9 Eylül 2015 Çarşamba

ABD’NİN JAPONYA’DA HİROŞİMA VE NAGASAKİ ŞEHİRLERİNİ ATOM BOMBASI




ABD’NİN JAPONYA’DA HİROŞİMA VE NAGASAKİ ŞEHİRLERİNİ ATOM BOMBASI




6 AĞUSTOS 1945’DE ABD’NİN JAPONYA’DA HİROŞİMA VE NAGASAKİ ŞEHİRLERİNİ ATOM BOMBASI ATARAK COĞRAFYADAN SİLMESİNİ UNUTTURMAYALIM..
Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)
 Yetmiş yıl önce bugün 6 Ağustos 1945’te ABD; “Kuralsız Şiddet” olarak nitelendirilen Asimetrik Savaş’ın tipik bir örneğini doğrudan Japon halkı üzerinde uygulayarak Japonya’nın kayıtsız ve şartsız teslim olmasını sağlamıştır.
 Dünyada gerçekleşmiş asimetrik savaş uygulamaları arasına ABD’nin Hiroşima ve Nagasakiye atom bombası atmasını almak ne dereceye kadar doğru diye sorulabilir. Belki de atom bombası kullanılması bugünkü asimetrik savaş ve terör uygulamaları ile tanımlamalara göre uygun değildir.  
Fakat ben bu kanaâtte değilim. Çünkü bu saldırı birbiri ile savaşan iki devletin orduları arasında olmamıştır. Klasik savaş hukukuna uygun olarak bu silah kullanılmamıştır. Zamanlaması, hedefi ve sonuçları beklenilmeyen yer ve zamanda olmuş ve o güne kadar hiç kimsenin görmediği ve ummadığı ölçüde büyük zayiat meydana  gelmiştir.
Hedef doğrudan doğruya muharebe sahasının dışındaki masum sivil halktır. Ölenler ve yaralananların tamamı sivildir. Yıkılan yerler sivil yerleşim merkezleridir. Çünkü hedef sivildir. Burada hedef olarak doğrudan doğruya Japon halkının korkutulup, yıldırılıp, sindirilip, savaşma azim ve iradesinin kırılması suretiyle kayıtsız şartsız teslimi alınmıştır. Bu hedef gerçekleşmiş ve o güne kadar görülmemiş bir silahın kısa süre içinde ortaya çıkardğı müthiş yıkım Japonya’yı dize getirmeye yetmiştir.
Asimetrik savaşta genellikle güçsüz olan taraf asimetrik saldırı uygular. Burada ise tam tersi olmuştur. Hiroşima ve Nagasaki saldırıları, güçlü tarafın uyguladığı asimetrik savaşın en belirgin örneği olarak tarihteki yerini almıştır. Çünkü bu savaşın meydana getirdiği yıkım ve yarattığı şiddetin benzerine bir daha rastlanmamıştır. Şimdi kısaca o günleri hatırlayalım.
 6 Ağustos 1945’de ABD’nın Japonya’ya atom bombası kullanmasının üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen insanlık o günkü vahşetin ve insanlık ayıbının izlerini silememiştir. Belki tamamen yok olan iki şehrin yerine yenileri yapıldı. Ama ne yapılırsa yapılsın ABD’nin yarattığı bu vahşetin izlerini insan beyinlerinden tam olarak silmenin imkanı yoktur. Zaten Japonya yönetimi de bilinçli olarak tam 70 yıldır yeni yetişen nesillere bu acıyı devamlı hatırlatarak unutmamalarını sağlıyor.
 Bu ayıba sadece hava, toprak, su, ateş ve orada o anda buharlaşan masum bedenler şahit oldu. Tanrının yarattığı bu güzellikleri yok edenlerin insan olmasını düşünmek dahi insana acı veriyor. Ne yazık ki insanoğluna bu kötülüğü reva görenler hâlâ dünyayı kana bulamaya devam ediyorlar.
26 Temmuz 1945’de ABD Başkanı Truman, Japonyanın koşulsuz teslim olmasını isteyen Potsdam Deklarasyonu’nu yayınladı. Hiroşima’ya atom bombası atılmadan iki hafta önce, New Mexico Alamogordo’da ABD, atom bombasının ilk denemesini yapmıştı. Japonya ültimatomu reddedince, Truman müttefiklerini de bilgilendirerek nükleer saldırı emrini verdi.
Amerikanın Güney Pasifik’teki Tinian Adası’ndan Albay Paul Tibbets yönetimindeki Enola Gay isimli B-29 uçağı, 6 Ağustos 1945 sabahı “Little Boy” isimli Atom Bombası yükü ile havalandı. 10 000 metreden saat 8.13’te atılan bomba saat 8.15’te Hiroşima’nın 580 metre üzerinde patladı. İlk anda 70.000 insan buharlaştı. Yüksek sıcaklıktan dolayı insanlar asfalta yapıştı. Bir hafta boyunca şehre asit yağdı. İki ay içinde radyasyon sebebiyle 70.000 insan daha hayatını kaybetti. 60.000 kişi de beş yıllık süre içerisinde ölünce Hiroşima’nın bilançosu 200.000 insanın ölümü, onbinlerce insanın da sakat kalması oldu.
Bu katliamdan üç gün sonra 9 Ağustos’ta saat 11:02’de “Fat Man” isimli 21 ton patlayıcının gücüne sahip bomba Nagasaki’yi cehenneme çevirdi. 75.000 kişi anında kavruldu. Bir o kadar kişi de beş yıllık süre içerisinde can verdi.
60 yıl sonra 6 Ağustos 2005 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey, Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atılan atom bombasının yaptığı yıkımın, insan hayatı için nükleer silahların ortadan kaldırılması gerektiğini ispatladığını söylüyordu.
Japonyayı teslim alan bu saldırılardan sonra insanlık 70 yıldır nükleer silahsızlanmadan bahsediyor. Bombayı atan ABD ise kendi deyimiyle savaş açtığı ülkelere demokrasi getirmeye devam ediyor. Ürettiği yeni silahları insanlar üzerinde deniyor ve bunu televizyonlarda göstere göstere yapıyor. Yüksek ısıya sahip mermilerle tankların çelik zırhlarını eritirken, Napalm ile gökten insanlara ateş yağdırarak yakıyor. Ve bu ABD, bütün savaşlarının sebebini saldırdığı ülkelerde “NBC silahları bulundurulması” olarak gösteriyor.
Atom bombası hedefleri seçilirken bombanın etkisini en iyi gösterecek yerler olmasına dikkat edilmişti. Hiroşima nere deyse dümdüz bir şehirdi ve bombanın etkisini azaltabilecek bir pürüze sahip değildi.
Bomba şehrin merkezindeki her yeri ve her şeyi yok etmişti. Ulaşım, haberleşme, yiyecek, içecek… Hiçbir hayat belirtisi yoktu, can çekişen insanların iniltisinden, yaralıların feryatlarından, yakınlarını arayanların çağrılarından başka. Yardım bile istenememişti. Haberleşme hatları kesikti. Bir ay önce ABD’nin napalm bombaları ile yaklarak 100.000 insanı diri diri yaktığı Tokyo durumu tam olarak öğrenemedi. Japon şehirlerine atılan bildirilerde şöyle deniyordu;
“ Bu silahı anayurdunuza karşı henüz kullanmaya başladık. Eğer hâlâ herhangi bir şüpheniz varsa, sadece bir atom bombası düştüğünde Hiroşima’ya ne olduğunu bir öğrenin. Sizden savaşı bitirmek için imparatora başvurmanızı istiyoruz. Başkanımız şerefli bir teslimiyetin 13 şartını sizin için belirledi. Sizi bu şartları kabul etmeye ve yeni, daha iyi ve barışsever bir Japonya kurma işine başlamaya çağırıyoruz. Hemen harekete geçin veya bu bombayı ve diğer üstün silahlarımızı savaşı derhal ve zorla bitirmek için kararlılıkla kullanacağız. Şehirlerinizi hemen boşaltın”
İşte bu vahşi saldırıyı plânlayıp uygulayanların çocuklarının bugün dünyanın dört bir yanında yaptıklarına fazla şaşırmamamız gerekiyor. Özellikle komşularımız  Irak ve Suriye’de yaşanan vahşeti anlamamız için insanların üzerinde atomu fiilen deneyen ABD gerçeğini unutmamamız gerekiyor..

Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://kumkale.wordpress.com

..

3 Eylül 2015 Perşembe

Döve Döve Demokrasi






Döve Döve Demokrasi 








Ali Tartanoğlu


Zamanenin siyasal, sosyolojik, sanatsal, felsefi, ulusal, evrensel, ideolojik modası «demokrasi...»
Bir şeyin «moda» laşması, o şeyin enflasyonu demek. Biraz da değersizleşmesi, ayağa düşmesi demek...
Klasik liberal iktisat teorisi de, neo liberal iktisat da, hayatın kendisi de aynı şeyi söyler: Hangisi olursa olsun, para dahil bütün mallar, ne kadar çoğalırsa, ne kadar ihtiyaçtan, ne kadar tüketilebilecek, değerlendirilebilecek olandan fazla ise o malın enflasyonu var demektir ve paraysa değeri, yani satın alma gücü, başka bir mal ise fiyatı düşer. Değersizleşir. Hatta her şey normal olsa bile, kar hırsı yüzünden, daha da çok kazanma körleşmesi yüzünden mallar saklanır, yakılır, denize dökülür. Az olsun, hiç değilse az görünsün ki, kıymetli olsun.
Aslında bu durum, bütün toplumlar için, yüksek yerlerde durmasında, ayağa, dile düşmemesinde, her dakika ortalarda dolaştırılmamasında, kırmızı çizgi hatta kutsal sayılmasında çok büyük yarar olan, olması gereken hemen tüm kurumlar, hatta üst yapı kurumları için de geçerli. Ordu, üniversite-bilim, yargı, yasama... Devlet... Din, namus, bayrak, dürüstlük, yurtseverlik, hukuk, ahlak, milli irade, insan hakları, demokrasi...
Bu kurum ve kavramlar ne kadar çok kullanılıyorsa o kadar «dile düşmüş», değer kaybetmiştir. Sürekli namustan söz ediliyorsa biraz namus sorunu vardır. Sürekli ahlaktan, bayraktan, dinden, imandan, yahut demokrasiden söz ediliyorsa ahlakta, dinde, bayrakta, demokraside bir sorun var demektir. Ahlak, namus, din, bayrak, demokrasi değer kaybediyor, ayağa, en azından «dile düşüyor» demektir. Daha açığı, bu kavramları bu kadar sık kullananların bu kavramlara saygılarında bir defo var, ahlaklarından, dinlerinden, namuslarından, demokratlıklarından endişeleri var demektir. Namuslu adam neden sürekli «ben çok namusluyum» deme gereği duysun?!... Gerçekten namuslu adam, vıdı vıdı namusluyum diyip durmaz; namuslu «OLUR», namuslu DAVRANIR o kadar
İşin acı tarafı, bütün bu değerleri ayağa düşürenlerin bunu yaparken, sanki onları kutsallaştırıyormuş gibi görünmeleri... Bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bu kurum ve kavramları kültleştiriyorlar, bir yarı din, hatta tam din olarak dayatıyorlar. Hakikaten öyle olsa endişeye mahal olmaz. Ama öyle değil. Geniş kitlelere yahut kendilerinden farklı düşünenlere, düşünebilecek olanlara karşı kültleştirdikleri, dinleştirdikleri kurum ve değerleri, asıl kendileri çiğneyip eziyorlar. Ahlakı, namusu, kendi ahlaksızlıklarını, namussuzluklarını peçelemek için çok kullanıyorlar. Çünkü kendileri çok ahlaksız, çok namussuz... Dini çok dile getiriyorlar, sürekli «din» diyip duruyorlar, belki pratiğe de çok yansıtıyorlar; ama Müslümanlıkları çok tartışmalı... «Aptesli Müslümanlar» dedirtecek kadar...
Bayrağı, orduyu, kendi vatan satıcılıklarını, bayrak, ordu düşmanlıklarını gizlemek için de milliyetçiliği dillerinden düşürmüyorlar.
Bunun en çarpıcı örneği, günümüzde «demokrasi» ... Bakın dünyaya... Demokrasi adına, güya demokrasi uğruna neler oluyor... Ne kanlar dökülüyor, ne acılar çekiliyor. Ama tam tersine vahşet, baskı, terör, tek seslilik, acımasızlık, haksızlık, kötülük, kan, korku, dehşet artıyor sürekli...
Geçmişin düşmanı komünizmdi. Hedef sosyalist-komünist, hatta az da olsa sola kayması muhtemel bütün ülkelerdi; slogan da «hür dünya, serbest piyasa» idi. Topla tüfekle değil, ama her türlü hileyle, kışkırtmayla, psikolojik harple Sovyetler Birliği ve sosyalist blok dağıtıldı. Doğal kaynakları dışında hemen hiçbir şey üret(e)meyen, hemen hepsinin başında diktatörlerin bulunduğu, demokrasi ile alakası bulunmayan kaç tane devletçik çıktı ortaya...
Yugoslavya parçalandı, parçaları da parçalandı; halkı çok kanlı bir şekilde birbirine kırdırıldı. Çekoslovakya ikiye bölündü. Romanya'nın devlet başkanı kendi halkına kurşuna dizdirildi. Gürcistan bölündü. Ukrayna, Beyaz Rusya'nın, Estonya'nın başı dertten kurtulmuyor. Doğu Almanya yok.
Gürcistan'ın, Ermenistan'ın, Osetya'nın, Çeçenistan'ın, Tataristan'ın, Azerbaycan'ın, Kazakistan'ın, Kırgızistan'ın, Özbekistan'ın, Tacikistan'ın, Moğolistan'ın, Macaristan'ın, Bulgaristan'ın, Polonya'nın, Slovakya'nın, Çekya'nın, Hırvatistan'ın, Sırbistan'ın, Bosna'nın, Makedonya'nın, Kosova'nın, Karadağ'ın, Moldovya'nın, Estonya'nın, Ukrayna'nın, Beyaz Rusya'nın bir kısmı Avrupa Birliği'ne, NATO'ya alındı; hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil!!!...
Ama emperyalizme kafa tutmuyorlar ya... Artık demokrat olmuşlardır, dünyaya hükümran olduklarını sananlarca... Kan ve can vererek, acılar çekerek, toplu kıyımlara uğrayıp, toplu mezarlara gömülerek, kadınları tecavüze uğrayarak, Sırp-Hırvat-Boşnak karı koca, baba oğul dahi birbirini ihbar eder hale gelerek, yani düpedüz dövüle dövüle, zorla sözüm ona «hür dünya» ya katılmış, demokrat olmuşlardır ama hiçbiri mutlu, müreffeh, adam gibi demokrat değil. Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı emperyalizmi, demokrasi adı altında sömürmek ve köleler yaratmak için döverken, birbirine kırdırır, bombalarla bölerken Ortodoks Hıristiyanlara bile en küçük bir imtiyaz tanımadı.
Pakistan'ın, Afganistan'ın hali malum... Katolik, beyaz, Hıristiyan Batı bu iki ülkede tam anlamıyla yere çakılmış ama bu iki ülke de içler acısı, kan revan... İlkel, çaresiz iki bataklık... Emperyalizm bütün küstahlığına rağmen oralara demokrasi götürdük, götürüyoruz diyemedi, diyemiyor.
Bengaldeş... Var mı yok mu belli değil. Amerika ve Avrupa, Bengaldeş'e demokrasi götürmeye bile tenezzül etmiyor, artık öldüre öldüre dövmüyor da.
Endonezya, Malezya, şeriat diktatoryası altında olsalar da, vaktiyle yüz binlerce can vererek yeterince dövüldükleri için, emperyalizm artık demokrasi götürmeye ihtiyaç duymuyor. Filipinler, Amerika'ya hep itaat ettiği için hep Markos demokrasisi idi; Amerika'dan beyzbol (demokrasi diye okunur) sopası da yemedi.
Vietnam... İç durumu nedir bilmiyoruz ama, vaktiyle Amerika'ya çektiği hayranlık uyandıran, Amerika'nın bile unutamadığı falaka sayesinde Libya, Suriye vb. muamelesi görmüyor. Umarız görmeyecek de...
Çin, emperyalizmin demokrasi değilse bile sömürü dayağını yeterince yemişti. Şimdi emperyalizmin hem çaresiz umudu, hem korkulu rüyası, hem de en büyük düşmanlarından biri...
Japonya, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi sayılsa da, üzerinde hala Amerikan beyzbol sopasının gölgesi var.
Rusya malum... 1989/91 arasında olan oldu zaten. Yine de artık Amerika'nın istediği gibi demokrat değil. Ama Libya, Suriye misali demokrasi köteği çekmeye Amerika'nın cesareti de gücü de yok. Olsa olsa yine sinsi sinsi, kalleş kalleş, alttan alta bir şeyler yapar.
Katolik Hıristiyan Güney Amerika, kan, can, çok büyük acılar, sömürü bedeliyle 20'inci yüzyıl sonuna kadar aynı dayağı yemişti. Bir kısmı hala yiyor. Ama onlar, sosyalist değilse bile, baya ciddi sol, daha da önemlisi antiemperyalist politikalarla sıralarını savmış; Amerika, bilmediğimiz kötücül entrikaları yoksa, onlara karşı pes etmiş görünüyor.
Zavallı Afrika... Emperyalizmin iki yüz yıldır, demokrasinin lafını bile etmeden alabildiğine sömürerek, köleleştirerek dövdüğü bir kıta. Hala dayak yiyor. Ama yine demokrasiden söz eden yok. Yani demokratlaştırılmak üzere değil, bitmek tükenmek bilmez sömürü hırsı uğruna dayak yiyor. Emperyalizm Rodezya'da, Somali'de, Sudan'da yüz binlerce insanın öldüğü son derece vahşi, kanlı iç savaşlar çıkarırken bu hırsını «demokrasi götürmek» diye gizlemeye bile gerek duymadı.
Kenya'nın Atatürk'ü diyebileceğimiz Kenyatta'nın sözleriyle, emperyalizm 20'inci yüz yılın başında medeniyet getirdik diye ellerinde İncil'le gelip, Afrikalılara gözlerini kapattırarak Hıristiyan duaları öğretmiş, Afrikalılar gözlerini açtığında, topraklarının emperyalistlerin kaptığını, kendi ellerinde ise sadece İncil'in kaldığını görmüşlerdi.
Sömürgecilik vahşetinin en vahşi biçimde yaşandığı iki yüzyıl içinde köle olarak satılmak üzere Amerika'ya götürülürken ölen-öldürülen Afrikalıların sayısı, Sovyet kaynaklarına göre 200, Batı kaynaklarına göre bile 50 milyon. Elde kalan İncil'in somut anlam ve sonucu bu!!... Tek fark, o zaman demokrasi götürmek yerine medeniyet götürmek denilmesinden ibaret.
Afrika'nın kuzeyi biraz farklı idi... Fas, Tunus, Libya, Cezayir, Mısır, emperyalizme yine damardan bağlı idiler. Ama 2000 öncesinde Cezayir'de yaşanan fanatik İslam vahşeti dışında kendi yağlarıyla kavrulup gidiyorlardı. Bir de Libya, Batı Berlin'de bombalanan bir diskotekte bir Amerikan vatandaşının ölmesi üzerine Amerikan uçaklarınca bombalanmış, Kaddafi'nin evlatlık kızı ölmüştü.
Bunların dışında Batı emperyalizmi, bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana demokratik biçimdi yönetilmeyen bu ülkelerin hiçbirine döve döve demokrasi götürmeye kalkmamıştı 2010'a kadar.
Döve döve demokratlaştırma Afganistan'da zaten devam ediyordu. Büyük şeytan «Komünist SSCB» nin işgaline uğrayan ülke, Amerika'nın «şefkatli» (!) kucağında yetiştirilmiş bilumum İslamcı terör örgütleri aracılığıyla «komünist» işgalden kurtarıldı. Ama bu defa aynı terör örgütlerinin eline düştü. Amerika Afganistan'ı şimdi de Taliban'dan kurtarmak için uğraşıyor, demokrasi fısıltısı ile... Ama Afgan halkı yine dayak yemeye devam ediyor.
Amerika kırk yıllık adamı, kışkırtmalarıyla İran'a saldırmasını sağladığı ve kırk yıldır demokrasiyle filan alakası olmadığını pek ala bildiği Saddam Hüseyin Irak'ını da birden demokratlaştırmayı akıl etti. Kitle imha silahı var diye başlattığı işgali, bu silahları bulamayınca Irak'ı demokratikleştirmeye dönüştürdü. Kadim adamı Saddam Hüseyin'i demokrat değil diye, Çavuşesku gibi yine kendi halkına astırdı; bir buçuk milyon Irak'lıyı öldürdü, birbirlerine öldürttü, ülkeyi böldü, halkı böldü... Ama Irak hala mutlu, müreffeh ve en önemlisi demokrat değil.
Kuzey'de bir Kürt devletçiği yarattı. Kendiliğinden, Tanrının lutfuyla seçimsiz meçimsiz başa geçmiş kaba saba bir aşiret reisi tarafından yönetiliyor. Ama Amerika, Irak'ın Kuzeyi'ne demokrasi götürmekten söz etmiyor.
Dört başı mamur aşiret ağası şeyhler ve saire tarafından yönetilen Suudi Arabistan'a, Katar'a, Bahreyn'e, Umman'a, Kuveyt'e demokrasi götürmekten de söz etmiyor Amerika.
Amerika İran'ı demokratlaştırmaktan da söz etmiyor. Oysa orası da bir Şii şeriat diktatörlüğü... Seçim meçim işin masal tarafı. Ama Amerika İran'dan sadece uslu durup kendisine kafa tutmamasını ve bir de İsrail'i korkutmamasını istiyor. Irak'la İran'ı, demokratikleştirmek için değil, yine ABD olarak kendisi değil ama birbirine dövdürtmüştü.
Ama Tunus'u, Libya'yı, Mısır'ı şu veya bu ölçüde döve döve sözde demokratlaştırdı. Üç ülkede de iktidara demokrasi ile hiç alakaları olamayacak şeriatçı faşist İslamcılar geldi. Böylece üçü de demokrat(!) olmuş oldular.
Amerika'nın kafası şimdilerde Suriye'ye takılı. İlle orayı da demokratlaştıracak.
Nasıl?
İktidarı kendisine sadık olacağını sandığı Müslüman Kardeşlere, Selefilere, El Kaidecilere devretmek üzere... Durmadan kan akıyor Şam'da, Halep'te. Amerika yine perde gerisinde; Türkiye'ye karargahlık yaptırıyor. Silahlar ve katiller Türkiye'den girip çıkıyor Suriye'ye. Hesabı Suudi Arabistan'la Katar ödüyor. Yani yine Suriyeliyi Suriyeliye, Müslüman'ı Müslüman'a kırdırtıyor. Kendisinin artık mecali, takati, parası kalmadı. Rusya'dan korkuyor. Havadan bombalamaya bile yanaşamıyor...
Ve Türkiye...
Aslında bütün bu ülkelerin arasında «demokratlaştırılmak» (!) için en uzun süredir en çok dayak yiyen, birbirine dövdürtülen ülke Türkiye. En az elli yıldır... Darbeler, sağ-sol çatıştırmaları, Alevi kıyımları, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş kıyımları, Ermeni saldırıları, Kıbrıs ve nihayet PKK terörü... En az 40 bin kayıp... Irak dışında dayak yiyenlerin hiçbirinin bu kadar kaybı yok.
Kaç öldük, kaç öldürüldük? Kaç öldürdük birbirimizi? Ne kadar kaynak harcadık? Kalkınmamız ne kadar geri kaldı? Yahut kısaca ne kadar dayak yedik?
Eskiden, ülkenin gençleri birbirini kırar, emek zahmet yetişmiş, yetiştirilmiş aydınları keklik gibi birer birer düşürülürken, darbe dönemlerinde binlerce kişi hapislerde, işkencelerde çürür, idam edilir, sokak ortasında sırtından vurulur, kahvelerde taranırken ve darbeci askerlere, faşist katillere kimse «demokrasi» demezken, şimdi darbe yapmamış askerler, yazarlar, gazeteciler, profesörler, polisler, daktilo memureleri dahil hepimiz bu kez «demokrasi» sopasıyla dayak yiyoruz. Birileri bizi zorla, hapis mapus, ölüm zulum, kan revan demokrat ediveriyor.
Hukuk tarümar...
«Olsun, demokrasi var ya...» diyor içeriden dışarıdan sayısız sırtlan.
Eğitim, sağlık darmadağınık...
«Olsun, demokrasi var ya...» diyor sırtlanlar.
Tek kişi, kendi istediklerini kanun haline getirip, koca bir toplumu zorla dönüştürüyor.
«Hayır. Yanılıyorsun. Yapılanların hepsi demokrasi...» diyor sırtlanlar.
PKK terörü diyorsunuz... O bile hak, özgürlük, demokrasi mücadelesi imiş!..
Yani dayak yiye yiye, öldüre öldüre, yoksullaştıra yoksullaştıra demokrat ediveriyorlar bizi. Hayrına... Pek severler ya Türkleri... Kürtleri...
Demokrasi memokrasi lafı güzaf. Irak, Libya, Mısır, Tunus, demokrat mı şimdi? Mübarek'in yerine Müslüman kardeşleri getirdiniz. Adamlar parlamentoya, kadın öldükten sonra ilk altı saat içinde eşi ölüyle cinsel ilişki kurabilmeli diye kanun teklifi verdiler. Saddam'ı astınız. Yerine gelen Şiiler ülkeyi bir anda türbana bürüyüp İran'a çevirdiler. Tunus'ta Müslüman-cılar iktidar oldu. Libya'nın ne halt olduğu bile belli değil. Amerikalı diplomatlar göstere göstere, ayin yaparak öldürüldü. Esad'ın yerine ondan daha demokrat diye Selefileri getirmek istiyorsunuz.
Zeynel Abidin, Kaddafi, Mübarek, Saddam, Esad hiç değilse laikti. Hiç kan dökülmüyordu bu ülkelerde; hele din uğruna hiç dökülmüyordu. Videoya kaydede kaydede kafa kesilmiyordu. Şii, Sünni birbirini boğazlamıyordu. Afganistan'da Babrak Karmal'ın yerine getirdiğiniz Karzai'yi kendiniz bile adam yerine koymuyorsunuz. Çünkü ülke hala Taliban'ın kontrolünde... Karzai, hatta NATO güçleri Kabil'in dışına kafasını uzatamıyor.
Maksat demokrasi filan değil; kendi içinde ne kadar karanlık ve kara olursa olsun, dışarıda Amerika ve Batı emperyalizmine kaynak yapmış krallar, şeyhler, başkanlar ve saire...
Ama yine anlaşılamıyor.
Birincisi... Maksat gerçekten demokrasi ise 30 yıldır Kaddafi'ye, Abidin'e, Mübarek'e niye tık çıkmamıştı? Şimdi Suudi Arabistan'a niye ses çıkmıyor? Geç mi uyandınız, şimdi mi aklınıza geldi?
Niye öldürerek, bombalayarak, bir an evvel demokrasi(!)? Öldürerek, öldürterek alel acele demokrasi olur mu? Demokrasi döve döve, öldüre öldüre mi getirilir? Maksat gerçekten demokrasi ise, 30, 40, 50 yıldır sesinizi çıkarmadığınız adamları, halkları 30, 40, 50 yıldır adam gibi konuşa konuşa, eğite eğite, ikna ede ede, göstere göstere, demokrat yapamaz mıydınız? Madem bu kadar zamanınız vardı, öldürmeden, yakıp, yıkmadan, insanları, ülkeleri, ulusları, dinleri, mezhepleri, konu komşuyu birbirine düşman etmeden medeni bir şekilde (madem siz medenisiniz biz yabaniyiz!..) eğiterek, ikna ederek demokrasi olmuyor mu?
30, 40, 50 yıl bu Kaddafi, Abidin, Mübarek, Esad yine diktatördü. Hiç kılınız kıpırdamadı; sadece size sadakatlerine baktınız. Şimdi ne oldu, hangi treni kaçırıyorsunuz?
İkincisi... Eğer tarihte bir kez dürüst olup «yahu sen bakma bizim medeniyet, demokrasi geveleyip durduğumuza. Biz sömürmek istiyoruz. Yatırım mekanı olarak, pazar olarak sömürmek istiyoruz; o ülkelerin kaynaklarını, petrolünü, altınını, başka madenlerini, suyunu, kedisini köpeğini, çiçeğini böceğini, tarihini ve saire sömürmek istiyoruz. Ama bunun için de ne yönetenlerin ne de halkların «yeter artık» dememesi lazım. İşte bunun için...» diyecekseniz...
Kaddafi'yi kendi halkına öldürtmeden önce Libya'yı, Saddam'ı kendi halkına astırtmadan önce Irak'ı sömürmüyor muydunuz? Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam size ne zaman «hayır!..» dedi? Libyalılar, Tunuslular, Mısırlılar, Iraklılar ne zaman «emperyalist taleplere hayır demedi» diye, ulusal çıkarları korumadı diye Kaddafi, Zeynel Abidin, Mübarek, Saddam'a karşı ayaklandı?
Adam gibi iş yapıp, ben senin petrolünü daha ucuza almak, kendi mallarımı sana daha çok ve daha pahalıya satmak istiyorum dedin de buna bile hayır mı dediler? Sen petrolü bedava alıp, kendi malların karşılığında bütün ülkeyi sırtlayıp götürmek mi istiyordun?
Bu olamayacağına göre... İlle de öldürme, linç etme, parçalama vahşiliği niye?
Sömürmek içinse sömürü zaten vardı.
Demokrasi diye değil; çok açık.
Türkiye'de 60 yıldır sol yok ediliyor, emek, emekçi, çalışan eziliyor. Bunların ses çıkarmaması için ne gerekiyorsa, doğa belgesellerinde aslanın karacayı yakalayıp parçalaması gibi vahşice yapıldı. Ortada solun, sendikanın neredeyse esamisi kalmadı; var olanları «negligible» .
Eeee?
Namık Kemal'in dizeleri bile ne kadar saf, nahif kalıyor:


Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten


(Ne kadar büyüleyici imişsin ey güzel yüzlü demokrasi-özgürlük / Kölelikten kurtulduk gerçi, ama bu kez de senin aşkının esiri olduk...) 

 http://haberguncel.blogspot.com.tr/2012/10/dove-dove-demokrasi-ali-tartanoglu.html


..

ABD’de tek dil zorunluluğu




ABD’de tek dil zorunluluğu 




Turkiye-bayrak
ABD’de tek dil zorunluluğu

350 Milyon Nüfuslu ABD’nin üçte bir nüfusunun ana dili İspanyolcadır. Çinceden, İtalyancaya kadar çok sayıda dil kullanılır. ABD, 2007 yılında İngilizce Dil Birliği Kanununu çıkardı;


Kanunun gerekçeleri şöyle:


1) Eğitim ve resmi yazışma masraflarından tasarruf sağlamak.

2) Ülkedeki az gelişmiş bölgelerin dil farkı sebebiyle geri kalmalarını önlemek. (Birleşmiş Milletler’in, resmi dil için kullandığı gerekçe budur; buna atıf yapılıyor).

3) İngilizce’ nin “ABD’deki farklı etnik köken, kültür ve dilleri birleştiren temel olgu” olduğu gerçeğinin kabul edilmesi.

İngilizce Dil Birliği Kanunu, şu mecburiyetleri getiriyor:


1) Kamu ve özel tüm işyerlerinde İngilizce kullanılması.

2) Vatandaşlık başvurularının Güvenlikten Sorumlu Bakanlığa verilen “İngilizce bilme şartını yerine getirmek” yetkisine göre işlem görmesi.

Almanya’da son 5 yılda bazı okullarda, DERS ARALARINDA VE OKUL BAHÇELERİNDE DAHİ ANADİLDE KONUŞMAK YASAKTIR.
Almanya’da Türkçe dersleri sistemli bir şekilde kaldırılmaya başlandı. AKP İktidarından bu konuda tek ses çıkmadı.

Türkiye’nin, Almanya’da “Türk Lisesi” açılmasına Merkel karşı çıktı.

Bir AB üyesi ülke olan Slovakya, ülkedeki azınlıkların kamusal alanlarda kendi dilleri ile konuşmalarını yasakladı. Slovakça dışındaki diller sadece evlerde konuşulabilecek. Yasağı ihlal etmenin cezası 5,000 Avro. Ülkedeki 500,000 Macar asıllı ve diğer azınlıklar karara isyan ettiler ama AB’den bu yasağa karşı tık yok.

AB veya ABD, Slovakya hükümetine “Macar açılımı yapın, Macarca TV kurulsun,Macarlar ana dillerinde eğitim yapsın” baskıları yapmıyor.

Fransa’da Alsascien, Bretonca, Korsika’da kendi dillerinde okuma-yazma-yayın yasaktır!

Paris’teki bir mahkemede sanıklar Korsika dilinde konuştukları için mahkeme görevlileri tarafından yaka paça mahkeme salonundan dışarı çıkarılıp mahkeme binasının merdivenlerinden sokağa yuvarlanmışlardı. Fotoğrafı da Hürriyet’in ilk sayfasının tam orta yerine basılmıştı.

Hiç kimse Fransa’ya “Korsikaca, Baskça, Brötanca, Oksitanca, Provensçe TV kur, bu dillerde eğitim yap” diyebiliyor mu?

Almanya, Fransa ve Slovakya örneklerinde gördüğümüz gibi, etnik dillerde eğitim ve TV-radyo bir AB şartı değil.

Peki, biz niye Kürtçe eğitim, TV ve radyo yayını yapmaya zorlanıyoruz?

Başka AB üyesi veya adayı ülkelerden istenmeyen, sadece Türkiye’den istenen bu hususların nedeni nedir?

Şimdi, ABD titizlikle İngilizce Dil Birliği Kanunu uygulamaya yönelirken, Avrupa Birliği projesine rağmen, her Avrupa ülkesi kendi dilinde yayın ve eğitimde ısrarlı iken, Türkiye’ye NE oluyor?

Yoksa Türkiye başka mecralara mı taşınıyor?

“Kürt açılımı Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırıyor” diye bol keseden palavra atanlar buna ne diyor?

Kürtçe diye bir dil var mıdır ?

Kürtçe vernaküler (basit iletişime yönelik, kelime hazinesi kısıtlı, doğal ihtiyaçları karşılama amacını taşıyan bir konuşma dili) bir dildir.

Zusuf Ziyaeddin Paşanın Kürtçe-Türkçe sözlüğünde yer alan 5900 kelimenin %22’sinin Farsça, %20’sinin Arapça, %17’sinin Türkçe, %8’inin özel isim ve %22’sinin de Süryanice, Rumca, Ermenice, Rusça, Yunanca, Fransızca kökenli oldukları saptanmıştır. Menşei tesbit edilemeyen sadece 164 kelime vardır.

Ortak dil oluşturulabilecek mi bu düşünce mümkün mü? Hayır. Neden? Çünkü dil olma özelliğine sahip olmayan kürtçe bir ağızdır. Bir çok 5-6 lehçesi vardır. Her lehçede şive değiştiktir. Türkiye’de konuşulan en büyük lehçe yüzde 85 ile kurmancidir. Bunun da kendi içinde şiveleri vardır. Behdinan-botan, silivi ve mehmedidir. Diğerleri dımili lehçesini kullanır Dımili lehçesini kullananlar kendilerine kırt konuştukları diyalektiğe de kırtki “ derler. Bunlar zaza olarak tanımlanır. Zaza sasan’dan bozulmadır. Roma dönemindeki sasanilerden kalmadır. Tunceli’nin yüzde 60 zazaca konuşur. Zazalar kurmancileri yüzde 50 anlarken Kurmancilerin yüzde 90 ını onları anlamaz.

Kürtçe diye dil yaratılmak istenmektedir. 100 yıldan beri Oslo (Norveç), Paris (Fransa), Telaviv (İsrail), Erivan (Ermenistan), Vatikan, İngiliz muhipler cemiyeti ve Kürt Teali cemiyetinin tarafından yapılan Kürd dili ve grameri oluşturma çalışmalarına rağmen, ortak ağız şive dil oluşturulmamıştır başarılı olamamıştır.

PKK liderinin bile Kürtçe bilmediği bir ortamda hangi kültürel haklar ileri sürülüyor ki?

ABD’nin, İngiltere’nin başaramadığı durumu şimdi Türkiye’yi yönetenler eliyle yapmaya çalışıyorlar.

YARGITAY İKİNCİ DİLİ, YASALARA VE ANAYASAYA AYKIRI OLDUĞU KADAR AİMH VE SÖZLEŞMESİNE DE AYKIRI BULDU

Son günlerde yaygın olarak konuşulan iki dil veya ana dil adı altında bir başka dil ile eğitim yapılması ve kamu hizmetlerinde kullanılması yolundaki tartışmalar üzerine bir açıklama yapan Hukukun Egemenliği Derneği Genel Başkanı Av.A.Erdem Akyüz, konunun Yargıtay ilamları ile kesin olarak karara bağlanmış olduğunu, ikinci dilin; T.C. Kanunlarına, Anayasası’na akırı olduğu kadar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM Kararları ile ülkenin kamu düzenine, birlik ve bütünlüğüne de aykırı olduğunun belirlendiğini ifade etti.

Akyüz : “Bir sendikanın tüzüğünde -bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur- ibaresi bulunması ve verilen ihtar üzerine de bu ibarenin kaldırılmaması sonucunda açılan kapatma davasında Yargıtay; ikinci dil veya ana dil adı altında eğitim ve hizmet verilmesini Türkiye Cumhuriyeti Yasa’ları ve Anayasa’sı yanında, AİHM Kararları ve Sözleşmesine de aykırı bularak, bu nedenle Sendikanın kapatılması gerektiği yolunda karar vermiştir.” Dedi.

Kapatma kararının gerekçelerini açıklayan Akyüz : “ Yargıtay kararında; -Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek 3. maddesinde Türkiye Devletinin anadilinin Türkçe olduğu belirtildiği gibi, eğitim ve öğretim hakkı ve ödevi başlıklı 42. maddesinin 6. fıkrasında Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk Vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez, 66. maddesinde Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.- Düzenlemeleri karşısında başka türlü hareket edilemeyeceğini karara bağlamıştır.” Şeklinde açıklamalarda bulundu.

Yargıtay’ın 2004/28345-24792 sayılı kararında Türkiye Cumhuriyeti Yasa’ları yanında AİHM Kararları ve Sözleşmesine de değindiğini ifade eden Akyüz : “Yargıtay kararında; -Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesi ifade özgürlüğü ile ilgili olup herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmekle beraber, bu özgürlüğün ulusal güvenlik, toprak bütünlüğü veya kamu düzeninin sağlanması amacıyla yasayla sınırlandırılabileceği belirtilmektedir.- denmek sureti ile, ikinci dil veya ana dil uygulamasının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan, ulusal güvenlik ve kamu düzenine aykırı olduğunu da hüküm altına almıştır. Yasalar, Anayasa, AİHM Kararları, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine dayanarak verilen kesin kararlara rağmen halen bu konunun tartışılmakta olması ciddi bir hatadır ve boş işlerle meşgul olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır” Şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.

Murat BİNZET - 

02 Ocak 2011 

http://www.dunya48.com/siyaset/kurt-sorunu/3334-murat-binzet-abdde-tek-dil-zorunlulugu





Ahmedinejat hahamlarla buluştu



Ahmedinejat hahamlarla buluştu



Ahmedinejat hahamlarla buluştu





Her fırsatta İsrail'e veryansın eden İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat, New York'ta hahamlar başkanlığındaki siyonizm karşıtı bir grup Amerikalı Yahudi ile biraraya geldi.


Hahamlarla büyük buluşma

 İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, siyonistlerin ilk kurbanlarının bizzat Yahudiler olduğunu söyledi. İran'ın resmi ajansı İRNA'nın haberine göre, BM Genel Kurul toplantılarına katılmak üzere ABD'de bulunan Ahmedinejad, hahamlar başkanlığındaki siyonizm karşıtı bir grup Amerikalı Yahudi ile New York'ta bir araya geldi.

Ahmedinejad, Yahudi gruba hitaben, “Peygamberlerin gerçek takipçileri birbirinin kardeşidir. Bu yüzden görüşmemiz, kardeşlerin bir araya gelmesi olarak kabul edilebilir” dedi.

Peygamberlerin öğretilerinin takip edilmesi halinde tüm savaş ve düşmanlıkların son bulacağını anlatan Ahmedinejad, “Yahudilik dininin peygamberi, Allah'ın büyük peygamberlerinden biridir. Müslümanlar ve Yahudiler yüzlerce yıl Filistin'de ve dünyanın başka yerlerinde barış ve huzur içinde birlikte yaşadı” ifadelerini kullandı.

Hahamlar, Ahmedinejat'a "ender kişilerden birisiniz"

Ahmedinejad, siyonistleri “güç ve servet peşinde olan siyasi bir grup” şeklinde tanımlayarak, “Yahudilikle hiçbir bağları yoktur. Onlar, hiçbir millet tarafından, hatta Yahudiler arasında bile kabul görmüyor. Siyonistlerin ilk kurbanları bizzat Yahudiler olmuştur. Onlar, Yahudiler adına cinayet işliyor ve Yahudiler için utanç vesilesi oluyor. İnşallah, siyonist rejim en kısa sürede ortadan kalkacak ve böylece farklı din mensupları, bütün insanlar barış ve huzur içinde yaşayacak” şeklinde konuştu.

Siyonizm karşıtı Yahudiler adına konuşan bir haham da, Ahmedinejad'a hitaben, “Yahudilerin, siyonistlerden farklı olduğunu anlayan ender kişilerden birisiniz. Onlar, kendilerine meşruiyet kazandırmak için Yahudi elbisesini giyiyor” ifadesini kullandı. 

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/9986456.asp

..

2 Eylül 2015 Çarşamba

ARTİN AGOPYAN NASIL "ÖÇ" ALAN OLDU ve PKK GERÇEĞİ




ARTİN AGOPYAN NASIL "ÖÇ" ALAN OLDU ve PKK GERÇEĞİ



13-07-2012 13:07:15


Mehmet ARSLAN
 







Üç yıl kadar önceydi... 2009

DTP (BDP) Diyarbakır'da düzenlediği kongrenin sonuç bildirgesinde, Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ı "Kürt Halk Önderi" olarak tanıtmıştı.

Tepki vermiştik o günlerde...Nasıl olur da Abdullah
Öcalan gibi soyu-sopu  belirsiz biri, "Kürt Halk Önderi" olurdu.
Araştırmaya koyulmuş, bazı bilgilere ulaşmış, bu köşeden
yazmıştık.Hatırlayalım isterseniz..Bir zamanlar Apo'nun en yakın
arkadaşı, sağ kolu, başyardımcısı, kayınçosu "Parmaksız Zeki"  kod
adlı Şemdin Sakık anlatıyor.  Sakık, 18 yıl dağlarda PKK eylemleri
yönettikten sonra Kuzey Irak'ta Türk Güvenlik Güçlerince yakalanmış,
Türkiye'ye getirilmiş, yargılanmış,, mahkum olmuştu.
        Şimdi Diyarbakır Cezaevi'nde.Cezaevi'nde kolay kolay vakit geçer
mi?Oturmuş "Şemdin Sakık'tan Mektuplar" adını verdiği bir kitap
yazmış. Kitabın 202'nci sayfasında Abdullah Öcalan için şöyle diyor:
"Hangi milletten olduğu anlaşılmadığı gibi hangi dine mensup olduğu da
bir o kadar muğlaktır. Bir bakarsınız ki, İslam Dini'ne sarılmış, bir
bakarsınız Papa'dan daha fazla İsevi olup çıkmış. Hatta kendisiyle
Hz.Musa arasında  benzerlikler kuracak kadar Yahudileşmiş çıkmış.
Bazen Sünni, bazen Alevi, bazen Harici'dir."
        Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın "Kürt" değil, "Ermeni" olduğunu ve
gerçek adının da "Artin Agopyan" olduğunu iki yıl önce yazılmıştı.
Dikkat ederseniz, Cezaevi'nde yazdığı kitabında  Şemdin Sakık da
benzer şeyler söylüyor:
"Hangi milletten olduğu anlaşılamadığı gibi, hangi dine mensup olduğu
da bir o kadar muğlaktır" diyor. Boşuna mı dedik "Soyu-sopu belirsiz"
diye...Anlayacağınız, DTP'nin Diyarbakır Kongresi'nde "Kürt Halk Lideri"
diye tanıttığı "Abdullah Öcalan"  aslında bir dönme... Dönme derken,
Rum, Ermeni, Levanten olup  da, Hıristiyanlığını ve aslını gizleyip,
Müslüman görünen öz-be-öz Türk adları taşıyarak, bizleri kandıranları
kastediyoruz. İşte bu dönmelerden biri de, yıllardır bize "Abdullah
Öcalan" adıyla tanıtılan terör örgütü PKK'nın eli kanlı lideri Artin
Agopyan... Kürtleri "Bağımsızlığa kavuşturacağını" iddia edip, Türk'ten
çok Kürt öldüren, "Abdullah Öcalan" takma adlı Artin Agopyan'nın
gerçek bir Ermeni olduğunda kuşku yok. Çünkü; gerçek anlamda Kürtçe
bilmiyor. Bir halk lideri düşünün ki, kendi dilini bilmesin!..  Şimdi
kimileri diyecek ki: "Bunu da nereden çıkardın".. Ben çıkarmadım, ama
nereden çıktığını anlatayım...
        Bütün olay, ASALA eliyle 1973'den beri yürütülen Hıristiyan Ermeni
terörünün. Artık dünya kamuoyunda tepki çekmeye başlaması, Batılı
emperyalist devletlerin yeni bir kuklaya ihtiyaç duymasından
kaynaklandı. Bu öyle bir kukla olmalıydı ki, ne Hıristiyanlar  ne
Batılılar göze batsın...Tam tersine, hem Türkiye meşgul edilsin hem de
Türklerle Kürtler birbirini kırsın!. Üstelik Türkiye'nin Suriye, Irak,
İran, Filistin, Libya gibi Müslüman devlet  ve topluluklarla arası da
bozulsun. Devlet Müslümanları öldüren, kendi insana zulmeden bir
duruma düşsün.  abdullah öcalan'ın babası ermenidir. Amarlı Köyü, eski
bir Ermeni yerleşim birimidir. Abdullah Öcalan'ın aile içindeki asıl
adı "Artin Agopyan" dır. Gerçek kimliği ortaya çıkmasın diye bir gece
Halfeti Nüfus Müdürlüğünü basmıştır. Ve nufus kütüklerinin hepsini
yakmıştır. Ayrıca A.Öcalan, Kürtçe de bilmiyor. PKK'nın Komutan
düzeyinde olanları Ermeni, dağda ölen ayak takımı Kandırılmış
Kürt'tür.
        İşte PKK lideri Apo diye bilinen, İmralı'da tatil yapar gibi sözde
cezasını çeken Artin Agopyan'ın hikayesi. Bunu kim ortaya çıkardı
biliyor musunuz? 31 Mayıs 1999 günkü duruşmada söz alan bir şehit
babası. Başbağlar katliamında oğlunu kaybeden Ahmet Beşkardeş,
İmralı'daki yargılanması sırasında, (Abdullah Öcalan'a hitaben
Kırmanç (Kürt) ağzı  ile "Ez Kırmanç im" diye başlayıp "Sen Kürt
değilsin, Ermeni'sin. Eğer Kürt isen, ben şimdi seninle Kürtçe
konuşuyorum, bana Kürtçe cevap ver!.."dedi. Ama, hiçbir cevap alamadı.
Böylece "Apo" diye bilinen katilin aslında Ermeni olduğu bu şehit
babası tarafından yüzüne haykırıldı ve kayıtlara geçti. Araştırırsanız
sizler de bu bilgilere ulaşabilirsiniz. İyi ama, hiç basına yansıdı mı
bu bilgiler, bu ifadeler?  Yansımadı, yansıtılmadı.O da ayrı bir
tartışma konusu.. Bu duruşmalar çoğu zaman dönme  medyada yer almamış
yer aldığı zaman ise alt sıralarda yer aldı... Bazı televizyonlar bu
konuyu yansıtmak yerine, "size şimdi çok önemli bir olay
göstereceğiz," diyerek Apo'nun "gözlük kullandığı" sahneleri
yayınladılar!..
        Baş terörist ülke A.B.D.'nin ünlü televizyonu C.N.N. ne yaptı,
biliyor musunuz?.. Ne bu Kırmanç Türk köylüsünün tesbitini yayınladı,
ne de Artin Agopyan'ın Batılı ülkeleri suçlayan ifadelerini!.. Kısaca
"Apo yaşamasına izin verildiği takdirde ülkede barışı sağlayacağını
söyledi," dedikten sonra, - "Şimdi Türkiye'ye sokulmayan Abdullah
Öcalan'ın avukatına bağlanıyoruz," anonsunu yaptı!..  Apo namlı Ermeni
kaatilin zaten Ermeni mi, Kürt mü olduğu belli olmayan hain nitelikli
100 tane avukatı var!.. Bunlar sırayla arz-ı endam edip, kendilerine
göre bir "şov" sergiledikten ve Türk devletini suçladıktan sonra,
dâvâdan çekiliyorlar!.. Üstelik bizim mason / dönme medyada uzun uzun
beyanat veriyorlar, istedikleri reklâmı yapıyorlar!.. "Kimmiş ki, bu
yurda sokulmayan avukat?" demeye kalmadı, bir Hollandalı bayan ekranda
göründü... Efendim, bu Hollandalı kadın Apo'nun avukatıymış!.. Çok
istemiş, gelip dâvâyı üstlenmeyi ama, zalim Türk devleti kendisini
yurda bile sokmamış!.. Savunması böylece kısıtlanan(!) kaatil Ermeni,
eğer mahkûm edilirse, yanlış karar alınmış olacakmış!..
Gördünüz mü, büyük müttefikimiz, sâdık dostumuz Amerika'nın kurduğu
tezgâhı?.. Bunca muhabirine rağmen, Türk kanunlarına göre, sanıkları
ancak Türk barolarına kayıtlı avukatların savunabileceğini bilmiyormuş
gibi yapıp, Türk Devleti'ni suçluyor! Arkasından C.N.N. spikeri, bir
Türk gazeteciye (hadi o adam olmayanın adını vermeyelim), - "Apo'nun
beraat etme ihtimali var mı?" diye sormaz mı?.. Aklınca beraati de bir
ihtimal olarak zihinlere yerleştirmeye çalışıyor!.. Tabii A.B.D.'nin
resmi devlet politikası icabı!..
         Hiç unutulmasın ki, ne Amerika'da, ne İngiltere'de, ne de Almanya'da
hiç bir özel basın-yayın organı devlet politikası dışında yayın
yapamaz!..O Amerika ki, Teksas Eyaleti'nin (ki bu eyaletler federal
devlete kendi rızaları ile katılmışlardır) bağımsızlığı için örgüt
kuran 5 kişiden üçünü vurup öldürdü, ikisini de ömür boyu hapse mahkûm
etti... Daha geçenlerde bilgisayarlara "melissa" virüsü bulaştırdı
diye, eline silah almamış bir gence tam 40 yıl hüküm giydirdi!..
Kalkmış, 30.000 kişinin ölümünden sorumlu bir isyancı Ermeninin
"beraat" edip etmeyeceğini soruyor!..
        Bu arada, şu gerçeğin altını da özellikle çizmemiz gerekiyor. Bizim
Kürt kökenli vatandaşlarımız, bölücü terör örgütü ortaya çıkana kadar
kendilerine Kürt demezlerdi. Hala da çoğu o kelimeyi kullanmaz.
Kendilerini "Kırmaanç, Zaza, Dersimli" diye adlandırır, boy e aşiret
adlarını kullanırlar. Bu da Avşar, Karakeçili, Türkmen demekten
farsızdır. Kürt Kökenli vatandaşlarımız çok dikkatli olmalı, yıllardır
bizlere  "Abdullah Öcalan" diye tanıtılan, şimdi de "Kürt Halk Lideri"
diye takdim edilen  Ermeni asıllı Artin Agopyanı iyi tanımalı.
Türk-Kürt çatışması yaratarak Türkiye'yi bölmeye çalışan ülkelerin
Türkiye'yi bölmeye çalışan ülkelerin maşası olduğunu görmeli artık.
Tarih, çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı demeden kendi halkını
katleden, aşağılayan bir "Halk Önderi"ne tanıklık etmemiştir. Öcalan,
denildiği gibi gerçekten "Kürt Halk Önderi" olsa, Terör  Örgütü
PKK'nın eylemlerini kendi halkına yapar mıydı? Çabuk unutan bir
toplumuz.. Biz yine de hatırlatalım.
        Öcalan'ın lideri olduğu, PKK terör örgütü  en büyük eylemlerinden
birini  20 Haziran 1987'de Mardin'in Ömerli İlçesi'ne bağlı
Pınarcık'ta yaptı 16 çocuk, 6 kadın, 8 erkek toplam 30 Kürt
vatandaşımızı katletti. Bu ülkede Öcalan gibi dönmeler çok..
 Bir başka PKK gerçeği ise
        "PKK örgüt yöneticilerin çoğu  ermenidir. Cezaevinde yatarak çıkan
bir PKK'lı  ile sohbet esnasında bana bazı şeyleri itiraf etti;
Evet doğru, bir Ermeni komutan benim yanımda bir Kürt arkadaşımı
öldürdü. Ne suçu vardı, neden öldürdün, dediğim zaman, O; "Onun
Müslüman olması benim için yeterli. Bir Müslüman eksilmiş oldu ya".
Dedi. Ben bu işte Ermeni Parmağı olduğunu görünce, bunun üzerine
örgütten ayrıldım"
        Ölü olarak ele geçen bazı cesetlerin Sünnetsiz çıkması da bunların
Ermeni olduklarını göstermektedir. Kürtler Müslüman, bu nedenle Kürt
Çocukları arasında Sünnetsiz kimse olamaz. Ayrıca PKK Komünist-
Marksist- Ateist ve Allah'a- Dine inanmayan, Dini bir Uyuşturucu Afyon
olarak gören bir örgüttür.
        Yani bu çatışmalarda Kürtler ölecek, Zafer Ermenilerin olacak...
Çünkü Ermeni araştırmacı Johannes Lepsius; "Gecekondu bir Kürt devleti
kurulmadan, Büyük Ermenistan kurulamaz" diyor.
        PKK' lı itiraf ediyor: PKK'nın elindeki haritada, daha önce Ermeni
öldüren Kürt köylerinin isimleri işaretlidir. Örgüt elemanı köye
giriyor ve öncelikle Ermeni öldüren eve misafir oluyor, Kürtçe
konuştuğu için ev sahibi ona güveniyor ve hürmet ediyor, birkaç saat
sonra PKK'lı ev sahibine bir soru yöneltiyor;
        "Dayı siz buralarda hiç Ermeni öldürdünüz mü?"
        PKK'lı Kürtçe konuştuğu için, ev sahibi ona güvenerek, nerede ve
nasıl öldürdüklerini detayları ile anlatıyor. Gece yarısı PKK
militanları kalkıp giderken;
        "Dayı, sen kendi ağzınla Ermeni öldürdüğünü itiraf ettin, ayrıca
şahit'e gerek yok." diyor ve;
        "Aha işte Ermeni öyle öldürülmez, böyle öldürülür!" diyor ve ev
halkını tarayarak öldürüyor. Beşikteki çocuğa kadar öldürmesinin
nedeni, hem Ermeni İntikamının alındığı Kürtlerce bilinmesin diye
şahit bırakılmıyor, hem de beşikteki çocuğa kadar öldürüyor,
Kürtlerden 1915 'lerin intikamını alıyor. PKK, doğuda Kürtleri göçe
zorlamakla, bilinçli olarak doğudaki Kürt nüfusunu azaltma yoluna
gidiyor ve ileride olabilecek bir oylama ile, bu toprakların bir ilhak
sonucu Ermenistan'a bağlanabilmesi için zemin hazırlıyor.
         Peki bu Hıristiyan dünyası, 93 harbinde Ermeniler tarafından
öldürülen bir milyon Kürt için neden insan hakları demedi?  Ne zamanki
1915 lerde eli silah tutan Kürtler cepheden dönerek, Ermenilerden
intikam almaya başlayınca, Hristiyan dünyası "Soykırımdan" söz etmeye
başladı. Hemen "Berlin Anlaşmasını" Osmanlı'ya imzalattırarak,
"Ermenileri Kürtlerden Koruma Görevi Osmanlı Türküne verilmiştir."
diye bir madde koydurdu. Bu maddeye göre Osmanlı Ermenileri Kürtlerden
korumaya çalıştı. Bu maddeden dolayı, göçmek istemeyen Ermeniler, Türk
Devletine Yağcılık olsun diye özbe öz Türk Soy isimleri aldılar. Bu
nedenle doğuda Türk, Öztürk, Asiltürk gibi soy isimleri alanları
incelemeye almak lazımdır. Dün Kürtlerden korunmak isteyen Ermeniler,
bu gün Kürtsever oldular.  Dün Kürtlerin feryatlarını duymayan
Hıristiyan dünyası, bu gün ne oldu da "Kürtsever" oldu. Çünkü
kullanacak keriz buldu da ondan. Kısacası; "alavere, dalavere Kürt
Memet nöbete..." Ermeni PKK'ya göre Kürt de ölse kardan Türk de ölse
kardan...
          Sözde Kürt Milliyetçisi geçinen PKK'lılar cevap versin : "Madem
Kürtleri çok seviyorsanız, 1876-78 yıllarında, 93 Harbinde, Ermeniler
Ruslarla birlikte Bir Milyon Kürt ve Türk öldürdüler. Öncelikle bu
soykırımın hesabını Ermenilerden, o sizi Marksist eden Ruslardan
sordunuz mu?  Sorulduğunda  PKK(ermeni) hainlerinin cevabı ise "Böyle
bir soykırım olmamıştır, biz hatırlamıyoruz." olacaktır. Çünkü "Baba
Katili olan Ermenilerle işbirliği yapıyorlar." Doğuda çıkan toplu
mezarların baba-dedelerine ait olduklarını görmezlikten geliyorlar.
Çünkü orgüt yöneticileri ermeni de ondan. Aslında bilinçli olarak
"Türk-Kürt Soykırımından" habersiz görünen PKK'lılar, Kürtler için çok
müteessir olmamakla, Ermeni olduklarını da açığını veriyorlar.
        Ermeni PKK ve ASALA, Batıyı Türkiye'nin üzerine göndererek,
haklarını almak ve bölünmeyi hızlandırmak istiyor. Eğer batı daha çok
Türkiyenin üzerine gelmeye devam ederse, Türkiye; "ben soy kırım
yapmadım, o zaman oralarda Kürtler oturuyordu, eğer yaptıysa Kürtler
yapmıştır, gidin Kürtlerle kozunuzu paylaşın" derse, Kürtler suyu
kesilmiş balık gibi ortada kalırlar. Fakat Türkiye hala Kürtleri
kendinden ayrı görmediği için böyle bir kelime kullanmıyor. Aslında
Ermeniler, asıl düşmanlarının Kürtler olduklarını biliyorlar. Ermeni
PKK da bu nedenle doğuda Kürt öldürerek, temizlik harekatı
yapmaktadır.
         Jonannes Lepsius anılarında; "Ermenilerin Türklerle toprak,
Kürtlerle kan davası vardır" diyor. Bir çok nedenden dolayı Ermeni
Terör Örgütü PKK, Kürtleri temsil edemez.
             Son söz olarak İngiltere,Fransa ve bütün kan emici batı
alemi Osmanlı imparatorluğun has
vatandaşı ve yıllarca birlikte yaşayan Şark Vilayetlerini birbirine
düşürerek suni çatışma çıkartıp birliğimizi bozmak istediler. Yıllarca
birbirlerinden kız alıp kız veren ayni camide namaz kılan ve aynı
cephede savaşan insanların arasına düşmanlık sokmak istediler. Bu şer
koalisyonuna 1840 yıllına kadar bize bağlı olan Cezayir
Beylerbeyliğine vergi vermek kaydıyla Akdeniz de gemi yüzdürebilen ABD
bile bu duruma şarkta açtığı Amerikan Kolejleri ve öğretmen
ajanlarıyla vasıtasıyla büyük katkıda bulunmuştur. ABD Başkanı Vilson
1918 Yılında ise Şark vilayetlerimizin bulunduğu yerlerde büyük ermeni
devletine geçişi sağlamak için bir kürt ve bir ermeni devleti
kurulmasını ısrarla talep etmiştir. Bu talep karşısında
Samsun-Erzurum-Sivas ve Ankara da "VATANIN BÜTÜNLÜĞÜ TEHLİKEDEDİR.
ECNEBİLERE ASLA TAVİZ VERİLEMEZ" Milli andı " TÜRK SÜNGÜSÜYLE"
emperyalist ve vatan hainlerinin alnına  yazılarak altı
imzalanmıştır...

http://www.kamudan.com/artin-agopyan-nasil-oc-alan-oldu-ve-pkk-gercegi-mehmet-arslan-4458.yazar

..