31 Aralık 2014 Çarşamba

“Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı





“Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı..,



  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı

21 Temmuz 2014 Pazartesi

“Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı

Bülent Şener
Giriş: “Medeniyetler Çatışması” ve İslam Dünyası

Harvard Üniversitesi’nde görev yapan ve 2008 yılında ölen ünlü siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington, 1993’te Foreign Affairs dergisinde yayınladığı “The 
Clash of Civilizations?” (Medeniyetler Çatışması) isimli makalesiyle akademik çevrelerde büyük yankıları ve yoğun eleştirileri üzerine çekmişti. Çalışmasında 
öne sürdüğü tezlerin uyandırdığı bu etkiler üzerine Huntington, çalışmasını daha da derinleştirerek 1996 yılında “The Clash of Civilizations and the Remarking of 
World Order” (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması) adıyla kitap haline getirmişti. Huntington’un bu çalışması her ne kadar yoğun 
eleştirilere maruz kalsa da, Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikayı ve geleceği betimleme ve öngörme çabası açısından en entelektüel çabalardan birini 
yansıtmaktaydı.

Huntington'ın çalışmasının temelini, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerin ve uluslararası politikanın yöneliminde medeniyetlerin belirleyici 
olacağı ve olası çatışmaların da farklı medeniyetler, kimlikler ve kültürler arasında gerçekleşeceği tezi oluşturuyordu. Yazara göre, Soğuk Savaş döneminde 
uluslararası ilişkileri belirleyen temel etkenler “politik” ve “ekonomik” ideolojilerdi. Doğu ve Batı blokları (Komünizm-Liberalizm) arasındaki kutuplaşma 
da bu karşıtlık üzerinde yükseliyordu. Bu dönemde ulusların birbirlerine bakışını “Hangi taraftasın? Biz hangi taraftayız?” soruları anlamlı kılıyordu. 
Ancak, 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, uluslararası ilişkilerde belirleyici olan “politik” ve “ekonomik” ideolojilerin yerini, 
“medeniyetler” ve buna bağlı olarak etnik ve dinsel “kimlikler” almaya başladı. 

Bu dönemde ise ulusların birbirine bakışını “Sen kimsin? Biz kimiz?” soruları anlamlı kılmaya başlayacaktır. Huntington’a göre, Soğuk Savaş sonrası, küresel 
politika ilk kez çok kutuplu ve çok medeniyetli hale gelmiştir. Medeniyetler arasındaki güç dengesi giderek değişmektedir ve başta Müslüman ülkeler olmak 
üzere Batı medeniyeti dışındaki pek çok ülke, Batı medeniyeti için istikrarsızlığa neden olan demografik bir patlama içine girmişlerdir. Medeniyete 
dayalı bir dünya düzeni ortaya çıkarken; Batılı olmayan medeniyetler kendi kültürlerinin değerini yeniden keşfetmekte, pekiştirmekte ve 
sabitleştirmektedir. Batı’nın “evrenselcilik” iddiası, Çin ve İslam gibi büyük medeniyetler ile çok ciddi bir çatışma tehlikesini de beraberinde getirirken; 
ülkeler kendi medeniyetlerinin çekirdek ya da önde yer alan devletleri etrafında kümelenmektedir. Bu bağlamda, Batı’nın varlığını ve üstünlüğünü sürdürebilmesi, 
Batılıların kendi medeniyetlerinin değerlerini “evrensel” değil, kendi türünde “biricik” görmelerine, Batılı olmayan toplumlardan gelen tehditlere karşı 
kendilerini korumalarına ve medeniyetlerini yenileyebilmelerine bağlıdır.[1]

Huntington’un bu öngörüleri 1991’den bu yana dünya politikasında yaşanan gelişmelere bakıldığında yabana atılır cinsten değildir. Özellikle 11 Eylül 2001 
saldırıları sonrası Batı kendi içinde bu yönde ciddi tartışmalar yaşamaya başlamıştır. “Yabancı düşmanlığı”, “İslamofobi”, “etnik ve dinsel milliyetçilik” 
gibi olgular Batı toplumlarında kendisini giderek daha çok hissettirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler sonrasında, Batı’nın düşünce ve siyaset dünyasında, 
Batı medeniyetinin üstünlüğünü diğer medeniyetler karşısında mümkün olan en az çatışma ile koruyabilmek için bir ara yol olarak “Medeniyetler İttifakı” projesi 
ortaya atılmıştır. Bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin de taşeronluğunu yaptığı “Medeniyetler İttifakı”, dünya için 
üretilen diğer tüm projeler gibi Batı’da üretilmiştir ve Batı’nın çıkarlarını koruyabilmek için realize edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin bu projenin 
ayaklarından birini temsil etmesi Batı açısından son derece önemlidir. Zira nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ve Müslüman dünyasında Batı’yla ilişkileri 
bakımından önemli bir yere sahip olan Türkiye, bu konumuyla Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında bir denge yaratmaktadır. Üstelik, Türkiye’de 1991 
sonrası “ılımlı” siyasal İslam’ın da yükselişe geçerek iktidar olma uğruna Batı’nın çıkarlarına hizmet etme yönünde eylemler ortaya koyması, bu projeyi 
içindekilere bakmadan sahiplenmesini de beraberinde getirmektedir. O yüzden de bu projenin tali bir unsuru olan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “eşbaşkanlığı”nı 
yürütmek ya da “ABD’nin model ortağı” olmak Türkiye’deki AKP iktidarı açısından da herhangi bir mahzur teşkil etmemektedir. Aksine, Batı için “ılımlı” İslami 
kimliğe sahip bir hükümetin kendi halkı üzerinde bıraktığı “Müslüman hükümet” imajı, “laik hükümet” imajından çok daha iyi bir şeydir. Zira, “Müslüman 
hükümet”in destek aldığı taban açısından ABD ve Batı karşıtı söylemler bu sayede azalmakta ve “radikal İslam” tehlikesine set çekilebilmektedir. Dolayısıyla 
Batı’nın, Müslüman dünyasının “özgürleşmesi” ya da “laikleşmesi” gibi bir derdi yoktur. Batı açısından önemli olan yegane şey, Müslüman toplumları “biat” 
geleneği içerisinde idare edebilecek ve Batı’nın çıkarlarını zedelemeyecek yönetimleri iş başında tutabilmektir. Bu yüzden ABD’nin Türkiye’yi ılımlı İslam 
ülkesi modeli olarak görmesi ve 11 Eylül 2001’den bu yana muhafazakâr iktidar veya söylemleri bu açıdan desteklemesi şaşılacak bir durum değildir. Zira ABD, 
düşman ilan ettiği “radikal İslam” ile savaşın fazla Batılı görünümlü fazla laik siyasi söylem, parti ve liderlerle yürümeyeceğini, dahası fazladan tepki 
toplayacağını bildiği için ABD çıkar ve hesapları açısından tehdit teşkil etmeyecek muhafazakâr siyasetlerle ittifak yapmayı daha işlevsel bulmaktadır.

Erdoğan’ın Sahte Söylemleri ve Gerçekler

İsrail’in 13 gün önce Gazze’ye karşı başlattığı hava saldırısı ve kara harekatı sonucu ortaya çıkan vahim tablo karşısında Başbakan Erdoğan’ın “İsrail 
karşıtlığı”nı yansıtan söylemleri aslında yeni bir durumu ve mevcut gerçekliği yansıtmamaktadır. Erdoğan’ın önümüzdeki cumhurbaşkanlığı için ustalıkla 
kullandığı bir propaganda malzemesi olmaktan öteye gitmeyen bu sahte “İsrail karşıtlığı”nın başlangıcı Ocak 2009’da Erdoğan’ın Davos’taki “One Minute” 
söylemine dayanmaktadır. O tarihle birlikte Mayıs 2010’daki İsrail’in “Mavi Marmara Baskını ve Saldırısı”ndan bu yana Türkiye-İsrail ilişkileri siyasi ve 
diplomatik açıdan bozulmuş bir mahiyette olsa da, iki ülke arasındaki ekonomik, güvenlik ve istihbarat alanlarındaki ilişkiler –hatta bir kısım önemli siyasi 
konular/kararlar deyim yerindeyse tarihinin en iyi dönemini yaşamaktadır.

AKP İktidarı Döneminde Türkiye-İsrail Dış Ticaret Bilançosu[2]

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere, Türkiye-İsrail ilişkilerinin AKP iktidarı dönemindeki zirve noktalarından birini ekonomik ilişkiler oluşturmaktadır. 
Siyasi ve diplomatik ilişkilerdeki “One Minute” ve “Mavi Marmara” kırılmalarına rağmen, AKP iktidarı döneminde Türkiye-İsrail ekonomik ilişkileri adeta rekora 
koşmaktadır. Erdoğan’ın bütün dışlayıcı/karşıt söylemlerine rağmen, Türkiye-İsrail ekonomik ilişkilerinin can damarlarından birini temsil eden 
“Türkiye-İsrail Serbest Ticaret Anlaşması” bugün hala yürürlüktedir (Anlaşma Mayıs 1997 tarihinde yürürlüğe girmiştir). Bunun yanında AKP iktidarı döneminde 
İsrailli firmaların Türkiye’de göze çarpan yatırımları arasında Ofer Grubu’nun Tüpraş hisselerini satın alması ve iptal edilen Galataport ihalesi başta 
gelmektedir. Diğer taraftan, İsrail’in en büyük bankası olan Hapoalim Bank, BankPozitif’in yüzde 57,5 oranında hissesini devralarak Türk bankacılık 
sektörüne yatırım yaparak, BankPozitif’in kontrol hisseleri için C Faktoring’e 100 milyon dolar ödemiştir. Türkiye’nin müteahhitlik firmalarının İsrail’de 
bugüne kadar üstlendikleri 104 adet projenin toplam değeri 580 milyon dolar iken, Türkiye’nin İsrail’deki en büyük yatırımı, Zorlu Holding’in kuracağı 
elektrik santralleri olup, bu çerçevede, Zorlu Endüstriyel ve Enerji Tesisleri İnşaat Ticaret A.Ş., ilk aşamada İsrail’de 4 adet elektrik santrali projesi 
üstlenmiş durumdadır.[3] Türkiye-İsrail ekonomik ilişkilerinin daha ilginç tarafını ise İsrail’in Gazze’yi vurmasıyla gündeme gelen Kuzey Irak 
petrollerinin Türkiye üzerinden İsrail’e taşınması ve İsrail’e jet yakıtı satışıyla ilgili tartışmalar oluşturmaktadır. Enerji Bakanı Taner Yıldız, Kuzey 
Irak petrollerinin İsrail’e gitmesiyle ilgili “Bilmiyoruz. Gittiği ülkeyle de ilgilenmiyoruz” gibi genel bir cevapla yetinip İsrail’e jet yakıtı satışını 
kesin bir dille yalanlarken, Kuzey Irak petrollerinin transit geçişle İsrail’e gittiği ve bu transit izin kararının Bakanlar Kurulu kararıyla verildiği bir 
gerçektir. Böylelikle İsrail, Türkiye üzerinden ucuza aldığı petrolü rafine ederek hem savaş uçaklarına, hem de tanklarına yakıt üretirken, fazlasını da 
Türkiye’ye satmaktadır.[4] Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) 2013 Petrol Sektör Raporu’na göre de İsrail, Türkiye’nin en fazla akaryakıt ithal ettiği 
ülkeler arasında 3. sırada yer almaktadır ve İsrail’in bu akaryakıt ithalatındaki payı % 14’tür.[5] Dolayısıyla, Enerji Bakanlığı’nın bu konudaki 
açıklaması yanıltıcı ve eksiktir. Sektör kaynakları ve uluslararası ajansların geçtiği haberlere göre Türkiye doğrudan olmasa da dolaylı yoldan bu ülkeye jet 
yakıtı ve motorin vermektedir ki EPDK’nın raporları da İsrail’le akaryakıt ticaretini doğrulamaktadır.

AKP iktidarı dönemindeki İsrail-Türkiye ilişkilerinin güvenlik, istihbarat ve bazı önemli siyasi alanlarındaki gelişmeleri de dikkat çekici niteliktedir. 
Bunlardan ilki, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) İsrail’in üyeliğine karşı çıkan Türkiye’nin 10 Mayıs 2010’da vetosunu kaldırarak “evet” 
demesidir. İsrail’in üyeliği konusunda AKP iktidarına buradaki muhtemel telkin ve baskının ABD’den geldiği açıktır. Bu telkin ve baskıda, Türkiye’nin böylece 
İsrail üzerinde denetimini arttırabileceği ve OECD üyeliğinin İsrail’i başta Gazze olmak üzere işgal altındaki topraklarda daha fazla şeffaflığa 
zorlayacağına dair AKP iktidarının iyimser/hayalci beklentilerinin payı büyüktür.

İkinci önemli gelişme, “Mavi Marmara Baskını ve Saldırısı” sonrası Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerdeki bozulmadan kaynaklanan, üçüncü ülkelerin NATO 
faaliyetlerine katılamaması sorununun Erdoğan’ın daha önce NATO Genel Sekreteri olmasına karşı çıktığı NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in ABD 
destekli girişimleriyle sona ermiş olması ve bu çerçevede İsrail’in “Akdeniz Diyaloğu” çerçevesinde NATO’nun askeri tatbikat ve faaliyetler dışındaki 
işbirliği mekanizmalarına katılmasına AKP iktidarının 4 Aralık 2012’de Brüksel’deki NATO toplantısında kısmen onay vermesidir.[6] AKP iktidarının bu 
kararı vermesinde ABD’nin büyük rolü olduğu gibi, izlediği yanlış Suriye politikası sonucu NATO’nun Suriye sınırına Patriot hava savunma sistemini 
yerleştirme kararını almış olmasının da payı büyüktür.

AKP iktidarı döneminde Türkiye-İsrail ilişkilerindeki üçüncü önemli gelişme Kasım 2010’da düzenlenen NATO Lizbon Zirvesi’nde geliştirilmesi kararlaştırılan 
füze savunma sisteminin bir unsurunu oluşturan erken uyarı radarının Kürecik’e (Akçadağ/Malatya) Şubat 2012 itibariyle kurulmuş olması ve bu radarın 
Ortadoğu’da İsrail’e güvenlik ve istihbarat bağlamında sağlamış olduğu yarardır. 

Her ne kadar Dışişleri Bakanlığı bu radar sisteminin NATO üyesi olmayan hiç bir ülkeye dolayısıyla da İsrail’e koruma sağlamasının mümkün olmadığını açıklasa 
da[7], bakanlığın bu açıklaması gerçekliği tam olarak yansıtmayan eksik bir bilgidir. Zira, Faruk Loğoğlu’nun da dikkat çektiği gibi, 14 Eylül 2011’de 
Türkiye ile ABD arasında imzalanan ikili anlaşma uyarınca kurulan ve Mayıs 2012’de Chicago’daki NATO zirvesinde, ABD Başkanı Obama’nın talimatıyla NATO’nun 
“Füze Kalkanı Sistemi”ne ABD’nin milli katkısı olarak sunulan Kürecik Radarı’nın İsrail’e istihbarat ve güvenlik sağladığına ilişkin ciddi şüpheler vardır. 
Loğoğlu’na göre, bu şüpheleri derinleştiren gelişmelerden birincisi, Kürecik Radarı’nın 10 Şubat 2012’de gerçekleştirilen bir ABD-İsrail ortak tatbikatında 
kullanılmış olmasıdır. Söz konusu tatbikatta, Kürecik’teki radar sistemi ile bu sistemin İsrail’deki eşinin uyumlu çalışması test edilmiştir. Bu tatbikatta 
Kürecik Radarı, AKP Hükümeti’nin bilgisi ve onayıyla kullanılmıştır. İkincisi, Kürecik’teki radar sisteminin NATO’nun sistemlerine entegre olması NATO’nun 
“Birinci Başlangıç Harekat Yeteneği” adını verdiği bir süreçte 2014 yılı içinde gerçekleşecektir. Başka bir ifadeyle, Kürecik Radarı şu anda ABD komuta kontrol 
sistemleri içinde faaliyet göstermektedir. Ayrıca, AKP Hükümeti’nin iddialarının aksine Kürecik Radarı NATO’nun sistemine entegre edilene kadar Türkiye’nin değil ABD’nin kontrolünde faaliyet göstererek bütün ABD radar sistemleriyle entegre 
bir şekilde çalışmakta ve bu kapsamda İsrail’e bilgi sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle, Kürecik Radarı İsrail hava savunma sisteminin bir unsuru olmuştur. 
Kürecik Radarı, ABD’nin Eylül 2009 tarihinde aldığı karar uyarınca kendisini, müttefiklerini ve bölgedeki ortaklarını balistik füze tehdidinden korumak üzere 
geliştirdiği ve NATO şemsiyesi altına soktuğu “Avrupa Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşımı” başlıklı füze savunma programının bir parçasıdır. Radarın, NATO 
şemsiyesi altında olması İsrail’e bilgi vermediği anlamına gelmemektedir. 

ABD’nin İsrail'le yaptığı ikili anlaşmalar uyarınca Kürecik radarının NATO üzerinden değil, ABD radar sistemlerinin ortak entegrasyonuyla İsrail’e bilgi 
aktardığı bilinmektedir.[8]

AKP iktidarı döneminde Türkiye ile İsrail arasında ekonomiden siyasete, güvenlikten istihbarata uzanan ilişkilere ait gerçeklik perde arkasında böyle 
iken Başbakan Erdoğan’ın “İsrail, barışı tehdit eden bir ülkedir. Hiçbir zaman barış yanlısı olmamıştır, zulmetmiştir, zulmetmeye devam etmektedir. Dolayısıyla 
Türkiye olarak, şahsen ben bu görevde bulunduğum sürece hiçbir zaman İsrail’le olumlu bir şey düşünemem. Başkaları düşünebilir, enterese etmiyor. Ben ve 
yönetimim görevde olduğum sürece böyle olacak. Batılılar gergin, gerilimci diyebilir ama ben halkın ve Hakkın rızasını kazanmakla görevliyim”[9] şeklindeki 
sözlerinin popülizm yüklü, samimiyetten ve doğruluktan uzak, sahte bir “İsrail karşıtlığı”ndan başka hiçbir anlamı, değeri ve ağırlığı yoktur.

[1] Bkz. Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden 
Kurulması, 2. bs., Çev. Mehmet Turhan, Cem Soydemir, Yusuf Eradam, Okuyan Us 
Yayınları, İstanbul, Haziran 2002.

[2] Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı, “Ülkeler Göre Dış Ticaret”, 
http://www.ekonomi.gov.tr/index.cfm?sayfa=7155BE01-D8D3-8566-45208351967592CF, 
21 Temmuz 2014.

[3] “Türkiye-İsrail Ekonomik İlişkileri”, 
http://www.aljazeera.com.tr/makale/turkiye-israil-ekonomik-iliskileri, 7 Eylül 
2011.

[4] İsmail Altunsoy, “İsrail, Türkiye Üzerinden Aldığı Petrolden İki Kere 
Kazanıyor”,  Zaman, 
http://www.zaman.com.tr/ekonomi_israil-turkiye-uzerinden-aldigi-petrolden-iki-kere-kazaniyor_2232776.html,e
21 Temmuz 2014.

[5] Bkz. T. C. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu, “Petrol Piyasası Yayınlar ve 
Raporlar”, 
 http://www.epdk.org.tr/index.php/petrol-piyasas/yayinlar-raporlar?id=99, 21 
Temmuz 2014.

[6] “Türkiye’den İsrail’e NATO Onayı”,  BBC, 
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/12/121221_turkey_nato_israel.shtml, 24 
Aralık 2012.

[7] T. C. Dışişleri Bakanlığı, “SC-20, 20 Temmuz 2014, Dışişleri Bakanlığı 
Sözcüsünün Kürecik Radar Üssüne İlişkin Basında Yer Alan Haberler Hakkındaki Bir 
Soruya Cevabı”, 
http://www.mfa.gov.tr/sc-20_-20-temmuz-2014_-disisleri-bakanligi-sozcusunun-kurecik-radar-ussune-iliskin-basinda-yer-alan-haberler-hakkindaki-bir-soru.tr.mfa,o
20 Temmuz 2014.

[8]“Dışişleri’nin Kürecik Açıklaması Gerçekleri Yansıtmıyor”, Doğan Haber 
Ajansı, 
http://www.dha.com.tr/faruk-logoglu-disislerinin-kurecik-aciklamasi-gercekleri-yansitmiyor_721099.html,e
21 Temmuz 2014.

[9] “İsrail Soykırım Yapıyor, Başbakan Olduğum Sürece Normalleşme Yok”, 
http://t24.com.tr/haber/israil-soykirim-yapiyor-basbakan-oldugum-surece-normallesme-yok,264802,o
18 Temmuz 2014.

Uzman Hakkında ;
Bülent Şener


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

***

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının 
  Yayılışı 
  Askeri Güç Kullanımı Bağlamında Dış Politikada TBMM’nin Görev ve Yetkileri 
  Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı 
  Türkiye’nin “Köprüden Önce Son Çıkış”ı: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi 
  Süleymaniye Baskını’ndan IŞİD Tutsaklığına: Türk Dış Politikasında 
  Caydırıcılık Yitimi Üzerine 
  Diyarbakır’da Sona Eren Bağımsızlık ve Egemenlik 
  Soma, Takdir-i İlahi, Erdoğan ve AKP: Sekülerleş(e)meyen Bir Politik Toplumun 
  İzdüşümleri… 
  Loizidu Davası’ndan AİHM’nin 12 Mayıs 2014 Kararına: AKP’nin Dış Politika 
  Romantizmi ve Kıbrıs 
  Fiili Başkanlık Sistemi Artık Kapıda: Çanlar Türkiye İçin Çalarken... 
  AKP (Erdoğan) Peronist Hegemonya Kuruyor: Türkiye’nin Yeni “Tarihsel Blok”u 
  Yeni Berlin Duvarı Ukrayna’dan Geçecek… 
  Türk Dış Politikasında Kriz Yönetiminde Sivil ve Askeri Bürokrasinin Rolü 
  “Bölünmüş ve Kararsız Ülke”: Huntington’un Türkiye Paradigması ve Erdoğan 
  Catonizmi Üzerine Düşünceler 
  AKP’nin “Can Simidi” Annan Planı: Kıbrıs’ın 20 Yıl İçinde Rumlara Teslimi 
  Üzerine Düşünceler 
  Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu 
  Türkiye’nin Ortadoğu’daki Diplomatik Kapasitesinin Sınırları Üzerine Bir 
  Değerlendirme 
  Unutulan Bir Krizin Anatomisi ve Perde Arkası: Kardak Kayalıkları Krizi 
  Ege Denizi’nde Egemenliği Tartışmalı Ada, Adacık, Kayalıklar Sorunu ve Son 
  Durum: Kardak Kayalıkları Kimin? 
  Türk Dış Politikası “Quo Vadis”? : Dış Politikada Bir “Reset” Mümkün Mü? 
  Dış Politikada “Reset” mi Yoksa Yeni Tavizler mi?: AKP Hükümeti’nin Son           Dönem Kıbrıs ve Ermenistan Açılımları 
  Türkiye Ortadoğu’da “Dengeleyici Güç” Olabilir mi? 
  Türk Dış Politikasını Etkileyen Bir Unsur: Askeri Kapasite 
  TSK’nın 1983–2010 Yılları Arasında Kuzey Irak’ta PKK Unsurlarına Karşı 
  Yürüttüğü Sınır Ötesi Operasyonlardaki Başarısı Üzerine Bir Değerlendirme 
  “Demokratikleşme Paketi”nin Seçim Sistemi Üzerinden Bir Değerlendirmesi: 
  “Türkiye Cumhuriyeti’nin Zaman Ayarları”yla Oynamak 
  Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”  
  İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine  
  Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine 
  “Arap Baharı” Sürecinde Türk Dış Politikasında Proaktiflik Yitimi 
  Asker Neden Darbe Yapar? 
  Taksim Gezi Parkı Olayları ve Yeni Rejim Kodları  
  Araftaki Suriye Politikası 
  Reyhanlı’daki Patlamalar: Dış Politikada Deli Dumrulluğun Artan Faturası 
  Aziz Babuşçu’nun Sözleri Üzerinden Türkiye’nin Gelecek On Yılı 
  Demokratik Açılım ve Terörle Mücadele Süreci:Yanlış Bilinenler ve Temel 
  Açmazlar 
  Türk Dış Politikasının Akdeniz’de Batışının Hikayesi: AKP’nin Dış Politikadaki 
  Pirus Zaferleri 
  Demokrasi Ve Siyasal İktidarın Sınırlandırılması: Doğu Toplumlarında ve Türk 
  Siyaset Geleneğinde Bir “Doku Uyuşmazlığı” mı? 
  Türk Dış Politikasında AKP Romantizmi ya da “Stratejik Derinlik”te 
  Yuvarlanmalar: Türk Dış Politikası “İslam”ileşiyor mu? 


Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01  
Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR



30 Aralık 2014 Salı

ÇÖZÜLME SÜRECİ




  “Çözü(l)m(e) Süreci”: Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt 
Hegemonyasının Yayılışı 




Türkiye’nin Araf’taki Son Tangosu ve Kürt Hegemonyasının Yayılışı

“Çözü(l)m(e) Süreci”: 

Bülent Şener 
18 Kasım 2014 Salı


Adı konulan ama içeriğinden AKP milletvekillerinin ve destek veren seçmenlerin bile bilgisinin olmadığı “Çözü(l)m(e) Süreci” ne olacak? AKP iktidarının 
Neo-İslamcı ve Neo-Osmanlıcı iç ve dış siyasetinin türbülansa girdiği 2009 yılının ortalarından bu yana, ilk olarak “Demokratik Açılım”/“Milli Birlik ve 
Kardeşlik Projesi” adıyla kamuoyuna sunulan ve hâlihazırda “Çözü(l)m(e) Süreci” olarak adlandırılan olgu, bir o yana, bir bu yana gidip geliyor, bazen “askıya 
alındığı” söyleniyor, bazen “PKK tehdidiyle ve şiddeti”yle tekrar hayat buluyor, fakat öyle ya da böyle AKP iktidarını ve onun komuta ettiği Türkiye Cumhuriyeti 
devletini giderek bir açmaza, siyasal ve toplumsal bir kaosa doğru sürüklüyor.

Genel Durum: “Yeni Türkiye”ye Bir Bakış

Konuyu daha iyi analiz edebilmek için, öncelikle “Çözü(l)m(e) Süreci”nin arkasındaki dış ve iç manzaraya bir bakalım: Türk dış politikası, tarihinde ilk 
defa gerçeklerden kopuk romantik ve ütopik bir mecra içerisinde savrulmaya devam ediyor. AKP iktidarının söylem ve eylemleriyle Türk dış politikasında yarattığı 
tutarsızlıklar, yalpalamalar, provokasyonlar, gerilimler, hesapsızlıklar, esnemeler ─hatta kırılmalar─ öyle boyutlara vardı ki, bugün artık Türk dış 
politikasında ne “ölçü”, ne “denge”, ne “ihtiyat”, ne “nüans”, ne “meşruiyet”, ne de “gerçekçilik” kalmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun ve Recep Tayyip Erdoğan’ın 
ideolojik, mezhepçi ve her yönüyle marjinal Suriye politikası sonucunda Türkiye’nin güneyinde ikinci bir Kürt devleti daha oluşma yolunda. Üstelik 
Türkiye bizzat AKP iktidarı eliyle destek de veriyor bu oluşuma. Zira, hem elimizi mahkûm ettik buna, hem de “iyi geçinebileceğimiz” başka sınır komşumuz 
kalmadı bu coğrafyada. AKP iktidarı içeride ve dışarı Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hezeyanlarıyla bütün iç ve dış politika kalıplarını, 
düsturlarını, nüanslarını altüst ederek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün geleneksel temellerini, ulusal çıkarlarını yerinden oynattı. “17 ve 25 Aralık 
Süreci”nden bu yana Türkiye’de yaşananlar ve hâlihazırda yaşanmakta olanlar, anayasası “hukuka karşı hile yolu”yla ve iktidar gücüyle kısmen askıya alınmış 
politik ve toplumsal kırılmanın eşiğinde bir ülkenin hikâyesidir aynı zamanda. 

AKP iktidarı “Yeni Türkiye” söylemi ve propagandasıyla otoriter hatta totaliter post-modern bir devlet düzenini ve ona uygun toplumsal yapıyı 
biçimlendirmek yolunda kararlılıkla ilerliyor. Şimdilerde siyaset de, hukuk da, ar da, feraset de yerlerde geziyor ve daha uzun bir süre de yerden kalkmayacağa 
benziyor Soma ve Ermenek’in hakkı toprak altında kalmışken toprağın üstünde fütursuzca yükselen ve yayılan “AKsaray”ı düşündükçe. “Çözü(l)m(e) Süreci”nde 
PKK silah bırakmak şöyle dursun, askeri ve siyasi açıdan daha da güçlendi, meşruiyet kazandı. Sınır dışına çekilmediği gibi, sınır dışından içeriye askeri 
ve siyasi militanlar da kaydırmış vaziyette. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve Doğu Anadolu Bölgesi’nde birçok yerde ikili iktidar yapılanması oluşmuş durumda, 
yani moda deyimle “paralel yapı/paralel devlet”, fakat AKP iktidarının derdi diğer “paralel yapı”yla. “Çözü(l)m(e) Süreci” sayesinde Kürt hareketi ve PKK 
1990’lı yılların başındaki ivmesini yeniden yakaladı, hatta kat be kat aşarak konsolide oldu, sağlamlaştı. Tablo 1 ve Tablo 2’deki durum bunu açıkça ortaya 
koymaktadır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nde Politik Kürt Hareketinin ve Hegemonyasının Yükselişi

Tablolardan da görüldüğü gibi[1] bugün itibariyle “Politik Kürt Bölgesi” ve PKK’nın aktivitesinin yoğunlaştığı/başarılı olduğu alan 15 ili kapsayan bir 
coğrafyayı işaret etmektedir. Söz konusu bölge, 2009-2014 yılları arasındaki seçimlerde BDP’nin (daha önce DTP) birinci ya da ikinci parti olduğu ve bu 
bağlamda Kürt hareketinin ve PKK’nın etnik temelde siyasal, sosyal ve askeri açıdan mobilize olduğu illeri temsil etmektedir. “Politik Kürt Bölgesi”, Kürt 
hegemonyasının yayılışı açısından 3 farklı alt-bölgeden oluşmaktadır.

“Kırmızı bölge”yi temsil eden ve toplamda 5 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan çok net 
ve yoğun bir biçimde “hegemonik üstünlük”[ğ]e sahip olduğu coğrafyayı temsil etmektedir. Diğer bir deyişle, bu alt-bölge Kürt hareketinin ve PKK’nın 
hegemonik üstünlüğünün inşa edildiği ve yüksek düzeyde konsolide olduğu illeri işaret etmektedir. Söz konusu iller şunlardır (Hegemonik üstünlük derecesine 
göre): Şırnak, Hakkâri, Diyarbakır, Van, Mardin ve Batman.  “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde (bu açmazın nedenlerini ileriki paragraflarda belirteceğim), 
“iç savaş” ve “bölünme” en şiddetli ve yoğun bir şekilde buralarda yaşanabilir..

“Sarı bölge”yi temsil eden ve toplamda 2 milyona yakın kişinin yaşadığı iller, Kürt hareketinin ve PKK’nın siyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonyasını 
kuramadığı, fakat Ankara merkezli partiler karşısında hegemonik bir denge gücüne ulaştığı coğrafyayı temsil etmektedir.Bu alt-bölgede Ankara merkezli partilere 
karşı Kürt hareketi ve PKK tarafından başa baş ve yoğun bir mücadele verilmektedir. Bu çerçevede Iğdır’da MHP ile, Tunceli’de de CHP ile hegemonik 
bir denge kuran Kürt Hareketi ve PKK, Ağrı, Muş, Bitlis ve Siirt’te ise AKP’ye karşı “hegemonik denge” kurmaya çalışmaktadır. “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza 
girdiğinde, “iç savaş”ın ve “bölünme”nin eşiğinde duran bu iller de kısa zamanda “iç savaş” ve “bölünme” istikametine girmeye aday durumdadır.

“Yeşil bölge”yi temsil eden ve toplamda 2,5 milyona yakın kişinin yaşadığı illerde ise Kürt hareketi ve PKKsiyasal, toplumsal ve askeri açıdan hegemonik 
bir güç olmaktan henüz uzaktır, bununla birlikte bu alt bölgede Kürt hareketinin ve PKK’nın ana muhalefet gücü konumunda olduğunu belirtmek gerekir. Bu 
çerçevede, Kürt hareketi ve PKK, bir yandan AKP’nin açık bir hegemonik üstünlüğe sahip olduğu Şanlıurfa ve Bingöl’de mücadele yürütürken; diğer yandan, hegemonik 
gücün AKP, CHP ve MHP arasında birbirine yakın oranlarda dağıldığı Kars’ta mücadele vermeye devam etmektedir.

Özetle söylemek gerekirse “Çözü(l)m(e) Süreci” bir “araf”sa onun cehennem tarafında en az 12 il durmaktadır (“Kırmızı ve sarı bölge”ler). Abdullah Öcalan 
ve PKK’yla müzakere sürecinde masanın artık işlevinin kalmadığı o nihai anda, yani “Çözü(l)m(e) Süreci” açmaza girdiğinde, “ “iç savaş” ve “bölünme” 
tehlikesinin Türkiye’nin kapısında olacağını söylemek herhalde söylememekten daha kolaydır.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin Açmazları

Peki “Çözü(l)m(e) Süreci” neden açmaza girecek? AKP el yordamıyla bu işe el attığında, beş yıl önce kaleme aldığım “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik 
Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”[2] başlıklı yazımda bir öngörüde bulunmuştum. O günden bugüne bu öngörümü ortadan kaldıracak ya da zayıflatacak 
tek bir gelişme dahi ortaya çıkmadığı gibi, aksine, gelişmeler öngörümü daha da kuvvetlendiren bir istikamette ilerliyor.

“Çözü(l)m(e) Süreci”nin kaderini belirleyecek olan üç temel “açmaz” bulunmaktadır. PKK, teröre son vermek için hem liderlerinin ağzından hem de 
HDP’nin ağzından “olmazsa olmaz” üç temel koşulu uzun zamandır deklare ediyor:

1) Kürt kimliğinin siyasal bir kimlik olarak anayasada yer alması (İki halklı devletin ve dolayısıyla gelecekte self-determinasyon hakkının kabulü).

2) Başta Abdullah Öcalan olmak üzere öngörülebilir bir zaman dilimi içinde PKK’nın lider kadrosunun serbest bırakılmasının ve siyaset yapabilmesinin 
koşullarının yaratılması, ayrıca tüm PKK’lıların serbest bırakılarak/serbest kalarak haklarındaki davaların ve cezaların düşmesi.

3) Demokratik özerklik (Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunun idari, mali, hukuki, siyasi ve askeri açıdan özerk bölgelere ayrılarak büyük ölçüde merkezden 
bağımsızlaştırılması, yerel parlamentolar oluşturularak federal birimlere dayalı bir yönetim yapısına yani eyalet sistemine geçilmesi).

Demokratik Özerklik: Post-Modern Etno-Feodalizm

Dünya görüşünün dayandığı temellerin çelişkileri ve sosyo-politik bilgi yetersizliğinden dolayı AKP iktidarının “demokratik özerklik” konusunda kafası 
karışık ve söylemleri muğlak olsa da, Kürt hareketinin ve PKK’nın “demokratik özerklik” konusunda genel çerçevesi ve içeriği belli bir modeli ve hedefi 
vardır. Buna göre Kürt hareketi ve PKK, Türkiye’nin idari, politik, mali ve askeri özerkliğe sahip 20-25 bölgeye ayrılmasını önermektedir. Her ne kadar bu 
bölgelerin oluşturulmasında sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkiler ağı içinde olan illerin bir araya getirilmesinin esas alınacağı söylense de, bu yaklaşımın Kürt 
hareketinin hegemonik üstünlük kurduğu ya da hegemonik denge durumunda olduğu bölgelerde hiçbir anlam ifade etmediği/etmeyeceği çok açıktır. Zira, Kürt 
hareketinin ve PKK’nın bu bölgelerde hedeflediği “demokratik özerklik” tamamen “etnik” kimliğe dayalı aşiretsel bir yapı üzerinde yükselecektir (Post-modern 
etno-feodalizm). “Demokratik özerkliğin” de esas olarak hedeflediği budur, çünkü bağımsızlığa giden yol bu yapı ve süreç içerisinde olgunlaştırılacaktır. Diğer 
taraftan, oluşturulması düşünülen bu 20-25 bölge tıpkı il genel meclisleri gibi seçimle iş başına gelen bölge meclisleri tarafından yönetilecektir. Dışişleri, 
maliye ve savunma hizmetlerinin merkezi hükümet tarafından, emniyet ve adalet hizmetlerinin merkezi hükümet ve bölge meclisleri tarafından ortak ve geriye 
kalan hizmetlerin de bölge meclisleri tarafından yürütüleceği öngörülen bu modelde, Türkiye ulus-devlet yapısını terk ederek, bir yanıyla etnik kimliğe 
dayalı yani “ayrılıkçı” bölgelere sahip olan, bir yanıyla da sosyo-kültürel yapı ve ekonomik gelişmişlik farklılığına dayanan bölgelere sahip olan bir 
federasyona dönüşecektir.

Sonuç: Araf’taki Son Tango ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Sonu…

Kürt hareketinin ve PKK’nın bu hedefleri karşısında, “Çözü(l)m(e) Süreci”ne destek veren AKP’li seçmenin büyük çoğunluğu Kürtlerin kimliklerinin tanınması 
ve sosyal, kültürel haklarının verilmesi suretiyle sorunun çözüleceğine inanmaktadır. Ne var ki böyle bir çözümün Türkiye’de başarı elde etmesi artık 
çok zor gözükmektedir. Abdullah Öcalan’ın yakalandığı ve PKK’nın ciddi manada askeri yenilgiye uğratıldığı 90’lı yılların sonunda böyle bir çözüm hayata 
geçirilebilseydi Kürtler açısından bugünkünden çok daha fazla anlam ifade edebilirdi. Fakat, bugün artık “Kürt Sorunu”ndaki bu kritik eşik aşılmış durumdadır. Kürtlerin yükselen etnik kimlik bilinci, yeni Kürt milliyetçiliğinin 
oldukça reaksiyoner bir yapıda olması, yeni bir Kürt entelijansıyasının ve Kürt gençliğinin varlığı, ulusal kimlik inşasında PKK şiddetinin işlevselliğinin 
kavranması/kavratılması gibi faktörler bu kritik eşiğin aşılmasını sağlamıştır. 

Dolayısıyla, “Kürt Sorunu”nun dinamikleri artık 90’lı yılların çok ötesinde farklılaşmış durumdadır ve üstelik bölgesel gelişmeler (2003’ten beri Irak’ın 
durumu, 2010’dan beri Suriye’nin durumu) Kürtlere devlet ve millet olma yolunda 21. yüzyılda bir daha ele geçirilemeyecek bir fırsat sunmaktadır.

PKK gibi bir örgütü hem yetenekleri, hem amaçları, hem de iradesi açısından yeterince zayıflatmadan müzakere masasına oturursanız ve üstelik de örgüt bu 
süreçte yetenekleri, amaçları ve iradesi açısından eskisinden daha da güçlü hale gelirse artık “şeytanla pazarlık” ediyorsunuz demektir. Bu ahval ve şerait 
içinde müzakere masasında “Kürt Sorunu”na çözüm olarak ortaya konulacak herhangi bir yol yukarıda işaret ettiğim bu üç parametreyi bir biçimde içermediği sürece bu sorunun siyasi yoldan çözülmesini beklemek fazla hayalcilik olacaktır.

O halde “Çözü(l)m(e) Süreci”nin aslında “Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye süreci” olduğu gerçeğini görmezden gelmenin bir anlamı yok artık. Bu noktada, 
Türkiye’nin yakın zamanda yitirdiği ve ne yazık ki değeri yeterince anlaşılmayan en önemli entelektüel ve Türk milliyetçisi şahıslarından Doç. Dr. Durmuş 
Hocaoğlu’nun Ağustos 2009 tarihinde 2023 dergisine verdiği “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” adlı mülâkatında sarf ettiği şu sözler, bugün 
Türkiye’nin içinden geçtiği ve ─mevcut politik tablo değişmediği taktirde içinden geçeceği süreci çok yalın ve bir o kadar da üzüntü verici bir şekilde 
özetliyor aslında: “…Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet’in tasfiyesi hissedilmeyecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek 
ve bugünlerde çok sıklıkla propaganda edildiği gibi, “daha güçlü bir Türkiye” yaratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar! Tasfiye, ilk önce 
ve esas olarak, Türkiye’nin tapusunun Türklerden alınıp O’na ortak yaratmakla başlayacak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerleyecektir. Yâni, Türkler’in kısmen 
dahi olsa devredilemez, paylaşılamaz, ferâgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürtler ile 
paylaşmaya rızâ göstererek ülkelerinin iki “halk”tan “siyâsî halk”, diğer adıyla “millî (ulusal) topluluk”─ oluşan bir ülke olduğunu …tescil ettiklerinde, 
bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu demek olacaktır. Tabii, aynı zamanda, Türklerin millet olma vasfını kaybedişlerinin de başlangıcı…”[3]

O halde AKP’ye, Recep Tayyip Erdoğan’a ve “Çözü(l)m(e) Süreci”ni destekleyen herkese sormak gerekiyor: “Buna var mısınız? Aklınız, vicdanınız, iradeniz bu 
talepleri kabul etmeye yetiyor mu tarih ve millet önünde?”

[1]Tablolardaki veriler Cuma Çiçek, “1991’den 2014’e Kürt Coğrafyasının Siyasi Haritası” (Yazı dizisi), Kurdistan24 News, 04-16 Nisan 2014, s. 31’den 
uyarlanmıştır.

[2]Bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, TASAM, 
http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/1128/demokratik_acilim_ve_terorle_mucadele_sureci_yanlis_bilinlenler_ve_temel_acmazlar, 
14 Eylül 2009. Bu yazının yeniden düzenlenmiş versiyonu için ayrıca bkz. Bülent Şener, “Terörle Mücadele Süreci ve ‘Demokratik Açılım’: 
Yanlış Bilinenler ve Temel Açmazlar”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2012a
/11/26/6820/demokratik-acilim-ve-terorle-mucadele-sureciyanlis-bilinenler-ve-temel-acmazlar,a26 Kasım 2012.


[3]Durmuş Hocaoğlu, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir” (Mülakat), 2023 Dergisi, Sayı: 101 (Eylül 2009), s. 32.


..

23 Aralık 2014 Salı

2023 VİZYONU '' ATMA RECEP DİN KARDEŞİYİZ ''


2023  VİZYONU '' ATMA RECEP DİN KARDEŞİYİZ ''



İSTİSMAR VE FURYA, 2023 VİZYONU


Mustafa Nevruz SINACI




            








El insaf!..
            Başta iktidar partisi olmak üzere, ana muhalefet ve bilumum muhalefet partileri dâhil, tamamı bir “2023 Vizyonu” dur tutturdu gidiyor. Tabii, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 100. yıldönümü, kulağa hoş gelir, üstelik inandırıcılığı da kamçılıyor. Ancak, hedefe daha 12 küsur yıl var. Kim öle kim kala. Her ne kadar, iyi bir propaganda söylemi olsa bile, bizim ülke siyasetinde böyle ‘üç dönemi birden kapsayan’ vaatlere hiç rastlanmadı. Bizim insanımız bu usul ve süreye alışık değil. O nedenle, ‘bu da yalanın kuyruklusu’ deyip, gülüp geçiyorlar.


           













 MÜRAİLİK, İSTİSMAR VE FURYA    

            Bizim politik ACI’lar yıllarca, ‘ Vizyon - Misyon’ Kelimelerini doğru, dürüst kullanmayı beceremediler. Bu nedenle, doğal olarak, 2023 vizyonu adına açıklanan hiçbir şey anlamı ile örtüşmüyor. Söylenirken bile ikiyüzlülük, mürailik, istismar, yalan, furya ve şark kurnazlığı sırıtıyor, pis kokuyor. Hedef ve proje dedikleri saçmalıkların maksadını aşan abartılar olduğu çok net anlaşılıyor. Çünkü vatandaş, biri (CHP) hariç tamamı 1963 tevellüdüne dayalı siyaset simsarı, din tüccarı, misyon taciri; “sulta/cunta/dikta/cemaat/aşiret” partilerinin bu güne kadar hiçbir vaatlerini tutmadıklarını ve yalan söylemekte gayet de usta olduklarını çok iyi biliyor.  

Kaldı ki, inandırıcılığı baltalayan başka faktörlerde var.

Tıpkı ‘adalet-kalkınma’, ‘cumhuriyet halk’, ‘milliyetçi hareket’, ‘demokrat’, ‘büyük birlik’ ve diğerlerinde olduğu gibi; Partilerin hiç birisi kendi adıyla örtüşmüyor, anlamıyla bütünleşmiyor. Yani partiler, adlarının adamı değiller!.. Görünürde bu bile sahnelenen kirli oyunun, menfur bir aldatmaca ve kandırmacadan ibaret olduğunu anlamaya yetmekte!... 

AD’LAR, ANLAMLAR VE EYLEMLER!...

            AKP, adaletli değil; Sadece yandaş ve yoldaşlarını kalkındırıyor…
            CHP’nin “halkla ve halkın sorunlarıyla her hangi bir ilgisi, alâkası yok.
            MHP batı yanlısı, AB’ci enternasyonal, zaaflar ile malul ve şuursuz.
            BBP, öz misyonuna hayat vermek yerine, varlığını sürdürmek çabasında..
            Demokrat Parti, kendi dava, 46 ruh, amblem ve misyonundan bihaber…
            Diğerleri mi? İşin doğrusu: 1924 Anayasası ve eşdeğer yasalardan tutun, 1928, 1961 ve 1982 ile 2820 sayılı SPK’yı şamil olmak üzere; Mevcut tanımlamaya hiçbirisi uymuyor. Oysa uydurma görevi yüklenen bir yargı ve Cumhuriyet Başsavcısı var. Hattâ, bütün haksızlık ve hukuksuzlukların denetleyicisi olarak yetkili ve görevli bir; Yüksek Seçi Kurulu bile!..
            Dahası, Anayasa ve yasalar, siyasi partilerin zorunlu organlar, üyeler ve üye olmayan vatandaşlarca da denetlenmesini öngörmekte. “Siyasi partiler demokrasinin esas ve ilkelerine aykırı fiil ve tasarrufta bulunamazlar” hükmü kendi kanununda yer almakta!...

            Buna rağmen 50 yıldır, dağ doğura, doğura fare doğuruyor.

            Meselâ “genel olarak” bunların “2023 Vizyon”larına bir bakalım:
            01. Yeni, ileri ve sivil anayasa,
            02. Kürt, Alevi, Ermeni, Rum ve Roman açılımları,     
            03. Avrupa yakası-Trakya kanal projesi,
            04. İstanbul’un iki yakasına iki şehir,
            05. Bir bu kadar daha duble / bölünmüş yol,
            06. Helâl Kart, Hilâl Kart, Yeşil Kart, Mavi Kart…
            07. Aile maaşı, açlık ödeneği ve devasa yardım bütçesi!..
            08. Milli Gelirde artış,
            09. Dünyanın 10 büyük ekonomisinden biri,
            10. Dünyanın 10 büyük limanından birini yapmak,
            11. İhracatı 500 milyar doların üstüne çıkartmak,
            12. En az 3 Nükleer enerji Santralı yapmak!....

 DAHA NELER, NELER!.…




TÜRK MİLLETİNİN RED ETTİĞİ İHTİLAL


TÜRK MİLLETİNİN RED ETTİĞİ İHTİLAL



İddiacı ve iftiracılar bilsin ki!..

Mustafa Nevruz SINACI

27 Mayıs, Türk Dünyası’nın büyük kırılma, Milli Mücadele düsturu, Atatürk ilkeleri ve Türk inkılâbını ilga, şerefli maziyi hafızalardan silme teşebbüsü ve yakın Türk tarihinin en elemli kâbusudur. Bu uğursuz şeamet ve bedhahların bekraundu üzerinden 53 yıl geçti. Ama halâ acıtan, ıstırap veren ve henüz tedavisi kabil olmamış, kamu vicdanında kanayan bir yara..












Bu nedenle, sulbünün (zürriyet, soy, sülale) üstüne mezar toprağı ve nifak tohumları serpilen, geleceği karartılan ve makûs bir talihe mahkûm edilen millet; hâlâ gaflet, (paralize) dalâlet ve şeamet uykusundan hıyanete uyanamadı.
Aradan geçen 53 yıla rağmen, ne siyaset ve ne de kadim millet 27 Mayıs’ın muzlim karanlığından aydınlığa çıkamadı... Aslen ihanet şebekelerinden olup, zahiren Atatürkçü görünen sahtekârların ve dini siyasete alet ederek, vurguna soyunanların farkına varamadı!
Dahası, tıpkı “ilâh, silâh ve ilâç tüccarlığı” yaparak insanlık âleminin kanını emen emperyalist vampirler ile vahşi kapitalistler gibi; ‘İleri demokrasi, insan hakları, adalet ve hukuk’ söylemleri ile sözde ‘barış, helâlleşme ve kardeşlik’ adına açılımlar yaparak; Asil ve kadim Milleti dönüştürüp bölmeye kalkışan simsarların oyunlarını da idrak edemedi!..  
Lâkin Darbeleri Araştırma komisyon faaliyette… Bizce son derece haklı, doğru ve yerinde; Silsile-i meratip ve meşru müdafaa dâhilinde (emir ve komuta zincirinde) vaki 12 Eylül yargıda. Demokratlar olarak şiddetle karşı olduğumuz, nefretle kınadığımız 28 Şubat ise; milyarlarca dolar soygun, vurgun ve aleni yolsuzluğa-soysuzluğa rağmen, asli failleri ‘mağdur’ hanesine duhul edilerek “siyaseten” mahkemede.. Bu bir çelişki ve kepazeliktir.
Soygun-vurgun erbabını sigaya çekmemek; Adalet ve milletle alay etmektir. Zira 28 Şubat, tam bir “hesaplaşma - yüzleşme, tüyü bitmemiş yetimin, masum ve mazlumun hakkını tahsil ve tazmin” biçiminde muhakeme edilmedikçe, üstüne sinen şaibe asla kalkmayacak ve kamuoyunda: “28 Şubat aslında, Milli Görüş’ü iktidara taşımak için sahnelenmiş menfur bir oyun ve tezgâhtır” şüphesi zail olmayacaktır…
Öyle ise, hükümet, hesaplaşma ve yüzleşmeye ‘doğru yerden’ başlamak zorunda idi. Geçmişle yüzleşmek ve darbelerle hesaplaşmak: TC’nin çökertilerek, düşürüldüğü yerden kaldırılmasına matuf olmak üzere; Sorgulama ve yargılamaya 27 Mayıs isyanı ile başlamak şarttı. Geç değil. Nasıl olsa kurulu bir komisyon var. “Niyet hayr, akibet hayr” hakikatinden hareketle; Eğer, en kısa sürede 27 Mayıs yargı önüne çıkartılır ise amenna! Değilse, tüm olup bitenler, yukarda ifade edildiği gibi düzmece, lânetli mbk cuntasının kurmaya cüret ve cesaret gösteremediği; İstiklâl Mahkemelerinin zıttı “İnkılâp Mahkemelerinin” zımnen ya da fiilen devreye sokulması gibi bir yönelim anlamına gelir..

27 Mayıs Nedir?  Bir ihtilal midir?  Darbe midir?  Fiili durum mudur?













Öncelikle bu olayın hukuki adını koyalım. Bana göre 27 Mayıs olayı, bilinçli bir Ordu hareketi değildir! Dolayısıyla Şerefli Türk Ordusunu bu bühtandan uzak tutmak şart.. Her ne kadar 27 Mayıs isyanı, asker libasına bürünmüş sergerdelerce alçakça icra edilmiş olsa bile; Mezkür kalkışmada emir-komuta zinciri bulunmadığı cihetle, menfur olayın ordu iradesiyle vuku bulduğunu iddia etmek abestir. Çünkü o günün yasal Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun ve bütün Kuvvet Komutanları; Atatürk ve Türk Milleti adına hareket ettikleri yalanını kullanan menfur isyancılar tarafından “kalleşçe” tutuklanmıştır.


Ancak!.. 
Bu gün, bu cihetle Silivri davalarını eleştirenler bilmelidir ki:
















27 Mayıs günü ordumuzda 260 general görev yapıyordu. Bu generallerin 235’i, hain isyancılar tarafından emekli edildi. Çoğunluğu albay, yarbay ve diğer kademelerden olan 13 Bin subay Maarif Bakanlığı (MEB) emrine verildi. Tazminatları ABD tarafından karşılanan 5 bin Subay ordudan uzaklaştırıldı. Sonuç: Generaller dâhil, Türk Ordusu’nun tasfiye sürecinde 235 + 13 000 + 5 000 = 18.235 Subay, Üst Subay ve General ile 1936 askeri öğrenci olmak üzere: 18.235 + 1.936 = 20.171 askerin “Milli Ordu” ile ilişiği kesilerek, menfur bir temizlik ve tasfiye hareketi ile; Şerefli Türk Ordusu “Peygamber Ocağı” dumura uğratılmak istendi...


Ödenmekte olan bedel...

Mustafa Nevruz SINACI

Nitekim bundan sonraki aşamalarda sırasıyla 1111 Sayılı kanun, Yönetmelik, tamim, talimat ve yönergelerde yapılan meş’um değişikliklerle önce: Asker kişilerin yabancı uyruklu (gayrimüslim) kadınlarla evlenme yasağı; Azınlıklar üzerindeki (lüzumlu ve zorunlu) kısıtlar; Nesebi gayrisahih olanlar için uygulanan tedbirler; Askerlik mesleğine katılmada aranan “alt ve üst soyda fahişelikle müştegil mazarrattan ariyet; Süfli işlerle uğraşan akraba ile mukarreb olmamak;, Müslüman bir soy lüzumu gibi özel, önemli, hayati ve özellikle görev stratejisine münhasır zorunlu şartların ilgası ile Türk Ordu’suna çok büyük darbeler vurulmuş olmakla;























1960’dan sonra Harp Okullarından itibaren Ordu’da: Merkezi yurtdışında yer alan bir Yahudi tarikatı masonluk ile menfur türevleri lions ve rotary kulüp üyesi kripto, sabe, dönme ve devşirmelerin (Peygamber Ocağı’nda) makam-mevki, yetki ve rütbe sahibi oldukları büyük üzüntü ile müşahede olunmuştur. Derdest olan davalara bakıldığında ise: Hiç biri Milli Ordu ve kutsal askerlik mesleği ile bağdaşmayan casusluk, fahişeler ve/veya fahişelikle iştigal, din düşmanlığı, terör ve tedhiş örgütü ile iştirak ve işbirliği., gibi utanç verici suç ve suçlamalarla yargılananların varlığı korkunç bir şeamettir. İşte bu şeamet, ihanet, gaflet ve dalalet 27 Mayıs isyanının doğurduğu lânet, elim felâket ve melânetin beklenir sonucudur.
Bu organize teşekkül ve teşebbüs, tıpkı Osmanlı’da Patrona Halil ve Milli Mücadele öncesi mütegallibenin Ordu’yu tasfiye girişimi gibidir. Atatürk’ün 1924 (1928) Anayasasının ilgası; TBMM’nin kapatılması ve Cumhuriyetin kesintiye uğratılması gibi “tam hukuksuzluk” haline rağmen CHP’nin tek taraflı olarak kapatılmaması; Aleni iştirak ve işbirlikçiliktir.
Anayasa Mahkemesinin 1963/83 sayılı iğrenç Tedbirler Kanunu’nun, sözde özgülükçü olduğu iddia edilen 1961 a.yasasına aykırı olmadığına karar vermesi; yasanın1. Aydemir artçı darbe girişiminin akabinde çıkması; Yasayla, kadim DP lehi ve 27 Mayıs aleyhine beyan ve ifade suçtu. Konuşan ve yazanlar 5 yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaktı. Eğer yasa, 1961 anayasası ile uyumlu ise malum ve mezkür anayasa özgürlükçü olabilir mi?
Elbette olamaz. Zira aynı anayasa Demokrasi, insan hakları, adalet ve hukukun askıya alarak; Bütün Anadolu’da infaz timleri ve toplama kampları kurulmasına; kadim DP evrakının müsadere ve partinin “usulen tefhim” daha açık bir ifade ile belâ savma bab’ından bir dava ile re’sen kapatılmasına mütedair karşı tedbir veya evrensel hukuk hükümlerine dair amir bir atıf içermemekle; Bil’âkis., Ata-Türk ilkeleri ve Türk İnkılâbının “Hâkimiyet Kayıtsız ve Şartsız Türk Milletinindir” emri icabı “devlet idaresinde, millet iradesinin hâkim unsur” olarak kabul, ilân ve tesciline dair hükmü yok sayarak; Bazı antidemokratik sulta ve cuntalardan müteşekkil vesayet kurumları ihdası ile “devlet ve halk düşmanı statükoyu” oluşturmuş bulunmaktadır. 
SONUÇTA: Bir ülkede hem darbe, hem cunta, hem de Cumhuriyet olmaz. Bu yüzden 27 Mayısla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sona ermiştir. Meclis kurulduğunda ilk söylenen söz, ‘TBMM her gücün üstündedir’ olmakla; 27 Mayıs isyancılarının Meclisi ortadan kaldırmaları, asi ve gayrimeşru olduklarının karinesidir. Dünyada Meclisin olmadığı ve fakat Cumhuriyetle yönetilen hiçbir ülke yoktur. Dolayısıyla 27 Mayıs, Türkiye Cumhuriyeti'nin cebren, vatana ihanet, silâh ve hile ile ortadan kaldırılmasıdır. Cemal Gürsel'in "Kurucu Meclis"in açılışında söylediği, "Bugün burada ikinci Cumhuriyeti kuruyoruz" sözünü unutmayın!..


            











Bununla birlikte hem darbe yapıp, hem Atatürkçülük iddiaları palavradır. Hiçbir güç hem darbeci, hem de cumhuriyetçi ve Atatürkçü olamaz. Darbe, ancak "faşist", "saltanatçı" bir anlayışın ürünüdür. Tutarlı olmak istiyorlarsa, en azından açıkça “biz faşistiz" demeleri gerekirdi. Ancak o zaman, fikren tutarlı oldukları düşünülebilir. Bunun dışında söyledikleri her söz yalan, bütün iddiaları iftira, tefrika ve palavradır.
Gerçek şu ki: Menfur 27 Mayıs fetret ve nefret kalkışmasının acıları henüz bitmemiş ve yaraları sarılmamıştır. Kamu vicdanı hâlâ “iştirak” cuntasının illegal lideri İsmet Paşa’ya koşup giderek: "Paşam emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur" diyen kriptolar ve tam bir mürailikle "Ne içindeyim, ne dışındayım" cevabını veren bedhahtan müştekidir. Biline!..



İnsan hakları, adalet, siyasi fazilet, hukuk ve Demokrasi Şehid'lerimizi; Rahmet, minnet, saygı ve şükranla anıyoruz. Aziz ve mübârek Rûhları şâd olsun...



..