1 Mayıs 2015 Cuma

PKK - KADEK KANADA DA KADEK'İ TERÖR ÖRGÜTLERİ LİSTESİNE ALDI,



PKK - KADEK  KANADA DA KADEK'İ TERÖR ÖRGÜTLERİ LİSTESİNE ALDI,



Avrupa Birliği tarafından terör örgütleri listesine alınması sonrasında ismini KADEK olarak değiştirerek güvenlik güçlerinin takibinden kurtulmayı hedefleyen PKK, kimseyi kandıramıyor.

ABD'den sonra, Kanada'nın da PKK'nın devamı olduğu belirlenen KADEK'i "terör örgütleri listesine" alarak, KADEK'in ve yan kuruluşlarının tüm mal varlığına el koyduğu ve mali işlemlerini durdurduğu açıklandı.

"Kurdish Media" isimli internet sitesinde Mirza Nammo imzasıyla 30 Aralık 2002 tarihinde yayınlanan bir makalede, "Kanada'nın terör örgütleri listesine birkaç yeni örgütü daha eklediği ve ülkede faaliyet gösteren söz konusu örgütlerin, Kanada'nın ulusal güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle yasaklandıkları" vurgulandı.

Mirza Nammo imzalı makalede şöyle deniliyor; "Kanada Hükümeti, geçen hafta aldığı bir kararla, aralarında PKK'nın devamı olduğu belirtilen KADEK'in de yer aldığı, birkaç örgütü terör örgütleri listesine ilave etti. Kanada Hükümeti, listede yer alan örgütlere üye olanların ya da yardımda bulunanların hapisle cezalandırılacaklarını ya da sınır dışı edileceklerini vurguluyor. KADEK'in terör örgütleri listesine dahil edilmesiyle birlikte, Kanada'da faaliyet gösteren örgüt mensupları veya örgüte yardım ettikleri belirlenen sempatizanlar tutuklanarak, Türkiye'ye iade edilecekler."

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından 8 Aralık 2002 tarihinde yapılan basın açıklamasında, terör örgütü olarak nitelendirilen KADEK'in, mal varlığının dondurulduğu ve tüm mali işlemlerinin durdurulduğu vurgulanmıştı.

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Boucher; "PKK, ismini KADEK olarak değiştirmiştir. KADEK'in, faaliyetlerinin yakından takip edilmesi sonucunda, PKK'nın devamı olduğu ve aynı koşulları taşıdığı belirlenmiştir. Üst düzey sorumlular tarafından PKK'nın yeniden örgütlendiği iddia edilmektedir. Ancak, PKK ile KADEK'in liderleri ve üst düzey yöneticileri aynı kişilerdir. KADEK de PKK gibi terör eylemlerini sürdürmektedir. ABD'nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK'nın yanına KADEK ismi de eklenmiştir. KADEK'in mal varlığının dondurulması ve yasal işlemlerinin durdurulmasına yönelik olarak, Dışişleri Bakanlığı ve Hazine Bakanlığı gerekli yaptırımları başlatmışlardır" diyerek,ABD'nin isim değiştiren terör örgütlerini izlemeye devam edeceğine, dolayısıyla bu örgütlerin isimlerini değiştirerek, yasal yaptırımlardan kaçamayacaklarına dikkat çekmişti.

Almanya Bavyera Eyaleti İçişleri Bakanlığı Basın Bürosu'nun 6 Haziran 2002 tarihli basın açıklamasında ise; "KADEK'in, PKK'nın devamı olduğu, bu nedenle KADEK'e ait sembol ve sloganların da Almanya'da yasaklandığı" vurgulanırken, Almanya İçişleri Bakanlığı  Sözcüsü Eva Schmierer de; "PKK, adını KADEK olarak değiştirse de yasak kararı geçerli olacaktır" diyerek, PKK'nın isim değişikliğinin örgütün terörist kimliğini gizleyemeyeceğine işaret etmişti.

Bu arada, Almanya'da Koblenz Savcılığı ve polisi tarafından geçen hafta gerçekleştirilen operasyonlarda, "Almanya'da yasaklı bulunan terör örgütü KADEK (PKK) adına faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle çok sayıda örgüt mensubunun yakalandığı kaydedildi.

Terör örgütü KADEK'in yayın organı Özgür Politika Gazetesi'nde 23 Aralık 2002 tarihinde yayınlanan bir habere gore; "Eski adıyla PKK, yeni adıyla KADEK'e yardım ve yataklık yaptıkları" gerekçesiyle Koblenz polisi tarafından yakalanan Hasan Karakuyu ve A.Kerim Aslan'a 4 ay hapis, 2 bin Euro para cezası, Ramazan ve Gülşen Ergat'a 2 yıl hapis, 26 bin Mark para cezası, Abdurrahman, Halime ve Nurullah Yıldız'a ise 3500'er Mark para cezası verildiği, ayrıca orgut mensuplarının ve yandaşlarının hiçbirinin iltica taleplerinin kabul edilmediği ve sınır dışı etme uygulamasının sürdürüldüğü vurgulandı.

Uluslararası kamuoyu, teröristlere yönelik bu yaklaşımların diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelere de örnek olmasını ve PKK'nın devamı olduğunu açıklayarak, şiddet eylemlerini tırmandırmaya devam eden KADEK'in, AB'nin terör örgütleri listesine alınmasını bekliyor. 

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-47.htm

..


PKK - KADEK YUNANİSTAN'IN TERÖR ÖRGÜTLERİNE DESTEĞİ SÜRÜYOR




PKK - KADEK  YUNANİSTAN'IN TERÖR ÖRGÜTLERİNE DESTEĞİ SÜRÜYOR



Yunanistan'da faaliyet alanı bulan terör örgütleri, Atina'da finansman teminine yönelik propaganda faaliyetlerini yoğun şekilde sürdürüyorlar. 

Avrupa Birliği ve ABD'nin "terör örgütleri" listesinde yer alan terör örgütü PKK'nın (yeni adı KADEK), gelir temin etmek amacıyla başkent Atina'da yürüttüğü etkinliklere, Yunanistan emniyet birimleri müdahalede bulunmuyor.

Terör örgütü KADEK (PKK) mensupları tarafından 14 Aralık 2002 tarihinde Atina Üniversitesi'nin önünde açılan iki standta, terör örgütü PKK flaması ve teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın resimleri sergileniyor. Terör örgütü KADEK (PKK) mensupları, örgüte finansman temini amacıyla, Yunanistan'da basımı gerçekleştirilen terör örgütünün propagandasını içeren "Kürdistan'ın Sesi Dergisi"nin yeni ve eski sayılarının satışını yapıyorlar. Ayrıca, terör örgütü güdümünde faaliyet gösteren "Kürdistan Kızılayı" tarafından da 21 Ocak 1997 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından kapatılmış olan Kuzey Irak'taki Etruş Kampı'nda yaşadığı iddia edilen Kürt çocukları için "yardım"(!) adı altında para toplanıyor. Atina şehir merkezinde gerçekleştirilen etkinliklerde elde edilen paraların, teröristlerin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla Irak'ın kuzeyinde terör örgütü kamplarına aktarıldığı vurgulanıyor.

Bu arada, Yunanistan'da terör saldırılarına kurban gidenlerin yakınları tarafından Yunan Parlamento binası önünde düzenlenen "terörü lanetleme" gösterisinde yapılan basın açıklamasında; "Yunan Hükümetleri'nin teröristlerle mücadelede başarısız olduğu gözlenmektedir. Ne amaçla olursa olsun, tüm teröristlere karşı, mücadele edilmeli, başka ülkelere zarar veren katiller de cezasız kalmamalılar. Teröristlerin, kendilerini demokrasinin üzerinde görmelerine izin verilmemelidir" denilerek, Yunan Hükümeti'nin PKK (KADEK) ve diğer terör örgütlerine karşı hoşgörülü yaklaşımı terk etmesi cağrısında bulunulmuştu.

Uluslararası kamuoyu, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin, "Küresel terörizme karşı mücadelede terörist örgütler listesinde yer alan tüm terör örgğtlerinin finansman kaynaklarının kurutulmasına" yönelik hukuki kararları çercevesinde, tüm ülkelerin terör örgütlerinin para toplama faaliyetlerine karşı gerekli tedbirleri almasını bekliyor.  

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-48.htm


.

Kadınların Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesi



Kadınların Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesi 



Galip Baysan
Pazartesi, Mart 09, 2015

Bu gün birisi çıkıp da bana “Size göre günümüz Türk ve İslam Dünyasının en büyük ve en önemli sorunu nedir?” diye sorsa vereceğim cevap öncelikle      “ Kadınlar ve Kadın Hak ve özgürlükleri” olacaktır. Ve ne yazıktır ki Türk ve İslam Dünyasında bu konunun önemini anlamış pek az insan mevcuttur. Bu ülkelerde kadın deyince akla hemen 90-60-90 rakamlarının kadını gelir. Oysa kadın denince ilk anda akla Anneler gelmelidir, çünkü her kadın bir anne veya anne adayıdır. Bu nedenle toplumda daima saygın bir yere, saygın bir değere sahip olmalıdır. 
Atatürk’ün bütün karşı çıkışları ve engelleri bertaraf ederek bir anda kadınlarımıza verdiği hak ve özgürlükleri elde etmek için Dünya kadınları yüz yıllarca uğraşmış ve çok büyük mücadeleler vermişlerdir. 8 Mart Dünya kadınlar gününü kutlarken ülkemizde ve bütün medeni âlemde bu kadınların mücadelelerinin en azından hatırlanmasının gerekli olduğuna inanıyoruz.  
 Dinde Reform Hareketinin ve Protestan Mezhebinin ünlü lideri Martin Luther “ Evlilik kutsanmış değil, dünyevi bir iştir” sözleri ile evlilik anlayışına yeni bir yorum getirmiştir. Martin Luther de masa başı sohbetlerinde “ Kadın evde oturmalıdır” sözleri ile klasik çizginin dışına çıkmamıştır.(1) Ondan bir şeyler bekleyen kadınlar hayal kırıklığı yaşamışlardır.
Rönesans’la birlikte büyük bir özgürlük akımı oluşmuşken, kadınla erkeğin arasında daha fazla eşitlik olabileceği düşünülüyordu. Ancak yine kadın hak ve özgürlükleri konusunda ciddi bir atılım yapılamadı ve Fransız İhtilaline kadar hiçbir gelişme olmadı.
Kadınlar 1789 yılında başlatılan ihtilal hareketi içinde aktif roller üstlendiler. Mevcut yasalar gereği oy verme hakları yoktu ve devrimci örgütlerin çoğuna kadın oldukları için kabul edilmiyorlardı. Önlerine çekilen bu kalın setleri aşmak için kadınlar kendi örgütlerini kurdular. Paris’te ve 30 kadarı taşrada kurulmuş olan “ Devrimci, Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Kulübü” böyle kurulmuştu.(2)

Bayan Concordet’in   çıkışından sonra erkek çocukların, kız çocuklar karşısındaki miras öncelikleri kaldırılıp, bu alanda eşitlik ilkesi benimsendi. 1792’de yasalarda boşanma hakkı tanındı. Ancak Cocordet’in giyotinle idam edilmesinden sonra önerileri unutuldu. 
Olympe de Gauges 1791 Eylülünde yayınladığı “Kadın ve Kadın Yurtdaş Hakları Bildirisi”nde isteklerini şöyle belirtmekteydi. “ Haklar bakımından özgür ve erkeklerle eşit doğan kadınlar, erkeklerin toplumda çekip ellerinden aldıkları doğal haklarından yararlanmalıdırlar. Kadınlar bütün haklarını elde etmedikleri sürece Devrim tamamlanmış olmayacaktır. Bildirinin onuncu maddesinde de şu ünlü sözü söyleyecektir. “İdam sehpasına çıkma hakkı olan kadının kürsüye de çıkma hakkı da olmalıdır.”   
    
 Aykırı fikirlerinden dolayı 20 Temmuz 1793’te tutuklandı, 2 Kasımda ölüme mahkûm edildi ve bir gün sonra giyotine gönderildi. Yıllarca peşinde koştuğu kürsüye çıkma hakkı kendisinden esirgenmişti ama sehpaya çıkma hakkı esirgenmedi.(3)
 Onunla birlikte yayınladıkları “Kadınların Hakları” Belgesine imza atan mücadele arkadaşı Rose Lacomb’un kadın hakları konusunda Meclise açtığı savaş da başarısızlıkla sonuçlandı ve Bayan Lacomb’un da başı sehpada giyotinle uçuruldu.(4)
Sehpada can veren kadın savaşçılardan biri de Madam Roland dı (1754–1793). 
1793 yılında diğer arkadaşları gibi o da sehpaya götürülürken söylediği şu sözler yıllarca hafızalardan silinmedi: “ Ey özgürlük senin adına ne cinayetler işleniyor.”
 Erkek devrimcilerin 30 Ekim 1793 yılında hazırladığı bir raporla kadın kulüpleri ve kadınların siyasi haklarını kullanmaları yasaklanmıştır. Yine de kadınların mücadelesi bazı önlemlerin alınmasına imkân sağlamıştır. Medeni hakların tanınması, mirasta eşitlik, gerektiğinde karşılıklı anlaşma ile boşanma bunlar arasındaydı.(5)
Devrimin birçok düşüncesi gibi, eşitlik anlayışı da kısa bir süre sonra hızını kaybetti. Ünlü Talleyrand “ Kız çocukları okullara ancak 8 yaşına kadar kabul edilebilir” derken; Napolyon Bonaparte döneminde yayınlanan “Medeni Kanun” da kadınları yeniden aile reisinin, yani erkeğin egemenliği altına sokacaktı.
 Kadın hakları konusunda en büyük mücadelerden birini bayan Germain vermişti.Ona en yakın insan şüphesiz babası, dönemin ünlü Maliye Bakanı Jacques Necker idi ve her fırsatta “Ben Nekerin kızıyım, ona layık olmaya çalışacağım” diye bundan gururla bahsederdi. Napoleona “Fikir korkağı” dediği duyulunca Napoleon da onun için “Onu ezeceğim, yok edeceğim” demişti. Bu tehditleri duyan Germain aldırmamış ve şu ünlü sözleri söylemişti: “ Haksız bir güce karşı direnmenin temelinde bir tür bedensel zevk yatar.”
 Kadınların oy hakkı ile siyasi haklardan mahrum edilmesini savunan fikirler çoğunluktaydı. Mesela ünlü düşünürler Adam Smith, Hegel, Kant, Rousseau ve Nietche’nin kuramları temelde birçok bakımdan birbirinden farklı olduğu halde, kadınlarla ilgili görüşleri açısından şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyorlardı. Kadınların siyasi statüden yoksun bırakılmalarını; biyolojik doğalarına bağlı ve haklı görüyorlardı. Kadınların ruhsal yapılarının “ Yumuşak, boyun eğici, duygusal, us dışı” olduğunu dile getiriyorlar ve kadınların ev içi ile sınırlı kalmalarını ısrarla vurguluyorlardı.(6)
Haklar konusunda kadınlara açıkça destek veren ilk siyasi liderlerden biri, iktisatçı, filozof John Stuart Mill (1806–1873) olmuştu. 
Jeremy Bentham ve John Stuart Mill kadınların vatandaşlık haklarına sahip olmalarını savunmakta ve “İnsan ırkının bu yarısını, moral açısından erkeklere eşit” saymaktaydılar. J.S.Mill “Kadınların Boyun Eğmişliği”  ( Subjection of Women) başlıklı kitabında, kadınların oy hakkı kazanmalarını, hukuk sistemine dâhil edilmelerini, siyasal, medeni ve toplumsal tüm haklara toplumdaki tüm erkek vatandaşlarla eşit bir şekilde kavuşmalarını bir özgürlükçü talepler dizisi olarak sunmaktadır. O, Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde “ doğuştan tabii haklar” olarak tanımlanan hakların yalnız bir tek cinse  (erkeklere) özgü olamayacağını ileri sürmekte, “ cinsiyet aristokrasisini” şiddetle reddetmekte, erkeklerin hukuk ve siyasal pratikte kadınlar üzerindeki iktidarlarını “Medenileşmiş toplumun sonuncu zorbalığı” olarak nitelemektedir.(7)
  Savaş sonunda Anayasa’da yapılan bir değişiklikle köleliğe son verilip(8), zencilere oy hakkı tanındığı halde bütün mücadelelerine rağmen kadınlar bu haktan yoksun bırakıldılar. Kölelere tanınan haklar annelerden esirgendi. (9)

Elisabeth Candy Stanton ve arkadaşları Newyork’ta yapılan  bir toplantıdan önce büyük bir hamleye daha imza attılar ve 1845 yılında “Kadınların İncilini”  ( Women’s Bible)’ı yayınladılar. Bu kitapta hemen hemen bütün tek tanrılı dinlerde ortak olan Âdem ile Havva öyküsü farklı bir şekilde yorumlanıyordu. Esasta Havanın davranışı Âdemin davranışından daha üstün bir değer taşıyordu. Yasak sadece Âdeme konmuştur ve o her şeyi sessizce izler, araya girmemiş ve eşini soğukkanlılıkla ele vermiştir. Bu kabul edilemez bir davranıştır ve cennetten kovulma olayının esas suçlusu Havva değil âdem’dir. Bu olayı (10) yorumlayanlar açıkça Havaya haksızlık yapmışlardır
1890 yılında kadınlar kendilerine karşı olan tutum ve davranışların ana nedeninin kutsal kitaplar olduğunu görünce, bu konuyu yeniden ele alıp meselenin üstüne gitmeğe karar verdiler ve “İncili gözden geçirme komitesi” ni kurdular. Bunun yanında aynı yıl kurulan “Amerikan Ulusal Kadın Oy Hakkı Derneği” ( National American Women Suffrage Association) ülkenin tümünde kurulan bölgesel örgütleri bir araya getirdi. 1903 yılında bir büyük hamle daha yapılarak “Oy Hakkı Uluslar arası Kadın Birliği” kuruldu. Böylece ABD’de sağlanan güç birliği sayesinde, 1914’den itibaren bir kısım Batı eyaletlerinde, 26.8.1920’den itibaren de bütün ülkede kadınlara oy verme hakkı sağlandı.(11)

DİPNOTLAR:

(1)    Server Tanilli: Fransız Devriminden Portreler, s.229–230 ( İstanbul–1995)
(2)    Necla Arat: Feminizmin ABCsi, s.24–25 (Simavi Yayınları)
(3)    Serpil Çakır: Osmanlı Kadın Hareketi, s.13 (İstanbul–1944) ;S.Tanilli, s.232; N.Bensadon, s.41–42  Serpil Çakır: Osmanlı Kadın Hareketi, s.13 (İstanbul–1944) ;S.Tanilli, s.232;   Ney Bensadon: Başlangıçtan Günümüze Kadın Hakları, s. 41-42  (İletişim Yayınları, İstanbul–1990)
(4)    S.Tanilli, s.232  
(5)    Norgand Kohlhagen: Dünyayı Değiştiren Kadınlar, s.30–31 (İstanbul–1993) 
(6)  N.Arat, s.17
(7)  Aynı Eser, s.20
(8)      “      “   ,s.32
(9)      “      “   ,s.33
(10)   Ney Bensadon: Başlangıçtan Günümüze Kadın Hakları, s.14 ( İletişim Yayınları İstanbul–1990) 
(11)    Aynı Eser, s.53–54 

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/kadinlarin-esitlik-ve-ozgurluk-mucadelesi-galip-baysan.html

.


Bir Asker Mektubu




Bir Asker Mektubu 



Galip Baysan
Cumartesi, Mart 14, 2015


Yüksek rütbeli, eski bir asker arkadaşımın son gelişmelerden, özellikle ülkemizin Suriye , iç ve dış politika sonucu oluşan   olumsuzluklardan fazlası ile etkilenerek gönderdiği mektubu hiçbir ekleme yapmadan bilgilerinize sunmak istiyorum.


“Sayın Beşir Atalay,
8 Nisan 2013 Tarihinde ‘ki “Terörle Mücadele” konulu Sn. Başbakana sunduğum ve 10.04.2013 Tarihinde tarafınızdan cevaplandırılan mektupların  hemen ardından, REYHANLIDA KANLI OLAY MEYDANA GELDİ. Bunun üzerine Amerikalı Senatör  Webster’in  “ Türkiyenin ABD ile Ölümcül Kucaklaşması” Konuşmasını kendi düşüncelerimle birlikte Size 14 Mayıs 13 tarihli mektubumda  sundum. 
Bu mektuplarda; Suriye siyasetimizin, Güney illerimizdeki istihbarat örgütleri  ile bizim MİT faaliyetlerinin, sığınmacılara karşı tutumumuzun  yanlışlıkları ile alınması gereken önlemleri kısaca açıkladım ve Amerikalı tarihçi senatörün Suriye konusunda  Obama ile Erdoğan ve Davutoğlu’nu uyardıklarını belirttim. Bütün bu önerilerin ve olayların  semeresi görülmeyince ve Adana  Hatay bölgelerinde emniyet, savcı güçlerimiz ile Hükümet yetkilileri arasında istenmeyen olayları, yayın basın organlarında görünce, Ayrıca benim İstanbul ve Ankara  gezilerimde Sığınmacıların içler acısı durumlarını gözlemleyince, bunların hepsini 8 Haziran 2014 tarihli mektubumda tekrarlayarak sizlere sundum.
       
Bu mektubumda ben ilkönce sığınmacılara değineceğim. İlk olarak konuya girdiğimde sığınmacı miktarı 115 bin civarlarında idi. Ama Suriye’deki siyaset yanlışlıklarımız bu miktarın artacağını belirledi ve konu üzerine bir vatandaş  olarak eğilmek zorunluluğunu hissettim ve uluslar arası teşkilatları da zorlayarak bu miktarın belirli sayıyı aşmamasını, aksi halde ülkemize sosyal ve ekonomik alanda zararlar vereceğini belirttim. Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız Sığınmacı miktarının iki milyona yaklaştığını, sarf edilen miktarın beş milyar doları aştığını belirtiyorlar ve insani duygularımız sebebiyle bunlara katlandığımızı belirtiyorlar.(insani duygular dışında siyasi hesapların olduğu da söyleniyor, ama ben oy avcılığına inanmıyorum çünkü bu çılgınlık olur.)
        
Sayın Atalay, Bu olaylardaki hükümet yanlışlıkları o kadar fazla ki anlatmakla bitirilemez. Benim insani özellikle acıma duygum yüksektir. Önceleri sığınmacı dilenci çocukları görünce muhakkak bir yardımda bulunuyordum. Bir arkadaşım; 4-5  yaşlarındaki ayakkabısız çocuğunu göstererek, üşüyor bir ayakkabı parası diye yalvaran kadını görünce,  hemen yandaki dükkandan çocuğu giyindiriyor.  3 saat sonra dönüşünde hemen hemen ayni mahalde ayni dilenci ayni çocuk ayakkabısız.,ve çocuk üşüyor ayakkabı yalvarmaları devam ediyor!?  Şimdi ben bir kuruş vermiyorum. Sebep Ayakkabı olayı değil! İktidarımızın yanlışlıkları. Bir bayan tanırım asgari ücretle çalışır. Eşinden ayrılmış ablasının iki çocuğu ve annesi, hepsine bakıyor, Gece kondu mahallesinden gelmek gitmek kolay mı?  Şimdi size sormak istiyorum, sığınmacıya mı, her an işini kaybedebilecek bayana mı acıyıp yardım elimizi uzatalım? Dini ve sosyal öğreti içinde 10/20 lira mı kime vereceğim? Sel yatağında, menfezde yaşayan kadına ne demeli, hangi vicdan buna dayanabiliyor? 
        
Seneler önce Avrupa’da dilenci göremeyince, araştırdım, dilenci yok mu diye? Harpten kalmış sakatlara ve diğer engellilere belediyeler tarafından sabit belirli temiz yerlerde basit eşya satışları yaptırarak,  ya da görme engelliler için fiyatları üzerinde yazılı eşyalar konmuş el arabaları kullanarak, sosyal bünyede uyum ve ferahlık yarattıklarını kıskanarak müşahede etmiştim. 60 yıl sonra, şimdi Sokaklarımız dilenci dolu.
        
Suriyeli toplama araçlarını da gördüm, Hacı Bayram civarından toplanıp kamplara götürülenleri de duydum. Neden önceden tedbir alınmadı? Aslına bakarsanız Suriye’ yi dize getirme siyasetinin ve hırsının bir parçası olarak görülebilinir, ama ters tepti. Bu mu ileri demokrasi, bu mu çağ atlamak?  İşsizlik oranı %11 ‘e yaklaştı deniyor. İşsizlerin bol olduğu ülkeler de cinayetler, hırsızlıklar, yolsuzluklar, uyumsuzluklar  yani sosyal hayatın her veçhesinde olumsuzluklar fışkırır. Köşkler saraylar yapılıp lüks uçaklar mı alınmalı, işsizliğe çare olacak sanayi ve tarım alanlarına mı  bu meblağlar yönlendirilmelimidir? 
      
(11. .Cumhurbaşkanı A.Gül’ün 3 Günlük Umman gezisinin 40 bin kişilik bir kasaba  ihtiyaçlarını karşılayabileceğini açıklamış   ve Ülkemiz yararına ne faydalar sağladığını sormuştum. Her zaman olduğu gibi cevap yok.) Bu gibi gezilerin amaç ve faydaları halkımıza açıklanmalıdır. Muhalefet ağzı ile konuşmuyorum, ama güncel hakikatler olduğu için işsizlik ve parasızlıktan bunalan  kendi insanlarımızı gördüğüm için bu örnekleri sunuyorum.  Siyaset  Çare bulma sanatı olduğuna göre ve siyasi yanlışlıklar ile hırsların bizi bu bataklığa  sürüklediği düşüncelerinden hareketle, doğruları  ve çareleri de yanlışlıklarını  anlayan siyasi iktidar  bulmalıdır. Güney Doğu illerimizde olaylar oluyor, PKK hüviyet soruyor, haraç  alıyor vergi alıyor, yol kapatıyor, bayrak asıyor, poster sallıyor. 
       Saygıdeğer Atalay bunlar yanlış mı? Size soruyorum, SİYASİ SOSYAL EKONOMİK KOMPOZİSYON içinde, Her alanda güçlümüyüz? Her şey yolunda mı gidiyor? Bu BAŞKANLIK SİSTEMİ, derdimize çare olup yaralarımızı saracak mı? Sığınmacı yanlışımızı doğrultacak mı? Yoksa 17/25 Aralığı söndürmeye unutturmaya mı matuf?
       
Sayın Atalay, EĞRİ CETVELLE DOĞRU ÇİZİLMEZ. Suriyeli muhalif teröristleri eğitip Suriye ordusuna saldırtmak, bir milli dava olarak ortaya konup Demokrasi  prensipleri içinde partiler katmanlarında tartışılıp bu uygulamanın en iyi hareket tarzı olduğu sonucuna varıldı mı? IŞIT Suriye meselesindeki alternatifler içine dâhil edilerek, önceki yanlışlıklara bulaşmadan uygun çözüm tarzlarına erişildi mi? Yoksa emir okyanus ötesinden “ Suriyeli muhalif silahlılar  eğitilsin donatılsın, aksi halde BOP eş başkanlığı kaybolur” biçiminde gelip biz de bunu olumlu mu bulduk? Veya biz Başkanlık rüyalarımızı  hayallerimizi kaybederiz endişesi ile eğit donat taktiğine  mi  takıldık? Nedir bu eğit-donat stratejisi eğer bir egemen ülkeyi bitirme amaçlı ise, bize ne? Önce biz SOSYAL BÜNYEDEKİ EROZYONU DURDURALIM, milli şahlanma başlar, REFAH ve GÜVEN gelir. Bu iki faktör devletlerin varlık sebepleri ve halklarına sunacağı asli görevlerdir.
        
Milli eğitimde her bakan değişmesi yeni programları getirdi her değişiklik bu kuşaklarda endişe ve tepkiler doğurdu. En son 4+4+4 AK Parti yandaşları tarafından da tenkit edilmeye başlandığını görüyor ve duyuyoruz. Milletimize gösterilen reva, olumsuz davranışlar neden? Neden yetkililer diğer partililer ve ilim adamları ile bir araya gelerek, biçimi ile ruhuna  ve Millilik kavramına uyan 5–10 yıllık programlar yapamıyorlar veya yaptırmıyorlar? 12–13 Yıl iktidarda; Milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması, Partiler ve seçim kanunlarının ileri demokrasiye taşınması gibi ilk yıllardaki halkı aydınlatma konuşmalarınızda vaat edilenlerden hiç birisi gün yüzüne çıkmadı.  Cumhurbaşkanı bağırarak konuşmalarında halkın sevgisini kazandı, ama kendisini yıprattı, halen bu durum devam ediyor yazık. Halk beyin gücü yerine bağıranı alkışlıyor. Anayasa uyumsuzluğu doğuyor. Muhalefeti propaganda konuşmalarında tenkit etme yerine onları  konuşup yeni ufuklarda birleştirici faaliyetlerde bulunsa, daha verimli olacağına inanıyorum. Devletteki paralel yapı, Ak Parti ve onun başı tarafından kabullendi ve oluşturuldu. Bu gün ışığı kadar net ve inkâr dilecek durum yok. Bu yanlışlığın bir siyasi cezai yaptırımı olmalı, milletten özür dileme faaliyetleri açık ve endirekt yapılmalıdır. Yoksa halktan 400 milletvekili isteme çağrılarında Paralel yapı kullanılmamalıdır. Bu 400 milletvekili demokrasi ve anayasal seçimler sonrası oluşacak yüce meclisten istenebilinir.
      
Sayın Beşir Atalay, bütün bu olayları size neden yazıyorum. 1. Önceleri Başbakan Yardımcısı olarak, AÇILIM ve BARIŞ süreçlerinin mimarı olarak biliniyorsunuz. ( Ama bu süreçten Muhalefet partileri ile halkımızın ve akil denen yardımcılarınızın bilgisi olmadı. Habur, Oslo, Diyarbakır, İmralı görüşmeleri bir netice vermedi. Halkımız sıkıntılı ve endişeli)
2. Siz bir konuşmanızda; AK Parti içinde 40 kadar kişinin oluşturduğu bir gurubun bulunduğunu, tüm faaliyetler ve siyasi ihtiyaçların bu kurulda değerlendirilip olgunlaştırıldığını ve bundan sonra ilgili makama verildiğini, açıklamıştınız. Kendinizi Gurubun başı olarak belirttiniz. Bu iki sebepten etkili kişi olarak sizi  tanıyorum.
       
Sayın Atalay, Halkımızın üzüntüleri ve boynu eğiklikleri yalnız yukarıda yazdıklarım kadar değil, çok daha fazlasıdır. Son bir söz, İçişleri Bakanına yazdığım gibi Halkın Polisi halk için, Milletin MİT’i millet için kullanılmıyor. Hayal edilen hedeflere yöneltiliyor.  Birlik ve beraberliğimizin sosyal bütünlüğümüz içinde tekrar sağlanması ümidiyle kalpten başarılı çalışmalar dilerim. 
S. Nadir Güven 22.02.15”

     Zaman zaman askerlerin günümüz olayları karşısında ne düşündükleri merak edilir ve bendeniz her fırsatta ülkemizde çoğunlukçu demokratik düzene en bağlı kurumlardan birinin askerler olduğunu söylerim. Zannederim ki Sayın Güven’in yönetimi uyarıcı ve gözlem ve tecrübelerine dayanarak yardımcı olucu mektubu söylediklerimizi teyit etmektedir. Bir başka açıdan şunu söylemek mümkün: galiba bu ülkede hala toplumu bir kişinin değil, bir partinin veya daha genel bir deyimle çoğunluğun yönettiğine inananlar var.

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/bir-asker-mektubu-galip-baysan.html

..

18 Mart Deniz Savaşı ve Sonrası




18 Mart Deniz Savaşı ve Sonrası  



Galip Baysan
Salı, Mart 17, 2015

  
1915 Yılında Churchill ve İngilizleri en çok tahrik eden olay;  100 yıl önce Napolyon Savaşları sırasında İngilizlerin Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Duckwood’un inanılmaz macerası olmuştu. O günlerde Amiral Duckwood’un İstanbul seferi Deniz Harp Okulunda Korvet Kaptanı Bogarth tarafından okutuluyordu. Duckwood 8 savaş gemisi, 2 Firkateyn, 2 kalyondan müteşekkil bir filo ile 19 Şubat 1807 günü Çanakkale Boğazından girmiş, Nara açıklarında küçük bir Türk filosunu tahrip ederek Marmara’ya geçmiş, 20 Şubat günü İstanbul önüne gelmiş, Napolyonun Elçisi General Sebastiyani’nin kovulması ve Türk Donanmasının teslimini talep etmişti. İsteklere olumlu yanıt vermeyen Osmanlı Devleti görüşmeleri uzatırken kıyıda savunma tedbirlerini arttırdı. Sonuç alamayacağını anlayan Duckwood 1 Mart’da Çanakkale’ye doğru döndü. 3 Mart günü Boğazdan çıkarken sert bir dirençle karşılaştı. 29 ölü ve 138 yaralı zayiat verirken bütün gemileri ağır hasara uğradı.(1) Türk kaynaklarına göre Duckwood bir öğle namazı vaktinde Boğaz girişine geldi ve kıyıdakiler onun dost bir filo olduğunu ve İstanbulu ziyarete geldiğini düşünerek ateş açmamışlar. Duckwood Marmara’da beklerken işlerin çıkmaza girdiğini görünce geri kaçmak istedi ama rüzgâr olmadığı için beklemek zorunda kaldı ve rüzgâr yelkenlerini şişirince de Çanakkale’ye doğru hızla uzaklaştı. Gerçekleri duymak istemeyen İngilizler bu konuda gösterdiği cesaret ve beceri nedeni ile Duckwood’a ne kadar hayranlık duyuyorlarsa, İngiliz Donanmasını Boğaz önünde görünce Boğazı savunan askerlerin korkup kaçacaklarına da o kadar inanıyorlardı. Churchill o muazzam donanma ve ateşine karşı Türk askerinin yine bir şey yapamayacağını ve büyük bir ihtimalle korkup kaçacaklarını zannediyordu. Böylece efsanevi Amiral Duckwood’un başaramadığını başarmış biri olarak tarihe geçmiş olacaktı.
  
Bir akşam Başbakan Asquıt’in evindeki bir akşam yemeğinde, Başbakanın kızı Violet Asquıt,  Lord Kitchenerle sohbet ederken “ Çanakkale ile ilgili kazanılacak zaferin onurunun tamamen Winston Churchile ait olacağını” söyledi. Onun Amiral Fisher ve diğer muhaliflerin baskılarına karşı nasıl büyük bir güven ve cesaretle sorumluluğu üzerine aldığından bahsedince, Savaş Bakanı “ Tamamen öyle değil, ben de başından beri bu harekâtı destekliyorum” cevabını vermişti.(2)  
Amiral Carden planlandığı gibi 19 Şubat’tan itibaren Boğaz girişindeki mevzileri bombalamağa başladı. Emrinde 14 İngiliz ve 4 Fransız Muharebe gemisi, 35 kadar mayın temizleyici ve yeteri kadar yardımcı gemi toplanmıştı. Bombardımana katılan gemiler Türk toplarının menzili dışında kaldığı için hasara uğramadan rahatça görevlerini yapıyorlardı. 25 Şubatta gemiler Boğaz girişini bombalamaya devam ettiler ve bu bombardımanlar 16 Mart gününe kadar tekrarlandı. O gün Filo Komutanlığında çok önemli bir gelişme oldu. Ağır baskı ve stres sonucu Amiral Carden rahatsızlandı ve görevinden alındı. Aslında Churchill bu görevi baştan itibaren Türkiye’deki İngiliz Misyonu komutanı Amiral Limpus’a vermeği düşünüyordu. Çünkü o Boğaz savunmasının bütün inceliklerine hâkimdi. Ancak böyle bir görevlendirmenin uluslar arası nezaket kuralları ve dürüstlükle bağdaşmayacağı düşünülerek vazgeçilmiş (3) ve komutanlığa Amiral Carden atanmıştı. Hiç vakit kaybedilmeden görev yardımcısı Amiral de Robeck’e verildi. Churchill kendisine fazla gecikmemesini tavsiye edince iki gün sonra asıl saldırının başlayacağını belirtti. 
    
Saldırı 18 Mart günü başladı.Sabahın ilk saatlerinden itibaren Boğaza giren 18 savaş gemisi altışarlı üç hat halinde yerlerini aldılar ve 11.30 dan itibaren her tarafa mermiler yağdıran devasa bir ateş ve çelik grubu olarak ilerlemeye başladılar. Ellerindeki cephanenin sınırlı oluşu ve menzil sınırlaması gibi nedenlerle Türk tarafı 12’den sonra ciddi olarak karşılık vermeğe başladı. Akşama kadar 6 saate yakın bir muharebeden sonra. Amiral de Robeck saat 17 civarında donanmasına geri çekilmeyi emretti. Saldırı sırasında 3 savaş gemisi batmış, 3savaş gemisi çok ağır yaralanmış, dört gemi de ağır hasar görmüş ve Toplam 800 denizci ölmüştü. Türklerin kaybı ise 8 top,40 ölü ve 70 yaralı olarak tespit edilmişti.(4)
    
Winston Churchill ve Lord Kitchener’in en büyük endişesi ikinci saldırının geciktirilme ihtimali idi.  Onlar Türklerin savunma gücünün tükendiğine, cephane stoklarının %80 inin harcanması nedeni ile savunma gücünün kalmadığına inanıyorlardı.(5)  Fakat 18 Mart günündeki saldırı sırasında Türkler öylesine soğukkanlı ve güçlü bir direnç göstermişlerdi ki, savaşanlar bir daha aynı şartlarda Boğaza girmeye istekli görünmediler. 22 Mart günü Amiral de Robeck’in Sancak gemisi Queen Elizabeth’de, bölgeye yeni komutan olarak atanan General Hamilton ve üst rütbeli general ve amirallerin de katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda durum detaylı olarak görüşüldü ve bundan sonra sadece deniz kuvveti ile değil kara ve deniz kuvvetlerinin birlikte yapacağı müşterek bir harekâtla saldırının yenilenebileceği kararı alındı ve bu karar teklifi Savaş Konseyine sunuldu. 
     
 Deniz Bakanlığında Churchill Çanakkale’ye yeni takviyeler göndermek için büyük gayret sarf ediyor, bölgeye gönderilecek, her gemi, her subay, her asker ve her mermi için olağanüstü bir uğraş veriyordu. Onun bu kadar ısrarlı olmasını anlamakta güçlük çeken yaşlı Amiral Fisher, bir gün ona gönderdiği bit yazının altına şu notu düşecekti: “ Sen Çanakkale ile kafayı yemişsin, başka bir şey düşünemiyorsun. Allah kahretsin şu Çanakkale’yi, orası bizim mezarımız olacak.” (6) Deniz saldırısı bir daha tekrarlanmadı ve alınan karar gereği İngiliz, Fransız ve Koloni ülkeler askerleri 25 Nisan 1915 tarihinden itibaren Gelibolu Yarımadasına muhtelif kıyılardan çıkarak Çanakkale Muharebesinde, Kara Harekâtı olarak yeni bir safha başlattılar.
    
Bundan sonra her geçen günde Amiral Fisher ile Churchill arasındaki ilişkiler gittikçe bozuldu, nihayet 15 Mayıs günü Churchill Fisherin istifa dilekçesini masasında buldu. Yıllar süren yakın ilişkilerini başından beri yakından izlediğimiz bu ikilinin ayrılması Churchill’i çok üzdü. Ama onu daha çok üzecek başka gelişmelerde olmuştu. Hemen hemen bütün ülke onun aleyhine dönmüş, Churchill’e karşı cephe almışlardı. Boğaz saldırısı ile çok büyük bir hayranlık ve şöhret kazanacağına inanan Deniz Bakanı, cepheden gelen ağır zayiat haberlerinin sonucunda ölüm ve kayıplardan sorumlu tutulmağa başlandı. Mayıs sonlarına doğru, Churchill Deniz Bakanlığından ayrılmağa zorlandı. Ancak istifasına rağmen onun Savaş Konseyi üyeliğine devam etmesi istendi. Kasım ayında Savaş Konseyi yenilendi ve onun devre dışı bırakılması Chuchill de hayal kırıklığı yarattı. 
    
Bir savaş lideri olarak görev yapmasına imkân kalmayınca, bir savaşçı olarak ülkesine hizmet etmek isteyen Churchill müracaatı üzerine Fransız Cephesine gönderildi. Kendi arzusu en az bir Tugaya komuta etmekti. Ancak Londra’dan gelen emirde onun taburdan büyük hiçbir birliğe komuta etmemesi istendiğinden,  Churchill’e binbaşı rütbesi ile bir tabur komutanlığı görevi verildi. Bir ay kadar cephede kalan Churchill, mevzilerde yaşamanın bütün zorluklarını gördü, sıkıntıları arkadaşları ile paylaştı. Daha sonra Albaylığa terfi ettirilerek 6ncı Kraliyet İskoç Fusilier birliği komutanlığına atandı. Altı ay daha bu görevle cephede kalan Churchill, cepheden ayrılarak Londra’ya döndü ve milletvekili olarak görevine devam etmek için Parlamentoda yerini aldı ve siyasi yaşamına yeniden başladı.(7) 
    
Türk tarafına gelince; yurt dışında Ateşemiliter görevindeyken gönüllü olarak cephede görev almak isteyen ve kendisine bir Tümenin komutanlığı verilen genç bir Kurmay subay Yarbay Mustafa Kemal gün geçtikçe muharebeler içinde sivrildi. Bu subay, birkaç kritik gün ve durumda, adeta kendi başına verdiği kararlar ve sağlıklı müdahalelerle savaşın kaderini değiştirmiş Çanakkale Zaferinin mimarı olmuştur.


DİPNOTLAR:

(1)     Binbaşı Demaz: Çanakkale Seferi, s.14 (İstanbul Askeri Matbaası–1930)
(2)    David Fromkin: A Peace The End All Peace, s.135-136 ( Avan Boks, New York–1963)
(3)    C.F. Aspinal-Oglander: Çanakkale Cilt–1,s.14; Alan Moorehead: Gallipoli, s.76–77(London–1956)
(4)    Birinci Dünya Harbinde Türk harbi, V cilt, Çanakkale Cephesi harekatı, Inci Kitap, s.211–212 (Ankara–1993)
(5)    Tim Swifte. Gallipoli The Incredible Campaign, s.29-30 (Australia,Sidney-1985)
(6)    Violet Benham Carter: Winston Churchill As I Know Him s.378 (London–1966)                                     
(7)    Quentin Reynolds: Winston Churchill, s.90–93 ( Random House New York–1963)                                        

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/18-mart-deniz-savasi-ve-sonras-galip-baysan.html

..