31 Ocak 2018 Çarşamba

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 8

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 8


Irak Müdahalesinin Türkiye’deki PKK Faaliyetlerine Yansıması 

Mevcut ortam PKK tarafından olumlu karşılandığından, Ortadoğu’nun bu karışık ortamında 1990 yılında ayaklanmanın ilk ayağı olan Nusaybin ve Silopi olayları meydana getirilmiştir146. 

ABD’nin müdahalesinden sonra bölgede meydana gelen otorite boşluğu, PKK’nın kullandığı arazi genişliğini daha arttırmıştır. Bunun akabinde birçok kadro Suriye’den daha müsait olan Kuzey Irak sahasına aktarılmıştır. Gelişmeler karşısında daha rahatlayan örgüt, Türkiye metropollerindeki faaliyetlerini arttırmak için, Ocak 1992 tarihinde DHP (Devrimci Halk Partisi) adında yan aparatını oluşturmuş ve bu yeni oluşumun Türkiye’deki metropol faaliyetlerinde kullanılması sağlanmıştır. Örgütün faaliyetlerini Batıdaki metropoller aktarma planın olduğu 1991’de, terörle mücadele adına 
atılan adımların aksi neticeler meydana getirdiği görülmüştür. Bu zamanda terörün lojistik desteğini ortadan kaldırmak amacıyla bazı köyler boşaltılmış, on binlerce vatandaşımız köylerinden Batı illerine göç etmek zorunda 
kalmıştır. Yeterli sosyal önlem alınmadığından göç ederek büyükşehirlere gelen kitle örgütün kontrolüne girmiş, her yerde örgüte müzahir kurumlar kurulmaya başlamıştır. Belki de iyi niyetle (?) başlayan bir uygulama sonuçta örgütün önemli kazançlar elde etmesine vesile olmuştur. 

Gerek Doğu Güneydoğu illerinde gerekse de Batı illerinde ortaya çıkan PKK yandaşı kitle, serhildanların meydana gelmesine neden olmuş, terör kırsaldan şehirlere aktarılmıştır. Bu süreçte terörle mücadele eden kişilerin zaafiyetleri ve yanlışları örgütün şehirlerde güçlenmesini sağlamıştır. 

Körfez savaşının diğer önemli bir olumsuz yansıması da ekonomik ve sonra sında seyreden politik sonuçlarıdır. Savaş döneminde sınır kapılarının kapanması, sınır ticaretinin bitmesi ve bölge insanına ekonomik zenginlik sağlayan petrol boru hattının kapatılması önemli ölçüde ekonomik kayıplara neden olmuştur. Bu durum en çokta bölge insanını etkilemiştir. 

Meydana gelen ekonomik sıkıntılara ek olarak bölgede meydana gelen ayaklanma olayları sonrasında devlet görevlilerinin yanlış müdahalesi, akabinde karanlık güç odaklarınca işlenen faili meçhul cinayetler kişilerin siyasal tercihlerinde de olumsuzluklara neden olmuştur. 

Bu provokasyonlardan biri de Vedat Aydın olayıdır. 

PKK’nın hem Irak’ta hem de Türkiye’de önemli darbeler aldığı ve bölünmeye girdiği bir dönemde yine derin güçlerce sürece müdahale edilmiştir. Bu amaçla 10 Temmuz 1991 günü HEP’in (Halkın Emek Partisi) Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın’ın bilinmeyen gruplarca kaçırılarak öldürülmesi, Türkiye’de sıkıntılı zamanların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aydın ve Anter’in cenaze töreni sırasında olaylar meydana gelmiş, bu olay PKK’nın gövde gösterisine dönüşmüştür. Musa Anter ve Vedat aydın olayları Türkiye’de gerilemeye başlayan PKK’yı yeniden canlandırmış ve güç kazandırmıştır. 

Bu derin provokasyonun en önemli yansıması da 20 Ekim 1991 yılında yapılan genel seçimlerde ortaya çıkmıştır. Seçimler öncesinde böyle bir olayın meydana gelmesi, sadece PKK’ya ve HEP’e yaramıştır. SHP 
bünyesinde seçimlere giren PKK yandaşları, SHP’nin Türkiye genelinde aldığı % 20.75 oyla meclise girmeyi başarmışlardır. Bu oy oranlarında, bölge halkının Vedat Aydın’nın öldürülmesi ve sonrasında yaşanan sürece 
gösterdikleri tepki etkili olmuştur147. HEP, bu seçimlerde 20’ye yakın milletvekilini meclise sokmuştur. 2011 yılında Gazeteci Ercan Gün tarafından kaleme alınan Ape Musa-Faili Bilindik Meçhul adlı kitapta Musa Anter cinayetinin PKK ve derin güçlerin ortak çalışmasıyla gerçekleştiği ortaya çıkarılmıştır 148. 

HEP’in meclise girmesiyle birlikte örgütün illegal söylemleri legal vekiller üzerinden ifade edilmeye başlanmış, bu görüşmeler uluslararası toplantılar da da dillendirilmiştir. Nitekim Talabani’nin 1993 yılında ABD’ne gerçekleş tirdiği gezi sırasında Washington’a giden HEP genel Başkanı Ahmet Türk ve 
Milletvekili Leyla Zana, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Türkiye’ye ambargo uygulanmasını istemişlerdir149. 

Gelinen aşamada örgüt artık şehirlerde her türlü eylemi rahatlıkla işler hale gelmiştir. 26 Aralık 1991 tarihinde İstanbul Bakırköy’deki Çetinkaya Mağazasına molotoflu saldırıda bulunulmuş ve çıkan yangında 11 
vatandaşımız yanarak can vermiştir. Öcalan eylem sonrasında BBC’ye yaptığı açıklamada eylem talimatını vermediğini fakat eylemi desteklediğini belirtmiştir. Bu zamanda örgüt, Kürt ve Türk çatışması meydana getirerek, 
halkı tamamen kamplaştırmayı hedeflemiştir. 

 1992 yılının Mart ayına gelindiğinde ise Türkiye’nin bazı ilçelerinde hareketlenmeler izlenmeye başlanmıştır. Örgütün planlamasına göre Diyarbakır, Batman, Şırnak, Cizre, Nusaybin, Kızıltepe, Dargeçit gibi 
yerlerde halk ayaklanması başlayacak, ardından da kırsalda gerçekleşecek önemli eylemlerle kurtarılmış bölgeler oluşturulacak ve devlet kurumları işlevsiz kılınacaktır. 

Örgüt tarafından 17 Ocak 1992’de dağıtılan Ayaklanma taktiği üzerine tezler ve görevlerimiz başlıklı bilgilendirmede; “…bütün alanlarda yürüttüğümüz faaliyetler bir anlamda ayaklanma hazırlığıdır. Bunun için daha şimdiden yurt dışı ortamını hazır tutuyoruz. Hatta çok ağır baskıların olması halinde, halkımızı gerilla bicinde dağlara çekebilir, öbür yandan cephe gerilerine taşıyabiliriz. Yani kuzeyden güneye bir yığınağı da biz yapabiliriz. Tabi diğer yandan Türk Halkını harekete geçirmek yine metropollerde ve ordu içinde çalışmalar yapmak ve bunun propagandasını sürekli geliştirmek yerindedir. Diplomasi kanalları oluşturarak harekete geçirmek, ayaklanma süresi boyunca daha çok olanak dahiline girecektir. Özellikle diplomatik alanı iyi hazırlamak gerekir…150” ifadelerine yer verilerek yapılmak istenen ayaklanmanın yöntemleri anlatılmıştır. 

Kurtarılmış bölgeler oluşturma planı çerçevesinde Cizre ilçesinde başlayan olaylar vahim boyutlara ulaşmış, özellikle 20 - 21 Mart gecesi birçok kamu kurum ve kuruluşlarının binalarına ve buralarda çalışan memurların 
evlerine saldırılarda bulunmuştur. Hızla yayılan olaylara güvenlik güçleri müdahale etmiş, çıkan olaylarda 17 kişi hayatını kaybetmiştir. 

Körfez krizi sonrası örgütün eylemlerinde ki artıştan doğal olarak masum halkta nasibini almıştır. Örgütün 1984-1991 yılları arasında sivil hedeflere yönelik gerçkleştirdiği 113 eylemden 80’i 1991 yılından sonraki dönemde 
vuku bulmuştur. 

Örgüt, Mayıs 1992’de 400-500 kişilik gruplarla Irak sınırındaki Türk karakollarına saldırmaya başlamıştır. Devamında 18 Ağustos 1992 gecesi, gerek şehir dışından ve gerekse şehir içindeki milislerce Şırnak’a bir saldırı 
başlatılmış ve 2 gün süren bu baskın güvenlik güçlerince zorla püskürtülmüştür. 

Bu olaylar sırasında halk PKK militanları tarafından Şirnak Çarsı Meydanına toplanarak örgütün propagandasını yapılmış ve İl Valisi şehri terk etmeye zorlanmıştır. Örgütün Cizre sokaklarına asmış olduğu bayrak ancak günler 
sonra indirilebilmiştir. Diğer taraftan, Uludere, Besta, Sinath, Ballıkaya, Cudi, Kato, Karlıova dağlarında kamp yapan teröristler eğitim kamplarını daha ileri noktalara kadar getirmiş ve kurduğu kamp bölgelerin de  uyuşturucu imal edip, uyuşturucu trafiğini yönlendirdiği görülmüştür. 

PKK terör örgütü Türkiye’ye yönelik 1991 - 1992 yılında yaptığı saldırılarını ülkemize 10-15km. uzağında Kuzey Irak’ta kurulu bulunan kamplardan yönlendirdiğinden, bu üslerin yok edilmesi veya en azından zararsız hale 
getirilmesi için, Türk Hava Kuvvetleri tarafından bu üslere zaman zaman hava harekâtları düzenlenmiştir. Harekatın neticelerinin yapılan değerlendir mesinde ise, bu yönlü mücadeleden başarı elde edilemediği anlaşıldığın dan, Barzani ve Talabani ile anlaşılarak 2 Ekim 1992 tarihinde Kuzey Irak’a askeri harekat başlatılmıştır. 

Cem Ersever’in iddiasına göre bu saldırı sonucunda terör örgütünün kaybı; 1500 - 2000 teslim olan, 900 - 1000 yaralı, 1500 - 2000 ölü olmak üzere toplam zayiat 4000 - 4500 kişidir. Bunun yanında, 300 tonu askın yiyecek, 650 bin çeşitli çapta mermi, 3600 civarında kaleşnikof piyade tüfeği ele geçirilmiştir151.” 

Rakamlar biraz abartılmış olsa da örgütün bu harekât sonrasında önemli kayıplar verdiği bilinmektedir. Örgüt her ne kadar bu harekât sırasında ciddi kayıplara uğrasa da 1993 yılı nevruzunda Cizre’de ve Diyarbakır’da yapılan kutlamalarda da çeşitli provokasyonlar yaşanmış ve yine büyük olaylar meydana gelmiştir. 

Bu yıl içerisinde örgüt adına yaşanan en önemli kayıp Hasan Bindal’ın ölümdür. Öcalan’ın köylüsü ve en yakın arkadaşı Hasan Bindal tatbikatta sözde bir kaza kurşunuyla ölmüş, Öcalan bunun örgüt içi bir infaz olduğunu 
ifade ederek, suikastın Şahin Baliç, Kör Cemal, Şemdin Sakık ve Hogir dörtlü çetesi tarafından ortaya konduğunu belirtmiştir152. 

Körfez Savaşı Sonrası Kürt Hareketlerine Yön Verme Girişimleri, 1991 Bonn ve Stockholm Konferansları 

Paris Konferansının üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, Körfez savaşı patlak vermiş ve sonuçta Kürt meselesi büyük bir sıçrama yaparak, Dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Batılı güçler Orta Doğu’da yeni hedefleri için bir dizi silahlı ve siyasal eylem planları oluşturmuş ve bu planlar adım adım hayata geçirilmeye başlanmıştır. 
Avrupalılar öteden beri Ortadoğu’da sorunları çözme değil, kontrollü bir şekilde sorunları devam ettirmeyi esas almışlardır. ABD’nin gizli liderliğinde bir takım Batılı ülkeler Kürtçülük üzerindeki inisiyatifi daha da geliştirmek amacıyla 1991 yılından itibaren somut stratejiler ortaya koyma gayretlerine girmişlerdir. İlk olarak da dağınık vaziyette bulunan Kürtçü örgütlenmelerin bir araya getirilmesi ve yeni bir mücadele stratejisi empoze edilmeye çalışılmıştır. 

Bu amaçla, Kuzey Irakta sıcak gelişmelerin yaşandığı 15-17 Mart 1991 tarihinde, Stockholm ve akabinde 27-28 Eylül 1991 tarihinde Bonn da bir dizi konferanslar gerçekleştirilmiştir. Paris konferansında Fransa ve 
İngiltere inisiyatife hakim iken, Bonn konferansında Almanya’nın inisiyatifi ele aldığı görülmüştür. 

Kürt Halkının Hakları İçin İsveç Komitesi tarafından ”Kürt Haklarının Tanınması-Eylem Stratejileri” ismi 
ile Stockholm’de ortaya konan çalışmalarda Almanlar ve İsveçliler ön plana çıkmış, İsveç’in organize ettiği bu 
konferansa Dış İşleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı Ove Bring ve İsveç Göçmenler Bakanı Maj-Lis Lööv iştirak etmiştir. 

Avrupalı ve ABD’li parlamenterlerin de hazır bulunduğu konferans sonunda hazırlanan “Stockholm 
Deklarasyonunda” self determinasyon hakkının verilmesi ve BM Genel Sekreterinin bir uluslararası konferans 
toplaması çağrısı yapılmış, Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, AET, Hükümetler ve NFO’ların 
Türkiye’ye baskı yapmaları istenmiş ve kamuoyu oluşturulması için medyadan baskı yapması gerektiği 
vurgulanmıştır153. 

Konferans sonunda açıklanan “Kürt Halkının Hakları Bildirgesi” isimli belgede ise, Serv anlaşması ile sağlanan hakların geri alınması, silahlı mücadele de dahil olmak üzere her türlü mücadelenin Kürt halkının hakkı 
olduğu ve nihai hedefin birleşik ulusal Kürt Devleti olduğu ifade edilmiştir. 

Maj-Lis Lööv konferansta yaptığı konuşmada; “kuşku olmasın ki, uluslararası topluluğun dikkati Kürt sorunu üzerinde olmaya devam edecektir“ şeklinde bildirimde bulunmuştur. Konferans bildirisinde ise, “Bağımsız Birleşik Kürdistan’ın Kurulması“ kararına yer verilmiştir154. 

Bağımsız Kürdistan hedefi birleşik karar metinde nihai bir hedef olarak ortaya konulmuşken, izlenecek metot olarak da, silahlı eylemeler yerine, demokratik mücadele yöntemleri önerilmiş, insan hakları ve kültürel kimlik mücadelesinin ön plana çıkarılması istenmiştir. Konferansa destek veren bir diğer ülkede Sovyetler olmuştur. Irak savaşı sırasında BM’lere müdahale konusunda destek veren Sovyetler, savaş sonrası Kürt pastasından pay kapma gayretine girmiştir. 

Stockholm’de yer alan diğer bir siyasetçide Suriye Kürt Halkçı Birlik Partisi Başkanı Salih Bedrettin’dir. Suriye devleti Kürt kökenlilere vatandaşlık vermediğinden ve Bedrettin’i terör örgütü lideri gördüğünden kendisi Tunus’ta yaşamaktadır155. Bedrettin bu toplantıda Suriye’nin Kürtlere insanlık dışı uygulamalarını anlatmak yerine, o dönem bir Kürt kökenli Cumhurbaşkanı’nın yönettiği Türkiye’ye eleştiride bulunmuştur. 
Bu toplantıda Batılı devletler Türkiye’yi eleştirildiğinden Bedrettin gibi kişiliklerde Türkiye’yi eleştirmeyi, kabul görmenin bir gereği gibi görmüşler dir. 

Daha sonra ortaya çıkan gelişmelerde Salih Bedrettin’in Suriye’nin onayını alarak Stockholm’e geldiği ortaya çıkmıştır. Hafız Esat dinsel olarak Suriye’de azınlık bir toplumun Sünni çoğunluğa hükmettiği bir rejimin 
lideri olduğundan, Türkiye gibi geneli Sünni bir ülkenin Sünni olan Kürtlerle işbirliği yapmasını engellemek istediği görülmüştür156. Salih Bedrettin ise bu konudaki tüm gerçekleri bilmesine karşın, Esat’la işbirliğine yönelmiştir. 

Stockholm konferansından altı ay sonra, 27-28 Eylül 1991 tarihinde Almanya’nın Bonn kentinde, Kürdistan İnsan Hakları Girişimi ve Aşağı Saksonya Eyalet Hükümeti tarafından “Kürt Halkı: İnsan Hakları Olmadan 
Gelecek Olamaz” isimli uluslararası Kürt konferansı gerçekleşmiştir. Konferansa Medico İnternational isimli Alman sivil toplum kuruluşu da destek vermiştir. 

Dönemin Eyalet Başbakanı Gerhard Schröder (daha sonra Başbakan oldu) konferanstaki konuşmasında; “…Baltık devletlerinin bağımsızlığının tanındığı günümüzde, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı göz ardı edilemez “ şeklinde ifadeye yer vermiştir. Bonn konferansının sonuç bildirgesinde, Kürtler üzerinde ki sözde baskılara son verilmesi istenerek, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyinin Kürt sorununda daha belirleyici olması istenmiştir. 

Bu konferanstan sonra Alman asıllı sözde Barış Araştırmacısı Johan Galtung, “15 Mart 1991 Stockholm, 27 Eylül 1991 Bonn” başlığı ile Deng dergisinde yayınladığı bildirisinde, Kürtlere, üç temel aşamalı bir stratejiyi ortaya 
koyup, “temel insan haklarının kazanılması, federal yapılanmayı da içeren bölgesel otonominin elde edilmesi ve son olarak ta Bağımsız Birleşik Kürdistan” şeklinde yol haritası çizmiştir. 

Bu süreçte Almanya’daki devlet dışı kuruluşlar tarafından “PKK hayır Kürdistan Evet” şeklinde yeni politikalar gündemleştirilmiş tir. Bu çalışmalar kapsamında Alman Johan Galtungun, Bonn konferansında; “…bazı tehlikeli, mutlakçı yaklaşımlar bertaraf edilmeli…” diyerek, PKK’nın ortadan kaldırılmasını istemesi ise, örgüt tarafından tepkiyle karşılanmış ve Kürt hareketlerinin pasifize edilmeye çalışıldığı belirtilmiştir 157. 

Konferansın akabinde, Ekim 1992 yılında PKK ile KDP ve KYB arasında bir savaş başlamış ve iki Iraklı parti PKK’yı bölgeden çıkarmak ve yok etmek için tüm gayretlerini ortaya koymuşlardır. PKK örgütü bu savaşlarda 
birçok militanını yitirmiş ve önemli kayıplar vermiştir. Bu savaşların akabinde nihai bir sonucun çıkmamasıyla, PKK-KDP-KYB-PSK-KÖİP arasında barış görüşmeleri ve diyalog toplantıları olmuş, PKK Avrupa’nın yeni çizgisine çekilmeye çalışılmıştır. 

Almanya’nın PKK politikasında her zaman bir ikilemin olduğu bilinmektedir. Alman devlet güçleri dönem dönem örgütü desteklemekte ve faaliyetlerine göz yummaktayken, zamanı geldiğinde de örgüte ayar vermekte beis görmemişlerdir. Bu politikada temel faktör ise Türkiye’nin Alman devletine karşı olan yaklaşımları belirleyici olmuştur. Türklerin Almanya’nın vesayetini ret ettiği her dönem, terör örgütleri kullanılarak ülkemizi hizaya getirmeye çalışmıştır. Devletin bu ikilemli tavrına karşı, Almanya’daki devlet dışı güçler de PKK konusunda ikiye bölünmüştür. Alman kilisesi, Yeşiller ve Sol Gruplar örgütün faaliyetleri ni desteklerken, diğer kesim PKK’yı geri, faşist ve terörist olarak görmüş tür. 

Almanya haricen PKK’nın silahlı faaliyetlerinin sonlandırılmasını önerse de el altından örgüte ait kurumların rahat çalışmasına ortam sağlamıştır. 
Bu çerçevede örgütün resmi yayın organı olan Serxwebun dergisi tüm gelişmelere karşın Almanya’da yayınlarına devam etme kararı almış, karar doğrultusunda dergi 01 Ocak 1992 yılında yeniden yapılandırılmıştır 158. 

Irak’a müdahalenin ardından nerdeyse tüm güç dengeleri Türkiye’nin aleyhine icraatlar ortaya koymuşlardır. Özellikle Batılı Devletlerin desteği ile Örgüt gücünü her alanda zirveye taşıyabilmiştir. Bu yükselişte ilgili ülkelerin örgütü cesaretlendirmesi en önemli etkendir. 

Irak’a müdahalenin ardından Kuzey Irak’ta meydana gelen boşluğu değerlendiren örgütün Türkiye’ye yönelik saldırılarında artış meydana gelmiştir. bu gelişmeler üzerine Türkiye tarafından 1991’de Irak’ın kuzeyine yapılan askeri harekâta en ciddi tepkiyi Alman Devlet Yetkilileri vermiş olup, bu tepkilerini tehdit boyutuna ulaştırmışlardır. 

Alman Savunma Bakanlığı Müsteşarı Ottfried Hennig, Türkiye ile Saddam’ın aynı olduğunu ve azınlıklara saygı göstermediğini ifade etmiştir. Alman Devleti bu açıklama sonrasında (1991 yılında) Türkiye’ye silah ambargosu koymuş, 1992 Martında ise silah sevkiyatını durdurmuştur. Dışişleri Bakanı Genscher ise Kürtlere azınlık statüsünün verilmesini istemiştir. Ardından 1991 yılın sonlarında 15 Leopard I markalı panzerin 

Türkiye’ye satılmış olması bahane gösterilerek, 31 Mart 1992’de Federal Savunma Bakanı Gerhard Stoltenberg istifa etmeye zorlanmıştır. 

Almanlar 1991 yılında Türkiye karşıtı en önemli güç iken bir yıl sonra 1992’de ambargoyu kaldırmış, akabinde de ülkelerinde yapılacak olan Kürt Parlamentosu seçimleri İçişleri Bakanlığınca iptal edilmiştir. 

Almanların örgüte desteği bu ülkede bulunan kitleyi daha da cesaretlen dirmiştir. 1993 yılında o dönem Almanya’nın başkenti olan Bonn’da PKK’nın organize ettiği bir yürüyüşe 70 bin kişi katılmıştır. 

Diyarbakır'ın Lice ilçesinde 22 Ekim 1993 meydana gelen olayların akabinde örgüt militanları tarafından Almanya’nın birçok kentinde Türk konsolos luklarına saldırılar gerçekleşmiş, PKK’ya destek vermeyen Türk ve Kürt gurbetçilerimiz tartaklanmış ve olayları engellemeye çalışan polislere saldırılarak, araçları yakılmıştır. 

PKK terör örgütü tarafından organize edilen bu şiddet eylemlerinin televizyonlarda yayınlanmasının akabinde Alman halkı kendi ülkelerinde bu hadiselerin yaşanmasına tepki göstererek, hükümette PKK faaliyetlerini 
yasaklaması yönünde baskı yapmıştır. Bu konularla ilgili olarak görüşüne başvurulan Federal Ordu’nun Başmüfettişi Klaus Naumann, Türk devletinin PKK’ye karşı verdiği mücadeleyi “tamamen meşru” olarak nitelendirir. Kasım ayında baskıların zirveye çıkması nedeniyle 26 Kasım 1993’te PKK’nın Almanya’da faaliyet göstermesi yasaklanmıştır. 

Bu yasağın ardından Berivan kod adlı Nilgün Yıldırım ile Ronahi kod adlı Bedriye Taş isimli sempatizanlar Almanya’nın PKK yasağına karşı Mannheim’de kendilerini yakmaya zorlanmıştır. Konu ile ilgili yapılan çalışmada her iki kişinin akli dengelerinin yerinde olmadığı ve örgütün yoğun psikolojik baskısı ile eylem yapmaya zorlandığı görülmüştür. 

 Bu yasağın akabinde Almanya’da faaliyet gösteren 35 dernek, Kurd-Ha Haber Ajansı, Köln’de bulunan Kürdistan Komite ve Berxwedan Dergisine “halklar arası barış fikrini ihlal ettiği, iç güvenliği, kamu düzenini ve Almanya Federal Cumhuriyeti’nin mühim çıkarlarını tehdit ettiği” gerekçeleriyle yasak getirilmiştir. 1994 yılına gelindiğinde ise Hannover İdare Mahkemesi Uluslararası Kürdistan Festivali’ni “Yasaklı örgütlerin bayraklarının açılabileceği tehlikesi” gerekçesiyle yasaklamıştır. Bu gelişmelerin hemen sonrasında Temmuz ayında Halim Dener adlı PKK militanı Polisle girdiği çatışmada ölü ele geçirilir. 

Alman devletinin PKK’ya karşı 1993 ve 1994 yıllarında getirdiği yasak 1994’ün son aylarında rafa kaldırıldığından, dernekler yeniden açılmış ve yasağa rağmen PKK’nın tüm faaliyetleri eskisi gibi devam etmiştir. 
Yasağın uygulamaya geçirildiği bu yıllarda mevcut yasa bazı eyaletlerde uygulanırken, birçoğunun da görmezden gelindiği bilinen bir gerçektir. Bazı eyaletler yasağı görmezden gelerek en başından itibaren örgüte hiçbir yasak getirmemiştir. 

Konuya dönecek olursak, konferans sürecinin sonunda meydana gelen neticeler incelendiğinde, Konferansların amacının Kürtler lehine kazanım sağlamak yerine Kürt gruplarının Avrupa çizgisine çekilmesi ve Avrupa’nın insiyatif almasının sağlanması olmuştur. İlgili devletler bahse konu grupları belli vaatlerle kendi yanlarına çekmiş ve Irak savaşı sonrası Kürt kartı üzerinden politika yapmışlardır. 

Buraya kadar olan zaman dilimi içerisinde karşımıza çıkan en önemli nokta İngiltere’nin Avrupa’daki yeni politikaların şekillendirilmesi çalışmalarına dahil olmamasıdır. İngiltere aslında ön plana çıkmayıp hem ABD ve İsrail’e hem de diğer Avrupalı güçlere rağmen PKK’yı kendi emelleri için kullanmaya devam etmiştir. 

Yukarıda anlatılan süreç aslında dünya siyasetine yön veren üç temel gücün bölgedeki mücadelesinin bir yansımasıdır. Bu gruplar; İsrail ve İsrail yanlısı bazı ABD’li gruplar, başını Almanya ve Fransa’nın çektiği ikinci grup ile İngiltere ve ABD’de İngiliz yanlısı üçüncü gruptur. 

Kürtçü örgütlerin Avrupa’da kazanımlar sağlaması Türkiye’de bir takım sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olsa da, Türk yetkililer Avrupa’da ortaya çıkan silahlı faaliyetlerin sınırlandırılması iradesinden faydalanmak 
istemiştir. Bu amaçla Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, 1991 yılında KYB lideri Celal Talabani ile Avusturya’nın başkenti Viyana’da buluşarak, PKK’nın Irak’ta yasaklanması için görüşmeler gerçekleştirmiştir159. Daha öncede ifade edildiği gibi bu toplantının akabinde KYB ve PKK arasında silahlı çatışmalar başlamış, Yaşanan bu süreç için PKK ve KYB kanadı birbirlerini suçlamıştır. KYB göre; PKK, Türk devletiyle anlaşarak Irak’ta oluşacak bir federe yapıya saldırmak istemiş, PKK ise; KYB’nin Türk devletiyle anlaştığı propagandasını yapmıştır. 

Örgüt, 1992’deki kayıplarına rağmen 1993’te hızla toparlanmaya girmiştir. Bu hızlı toparlanmada 1992 yılının başlarında Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerde gerçekleştirilen ERNK cephe çalışmaları etken olmuştur. Bu zamanda KUM (Kürdistan Ulusal meclisi) için hızla gerçekleştirilen delege seçimlerinin ardından ülkelerde örgütlenme çalışmaları yapılmış ve Avrupa’da çalışan birçok genç kandırılarak kırsala aktarılmıştır160. 

Bu arada PKK’ya bağlı Avrupa’daki kurumlar tarafından diplomasi çalışmalarına başlanarak, her platformda Türkiye’nin şiddet kullandığı ve Kürtlerin soykırıma uğradığı yönünde gerçek dışı propagandalar başlatılmıştır. 

Örgüt bir yandan Avrupa’daki diplomasi faaliyetlerini sürdürürken diğer yandan Abdurrahman Dürre ve arkadaşlarınca “Kürdistan İmamlar Birliği, Kürdistan Mollalar Birliği ve Kürdistan Dindarlar Birliği” lağvedilerek yerine Almanya’da KİH (Kürdistan İslam Hareketi) kurulmuştur. Bu değişimin ardından İslam ülkelerinde de diplomasi çalışmalarına başlanılması, bu ülkelerin desteğinin alınması ve dindar kesimlerin de örgüte kazandırılması hedeflenmiştir. 

Örgütün dindar Kürtleri yanına çekmeye çalışma gayretlerine rağmen, dine karşı olan düşmanlığını ise sürdürmeye devam etmiştir. 27 Haziran 1992 tarihinde Silvan’ın Yolaç köyünü basan teröristler camide namaz kılan vatandaşları dışarı çıkarıp kursuna dizmiş ve 10 vatandaşımızı öldürmüştür. 

Bu dönem Ermeniler ile PKK’nın işbirliğinin Avrupa’da daha da güçlendirildiği bir dönem olmuştur. Örgütün kuruluş yıldönümü nedeniyle 27 Kasım tarihinde düzenlenen ve Ekim ayında Almanya’da gerçekleştirilen 
kutlamalara Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite üyelerinden bir heyet katılmış, Batılı ülkelere Ermeni ve PKK iddialarının daha güçlü anlatılması için ortak çalışma yapılması için karar alınmıştır161. 

Bu işbirliğinin ardından PKK ve Rus yetkililer arasında 1993 Temmuz ayında bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmeden sonra PKK, Ermenistan-Azerbaycan sınırındaki Laçin koridoruna yerleşerek, Türkiye sınırına beş kilometre uzaklığındaki Elegez kampında üstlenmeye başlamıştır. 

Ermeniler örgüte diğer bir desteği de Erivan radyosu üzerinden gerçekleş miştir. Bu radyo 1990’lı yıllarda şifreli eylem talimatlarının verildiği bir radyo iken aynı zamanda PKK’nın önemli bir propaganda gücü olmuştur. 18 
Mart 1992 günü Erivan radyosunun Kürtçe yayınında; “sayın arkadaşlar ve yoldaşlarımız Mart ayı yine geliyor. 21 Mart yaklaşıyor. Geçen seneler gibi uyumayın, fırsat bu fırsat. Kozlar elimize geçmiş bulunuyor artık…” söylemleriyle halk ayaklanmaya çağrılmıştır. 

Örgütün Eski Merkez Komite Üyesi Baki Karer Ermenistan konusunda; “1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler biraz daha berraklaşmaya başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin sendromundan kurtulmuştu. Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli nedenlerden biri, Kafkasya’da Ermenistan’ın ortaya çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı. ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen eşdeğerliydi. Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak istemişti. Hatta ABD, Karabağ sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya kadar götürmüştü. 

ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını K. Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı düşünüyordu. Ama ABD iki noktada yanılgıya düşmüştü; Birinci yanılgısı; K. Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan güvensizliğinin boyutlarını değerlendirememişti. İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri göz ardı etmişti…” şeklinde açıklamalarda bulunarak, Ermenistan’ın Kürtçülük faaliyetlerine verdiği desteğin kendisinin dışında daha global bir planlamanın ürünü olduğunu ifade etmiştir. 

1991 ve 1992 yıllarında özellikle Avrupalıların, Rusların ve Ermenilerin PKK’yı şiddet eylemlerine ve şiddeti de içinde barındıran kitlesel eylemlere zorlamasının altında; özgürlüklerine kavuşan Türk cumhuriyetlerinin 
kontrolünün Türkiye’nin eline geçmesini engellemek vardır. 

Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığa kavuştuğu ve birçok kişinin Türk halkının ilgisini beklediği bu süreçte, Türkiye maalesef PKK’nın isyan hareketlerini bastırmak ve iç güvenliğini korumakla uğraşmıştır. Bu dönemde Batılı ülkeler ve Rusya destekli eylemlerini arttıran PKK terörü nedeniyle Türkiye için büyük bir fırsat heba olmuştur. 

PKK terör örgütü, 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kafkaslar ve Orta Asya’ya tam olarak yönelmesine ayak bağı olurken, 2000’li yılların sonuna doğru ülkemizde gelişen ekonomik ve demokratik gelişmenin de önüne geçilmesi 
için paravan olarak kullanılmıştır. Örgüt halen İnsan Hakları alanında atılan her adıma, Yeni Anayasa çalışmalarına ve yasadışı örgütlenmelere karşı yapılan operasyonlara engel olmak için provokasyonlar yapmaktadır. Bu yönüyle PKK’nın bir hak arayıcısı olmadığı, aksine farklı amaçlar için dizayn edilmiş bir örgütlenme olduğu ortaya çıkmıştır. 

9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 7

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 7



Savaş sonrasında Kuzey Irak’ta bulunan bazı sınır kapıları kapatılmış, 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyularak Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattından petrol geçişi durdurulmuş ve Irak’a 
iş yapan tüm şirketler Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalmıştır. İşgalden sonra geçen 12 yıl içerisindeki Türkiye’nin ekonomik kaybının 100 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. ABD ise savaş sonunda tüm savaş harcamalarını Kuveyt, Suudi Arabistan ve Kuzey Irak yönetiminden geri almıştır. 

Savaş sonrasında Avrupa Topluluğunun Lüksemburg’daki zirve toplantısın da, İngiltere ve Fransa’nın isteği ve ABD’nin desteği ile Kuzey Irak’ta bir tampon oluşturulmuş ve bu bölgenin korunması için Amerikan, İngiliz ve Fransızlardan oluşan “Çekiç Güç” adıyla bir askeri yapı oluşturulmuştur. Bu birlik görünürde Iraklı mültecilerin korunması vazifesini yerine getirirken, arka planda Bağımsız Kürt devletinin kurulması ve daha da ötesi PKK faaliyetlerinin desteklenmesinde kullanılmıştır. 

Tennesse Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael M. Günter körfez savaşı sonrası durumu anlatan bir yazısında, “çekiç güç harekâtının devam edeceği izni verildikten soran türküye, gerçekten fiili bir Kürt devletini pekiştirmiştir…123” ifadelerine yer vermiştir. Herkesin bildiği gibi her hükümet tarafından altı aylık dönemler halinde Çekiç Gücün süresi uzatılmıştır. 

Savaşın bir o kadar önemli başka bir sonucu da, Irak'ın zayıflamasıyla beraber, İran'ın bölgedeki ağırlığının artmasıdır. Savaşta el altından ABD’ni destekleyen İsrail, Irak'ın yenilmesiyle rahatlarken, Irak'ın yanında yer alan Filistin Kurtuluş Örgütü zor durumda kalmıştır. ABD ise, bu savaşta 500,000'den fazla askerini Orta Doğu'ya kaydırıp, Irak'ı kesin bir yenilgiye uğratarak uluslararası alanda lider olduğunu ve Vietnam sendromunu atlattığını göstermiştir. 

 Yine demode olan ve silahsızlanma anlaşmaları doğrultusunda elinden çıkarmak zorunda olduğu silah ve cephanenin bir kısmını burada kullanarak, bunlardan kolay yoldan kurtulmuş, yeni silah sistemlerini gerçek savaş ortamında denemiş ve geliştirmiş, Saddam'ı devirmeyerek, ondan çekinen tutucu Körfez ülkelerine daha sonraki dönemde büyük miktarlarda silah satarak fazladan büyük karlar elde etmiştir. 

Savaş sonunda ise Irak'ı fiilen üçe bölmüş, ambargo uygulayarak ülkeyi ekonomik bağımlı hale getirmiş ve bu ülkenin petrol ihracını baskı altına alarak, uluslararası alanda petrol fiyatlarını denetleyebilmiştir. 

Örgütün Körfez Savaşı ve Çekiç Güc’e Bakışı 

Irak’ın Kuveyt ile sorun yaşadığı Mayıs 1990 döneminde PKK terör örgütünün II. konferansı Lübnan’da yapılmıştır. Bu konferans sırasında Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler ele alınmış ve gelişmelerin izlenerek yeni stratejiler geliştirilmesine karar verilmiştir. 

II. Konferansta örgüt, gelişmelerin takip edilmesini ve kazanan tarafa göre yeni politika geliştirmesini, her halükarda meydana gelecek kargaşa ortamı nın kendileri lehine sonuçlar vereceği değerlendirmelerinde bulunulmuş tur. Bu değerlendirmelerin neticesinde kazansa yada kaybetse de Saddam ile ilişkilerin karşılıklı menfaatler çerçevesinde devam ettirilmesi, Kuzey Irak’ın Merkezi Hükümetin kontrolü dışında kalan bir alana çevrilmesi ve Irak’taki diğer Kürt grupların saf dışı bırakılması için ilişki geliştirilmesi hedeflenmiş tir.     

Kuveyt işgalinin akabinde Öcalan tarafından 2 Ağustos 1990 tarihli bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride “…mevcut statükonun parçalanması herkesten çok Kürt halkının yararına olacaktır… diyebiliriz ki ilk kez tarih kurutuluşa 
azmetmiş halkımızın yüzüne gülecektir. Burada bağımsızlık kokuyor” şeklinde beyanı olmuştur124. 

Öcalan 22 ağustos 1990’da yaptığı diğer bir değerlendirmede; “Irak’ta iktidar artık zayıflamıştır. Denetimden kurtulmuş bir Kürdistan’ın muazzam bir devrim zemini haline gelmesidir. Kuzey Irak’ta gelişecek bir mücadele kuzey ve güney Kürdistan’ın birleşmesidir…125” ifadelerine yer vermiştir. 

Örgüt tarafından yapılan diğer değerlendirmede ise; “güvenlik kuşağını direniş kuşağı yapacağız ve burayı üs olarak kullanacağız” ifadelerine yer verilmiştir. 

İkinci konferansın yapıldığı bu dönemde PKK’nın ikili oyunun bir gereği olarak Irak devletiyle sıkı bir iş birliği içerisinde olduğu görülmektedir. Saddam Hüseyin bu süreçte, Türkiye’nin çeşitli bahaneler üzerinden 
kuzeyden Irak’a girerek, topraklarının bir kısmını ele geçirmesi yönünde kuşkuya kapıldığından, PKK eliyle kuzey sınırını güvence altına almak istemiştir. Fırsatı iyi değerlendiren PKK ise Bağdat’ta kurmuş olduğu bürosu aracılığı ile Saddam güçleriyle yakın temas bulunmuş ve önemli parasal destek almıştır. 

Bu desteğin sonrasında Abdullah Öcalan yaptığı bir açıklamada, Türkiye’nin Irak’a giresi halinde Irak devletiyle birlikte ortak mücadele etme kararı aldıklarını belirtmiştir126. Barzani, Halepçe katliamının yaşandığı ve 
binlerce Kürt’ün zehirli gazlarla öldürüldüğü sırada PKK’nın Irak güçleriyle işbirliği içerisinde olduğunu, bu işbirliği karşılığında PKK’nın Irak’taki örgütlenmesi olan ve Osman Öcalan’ın liderliğindeki PAK’ın127 (Partiya Azadiya Kürdistan - Kürdistan Özgürlük Partisi) Irak Hükümetince finanse edildiğini belirtmiştir128. PKK/PAK kuruluşunun hemen akabinde Kuzey Irak’ta örgütlenmiş ve Iraklı Kürtlerin Türkiye aleyhine örgütlenmesine 
çalışmıştır. 

Yine PKK’nin bu süreçte, Türkiye’deki ABD Kurumları hakkında Irak’a bilgi topladığı, incirlik üssündeki gelişmeleri rapor ettiği ve Kuzey Irak’taki gizli ABD faaliyetlerini takip etmeye çalışıldığı tespit edilmiştir129. 

Gelişmeleri kontrol altında tutmak amacıyla örgüt tarafından ABD’nin Irak’ı işgalinden bir ay önce 26-31 Aralık 1990 tarihinde IV. Kongre çalışmaları tamamlanarak, bir dizi karalar alınmıştır. IV. Kongre kararlarının sonuçları na bakıldığında ise bir kısmının Avrupa Alanına dönük olduğu ve legal bilgi iletiminin sağlanması için “Kürdistan Haber Ajansının” kurulmasına karar verildiği130 görülmüştür. 

Kongre metinlerinden ABD’nin müdahalesi akabinde Irak’ın Kuzeyinin Irak hâkimiyetinden çıkarılması yine en çok PKK’yı sevindirdiği anlaşılmaktadır. Öcalan, Kuzey Irak’ın koruma altına alınmasıyla, Kürt sorununun Dünya kamuoyunun odak noktasına geleceğini ifade etmiştir131. Örgütün politikasının ABD ve Irak’tan da azami ölçüde yararlanmak olduğu ortaya konmuştur. 

İşgalin ardından ABD ve müdahaleci güçler bölgede KDP ve KYB’yi daha da güçlendirip, PKK’yı ikinci plana atmaya çalışıyor gibi görünseler de, örgüt mevcut istikrarsız durumdan en çok yararlanan güç olarak belirmiştir132. Örgütün bu süreçten kazançlı çıkmasında en önemli etken Türkiye’de üstlenip, Kuzey Irak’ta görev yapan Çekiç Güç olmuştur. 

Türkiye’nin 12 Temmuz 1991 de konuşlanmasına izin verdiği Çekiç Güç, ABD, İngiltere, İtalya, Hollanda ve Türkiye’den on beş bin kişilik bir kara gücü, İncirlikte konuşlandırılan takviyeli bir tabur ve Kuzey Irak’ta gözlem ve temaslar yapmakta sorumlu askeri koordinasyon merkezinden oluşmuştur. Türkiye Çekiç Güce, bir mekanize piyade bölüğü ve askeri koordinasyon merkezinin bulunduğu Zaho’da bir temsilci ile katılmıştır. Dönemin hükümeti, bu gücün görev süresini Eylül 1991’de son kez kaydıyla 21 Aralık 1991’e kadar uzatmış, daha sonra ise yine Bakanlar Kurulunun kararı ile bu süre altı ay daha uzatılmıştır. 30 Haziran 1992 den itibaren de gücün görev süresi, periyodik olarak MGK’nın tavsiyesi ve TBMM’nin kararı ile uzatılmıştır. 

Dönemin siyasi liderleri Çekiç Güçle ilgili yaptıkları açıklamalarda bu gücün ilerde Türkiye’nin aleyhine çalışma yapacaklarını ifade etmişlerdir. Sayın Ecevit; “Batılı devletler Türkiye’ye yerleştikleri askeri gücü Irak’tan çok 
ülkemize karşı kullanacaklar. Iraktaki provokasyonların altıda ise Batılı Devletler olabilir. Bu gelişmeler Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurma için ilk adımlardır. 1991 Eylülünde, Washington’da ABD Dışişleri Bakanlığında yapılan görüşmelerde, ABD’li yetkililer Peşmerge liderlerine açıkça, biz sizin Irak hükümetiyle anlaşmanızı istemiyoruz denilmiştir. Bunun üzerine de bölgede Irak’ın bütünlüğünü sağlayacak demokratikleşme süreci bizzat ABD tarafından engellenmiştir.” ifadelerini kullanarak aslında dönemin yetkilileri nin konulara vakıf olduklarını göstermişlerdir. 

Siyasilerin Çekiç Güç gerçeğini bilmelerine karşın gelişmeleri engelleye meyişi ise bir gücün Türkiye’yi kuşattığını ve karar alma mekanizmalarını etkisiz hale getirdiğini göstermiştir. 

Talabani ise 29 ağustos tarihinde Erbil’de yaptığı bir açıklamada; “ Saddam ile görüşmeler bitti, anlaşamadık, anlaşmamızda mümkün değil,  savaşaca ğız. Arkamızda Çekiç Güç var ” demiştir133. 

Çekiç Güc’ün faaliyetleri hakkında Hiram Abbas tarafından 21 Ağustos 1990 tarihinde Cumhurbaşkanlığına gönderilen bir raporda, CİA ve İsrail’in Suriye üzerinden Kuzey Iraklı gruplara destek verdiği, bu çalışmayla Irak 
rejiminin değiştirilmek istendiği ve bu durumun Türkiye açısından sakıncalı sonuçlar doğuracağı ifade edilmiştir. Raporun hemen akabinde 26 Eylül 1990 tarihinde Hiram Abbas Dev-Sol örgütünün bir eylemiyle hayatını 
kaybetmiştir134. 

Çekiç Güc’ün bölgede konuşlanmasında KYB ve KDP’nin desteklenmesi amaçlansa da bu Güc’ün PKK’yı da desteklediği gözden kaçmamıştır135. S. C. Pelletiere de kendi makalesinde PKK’nın Çekiç Güç’ün desteği ile önemli 
oranda güç kazandığını belirtmiştir136. 

Öcalan tarafından Çekiç Güç ile ilgili yapılan diğer bir değerlendirmede; “…bu iş PKK’ya yarar. ABD’nin bir amacı vardı. Barzani ve Talabani’nin bir amacı vardı. En sonunda biz yararlanmış oluyoruz. Elbette ki bu boşlukları dolduracağız. Şimdi 36. Enlemin kuzeyindeki boşluk ne olacak derseniz, Kürt halkı orayı dolduracak. Onda bir beis görmüyorum. Botan ve 
bölgede bir devrimci halk hükümetinin nüvesi atılıyor…137” ifadelerine yer vererek, örgütün yaşananlardan ne denli nemalandığını göstermektedir. 

Irak Merkezi Güçlerinin Kuzey Irak’tan çekilmesinden sonra, özellikle İran savaşında ve Kürtlerin Türkiye sınırına sürülmesi sırasında kullanılan çok sayıda silah ve mühimmat PKK’nın eline geçmiştir. Bunun yanında İran 
ve Suriye, Türkiye’nin olası bir Kuzey Irak’ı ele geçirme girişimini engellemek için de PKK’ya silah ve mühimmat desteğinde bulunmuş, Saddam güçleri de KYB ve KDP ile savaşması karşılığında örgüte ayrıca önemli miktarda para ve silah yardımı göndermiştir. 

Dolayısıyla bu dönem örgüt için her türlü lojistik ve askeri malzemenin fazlasıyla ele geçirildiği bir dönem olmuştur. 

Bölgede meydana gelen boşluğun ardından PKK’nın Türkiye’ye saldırılarında önemli bir artış gözlenmiştir. Bu saldırılarda öldürülen PKK militanları üzerinde ele geçirilen Amerikan menşeli yeni silahların olması ise  düşündürücüdür. Türk hükümeti tarafından konu ile ilgili ABD makamlarına yöneltilen sorulara ise her hangi bir cevap dahi verilmemiş138, aksine Serv anlaşmasının yeniden gündeme alınması gerektiği dillendirilmiştir. 

Savaş sonrasında ABD’nin Türk devletine olumsuz tavrı, PKK’nın açık saldırılarına karşın, ABD denetiminde olan KYB ve KDP’nin politikası da olumsuz olmuştur. ABD denetiminde kurulan ve Türkiye’ye zımmi 
olarak kabul ettirilen Kuzey Irak Federe devletinin iki örgütü KYB ve KDP her geçen gün güçlerini artırırken, söylenin aksine PKK’ya karşı tavır almamışlardır. Bu tavırda ABD’nin rolünün olmaması ise mümkün değildir. 

Aynı yıl Türkiye’nin PKK terör örgütünün faaliyetleri nedeniyle Kuzey Irak’a yaptığı askeri hareket ABD tarafından şiddetle kınanmıştır. Hareketin ardından Kürt Ulusal Kongre Üyesi Başkanı Nejmaldin Kerim tarafından, 
ABD Dışişleri Bakan Vekili Lawrence Eagleburger’e 5 Kasım 1992 de gönderilen mektupta, Türkiye’nin Kürtlere yönelik hareketinin durdurulması istenirken, Türkiye kınanmıştır. 

ABD’li yetkiler ise, 14 Kasım 1992 tarihinde Ankara’da Türkiye, Suriye ve İran arasında yapılan ve Irak’ın toprak bütünlüğünün savunulduğu toplantının kendilerinin bilgisi dışında tertiplenmiş olmasından duyduğu 
rahatsızlığı ifade etmiştir. 17 Kasım 1992 Washington’da yapılan ve Carnegie Endowment Vakfının desteklediği ve Irak’ın geleceğinin görüşüldüğü toplantıda, Clinton’a yakın olan ekip tarafından Irak’ta Bağımsız Kürt devletine olumlu bakıldığı mesajı verilmiştir139. 

Ayrıca 30 Temmuz 1992 tarihinde Talabani’nin Washington temaslarında Al Gore tarafından Kürtlerin haklı mücadelesine destek sözü verilmiştir. 

1993 yılında yayınlanan ABD insan hakları raporunda, Türkiye’deki Kürtlerden azınlık olarak bahsedilerek, İHD’nin Türkiye aleyhindeki raporları sorgulanma gereği duyulmadan aynen rapora iliştirilmiştir140. 

Türkiye, PKK’nın 17 Temmuz-18 Ağustos 1992 tarihleri arasında Habur geçişlerini engellemesi konusunu ve PAK’ın KDP Peşmergelerine yaptığı saldırıları ileri sürerek, KYB ve KDP’yi PKK’ya yönelik operasyona dahil etmeye çalışmıştır. Türkiye, Ekim 1992’de Iraklı grupları korumak amacıyla Kuzey Irak’a operasyon yaptığı sıralarda KYB el altından PKK ile iş birliği protokolü imzalamıştır. Irak Kürdistanı Bölge Başkanı sıfatı ile Fuat Masum ve PKK-MK adına Osman Öcalan’ın imzaladığı protokol, 29 Ekim 1992 de kalıcı anlaşmaya çevrilmiş ve PKK’nın Kuzey Irak’ta serbest hareket etmesinde kendilerince mahzur olmadığı ifade edilmiş tir 141. 

KDP ve KYB bu anlaşma ile PKK’nın Kuzey Irak’ta varlığını kabul ederken, PKK’da 4 Ekim 1992’de kurulan Bölgesel Hükümeti tanıdığını kabullen miştir142. Türkiye bu anlaşmayı hayretler içinde karşılarken, Barzani ve 
Talabani yaptıkları açıklamada; anlaşmanın PKK’nın silah bırakması için yapıldığını ve yakında bu yönlü bir gelişmenin olabileceğini belirtmişlerdir. 

Talabani ve Barzani’nin PKK’yı silah bırakma konusunda ikna etmeye çalışıyoruz söylemine karşın, 11 Kasım 1992’de Silopi yapılan görüşmede PKK’lıların teslimi konusunda Cenevre anlaşmasını gerekçe göstererek 
karşı çıktığını görüyoruz. KYB ve KDP bu görüme de Türkiye’nin Kuzey Irak’ta tampon bölge kurulmasını da kabul etmemişlerdir. Türkiye buna rağmen KYB ve KDP’nin 70 karakolunu tamir etme sözü vermiştir. 

PKK ve Kuzey Iraklı gruplar arasındaki ilişkiler bununla da sınırlı kalmamıştır. Seçimler sonrasında Kuzey Irak Bölgesel Yönetiminin Başbakanlığına getirilen KDP’li Abdullah Resul Kosret ile Osman Öcalan arasında 27 Nisan 1993’de bir anlaşma imzalanmıştır. Dört maddelik bir protokol şeklinde belirlenen anlaşmayla, PKK bölgede daha rahat hareket etme imkanı elde etmiş ve KYB’nin desteği ile Erbil’de büro açmıştır. 

Kuzey Irak’lı grupların PKK ile birliktelik sergilediği bu dönemde Türkiye ise KYB ve KDP’ye gıda, yiyecek ve nakit para yardımı yapmıştır. Yardımın yetersizliğinden şikâyet eden KDP ve Irak Kürdistani Cephesi Avrupa 
Sözcüsü Hoşyar Zebari Türkiye’ye gelerek, yardımın arttırılması talebinde bulunmuştur143. 

Körfez savaşından sonra KYB, KDP ve PKK önemli oranda güç elde ederken, daha da önemlisi etnik Kürtçülük dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Bu durum Kürtlerin kendi öz kazanımları olmanın ötesinde ABD ve İsrail çizgisinde geliştirilen bir Truva Atı planının sonucudur. 

Bu dönem bölgede her ülke diğeri ile hem mücadele etmekte hem de altan alta gizli anlaşmalar yapmaktadırlar. Bu durum örgütler içinde söz konusu olmuştur. KYB ve KDP, PKK ile çeşitli ittifak anlaşmaları yaparken, aynı zamanda aralarında silahlı çatışmalarda yaşanmıştır. Bunun yanında KYB ve KDP Türkiye ile ilişkileri ilerletirken, aynı anda İsrail ve İran ile de ilişkilerini üst seviyeye çıkarmışlardır. 

Her şeyin karma karışık olduğu 1991 yıllarda KDP Başkanı Mesut Barzani’nin yaptığı bir açıklama ise akıllara durgunluk verir biçimdedir. Barzani açıklamasında, 1983 yılından sonra PKK’ya topraklarını açtıklarını, 
PKK’nın ise şimdilerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale yapabilmesi için provokasyonlar tertiplediğini, örgütün bu amaçla yaptığı faaliyetlere ilişkin bir belgenin ellerine geçtiğini belirtmiştir 144. 

Benzer bir iddia da örgütün eski Merkez Komite üyelerinden Baki Karer tarafından gündeme getirilerek, Öcalan ve ekibinin derin ilişkileri ortaya konmuştur. Karer açıklamasında; “…1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”ya hayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan 
Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K. Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer Radikal Dinci gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları İslamcı olarak nitelenen kesim PKK’nin kucağından alınıp İran’a devredilmiş tir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İran’la ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği 
elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir…145” ifadelerini kullanmıştır. 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 6

ALMANYA’NIN KÜRT POLİTİKALARI VE TERÖRDEN SİYASİLEŞMEYE PKK İSYANI BÖLÜM 6


PKK Birinci Konferansı (1981) ve İkinci Kongre (1982) çalışmaları da yapılarak ülkeye daha esaslı ve kalıcı yönelmeye çalışıldı. 

1982 Israil-Filistin savaşı bu süreci daha da hızlandırdı. Aslında İran Devrimi'yle oldukça elverişli koşullar yaşayan Doğu ve Güney Kürdistan'da üslenme ve çalışma yürütmenin daha uygun olacağı ortaya çıkmıştı…113” ifadeleri de onun İran’a bakışını ortaya koymaktadır. 

Örgüt, İran devletinin bu dönem 20 kadar kampın açılmasına izin vermesinin akabinde yeniden toparlanmaya başlamıştır. İran alanının örgüte açılmasından sonra Avrupa’da kandırılan çok sayıda yeni katılım 
militan Almanya üzerinden uçakla Tahran’a veya Avrupa’dan Ermenistan’a oradan da İran’a, İran’dan da örgütün kamplarına aktarılmıştır. Bu yolla binlerce kişinin kırsala gönderildiği bilinmektedir. 

PKK örgüt militanı Hacer T.’nin ifadesinde; “…1998 yılı Mayıs ayında Ben, ŞEYHMUS KOD, BÜRÜKS ve HEMDEN KOD isimli örgüt mensupları ile birlikte DENİZ KOD'un refakatinde Atina hava limanına geldik. Burada 
DENİZ KOD bizlere üzerinde kendi fotoğrafım yapışık olan ancak kimin adına tanzim edildiğini bilmediğim sahte pasaportları bizlere verdi. Bu pasaportlarla uçağa binerek İran'ın Tahran şehrine gitmek üzere hareket ettik. Uçak başka bir yerde aktarma yaptı. Burada bana Yunanistan'da temin edilen siyah renkli çarşaflan burada üzerimdeki elbiselerin üzerine 
giydim. Daha sonra da Tahran'a indik. Oradan da örgütün kamplarına gönderildik…”şeklindeki beyanları PKK’ya İran üzerinden elaman aktarımının kolaylığını göstermiştir. 

Öcalan ve örgütü PKK, Marksist-Leninist-Sosyalist olmasına karşın İran ile yakınlaşmasının akabinde dini referans alan yeni grupları oluşturmaya başlamıştır. Bu kapsamda HİK (Kürdistan İmamlar Birliği) adıyla 
bir yapı daha oluşturarak, başına Abdurrahman Dürre’yi getirmiştir. Abdurrahman Dürre kitleye Molla olarak tanıtılmış olmasına rağmen, Dürre’nin dinle alakası olmayan biri olduğu daha sonra açığa çıkmıştır. 

PKK/HİK’in oluşumunda İran ve Alman istihbarat birimlerinin katkısı gözden kaçırılmamalıdır. HİK, Sünni inanışın temel prensiplerini bozmak, dindar olan Kürt halkının inanç sistemiyle oynamak, bölge halkını içi boşaltılmış ve çarpıtılmış dini bidatlarla oyalamak için kurgulanan bir yapıdır. Bu yapı genelde de başarılı olmuş, PKK ve siyasi uzantısı olan Türkiye’de partileri etkilemiştir. 

Bu yapı aracılığı ile geneli inançlı olan bölge halkının PKK’ya yaklaşması sağlanacaktır. Abdurrahman Dürre yıllarca Almanya merkezli olarak PKK’ya hizmet etmiş ve birçok kişiyi ikna ederek kırsala göndermiş, bunlardan etkilenen oğlu da kırsala çıkmıştır. Örgütün silahlı güçlerine katılan Berzan Dürre, kırsalda yaşanan hadiselere şahit olduktan sonra PKK’nın ve Öcalan’ın ajan olduğunu, derin güçlere hizmet ettiğini ifade etmiştir. 
Berzan Dürre’nin bu ifadeleri onun sonunu hazırlamış ve tasfiyeci olduğu gerekçesiyle infaz edilmiştir. 

 1989 yılına gelindiğinde örgüt İran kamplarında eğitim gören militanlarının bir bölümünü Botan eyaleti olarak adlandırılan Cizre, Silopi, Nusaybin ve Şırnak çevresine göndermeye başlamıştır. 3. kongrede kararlaştırılan şekliyle sözde militan sayısının 50 bin rakamına ulaştırılması için çıkarılan “Zorunlu Askerlik Kanunu” nun ana uygulayıcıları da bahse konu kamplarda eğitim gören kadrolar olmuştur. 

Bu yılla birlikte silahlı militan güçler, gerilla düzeninden ordu düzenine geçmek suretiyle, 150-200 kişilik gruplar halinde saldırılar yapmaya başlamıştır. Durum böyle olunca da Türk güvenlik güçlerinin verdikleri kayıp miktarı önemli ölçüde artmıştır. 

 1990 yılı ile birlikte alınan kararlarda, “Genel Ayaklanma” başlatma, “Kürdistan Ulusal Meclisini”ni toplama ve “Savaş Hükümeti” ilan etme hedefleri ortaya konmuştur. 

Örgütün 1990 yılı hazırlıkları ve planları Kuzey Irak ve İran’da yapılmıştır. Planlamalarda önemli hedeflerinden birisi de “Koruculuk Sisteminin” ortadan kaldırılması olarak ifade edilmiş ve “Kürdistan’da Zorun Rolü” anlayışıyla doğrultuda askeri güçler ile koruculara yönelik pusular atılmıştır. 1990 dönemiyle, bölgede ulaşımı engellemek ve kentler arası karayollarını kullanılamaz hale getirmek doğrultusunda alınan kararlar nedeniyle; karayolları ve demiryolları mayınlanmış, pusular kurulmuş ve ikinci derecedeki yollar kullanılmaz hale getirilmeye çalışılmış, önemli ekonomik tesisler hedef alınmış, okulların kapatılmasına çalışılmış, öğretmenler öldürülmüştür. 1987-1990 arasında toplam 21 öğretmen öldürülmüş, yüzlerce okulda yakılarak kullanılmaz hale getirilmiştir. 

 Örgütün bu faaliyetlerine rağmen III. Kongrede karar altına aldığı “Botan Eyaletinin Fethi” hedefi gerçekleştirilememiştir. “Bir Parça Özgür Vatan” sloganıyla yapılan çalışmalarda istenilen hedeflere ulaşılamadığından yeni kararlar alınması ve yeni düzenlemeler yapılması gündeme gelmiştir. 

 Bu çerçevede 04-13 Mayıs 1990 tarihinde, Lübnan’da, II. Ulusal Konferans adı altında bir toplantı yapmıştır. Bu Konferansta Örgütün 90’lı yılların başlamasıyla birlikte izleyeceği siyasi, askeri ve ekonomik hedefler saptanmış, PKK’ya yönelen tüm güçlerin ve tasfiyecilerin ağır bir biçimde cezalandırılması gerektiği belirtilmiş ve ARGK’den, şiddeti “Düşmanın Geri Üssü”, “Cephe Gerisi” olarak nitelenen metropollere ve batı illerine kaydırması, Güvelik güçlerine yönelik eylemlerle TSK’nin kırsaldan şehir merkezlerine çekilmesi ile ekonomik hedeflerin vurulması istenmiştir. 

 Ayrıca alınan kararlara göre yeni dönem çalışmalarının istenildiği gibi işletilebilmesi için Suriye, Lübnan, Yunanistan, Almanya, GKRK, Irak ve İran’dan azami ölçüde desteğin alınması, vergilendirme gelirlerinin 
arttırılması ve örgüte katılımın hızlandırılması, sınır boylarında vergilendir me yapılması gerektiği ve 4. Kongre hazırlıklarına başlanması ifade edilmiştir. 

 PKK’nın 4. Kongresi 26-31 Aralık 1990 tarihinde yapılmıştır. Kongrede halkın ve korucuların tekrar kazanılması, bu amaçla 31 Aralığa kadar bir af kanunun çıkarılması, örgütü zor duruma sokan çocuk kaçırmalara 
son verilmesi, 18 yaşından küçüklerin örgüte alınmaması, metropollerdeki legal kurumlaşmaya ve basın-yayın faaliyetlerine hız verilmesi, köy, ilçe ve şehirlerdeki halkın güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirilerek, güvenlik 
güçlerinin halka saldırmasının sağlanması, akabinde bölge halkının örgütlendirilmesinden sonra sehildana (ayaklanma) geçilmesi ve 1991-1992 yıllarında güçle silahlı baskınların gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştır114. 

 Zorla askerlik yasası adıyla çocukların kaçırılarak dağa çıkarılması örgüt ve bölge halkını karşı karşıya getirmiş olsa da aslında bu uygulama örgüte önemli bir kazanç sağlamıştır. Kaçırılan birçok aşiret reisi, çocuğunu 
alabilmek için PKK’ya destek vermek zorunda kalmış, kaçırılmış olsa bile kırsalda ölen birçok çocuğun ailesi çocuklarının hatıraları nedeniyle örgütün istismarına açık hale gelmiştir. Bunu gözlemleyen örgüt yöneticileri ise 
özellikle kaçırılarak kırsala götürülen gençleri zamanla iç infazla öldürtüp, ailelerine ise; “çocuklarınız T.C. ile savaşırken şehit oldu, o büyük bir devrimciydi” söylemlerini kullanıp, devlet ve aileler arasına onarılmaz yıkımlar oluşturmuşlardır. 

 Bu kongrede en önemli karar serhildan eylemlere geçilmesi olmuştur. Örgüt önceki yıllarda dağlarda kurtarılmış alanlar oluşturmak istemiş, fakat başarılı olamamış, aktif silahlı mücadelede daima kaybeden taraf olmuş ve neticesinde vur kaç taktiği ile uygulanan saldırı tarzı yanında şehirdeki siyasal eylemler ve halka yönelik bombalı saldırıların daha kazanç getirdiği kanaatine varılmıştır. 

Körfez Savaşı Ve Çekiç Gücün Konumlandırılması 

İran-Irak Savaşı'nın 1988'de sona ermesinden sonra Saddam rejimi Kuveyt'in savaş yılları boyunca kendisine ait petrolü çaldığını, üretimi yüksek tutarak, petrol fiyatlarının düşmesine neden olduğunu ve böylece 
Irak'ı zarara uğrattığını ileri sürerek, bu ülkeye 50-80 milyar Doları civarında tahmin edilen borcunun silinmesini istemiştir. 

Irak hükümetinin bu isteğinin kabul edilmemesinin akabinde 1990 yılının yaz aylarında Irak ve Kuveyt devletleri arasında dünya dengelerini sarsacak olaylar baş göstermiştir. 

Ortaya çıkan gerginlik sonrasında Irak ordusu Kuveyt sınırına asker sevkiyatı yaparak, işgal harekâtına gireceğinin ilk sinyallerini vermiştir. Saddam Hüseyin işgali meşrulaştırmak için 25 Temmuz 1990'da 
ABD'nin Bağdat Büyükelçisi April Glaspie bir görüşme gerçekleştirmiş ve görüşmede Kuveyt’e girileceği ifade edilmiştir. Glaspie görüşmede; "Bu, Arapların kendi aralarındaki bir sorun. ABD'yi ilgilendirmez"115 ifadelerini 
kullanarak olaylarda ülkesinin tarafsız kalacağı imasında bulunmuştur. 

Uluslararası ilişkiler uzmanları Irak liderinin Kuveyt'e karşı giriştiği saldırı ve işgal hareketinin açık hedefinin aslında bu ülkenin zengin petrol rezervlerini ele geçirmek ve bu yöntemle sekiz yılı bulan savaşın acı tahribatlarını ortadan kaldırmak olduğunu belirtmişlerdir. Saddam Hüseyin Amerikalılarla yapılan görüşmeden sonra işgal konusunda daha da cesaretlenmiş ve 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgali gerçekleşmiştir. 

İşgal uluslararası camiada tepki ile karşılanmıştır. Saddam Hüseyin yönetimi, uluslararası tüm çağrılara rağmen ısrarlı bir tutumla Kuveyt'teki kuvvetlerini çekmeyi reddetmiş ve 8 Ağustos 1990'da Kuveyt'i Irak'ın 19. 
ili olarak ilhak ettiğini açıklamıştır. 

Kuveyt'in işgaliyle birlikte Irak, dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 20'sini ele geçirmiştir. Durum böyle olunca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 3 Ağustos'ta Irak'a Kuveyt'ten çekilme çağrısında bulunmuş ve 6 Ağustos'ta da uluslararası düzeyde Irak'la ticareti yasaklayan bir karar almıştır. 

Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 29 Kasım 1990'da Irak'ın 15 Ocak 1991'e değin Kuveyt'ten çekilmemesi halinde kuvvete başvurulmasını öngören bir karar almıştır. 

Kuveyt'in işgalinden sonra, Batı ülkelerinin gizli servisleri dezenformasyona başlayarak, BM’lerin Irak’a müdahalesi için psikolojik alt zemin oluşturma başlamışlardır. Savaşın psikolojik alt yapısının hazırlanmasında CIA ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Hür Irak’ın Sesi radyosunun önemli desteği olmuştur. Bu dönemde Amerikalılar Kuzey Irak’ta bu radyo kanalına ayarlı on binlerce transistörlü radyo dağıtarak halkı bu yönde ajite etmiştir. 

Yayılan haberlerde; Irak’ın, Suudi Arabistan için de potansiyel bir tehdit olmaya başladığı; Irak'ın Suudi Arabistan'a da girmesi halinde, dünya petrol rezervlerinin yarıya yakınının Saddam’ın eline geçeceği ifade edilerek, dünya kamuoyu yönlendirilmeye başlanmıştır. 

Hür Radyo’dan sonra Amerika’nın Sesi Radyosu 25 Nisan 1991 tarihinden itibaren Kürtçe yayınlara başlamış, 1992 nevruzundan sonra ise yapılan yayınlarda PKK’dan terör örgütü değil de, ayrılıkçı hareket olarak bahsedil meye başlanmıştır. 

ABD, NATO’daki Avrupalı müttefiklerini olası bir saldırı ihtimali dolayısıyla Suudi Arabistan'a asker sevk etmeye yöneltmiştir. Mısır ve öteki bazı Arap ülkeleri de Irak karşıtı koalisyona katılmış ve bölgeye kuvvet göndererek Batılı güçlerin askeri yığınağa katkıda bulunmuşlardır. Ocak 1991'e gelindiğinde Saddam'a karşı oluşturulan koalisyonun bölgedeki askeri gücü 700 bine ulaşmıştır. Koalisyonda ABD 540 bin askerle bu gücün en önemli unsuru olurken, Birleşik Krallık, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye gibi ülkeler daha küçük askeri güç bulundurmuşlardır. 

Irak güçlerinin Kuveyt’ten çekilmemesinin akabinde Çöl Fırtınası (İngilizce: Desert Storm) adı verilen kara harekâtının yapılması gündeme getirilmiştir. Savaş, ABD öncülüğünde 16-17 Ocak 1991günü gece yarısı geniş çaplı 
hava harekâtıyla başlamıştır. Şubat ortalarında başlayan kara harekâtı 27 Şubat'ta sonlandırılmıştır. ABD başkanı George Bush 28 Şubat'ta ateşkes ilan ettiğinde, Irak direnişi bütünüyle kırılmıştır. 

Savaş müttefik güçlerin lehine sonuçlandığından, ateşkes görüşmeleri, Körfez Savaşı'na katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askeri heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Irak sınırının 5 km kuzeyindeki 
Safven kasabası yakınında bir Irak hava üssündeki çadırda yapılmıştır. Görüşmeleri Koalisyon Kuvvetleri komutanı ABD'li General Norman Schwarzkopf, İngiliz komutan Sir Peter De La Billiere ve Fransız General 
Michel Roquejeoffre ile Iraklı Generaller Sultan Haşim Ahmet ve Irak'ın Kuveyt işgalinde 3. Alay komutanı olan Salih Abbud Mahmut yürütmüştür. 

Savaş sonrasında Irak güçleri BM Güvenlik Konseyi'nin 686 numaralı kararı doğrultusunda Kuveyt’ten tamamen çekilmiş ve tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır. Savaşın hemen akabinde ABD güçleri Kuzey Irak’ı içine alan 36. Paralel üzerinde uçuşa yasak bölge ilan ederek, Kuzey Irak’ın fiili olarak federal yapıya kavuşmasını için planlamalar devreye sokulmuştur. 

ABD’nin bölgede yaptığı faaliyetlerin amaçlarından birinin de Irak petrol rezervlerini ele geçirmek olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Amerikalılar bu planlamanın gerçekleşmesi için bölgede istikrarsız bir ortam meydana getirilmesinin gerektiğini gördüklerinden, Irak’ın üç ana unsurlarından Kürt, Sünni Arap ve Şii Arapların bir birleriyle mücadele etmesi ve bu güçlerin aynı zamanda Saddam rejimi ile de çatışması gerektiğini görmüşlerdir. 
Buna göre tüm etnik ve dinin unsurlar Saddam rejimi ile mücadele ederken, aynı zamanda bir birleriyle de çekişme ve çatışma yaşamalıdır. 

Amerikalılar bu çerçevede her kesimle ayrı ayrı görüşülerek, ayrılıkçı faaliyetlerin hızlandırılması için destek sunacakları ifade edilmiştir. Yine bölgede istihbarı ve askeri faaliyetlerin yanında basın yayın faaliyetlerine de hız verilerek, planlı propaganda çalışmaları da devam ettirilmiştir. Bu amaçla tanınan birçok yazar ve düşünüre makaleler yazdırılarak, yönlendirme yapılmıştır. 

Bu isimlerden Graham Fuller konu ile ilgili olarak hazırladığı raporunda, Kuzey Irak için oluşturulan Çekiç Güç’ün Kürtler için tarihlerindeki en önemli fırsatı yarattığını ve bu sayede fiili özerk bölgenin kurulduğunu, Saddam’ın iktidarda kalmasının Kuzey Irak’ta fiili Kürt devletinin kurulmasına zemin hazırlayacağını ve bunun Türkiye’ye olumsuz etkilerinin olacağını belirtmiştir. 

Fuller makalesinde ayrıca; “Körfez savaşı öncesi statükoya artık dönülemez. Türkiye en azından Kürtlere geniş bir muhtariyet veren bir çeşit sisteme geçmelidir… PKK, ahlaki olmayan bir gerilla savaşı sürdürüyor olsa bile terör örgütü değildir. PKK bugün Türkiye Kürtleri adına konuşan tek ciddi siyasi harekettir… Türkiye eğer Avrupa ekonomik topluluğuna girmek istiyorsa insan haklarını Avrupa standartlarına çıkarmak zorundadır…116” ifadelerine yer vermiştir. 

Savaş sonrasında ABD’nin Irak’ı tamamen etkisizleştirme fırsatı olmasına rağmen, bu yönde bir politika izlenmemiş, böylece Saddam’ın Kürt ve Şiilere karşı şiddet kullanmasına göz yumulmuştur. Savaşın hemen 
sonrasında Saddam güçleri Kürtlerden intikam alma adına bir çok yerde saldırılara girişmiş, ABD’nin de olaylara seyirci kalmasının akabinde 1,5 milyon kişi katliam yapacağı endişesiyle Türkiye sınırına doğru göç etmeye 
başlamıştır. 

Mevcut durum ABD tarafından fırsata dönüştürülerek bölgeye Çekiç Güç konuşlandırılmıştır. Çekiç Güç bölgede kalacağı uzun yıllar boyunca daha sonra gerçekleşecek Irak işgali için zemin hazırlamış ve Türkiye’nin 
terörle mücadelesini olumsuz etkileyecek çalışmalar organize edilmiştir. 

ABD’nin Irak’a girmesi ile ilgili hazırlıkların yapıldığı dönemde, Irak’a müdahale ile birlikte Türkiye’nin muhtemel tavrı üzerine de bir takım tahminler yapılmıştır. 

Cengiz Çandar kriz sonrasında Pentagon’da bazı çevrelerin “Türkiye’nin Musul’da 1920’den doğan bazı hakları vardır” dediğini, buna karşılı ABD Dışişleri Bakanlığının “Arap dünyasını karşımıza alamayız “ şeklinde görüş 
bildirdiğini söylemektedir117. Michael Foucher ise Irak’ın parçalanması halinde Türkiye’nin kuzeyi (Kerkük) işgal etmekten çekinmeyeceğini iddia etmiştir118. Antony Hayman ise ABD Kongresi için hazırladığı raporda, İran 
karşısında Irak ordusunun savaşı kaybetmesi halinde Türkiye’nin Irak’a girmesini Amerika’nın onayladığını ifade etmiştir. 

Türkiye’nin kendi ülke bütünlüğünü koruması açısından her zaman Irak üzerinde söz hakkı olmuştur. Bu haklar 1926 yılında imzalanan sınır anlaşması ile garanti altına alınmış olup, buna göre iki ülke, ülkelerine yönelik faaliyetlere izin vermeyeceklerdir. Türkiye ayrıca 1983 yılında kuzey Irak’a gerçekleştirdiği harekât sonrasında, Irak devletiyle 28 Kasım 1984 yılında ikinci bir güvenlik protokolü imzalamıştır. 

ABD’nin Irak’a müdahalesi sonrasında ilk ayaklanma Ranya’da 6 Mart 1991 de meydana gelmiş, akabinde ise Erbil, Süleymaniye ve Duhok Kürtlerin eline geçmiştir. 14 Martta ise Kerkük’e yönelen Kürt gruplar burada da kontrolü ele geçirmişlerdir. Kürtler savaş sonrası Irak yönetiminden bazı kentleri alsalar da sonrasında Saddam güçleri bu hareketi şiddet kullanarak bastırma yoluna gitmiştir. Irak askerlerinin bu saldırılarında çok sayıda Kürt hayatını kaybetmiştir. Bu durum bizzat Senato Dış ilişkiler başdanışmanı Peter Galbraith tarafından eleştirilerek Kürtlerin ölüme terk edildiği ifade edilmiştir119. 

Mültecilerin Türkiye sınırına gelmesinden sonra BM tarafından bu kişilerin korunması amacıyla bir takım kararlar alınmış ve birçok Avrupalı NGO bölgeye yardım getirmeye başlamıştır. Dış İşleri Bakanlığına Ekim 

1992 de sunulan rapora göre, o dönemde Kuzey Irakta faaliyet gösteren NGO’ların sayısı 47’dir120. Fakat ilerleyen zaman bu yardımların masum bir destek olmadığını göstermiştir. Bu yönlü faaliyetlerin araştırılması sonrasında bölgede görev alan 22 NGO’dan 21’nin kilise teşkilatı, birinin ise İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu adına faaliyet gösteren bir kurum olduğu ortaya çıkmıştır. 

TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu konu ile ilgili olarak yaptığı çalışma sonunda hazırladığı raporda; bu NGO’ların doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’ye karşı yürütülen terörist faaliyetlerin desteklediğini 
ortaya çıkarmıştır121. 

Bu noktadan geçmişe bakıldığında ise Irak’ın Kuveyt’e girerek kendine göre bir takım kazançlar elde etme amacı olduğu, bu amaçla bir takım faaliyetler yaptığı, neticede ise kaybeden taraf olduğu muhakkaktır. Türkiye ise bu savaşta Batılı güçlerin yanında yer almış ve her türlü desteği vermiş olmasına rağmen yine kaybeden taraf olmuştur. 

Kaybeden taraf olarak Türk devleti, Kürtlerin Türkiye sınırına ve iç kesimleri ne göçüyle birlikte, sınır güvenliğinin yeniden ele alınmasını ve meydana gelen boşluğun PKK tarafından kullanılmasının önüne geçmek için bir takım tedbirler almak zorunda kalmıştır. Bu amaçla da 1991 yılında Kuzey Irak’ taki PKK kamplarına askeri operasyon yapılmış ve örgütün saldırıların önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu askeri operasyon olumsuzlukları daha 
da derinleştirmiş, ülkemiz uluslararası camiada yalnızlaştırılmıştır. 

Batılı güçlerin desteği ile Kuzey Irak’ta meydana getirilen kısmi özerk ortamda Çekiç Gücün koruması altında, 19 Mayıs 1992 de seçimler yapılmıştır. KYB ve KDP bu seçimler sonrası bölgenin liderliğe taşınırken, 
Türkiye’ye yakınlığı ile bilinen ve Mart 1991’deki Erbil ayaklanmasını başlatan Ömer Hıdır Surçi liderliğindeki 65 aşiret seçimlerde saf dışı bırakılmıştır. Türkiye ve politikalarının dışlandığı seçim sonrasında, fiili olarak ABD ve İsrail’e bağlı federal Kürdistan kurulmuştur. 

Irak’ın Kuveyt’e saldırdığı yıllarda dönemin Başbakanı Turgut Özal Irak’ın statüsünün değişmesinin ardından meydana gelen boşluk ve artan terör hadiselerinin sonlandırılması için Kuzey Irak’a askeri bir operasyonu 
gündeme getirmiştir. Özal Ortadoğu’daki bu gelişmelerin Türkiye’nin aleyhine olacağını değerlendirerek, geçicide olsa Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin var olması, en azından Kuzey Irak sınırında bir tampon bölge oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir. 

Körfez krizinde aktif politika izlemek isteyen Özal, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ile karşı karşıya kalmıştır. Özal'ın tutumuna tepki gösteren Dışişleri Bakanı Ali Bozer 11 Ekim 1990, Milli Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay 3 Aralık 1990 görevlerinden istifaetmişlerdir. Ayrıca Özal'ın uygulamak istediği aktif siyaset muhalefet tarafından sert biçimde eleştirilmiş, böylece 
devlet olarak kullanabileceğimiz tüm hamleler iç muhalefet nedeni ile yitirilmiştir. 

Sayın Özal’ın en azından sınırın Irak tarafında tampon bölge oluşturma gayreti ise müdahaleci güçlerce olumsuz karşılanmıştır. ABD tampon alanın Irak’ta değil Türkiye’de olmasında ısrar etmiş ve Türk tezlerini görmemezlik ten gelmiştir 122. 

ABD bu kriz sırasında Ankara'dan; Türkiye’deki üslerin Irak'a yönelik hava harekâtlarında kullandırılması ve böylece Saddam'ın Kuveyt cephesindeki asker sayısını azaltması için Türkiye'nin Irak sınırına asker kaydırması konularında yardım istemiştir. Özal'ın Suudi Arabistan'da toplanan koalisyon kuvvetlerine birlik gönderme ısrarı da dönemin askeri yetkililerince kabul görmemiştir. 

Türkiye her şeye rağmen 180,000 kadar askeri Irak sınırına kaydırarak, Irak'ın kuzeyde 8 tümen tutmasını sağlamış ve kara savaşında koalisyon güçleri üzerindeki yükü hafifletmiştir. 

Türkiye 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyarak, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmıştır. Körfez Savaşı'na fiili olarak katılmayan Türkiye, Ambargoya katılmak zorunda kalmış ve İncirlik 
Hava Üssü'ndeki Amerikan uçaklarının kullanılmasına müsaade etmiştir. 

Daha sonra gelişen olaylar ise Özal haklılığını ortaya çıkarırken, artık yapacak bir şeyin kalmaması da siyasetteki derin güçlerin varlığını ortaya koymuştur. Irak’ın işgalinde Türkiye maddi ve askeri olarak büyük kayıplar yaşarken, Türkiye’nin pasif siyaseti sonrasında İsrail işgalin en karlı çıkan tarafı olmuştur. 

Yaşanan direnç nedeniyle Özal'ın Musul ve Kerkük'le federasyona gidilmesi, bölgedeki Arap ülkeleriyle geliştirilecek ekonomik ve ticari ilişkiler ile bu ülkelerin potansiyel pazar olarak kullanılası planları ne yazık ki neticelenmemiştir. 

Bu başarısızlıkta dönemin askeri komuta kademesinin direnç göstererek, hükümetin karalarını uygulamaması daha sonra yaşanacak tüm olumsuzlukların da nedeni olmuştur. 

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***