye erişebilmek için, tarih öncesi üstün Aryan uygarlığının yaşadığı Hindistan ve Tibet"e kadar uzandığı ve Hazreti Hızır"ın öğrencisi olarak zaman yolculuğunun sırrına eren Mevlana Halid-i Bağdadi"nin de, Mekke-i Mükerreme"de kendisine söylendiği üzere, Hindistan yollarına düştüğü ve Cihanabad’da irşad edildiği iddia edilir. 

Türkiye’de neredeyse bir asırdır CIA, Fransız, MOSSAD, KGB gibi bütün İstihbarat örgütleri zaman zaman sorgulanır. Alman istihbaratları BND, BKA’nın ülkenin her yerinde etkin olduğu bilinmesine rağmen şimdiye kadar nedense gündeme getirilmez? Göz ardı edilmesinin sebebi acaba Türkiye’deki derin devletle olan derin bağlantıları mıdır? 
Ergenekoncuların en büyük destekçisinin Alman derin devleti ve onun uzantıları olduğu artık deşifre olmuştur. 

Ergenekonculara  karşı Türkiye’yi Deniz Feneri davasıyla vurmak, zora düşürmek için PKK’yı kollayıp gözetmek, para yardımı yapmak onların marifetidir. 12 Eylül darbesinden sonra Almanya’da PKK’nın örgütlenmesi, para kaynaklarının ve kasalarının Almanyada olması, 500 bin kadar Kürt kökenli vatandaşın Almanya’ya iltica edip PKK ile ilişkisi olanların 
ilticalarının hemen kabul edilmesi, bu ülkede PKK’nın siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, basın, yayın alanlarında örgütlenmesine göz yumulması tesadüfi değil, büyük bir plan ve hesabın bir parçasıdır. Türkiye’nin kağıt üzerinde dost ve müttefiki olan bir Almanya’nın NATO ülkesi olarak Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesine Fransa ile birlikte şiddetle karşı 
çıkmasının gerçek nedenleri hiçbir zaman gündeme getirilmemektedir. Türkiye’de ki Alman Vakıflarının Almanya’daki bağlı bulundukları siyasi partilere düzenli olarak gönderdikleri raporlarda Aleviler, Kürtler, Azınlıklar ile ilgili sorunları kaşıdıkları görülmektedir. Alman Politikacılar bu raporlara göre Avrupada Türkiye’ye karşı politikalar üretmektedirler. (113) 

Cumhuriyet Gazetesi Ergenekon'la ilgili haberleri neden görmüyor deniliyor. Göremez. Zira, Cumhuriyet Gazetesi'nin kurucu felsefesinde Nazi ideolojisi, Nasyonel Sosyalizm vardır. 
Cumhuriyet Gazetesi'ni kuran Yunus Nadi'nin hayat hikâyesi biraz da Türk basın tarihinin hikâyesidir aslında. 1879'da Fethiye'de doğan İttihatçı Yunus Nadi, Alman yanlısı yayınlarından dolayı da 'Yunus Nazi' olarak anılırdı! Johns Hopkins Üniversitesi Siyasal Bilgiler Okulu Dış Politikalar Profesörü Barry Rubin, Milliyet Yayınları'ndan çıkan "İstanbul Entrikaları" adlı kitabının 58-59 sayfasında şunları yazıyor: "Türk gazetecilerin desteğini sağlamak 
için, 'Nazi'lerle müttefikler arasında çekişme büyüktü. Alman Büyükelçi Von Papen, en etkili gazete yapımcılarından biri olan Cumhuriyet'in toparlak yüzlü sahibi Yunus Nadi'ye ulaştı. 

Kendisi aynı zamanda milletvekiliydi ve arazilere, madenlere, çiftliklere sahipti. Alman hükümeti özel ticari ayrıcalıklar tanıyarak Nadi'yi daha da zenginleştirdi. Alman göçmenler ve müttefik diplomatlar kendisini, 'Yunus Nazi' diye adlandırıyordu. "Bazı günler Cumhuriyet dengeliydi, ancak çokluk, yenilmez Almanya'nın karşı konulmayacak kadar güçlü olduğunu savunuyordu.'' 

Aydoğan Vatandaş'ın Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı adlı kitabında aslında Türkiye'de Alman yanlısı yeraltı faaliyetlerini organize eden bir Alman Baron'a ve onun Türkiye'deki ilişkilerine ve geçmişe dönük olarak Almanların İttihat Terakki üzerindeki etkilerine değiniliyordu. 
Roman'a göre Hitler'i iktidara getiren Thule örgütünü anlayamazsanız, Ergenekon'u asla anlayamazsınız. Thule'nin ideolojik, ezotreik dünya görüşünü anlayamazsanız, Ergenekon'u anlayamazsınız. Thule askeri bir inisiyeler tarikatıydı. Ergenekon da öyledir. Thule, Almanya'yı pagan köklerine götürmeye çalışıyordu, Ergenekon da Şaman köklerine götürme ye çalışıyor!   Ergenekon'un sınıfsal, ekonomik ve de dinsel boyutunu anlayamadan bu konuyu çözemezsiniz! (114) 

Almanya’da aklı başında, vicdanı yerinde herkes bir süredir aynı şeyi soruyordu: “Bu ülkede legal terörizm mi var?” Sorunun meali belli: Alman devleti, aşırı sağ örgütlerin sivillere yönelik şiddet eylemlerine bilerek mi göz yumdu? Alman polisinin, faillerin Türkiyeli olduğuna ilişkin önyargısını ele verircesine “Boğaziçi Operasyonu” adıyla yürüttüğü ve kurbanların ailelerine “Öldürülen yakınınız muhtemelen mafya ya da uyuşturucu bağlantısı nedeniyle hedef seçildi” türünden hiçbir somut bulguya dayanmayan açıklamalar yapmaktan çekinmediği seri cinayetlerin, neo-Nazilerin marifeti olduğu ortaya çıktı. BfV (Türkçe açılımıyla “Anayasa’yı Korumak İçin Federal Teşkilat”) kuruluş yasası itibariyle, Almanya’da demokratik düzeni tehdit edebilecek oluşumlara karşı bir istihbarat ve kontr-sabotaj örgütü olarak çalışıyor. Ancak BfV’nin özellikle göçmenlere yönelik bir “fişleme” merkezi olduğu da, Almanya’yı biraz bilen herkesin malumudur. Şimdi, BfV’nin Thüringen eyaletindeki bürosunun, göçmenleri hedef alan seri cinayetlerden sorumlu neo-Nazilere pasaport ve 
kimlik belgesi verdiği, BfV’nin Hessen eyalet bürosu ajanlarının ise dokuz cinayetten altısında suç mahalinde bizzat hazır bulundukları gibi, vahameti azımsanamayacak bilgiler kamuoyuna yansımış durumda. Velhasıl, Commerzbank’ını ayakta tutmaya çalışan Almanya’nın, günyüzüne çıktı çıkacak izlenimi vermeye başlayan “derin devleti” ile hesaplaşmak zorunda kalacağı dönem yakındır. “Tiefer Staat in Deutschland” yani Almanya’daki 
derin devlet meselesi, Ergenekon’un dönüm noktasıdır ve sanıldığından daha derin bir mevzudur. Çünkü Türkiye'deki Ergenekon'un bir ayağı da Derin Almanya'dır. (115) 

Alman istihbaratının nereden koştuğunu incelersek, Nazileri, Dazlakları ve ırkçılığın esir aldığı zihniyeti anlamamız mümkün olur. Ve Nazilerin gizemli örgütlerini masaya yatırabiliriz. 

 BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

102. 2. Abdülhamit Han’ın Şimendifer ve Hicaz Demiryolu Politikası. http://home.arcor.de/abdulhamidhan/liderlik/hicazdemiryolu.html
103. Toplumsal Tarih dergisi. "Birinci Dünya Savaşı'ndaki Alman Askeri Yardım Heyeti'nin Bilinmeyen Bir Yönü" Kasım 2000.
104. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, birinci baskı 1992.
105. Mete Soytürk . 18 Mart 2007. Osmanlı Devletinin İstanbul’daki Bakanlıklarını yeniden Yapılandırmakİçin 1916 Yılından İtibaren Almanya’dan Gönderilen Uzmanlar.
106. Şevket Süreyya Aydemir. Suyu arayan adam.
107. Fevzi Moray. Ermeni Meselesi Tezim. 22 Aralık 2011. http://edebiyatgalerisi.net/2011/12/ermeni-meselesi-tezimdir-fevzi-moray/
108. Yiğit Bulut. Habertürk. 1 Numara Alman mı?
109. Ayşe Hür.Taraf. Mustafa Çolak, 'Tehcir Olayını'nın Propaganda Sürecindeki Doruk Noktası: 'Talat Paşa Davası'', Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 58, Cilt: XX, Mart 2004; The Caseof Soghomon Tehlirian, Yay. Haz. Vartkes Yeghiayan, Glendale, California, 2006; Hasan Babacan, Mehmed Talat Paşa 1874-1921(Siyasi Hayatı ve İcra-atı), TTK Yayınları, Ankara 2005; Talat Paşa Davası, Tutanaklar, Yay. Haz. Doğan Akhanlı, Belge Yayınları, İstan-bul 2003; Dilek Zaptçıoğlu, 'Talat Paşa Davası', Cumhuriyet, 23 Nisan 1993.
110. Mete Soytürk . 18 Mart 2007. Osmanlı Devletinin İstanbul’daki Bakanlıklarını yeniden Yapılandırmakİçin 1916 Yılından İtibaren Almanya’dan Gönderilen Uzmanlar.
111. Suat Parlar. Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet. S.168, Spartaküs yayınları.
112. Ahmet Raşidoğlu, CIA ve Emperyalizm Kıskacında Türkiye S.115.
113. Aytunç Altındal, 1995. Neo-Nazilerin Thule’si Manevi Cihazlanma Derneği.
114. Aytunç Altındal. ‘Bilinmeyen Hitler’. Aktüel, 1995. Sebottendorf'u 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' Korudu.
115. Bülent Günal. Hitler'in ardındaki Bektaşi http://www.aytuncaltindal.com/roportaj/hitlerin_ardindaki_bektasi.html


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN DERİN DEVLETİNİN BARONU: BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN DERİN DEVLETİNİN BARONU: BÖLÜM 2



KARANLIK BİR KİŞİLİK VE ÖLÜMÜ 

Peki kimdi bu Baron? Neden Türkiye'deydi? Burada ne tür faaliyetler yürüttü? Altındal, "Kitabın en can alıcı noktalarının başında bu soruların cevabını şöyle veriyor: "Bilinmeyen Hitler kitabı, birçok tarihçinin belirttiğinin aksine Hitler'in 'bir iş kazası' olmadığını, gizli bir örgüt 
tarafından dünya siyaset sahnesine nasıl sunulduğunu anlatıyor." Baron Rudolf von Sebot-tendorff kitapta anlatılanlara göre gazete patronu, tanınmış bir astrolojist ve 'palmist'ti (el falcısı). 
Ayrıca kadınlara düşkünlüğüyle de biliniyordu. Türkiye'de casusluk faaliyetleri sürdüren Baron, 1917 Bolşevik İhtilali'nden kaçarak Münih ve İstanbul'a sığınan Rus mültecilerle ve soylularla ilişkiye girdi. Bunları Sovyet rejimine karşı örgütledi. Daha sonraki yıllarda ise anti-Bolşevik faaliyetlerini yine Türkiye'de sürdürdü. İstanbul'da kaldığı müddetçe bir de Almanca-Türkçe sözlük yazdı. Ayrıca Meksika'nın İstanbul fahri başkonsolosuydu. 
Baron'un yaşamı kadar ölümü de esrarengiz. Bir iddiaya göre savaş bittikten sonra 9 Mayıs 1945'te İstanbul Boğazı'na atlayarak intihar etmişti. Ya da onu birisi atmıştı. Diğer bir iddia ise 1934'teki kritik Bamberg toplantısından sonra Hitler tarafından öldürüldüğüydü. 
Altındal ise her iki iddianın da gerçekleri yansıtmadığını söylüyor: "1956'da İsrail'in Mısır'ı işgal etmesinden 6 ay sonra Adana'ya üç Alman vatandaşının geldiği tespit edildi. Bu kişilerden birinin adı Rudolf Freiherr von Sebottendorff'tu. Sebottendorff, Türkiye'den ayrıldığında ise 82 yaşındaydı." Kitapta Baron Rudolf von Sebottendorff'’la ilgili Türk Dış İşleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'ne dayandırılan belgeler de yer alıyor. İstanbul Valiliği tarafından 20 Aralık 1968 tarihli yazıda Hitler'i dünya siyasetine sokan örgütün kurucusu Baron Rudolf von Sebottendorff'un asıl adının Adam Alfred Rudolph Glauner olduğu belirtiliyor. 9 Kasım 1875'te Hoyerswerda'da doğan Sebottendorff, 1911'de Osmanlı-Türk vatandaşlığına geçiyor. 

Aytunç Altındal'ın açıkladığı bir diğer gizli kalmış gerçek ise Almanlar'ın I. Dünya Savaşı'ndan 3 yıl önce, 1911 yılında planladıkları Osmanlı'yı yutma planıydı. Kitapta Almanlar'ın bu gizli planını gösteren bir de harita bulunuyor. Altındal bu haritanın önemini şu sözlerle açıklıyor: "Bu harita dünya kamuoyunun önüne ilk defa bu kitapla getiriliyordu. Bu haritanın özelliği ise şu: 1911 yılında Alman Genelkurmay Başkanlığı gizli bir plan hazırlıyor. 
Gizli planda deniyor ki, 'Önümüzdeki 50 yıl içinde barışçı ya da savaşçı yollardan Osmanlı İmparatorluğu ve Fas'ı Alman İmparatorluğu topraklarına katacağız.' Bu plan uyarınca da Alman Genelkurmayı bir harita hazırlıyor. (106) Bu haritada, Anadolu dahil tüm Osmanlı toprakları ve Fas; gelecekteki Alman İmparatorluğu'nun toprakları içinde gösteriliyor. Ama 
çok ilginçtir, bu plandan iki yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu, Almanlarla müttefik olarak I. 

Dünya Savaşına giriyor!" Kitapta Hitler'in 1933'e, yani iktidara getirildiği yıla kadar olan hayatından kesitler var. Ağırlıklı olarak Hitler'in ailesi ve bu ailenin geçmişi var. Hitler'in hayatındaki bazı garipliklere de yer veriliyor. İşte onlardan sadece ikisi: "Askerlik tarihinde kabul edilen bir gerçek vardır. Süngü savaşına giren erler, en fazla 5 süngü savaşına girip sağ çıkabilir. Hitler ise 35'i süngü olmak üzere 42 savaşa girmiş; ancak bu savaşlardan sağ çıkmasını bilmiştir. Zaten Hitler, bu özelliği ile Alman gizli örgütünün dikkatini çekmiştir." 

"Adolf Hitler'in hayatına giren 6 kadın var. Bu kadınlardan 5'i 7 kez intihara teşebbüs etmiş ve 3'ü de ölmüştür." (107) 

Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni isimler aldılar. 1954-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. 
Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen Altındal’un bahsettiği ‘Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği’ kayıp. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndaki kayıtlara göre, dernek 1967'de feshedilmiş, evrakları da SEKA'ya gönderilmiş gözüküyor. Oysa gerçek farklı. Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucuları ve bugünkü üyelerinin hemen hepsi Mason veya Bektaşi. İsim listesini merak edenler Kara Kutu: Ergenekon’un Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabıma bakabilir. Kurucuların çoğu yaşamıyor. Ama derneği çok iyi hatırlayan biri var: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor: "Dönemin ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarından dım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber derneğin İsviçre’deki şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz 
kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına gidiyorlar..." Prof. Mahir Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekliyor: "2. Dünya Sa-vaşından sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. AB-D'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilirler! NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdır." 

Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı. 

Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu. İngilizler "1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı ile 1957'de Balıkesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman 
heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korun-duğu sanılıyor..." (108). Aytunç Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler’ adlı kitabında Hitler’i iktidara getiren Baron’un, Mason ve Bektaşilerle bağlantısı, 2. dünya savaşı sırasında Türkiye’de bu-
lunduğu sırada bazı ilişkileri ile ilgili çarpıcı bilgiler bulunuyor. Tüm dünyayı kasıp kavuran 2. dünya savaşının en önemli aktörü Hitler’in okült bir örgüt üyesi olduğunu, gizli bir örgütün o daha doğmadan kendisi ile ilgili planlar yaptığını, bu örgütün İstanbul’da kurulduğunu, örgütü kuranın da Türk olduğunu ilk önce yazan Aytunç Altındal ve sonra da ondan alıntıyla yazan Serdar Turgut’tu. Turgut bu kitapla ilgili şunları yazdı: ‘Hitler'e ve Nazi-
lere iktidar yolunu açan esrarengiz bir okült örgütü var. Bunun adı 'Thule Gesselscahft'. İstanbul'da kurulan bu gizli örgütün kurucusu bir Türk vatandaşı olan Baron Rudolph Von Sebottendorf'tu. Sebottendorf ile ilgili bilgilerin devlet arşivlerinde derin bilgi olarak saklandığı da araştırmacı Altındal tarafından öne sürülüyor. Bu bilgiler, tarihin gerçekten yazılmamış olduğunu, çünkü bu tür gizli bağlantıların atlanmasının tercih edildiğini gösteriyor. Hitler ile İstanbul'da bir Türk vatandaşı tarafından kurulmuş gizli bir örgütün bağlantısı tarihe tamamen farklı gözlerle bakmamıza yol açacak kadar önemli bir gerçek. Tarih aslında bu tür bağlantılar ve gizli ilişkiler tarafından yazılıyor, ama resmi tarih inceleyicileri bunları gözden kaçırmayı yeğliyorlar. Onların bu tavrı nedeniyle resmi tarihte birçok açıklana mayan nokta ortada kalıyor. 

Gazeteci yazar dostum Aydoğan Vatandaş da, kitaplarında Ergenekon ile Thule arasında şaşırtıcı bağlantılar kuranlardan ve kitaplarında yazanlardan. Bunu şöyle açıyor: Ergenekon ve Thule’nin birbirine çok benzeyen örgütler oluğunu düşünüyorum. Thule, kurulduğu ilk günden beri karanlık bir örgüttü. Alman aristokrasisinden oluşan, karanlık amaçlar güden bir örgüttü. Arkalarında Germonerden adında bir başka örgüt vardı. Tapınakçılardan fazlaca etkilenmişlerdi. Okültist, simyacı ve Kilise karşıtıydılar. Sembol olarak gamalı haçı benimsemişlerdi. Şaşırtıcı bir şekilde bu sembol daha sonra Nazilerin de resmi amblemi olmuştu. Ari 
ırkın üstünlüğünü ve pan-Cermenik bir Alman imparatorluğunun kurulmasını savunuyorlardı. Pagan antik Alman kültürünün yeniden uyandırılması en büyük hedefleriydi. Bu bağlamda Ergenekon"un da Türkleri İslam öncesi Şaman köklerine götürmek isteyen bir örgüt olduğunu değerlendirmek mümkün. Zaten basında çıkan kimi haberlerden bunun 
ipuçlarını da görebilmekteyiz. İlginçtir ki, Alman ordusu içinde nasyonal sosyalizmi örgütleyen Thule örgütünün kurucusu Baron Rudolf von Sebottendorff"tu. Uzun yıllar doğu ülkelerinde bulunmuş, araştırmalar yapmıştı. Baron Rudolf Von Sebottendorff hem Osmanlı, hem de Alman vatandaşıydı, hem Bektaşi hem de Mason"du. 

Akşam Gazetesi"Hitler`in arkasında bir Türk vatandaşı vardı" başlıklı 1. sayfadan duyurdukları bir yazıya yer vermişti.Kim yazmıştı o yazıyı? Serdar Turgut yazmıştı, Aytunç Aktındal`ı kaynak göstererek. Türk vatandaşı olduğu söylenen Baron, Almanya"da Hitler"i iktidara getiren bir örgüt kurabildiyse, 1933-45 yılları arasında Türkiye"de olduğuna göre, neden 
benzeri bir örgütü de Türkiye"de kurmuş olmasındı? Baron herhalde Türkiye"de çelik çomak oynamadı! Baron Mısır ve İstanbul"da da uzun süre kalmıştı. 

Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala ve İslam sufizmi üzerinde 
çalışmalar yapmıştı.Burada dikkatimi çeken bir başka nokta ise Baron ve adamlarının bir müddet sonra zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH bugünkü ismi ile MİT"le bağlantılarının olmasıydı. Şükrü Kaya o dönemin en kritik adamlarından biridir. O dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en yoğun olduğu dönemdir. 
Varlık Vergisi"nin uygulandığı yıllar. Nazi etkisi açıktır. Bu döneme ışık tutan en değerli kitaplardan biri ise şu an nedense piyasada bulunmayan Uğur Mumcu"nun "40"ların Cadı Kazanı" adlı kitaptır. Baron o dönemde Türkiye"de ne yapıyordu? Nisan 2006 tarihinde çok önemli bir kitap yayınlandı. Adı "Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları."Kitabın yazarı Ba-
ron Rudolf Von Sebottendorf"tu. Kitabın yayıncısı ise Namık Kemal"in torunu Numan Menemencioğlu"nun yeğeni olan Kemal Menemencioğlu" ydu. Menemencioğlu önsözde şöyle diyordu:"Bu sıralarda Sebbottendorf Türkiye"de çalışıyordu. O sırada casuslukla ilgisi olup olmadığını bilmiyoruz ama Türkleri ve Türkiye"yi çok sevdiği eserin her sayfasında açıkça 
belli. İkinci dünya savasında ise Türkiye"de casusluk faaliyetlerinde bulunduğu kaydedilmiştir."Anti-Bolşevik bir Monarşist olan ve aynı zamanda Hilafetçi bir Osmanlıcı olduğu söylenen Sebbottendorf"un her ne kadar Nazilerle arası açılmışsa da, Hitler"in iktidara geçmesinde rolü kesindir. (109) 

1897 yılında Mısır"ın İskenderiye şehrine gelen Sebbottendorf, Hüseyin Paşa ile görüştükten sonra 1900 yılına kadar, Hıdiv Abbas Hilmi"nin hizmetinde çalışmıştır. 1900 yılında İstanbul"a gelerek Hüseyin Fahri Paşa"nın Beykozdaki (Çubuklu) köşkünde misafir kalmıştır. 
Hüseyin Paşa hem Bektaşi, hem de Mason"du. Aynı kitaba bir açıklama yazan, araştırmacı Erhan Altunay ise şöyle demektedir: "Bu bağlamda incelersek Sebbottendorf"un sözünü ettiği "Türk Masonları"nın aslında bu Masonik kuruluşlar ile alakası olmadığını görürüz. Sebbottendorf olsa olsa başka bir İslami tarikattan bahsetmekte, bu da büyük olasılıkla Mason-
lukla benzerlik gösteren Bektaşiliğin bir kolu olmaktadır." (110) Kemal Menemencioğlu, Mehmet Sabahattin adlı bir yazarın konu ile ilgili bir makalesini tercüme eder ve kitaba koyar. Kitabin 111. sayfasındaki şu ifadeler önemlidir: 

"Thule kısa bir surede komünist karşıtlığı ve milliyetçilik mücadelerinin odak noktası haline gelmişti." (111) 

Yani tıpkı Ergenekon gibi. Hilal ve Gamalı Haç dövmesi bu örgütün sembolü olabilir miydi? Bu bilinmiyordu. Ancak bilinçdışı, bilincin konuştuğu dili anlar. Bunun sebebi, bilinçdışı dili, bilincin tersine kelimeler kullanmaz, onun dili sembollerdir ve iletişim tarzı yazılı kelime veya konuşma değil, imgelemedir. Bunun kuşkusuz bir anlamı vardır. Dolayısıyla bu tür 
sembollerle kişiler aslında farkında olarak ya da olmayarak faaliyetlerine büyüsel-törensel bir anlam yüklemek istemektedirler.Bu bağlamda Almanya"da birbiri ardısıra yaşanan Türklere yönelik Nazi bağlantılı kundaklama olaylarının zamanlamasının özel bir anlamı olabilirdi. Son derece ilginç bir durumdu doğrusu. Üstelik, ilginçlik bununla da sınırlı değildi. 

Görgü tanığı küçük bir kız çocuğu elinde baston olan bir adamı olay yerinden uzaklaşırken görmüş, kendisine "ne yaptığını sorusuna ise "ben Almanım" yanıtını aldığını aktarmıştı. Şimdi, Hrant Dink cinayeti ile Ergenekon örgütü suçlanıyordu. Bu suikastla ilgili klip yapan bir genç vardı, elinde ise bir asa bulunuyordu. İki olay arasında, örgüt sembolizmi bakımından bir bağlantı olabilirdi. 

Bu mümkün görülüyordu. Öncelikle bu genç, o asayı neden eline almıştı? 
Bu davranış bilinçli mi yoksa bilinçaltı ya da bilinç dışı bir davranış mıydı? Üzerinde Trabzonspor armalı eşofmanı, Türk Bayrağı"nın önünde "amatörce" poz veren bu genç neden elinde bir "asa " tutmuştu? Nereden gelmiştir aklına bu? Bu yaşta genç bir adam için bu tür bir asa kolayca 
bulunacak birşey miydi?Bu genç aslında asayı yani sihirli değneğini eline aldığı zaman bilinçaltına iradenin devreye geçmesi gerektiğini söylüyordu. Zira asa iradeyi temsil eder. Bu gencin tamamen milliyetçilik duygularıyla verdiği bu pozda bu asa o çocuğun elinde sanki bir emanet gibi durmaktadır. Aslında Ergenekon’un ideolojik temeline göz atıldığı zaman bu 
sembolizmin işaret ettiği şeylere çok da şaşırmamak gerekiyor. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***