15 Mart 2012 Perşembe

AKP’nin Suriye muhalefetiyle Kürt karşıtı anlaşması - İdalimForum.Com


AKP’nin Suriye muhalefetiyle Kürt karşıtı anlaşması




Mahmud El FAKİH*
Lübnanlı yazar Mahmud el Fakih, AKP’nin Suriye Ulusal Konseyi lideri Burhan Galyun’la, her iki ülkedeki Kürtleri hedef alan bir anlaşma yaptığını yazdı. Faqih’in aşağıdaki yazısında anlaşma maddeleri detaylarıyla anlatılıyor:
Yurt dışında yaşayan Suriyeli muhalif lider Burhan bin Galyun, sırf kendi koltuğu için

Suriye’nin yıkımına, aynı zamanda Siyonistlerin ve Türklerin işgal emellerine hizmet ediyor.

Irak işgalinden sonra Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye için bir koridor haline geldi ve uluslararası toplumun komplocu bir tuzağa gelmesinden sonra Türkiye’nin bu koridoru işgal umutları vardı.
Utanmaz Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, Irak sınırını kendine serbest geçiş kapısı kıldı. Recep Paşa rahatça girip çıkacak. Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından sonra Türkiye’nin Kuzay Irak’ı işgal projesine zemin hazırlayan ABD-Irak basını ve özellikle El Cezire, hızla Suriye bölgesine Türkiye’nin müdahalesini hazırladılar.
ABD’nin, bölgede Türkiye’nin varlığını hissetmek ve genişletmek için “Modern İslam” projesini devreye soktuğu açıktır. Bu projeyi Arap dünyasına ancak Suriye kapısından sokmak mümkündür, zira Türkiye buna çok heveslidir ve en yumuşak koridor, Türkiye- Suriye sınırlarıdır.
Senaryoya göre Suriye ve Lübnan’ın düşmesi için esas konu, Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi ile Tunus’ta Yeniden Doğuş Partisi, Libya ve Mısırda “İhvan”, Filistin’in Hamas’ı, Osmanlı Hilali ile tamamlanacaktır.
Bu durumda Kürtlerin fazla ayrıcalıklı konumda olacağını söyleyen Erdoğan hükümeti, Suriye Ulusal Konseyi adına bin Galyun ile Kürtler konusunda bir anlaşma yapar. 20 Eylül tarihli 6 maddelik Ulusal Konsey bildirisinde yer alan anlaşma maddeleri şöyle:


1- Yeni kurulacak Suriye Hükümeti, Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) herhangi bir amaç için

Suriye topraklarında faaliyet göstermesine izin vermeyecek. Türkiye-Suriye arasında 1998

yılında imzalanan “Adana Antlaşması”nın (Türkiye’nin istikrarını bozan hiçbir faaliyete

izin verilmeyecek) gereğini, Baas rejiminden sonraki yeni hükümet devam ettirecek.
2- Suriye’de yeni kurulacak Hükümet, yeni Anayasa’da Kürtleri tanımayacak.
3- Ayrıca muhalefetteki Demokratik Birlik Partisi de dahil olmak üzere Kürt partilerinin rolünü zayıflatmak için ne gerekirse yapılacak.
4- Türkiye Devleti, Suriyesınırları içerisindeki Kürt bölgesinde“terörizme” karşı Suriye

hükümetine yardım elini uzatmaya muktedir.
5- Suriye’de kurulacak yeni Hükümet, Türkiye’nin Kürt hareketine her türlü kamuoyu oluşturma çabasının yanında olacaktır.
6- Gerekirse Suriye sınırları içerisinde teröristleri izlemek için Türkiye makamlarına izin verilmelidir.


Galyun’un niye TÜRK Jandarmasına teslim olduğu belli oluyor…
Ve aynı zamanda birlikte muhalefet ettiği Kürt Demokrat Birlik Partisine de bir meydan okumadır. Suriye Ulusal Konseyi, İstanbul toplantısında, Kürt Özgürlük Hareketini de, Kürt muhalif lider Mişel Temo’nun suikast meselesini de bir saçmalık olarak görmektedir.
Türkiye’de Kürtlerin sokak muhalefetini engellemek, Suriye’de Kürtleri tamamen etkisiz kılmak

için sağlama bağlanan bu 6 maddelik anlaşma, emellerini gerçekleştirmek için Türkiye’yi

sabırsız kılıyor. Birincisi barındırılan “Özgür Suriye Ordusu” desteği ile tampon bölge oluşturup kontrol altına almak, ikincisi Lübnan’daki İsrail işgaline karşı sözde bir Güney Lübnan Ordusu kurmak (Lübnan’da bir tampon bölge).
Ancak bu proje toz olup, Türkiye-Suriye topraklarına savrulmuştur. Suriye halkı, komplonun

boyutunu iyi kavramıştır. Irak işgalindeki gibi bir oyuna izin verecek gibi değildir. Proje

veya yenilik adı altında sunulan hamleyi direnç, nefret ve öfke ile karşılamış, boşa çıkarmıştır.
Suriye toplumu bu saydığımız maddeler karşısında nasıl bomba yağdırılacağını biliyor.

Kürtlere dönük saldırıların bu denli arttırılmasını sebebini şimdi anlıyor gibiyiz. Zira

önceden Galyun’un Alman basınına (Deusche Welle) verdiği röportajında Kürtlere karşı bu

hesapların olacağının sinyalini vermişti. Ancak Suriye halkları tüm bileşenleri ile bu oyuna karşı birlik olmuş, aylarca oyunu boşa çıkartmıştır.
5 Ocak 2012

* Mahmut El Fakih Lübnanlı Siyaset Analizci-Yazar [Arabs.com’daki Arapça orijinalinden

Hamide Yiğit tarafından 5deniz.net (Sendika.Org) için çevrilmiştir] Sendika.Org



AKP’nin Suriye muhalefetiyle Kürt karşıtı anlaşması - İdalimForum.Com

28 Ocak 2012 Cumartesi

ANADİLDE ÖĞRETİM BÖLER

ANADİLDE ÖĞRETİM BÖLER


 SERDAR ANT


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Van’da konuştu:


“Anadilde öğretime sıcak bakıyoruz, anadilde eğitimin bugün için çözülebilecek bir sorun olduğuna inanmıyoruz. Herkesin kendi anadilini öğrenmesi bir insanlık hakkıdır, onu teslim ediyoruz. Ama biz asimilayona karşıyız. Entegrasyondan yanayız. Temel hak ve özgürlükleri genişletmek bizim hedefimizdir.”

CHP’nin “tarikatlara saygılı” olduğunu açıklamasından, AKP’nin ekonomi politikalarını başarılı bulup “kişi başına gelirin ve zenginliğin arttığını” ilan etmesinden, hatta kimi CHP’lilerin Fetullah Gülen’i “bilge” olarak görmesinden sonra, şimdi de anadilde öğretime sıcak baktıklarının duyurulması aslında şaşırtıcı değil. Seçim yaklaştıkça CHP’lilerden daha da “çarpıcı” vaatler gelecek gibi görünüyor. CHP Genel Başkanı, partinin halkla bütünleşmesi adına her kesime mavi boncuk dağıtan bir politik tutum içinde olmanın, ilkesizlik şeklinde anlaşılabileceğinin farkında mı bilmiyorum, ama anadilde öğretim gibi bir konunun seçim kampanyalarına malzeme yapılmasının uzun vadede telafisi zor sonuçlar doğuracağının ayırdında olması gerekir. Anadilde öğretimi sadece zamanlama açısından uygun bulmamak ya bu konuya sığ bir anlayışla yaklaşıldığının göstergesidir ya da asıl niyeti saklama çabasıdır.


Örneğin CHP Genel Başkanı Van’da anadili öğrenme ve kullanma üzerine konuşurken “asimilasyona karşıyız” diyor. Peki, asimilasyon mu var ki, bu tür bir açıklamada bulunma ihtiyacı hissediliyor? Bugün Anadolu’da yaşayan herkes, zaten kendi ana dilini öğrenebiliyor ve kullanıyor. Üstelik böyle bir yasaklama da mümkün değil zaten. Dahası bugün Türkçe dışındaki çeşitli dillerde kitaplar da yayınlanıyor, filmler de çekiliyor, müzik de yapılıyor, televizyon ve radyo yayınları da var. Bu konuda da bir engelleme yok.
Peki, anadilde öğretim? Öncelikle vurgulanmalıdır ki anadilde öğretim bugün bir siyasi taleptir. Ana dilde öğretim son 30 yıldır Anadolu’yu kana bulayan ayrılıkçı Kürtçü hareketin ve onun yasal uzantılarının bir talebidir. Ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin, özerklik ve federasyon yoluyla bağımsızlığa ulaşma stratejisini geçerli kılma yolunda, bugün için elde etmeyi amaçladığı taktik kazanımlardan biridir. Hangi iyi niyetle savunulup, hangi saflıkla meşru gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, sonuçta hizmet edeceği amaç, ülkenin bölünmesi olacaktır.
Ne var ki, işin bu siyasal boyutunu şimdilik bir yana bırakalım ve biz de anadilde öğretime bir an için CHP Genel Başkanı gibi sıcak bakalım. Peki, anadilde öğretim gerçekten uygulanabilir mi? Kılıçdaroğlu’nun iddia ettiği gibi entegrasyonu sağlar mı? Yoksa tam tersi bir duruma mı yol açar? Yakın geçmişin ve günümüzün siyasal çatışmalarının yarattığı önyargıları bir yana bırakarak, eğer anadilde öğretim geçerli olursa nelerle karşılaşılabileceği konusunda tarafsız bir şekilde düşünmeye çalışalım.

Diyelim ki, bugünden tezi yok, artık Kürtler Kürtçe öğretim görsün, Lazlar Lazca, Araplar Arapça, Çerkezler Çerkezce, Boşnaklar Boşnakça, Gürcüler Gürcüce, Rumlar Rumca, Ermeniler Ermenice ve eğer bir sakıncası yoksa(!) Türkler de Türkçe öğretim görsün. Madem artık "demokratikleşiyoruz", madem amacımız “özgürlük”, madem hak eşitliği var, o zaman sadece Kürtler değil, herkes kendi dilinde öğretim görecek. Bu noktada anlaştık mı?
Bir an için, böyle bir uygulamanın Türkiye’nin bütünlüğü, ulusun birliği için hiçbir tehlike yaratmayacağını da varsayalım. İddia edildiği gibi, herkesin anadilinde öğretim görmesinin serbest olması sonucu ülkemiz parçalanmayacak, öyle Kürdistan, Lazistan, Çerkezistan vb. kurulmayacaktır! Zaten anadilde öğretim isteyenlere sorduğumuzda sürekli "biz bu ülkenin bölünmesini istemiyoruz, birlik istiyoruz" demiyorlar mı? Bir an için buna da inanalım! Temel koşulumuz, ülkemizin bölünmemesi… Bu noktada da anlaştık.

Peki, ne oldu şimdi? İnsanlar, anadilde veya değil, neden eğitiliyorlar, neden bir öğrenim görüyorlar? Nedir eğitimin ve öğretimin amacı? Eğitim ve öğretim her şeyden önce sosyalleşmeyi sağlamak, toplumsal uyumu gerçekleştirmek, kuşaklar arasında bilgi ve deneyim birikiminin aktarılmasını mümkün kılarak toplumsal yaşamın kesintiye uğramadan uyum ve düzen içinde ilerlemesini temin etmek için yapılır. Diğer bütün hedeflerinin yanı sıra eğitim ve öğretim, öncelikle bireyin topluma uyumu ve toplumsal yaşamın devamlılığı için gereklidir. Toplumsal yaşamın dirliği, düzeni ve birliği içindir. Eğitimin birinci amacı budur.


O zaman bir an için düşünelim, herkesin anadilinde öğrenim gördüğü bir ülke olduktan sonra, bu uyum ve düzen sağlanabilecek midir? Somut bir örnek üzerinden düşünürsek daha açıklayıcı olacaktır. Örneğin "bankacılık" işlemleri artık nasıl yürütülecektir böyle bir ülkede?
Şunu hemen söyleyebiliriz ki artık bütün etnik grupların kendi dillerinde hizmet veren bankaları olacaktır. Örneğin Kürtler Kürtçe, Türkler Türkçe, Lazlar Lazca, Çerkezler Çerkezce, Boşnaklar Boşnakça, Gürcüler Gürcüce, Rumlar Rumca, Ermeniler Ermenice, Araplar da Arapça hizmet veren bankalarda yapacaklardır işlerini... Öyle değil mi, adam kendi dilinde öğrenim gördükten sonra, bunu kullanmalı, bu eğitimin gerektiği şekilde ve nitelikte toplumsal yaşama katkı yapmalıdır. Bunu da sağlamak gereklidir. Yoksa anadilde olsun ya da olmasın fark etmez, neden öğrenim görüyoruz ki? Ayrıca siz bu etnik çeşitliliği daha da arttırabilirsiniz isterseniz...
Dahası, bu bankaların her birinin, diğerlerinden sadece biri ile değil, hepsi ile ilişkileri de olacaktır. Çünkü varsayımımız belli: ülkemiz bölünmeyecek! Hiçbirimiz istemiyoruz bunu. Yani Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Arap, Ermeni, Rum vb. hep beraber yaşayacağız. (Sanki şimdi yaşamıyoruz!) O zaman ekonomik hayatın önemli bir unsuru olan bankacılık sektöründe hizmet veren bir bankada, işlemlerin bütün bu dillerde yapılması gerekir. Yani falanca banka, esas olarak Kürtlere hizmet etse bile, o Kürtlerin mesela Lazlar, Türkler, Çerkezler, Boşnaklar, Gürcüler, Araplar, Rumlar ya da Ermenilerle ekonomik ilişkileri olacaktır. Mesela bir Türk'ün Kürt müşterisi için o Kürdün parasal işlemlerini yaptığı bankaya para havale etmesi gerekebilir; o Türk, Kürtçe bilmediği için o bankanın Türkçe bilen eleman istihdam etmesi ve yaptığı her işlem için diğer bütün etnik grupların dillerini bilen elemanlar bulundurması ve bütün bankacılık kayıtlarını bu dillerde de tutması gerekecektir. Diğer bütün etnik grup bankalarının da aynı şekilde davranması zorunlu olacaktır. Şimdi bu durumun işlem hacmini ve iş yükünü nasıl arttıracağını, kısacası ne kadar "pratik" ve "uygulanabilir" olduğunu bir düşünsenize!
Tabii toplumsal yaşam sadece bankacılık alanından ibaret değil. Yaşamın aklınıza gelebilecek her alanında bu çeşitliliğin yarattığı sorunlar ve yükle karşı karşıya kalınacaktır. En basit bir etkinlikten en karmaşık toplumsal-ekonomik-askeri-siyasi-ticari-hukuki-sanatsal-sportif işleme ve örgütlenmeye kadar bu etnik karmaşa söz konusu olacaktır. Ve en sonunda da "bu işler böyle yürümüyor, o zaman etnik temelde ayrışalım da toplumsal yaşamın işlemesini kolaylaştıralım" talebi meşruiyet kazanacak ve gündeme getirilecektir. Diğer bir ifadeyle, yukarıda belirttiğimiz “biz bu ülkenin bölünmesini istemiyoruz, birlik istiyoruz" söyleminin artık zerre kadar değeri kalmayacaktır, çünkü bunlar söylenirken, ülkenin toplumsal yaşamı zaten her alanda paramparça edilmiş olacaktır. Zaten masum anadilde öğretim talebinin ardına saklanılan esas amaç da budur.
Öte yandan bugüne kadar Türkiye'de resmi dil Türkçe olduğu için toplumsal yaşamın her alanındaki işlemler Türkçe yapılmaktaydı. Ama artık herkesin kendi anadilinde öğrenim görmesini kabul ettik. O zaman herkesin anadilde öğrendiklerini gelecekteki yaşamında uygulayacağı kanalların ve kurumların da oluşturulması gerekecektir. Kısacası, böyle çok dilli bir yaşama geçiş aşaması, onun uygulanabilmesinden daha da zor olacaktır. Örneğin hekim yetiştirmek için Tıp Fakültesi mi kuracaksınız, o zaman Türkçe, Arapça, Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Boşnakça, Çerkezce, Ermenice, Rumca eğitim veren fakülteler kurmak zorundasınız. Bu ülkede bir tek hekim yetişmiyor ki? Mühendisi var, öğretmeni var, avukatı var, iktisatçısı var, hemşiresi var, askeri var. Say, say bitmez. Bütün bu fakültelerde eğitim verecek personeli yetiştirmeniz, kitapları o şekilde yazmanız da gerekecek. Sonra da bunlar arasında bir uyum sağlamalısınız. Tabii işin ilk ve ortaöğretim aşaması apayrı bir sorun…
Örneğin Kürtçe eğitim veren bir fakülteden mezun olan bir sağlık elemanı, diyelim ki bir hekim, Kürtlere hizmet veren bir hastanede çalışacaktır. Peki, o hastaneye ölümcül bir Laz ya da Gürcü hasta geldiğinde ne olacaktır? O hastaya "senin ne işin var burada, kendi hastanene git" denilecektir herhalde. Çünkü istenilse de o hastaya hizmet verilemez artık. Çünkü ne hekimler hastanın dilinden anlayacaktır, ne de hasta hekimlerin… Tabii bunun için Hipokrat yemininin "anadilde eğitim özgürlüğü" göz önüne alınarak yeniden yazılması da gerekecektir! (Uygarlığa katkımız da bu olsun!)
Ya da böyle herkesin anadilde öğrenim gördüğü, yaşamın her alanında anadilini konuştuğu bir toplumda, diyelim ki bir "Laz uşağı" ile bir "Çerkez güzeli" birbirlerine âşık oldu ve evlenmek istiyor Peki, nikâhı hangi dilde kıyacağız? Doğacak çocuğun ana dili ne olacak? Lazların okuluna gidip orada Lazca eğitim mi alacak, Çerkezlerin okuluna gidip orada Çerkezce öğrenim mi görecek? O yavrunun, diyelim ki, dayısı ya da halası da, varsayalım ki Kürt ya da Boşnak biri ile evli olabilir. O zaman aile içi iletişim nasıl sağlanacaktır? Herkes yanında bir mütercim tercümanla mı dolaşacak? Bu çocuk, hep "çocuk" olarak kalmayacak tabii ki, büyüyecek ve örneğin askere gidecek. Hangi askeri birlikte yapacak askerliğini peki? Orduda bölükler, taburlar, alaylar, tugaylar, tümenler, kolordular etnik kökene göre mi oluşturulacak artık? Yoksa herkes karışık olarak bulunacak da, diyelim ki bölük komutanı emir verirken 7-8 dilde mi tekrarlayacak emrini? Bir düşünsenize, düşman karşıdan geliyor, bölük komutanı "ateş!" diye emir verecek, ama bunu 7-8 dilde birden söylemesi gerekiyor! Sonuçta bölük, aynı anda ateş edene kadar… Hepsinden önemlisi, komutan kimden olacak? Kürt mü, Türk mü, Laz mı, Çerkez mi, Arap mı, Boşnak mı, Gürcü mü, Ermeni mi, Rum mu? Kim? Ve emrindekilerin hepsinin anadilini nasıl öğrenecek o komutan?
Neyse, ben anadilde öğrenim talep edenler kadar "ileri görüşlü", “yaratıcı” ve “özgürlükçü” olmadığım için ancak bu kadarını hayal edebildim!


Sonuçta dünyanın hiçbir yerinde öğrenim anadilde yapılmıyor. Anadilde yayın yapmak, anadili konuşmak, kitap yazmak, film, müzik vb. serbesttir, ama öğrenim dünyanın her yerinde anadilde değil, resmi dilde olabilir ancak. Falanca yerde azınlıklar eğitimlerini anadilde yapıyorlar ya da Almanya'da Türklere bu hak tanınıyor gibi gerekçeler bu bağlamda bir anlam ifade etmez. Öğrenimin her aşamasında, o ülkenin bütün insanlarının anadillerinde öğrenim görmelerinden bahsediyoruz çünkü. Öyle ayrıntı türünden uygulamalardan değil. Kaldı ki "azınlık" kavramı açısından bakacaksak soruna, bu iş tam bir dipsiz kuyudur ülkemizde. Türkiye'de etnik kökene göre hareket edilecekse, bunun içinden çıkmak mümkün olmaz.


Ama bir başka boyut var ki, o daha da ilginç… Bir an için varsayalım ki, anadilde öğretim uygulanabilir bir talep olsun ve yarından tezi yok gerçekleşsin. Kim anadilde öğrenim görmek istiyorsa, bu haktan yararlansın… Ne değişecek peki? Hiçbir şey… Ülkemizin eğitim-öğretim alanındaki sorunları anadilde öğrenim görmemekten mi kaynaklanıyor? Şimdi dağdaki PKK'lı da, onunla savaşan asker de, fabrikasından işçi çıkaran işadamı da, kapının önüne konulup işsizler ordusuna katılan işsiz de, ev hanımı da, politikacı da, kısacası herkes biliyor ki, sorun eğitimin dili değil, niteliği… Eğer verilen eğitimin içeriği beş para etmiyorsa, o eğitimi anadilde yapsanız ne olur, yapmasanız ne olur!

Kürtler ya da başka bir etnik grup, daha kaliteli, bilimsel ve laik bir eğitim, daha çağdaş koşullar, daha çok okul, daha çok öğretmen, daha eşit şartlarda gelişim imkânı, öğretimde daha iyi olanaklar, kısacası “gelecekte dünyamızı gerçek insanına kavuşturacak bir eğitim düzeni” talep edeceklerine, öncelikle anadilde öğretim istiyorlarsa, açıktır ki burada amaç eğitimle ilgili değildir. Sorun, pedagojik değil politiktir. Öyle olunca da buraya kadar söylediklerimin pek bir anlamı kalmıyor aslında. Çünkü günümüzde politika; tutarlılık, ilke, erdem, akıl, mantık gibi unsurlara önem vermeyen bir alan. İşin özünde, çıkar ve güç ilişkileri belirleyici oluyor. O çıkar ve güç çemberine bir girerseniz, ya ilkelerinizi bir yana bırakıp oyunu kurallarına göre oynayacak ve herkese mavi boncuk dağıtacaksınız ya da ilkeli davranıp geçerli kurallara göre muhtemelen “başarısız” olarak niteleneceksiniz. Tutarlı, ilkeli, akıllı ve erdem sahibi insanların dünyayı ve ülkeyi yönettiği bir çağda ise, zaten politika "tarih" olmuş demektir.

http://ulusyazilari.blogspot.com/2011/02/anadilde-ogretim-boler.html
 
.

Yoruma gerek var mı...!

Yoruma gerek var mı...!





..

Radyo Hak ve Eşitlik: HÎLE-İ ŞER'İYYE

Radyo Hak ve Eşitlik: HÎLE-İ ŞER'İYYE

HÎLE-İ ŞER'İYYE

HÎLE-İ ŞER'İYYE

.Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır.
Hîle-i şer'iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm'da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir.
Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer'iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer'î" denir. Meşrû kâr demektir.
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mübah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür.
İmam Muhammed, muâmele-i şer'iyyeye "iyne" adını vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer'iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz" (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim,10; Ahmed b. Hanbel, II, 42).
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır.
Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu'l-âli'ye Hz.Âişe'den şöyle nakleder: "Zeyd b. Erkam (ö. 66/689)'ın ümmü veledi olan bir kadın O'na dedi ki: Ey mü'minlerin annesi, Zeyd'e veresiye sekizyüç dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altıyüz dirheme peşin satın aldım. Hz. Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd'e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur. Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsan olmaz mı?" "tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir" (el-Bakara, 2/275) (Ahmet b. Hanbel, IV,180; el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, Dimaşk 1984, IV, 469).
Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır. Çünkü bu fâize götürür. Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir" (Kâdîhân, II, 244, 245) demiştir. İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben razı olamadığını söyler (İbnü'l-hümâm, Fethu'l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 244).
Muâmele-i Şer'iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır. Fakat muâmele-i şer'iyye suretinde İmam Ebû Yusuf'a göre riba kalkar kâr câiz olur. Bu bir şer'î kurtuluş yoludur. Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır. O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasiyle bunların menfaatleri sağlanmış olur. Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir" (Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48). Ö. N.
Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
"Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer'iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir. İbnü'l-Hümâm Fethu'l Kadîr'de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur. Şu kadar var ki, bu tercihe şayan değildir. Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır (Ö. N. Bilmen, a.g.e., VI, 100, 101).Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer'iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvalar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir. Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir (Ali Haydar, Dürarü'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330). Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usulüne göre yapıları alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir.
Ancak hîle-i şer'iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır. Mecelle'de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır". Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür (Abdurrahman b. Süleyman (Damad) Mecmau'l Enhur, İstanbul 1301, II, 303). Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır.
Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir. Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve iradelerini araştırmaya bir engel yoktur. Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır. Bunun yerine evini 1000 gr. altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr. altına geri alsa, bu bir alım satım muamelesi olur. 300 gr. fazlalık kârdır. Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvazaalı bir akit sözkonusu olur. Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır. Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise tarafların gerçek iradesi araştırılır. Gerçek irade satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır (el-Mavsılî, el-İhtiyar Li Ta'lîli'l-muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 171).
Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur. Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek iradeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe'nin dediği gibi dış görünüşe (âhire) göre hükmetmek gerekir. Bu taktirde hîle-i şer'iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir.
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir.İmam Muhammed (ö.189/805)'in el-Hiyel ve'l Mehâric'ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir. el-Hiyel'in iki ayn rivâyeti Sahabe tarafından " el Mehâric fi-Hiyel" adıyle neşredilmiştir (Leipzig, 1930).
El-Hassâf, Alî b. Muhammed en-Nehaî ve Sad b. A es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır. Diğer bir takım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ'sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir.Hîle-i şer'iyye usûlüne en büyük tepki Hanbelîlerden İbn Teymiyye (ö.728/1327) ile öğrencisi İbnü'l-Kayyim (ö. 751/1350)'den gelmiştir. İbn Teymiye'nin " Kıyamu'd Delîl alâ Butlânu't-Tahlîl", İbn Kayyim'in " Î'lâmü'l-muvakkıîn ve İgâsetü'l-Lehfân" isimli eserlerinde bu konu geniş olarak tartışılmış, "gaye ve çâre mübah ise hîle mübah, değilse hîle haramdır" sonucuna varılmıştır (İbn Teymiyye Mecmau'l-Fetâvâ, XXIX, 446; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, III,107-417, İgâsetü'l-Lehfân, Mısır 1310, s. 183-285; A. Emîn, Duha'l-İslâm, II, 190 vd.).

Hamdi DÖNDÜREN

http://www.enfal.de/kav12.htm
http://www.idealimforum.com/dini-haberleryorumlarbilgiler/15851-hile-i-seriyye.html#post30616


İdalimForum.Com