28 Ekim 2015 Çarşamba

IŞİD’in Ramadi’yi Kontrolü ve Bağdat-Washington Eksenindeki Gelişmeler






IŞİD’in Ramadi’yi Kontrolü ve Bağdat-Washington Eksenindeki Gelişmeler



Ali SEMİN
www.bilgesam.org





Irak’ta yerel güvenlik güçlerinin ve ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyonun Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütüne karşı başlattığı 
askeri mücadeleden bugüne kadar herhangi bir somut netice alındığını söylemek mümkün değildir. Irak, 10 Haziran 2014 tarihinden bu yana IŞİD 
krizinden ve petrol fiyatlarının düşüşünden dolayı ekonomik krizle de mücadele etmektedir. 
IŞİD tehdidinin büyümesiyle birlikte ortaya çıkan göç sorunu, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası toplumun ve Irak hükümetinin 
yaşanan krizi aşmasını zorlaştırmaktadır. 

Irak’ın IŞİD krizi ile beraber ülke tarihinin en zorlu dönemecinden geçtiğini ve bu sorunun yalnızca havadan sınırlı operasyonlarla çözülemeyeceğini 
ifade etmek gerekir. Gerek yerel güvenlik güçleri gerek uluslararası koalisyon IŞİD’in ülkedeki ilerleyişini kısa süreliğine durdurmayı sağlasa da örgütün 
Irak’ta ve hatta Suriye’de stratejik bölgeleri denetimine aldığı görülmektedir. IŞİD’in Anbar’ı kontrol etmesi hem bölgesel ve küresel güçlerin Orta Doğu’daki 
güç rekabeti açısından hem de Irak’ın iç siyasetindeki etnik ve mezhepsel ayrışmaların keskinleşmesi bakımından oldukça önemli bir gelişmedir. 
IŞİD sadece bir örgütten ibaret değildir. Bölgede yaşanan gelişmeler ve güç boşluğunun belirginleşmesi sonucunda çıkara dayalı bir güç mücadelesinin de 
aracıdır. Küresel ve bölgesel güçlerin Irak ve Suriye’deki nüfuz rekabetinin sonucunda güçlenen IŞİD’e karşı Ağustos 2014’ten beri yürütülen operasyonlara 
ramen örgütün zayıflatımaması/ve ilerleyişinin durdurulamaması kuşkulara yol açmıştır. Bu bağlamda IŞİD sorununun ardından Irak’ta ortaya 
çıkan milisleşme süreciyle birlikte, Irak güvenlik güçleri dışındaki silahlı grupların etnik ve mezhepsel (Şii-Sünni ve Kürt) aidiyete göre silahlanması ülkenin 
kısa ve orta vadede iç savaşa doğru gideceğinin habercisidir. Bu analizde söz konusu saptamalar ışığında Anbar vilayetinin IŞİD kontrolüne geçmesinin 
düşündürdükleri ve Bağdat-Washington ekseninde yaşanan gelişmeler kaleme alınmaya çalışılacaktır.

IŞİD’in İlerlemesi ve Ramadi’nin Kontrolü 

IŞİD’in Musul’dan sonra Irak’ın en önemli vilayeti olan Anbar’ı kontrol etmesi, ülkedeki yerel güçlerin ve uluslararası koalisyonun örgüt ile olan askeri 
mücadelesinin yetersiz olduğunun önemli bir göstergesi olmuştur. Ayrıca IŞİD’e yönelik askeri mücadelenin yetersizliğinden dolayı ülkedeki sivil kaybının 
arttığı görülmektedir. Birleşmiş Milletler’in açıkladığı rakamlara göre, IŞİD’in 10 Haziran 2014 tarihinde Musul’u kontrol etmesinden 2015 yılının Nisan ayına kadar Irak’ta 15219 kişi hayatını kaybetmiş 
ve 29493 kişi de yaralanmıştır. 1

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL www.bilgesam.org www.bilgestrateji.com bilgesam@bilgesam.org Tel: 0212 217 65 91 - Fax: 0 212 217 65 93



2 Sayfa



 Bunun yanı sıra Irak’ta IŞİD saldırılarından ötürü 3 milyon kişi göç etmek zorunda kalmış ve 8 milyon 200 bin kişi ise insani yardıma muhtaç duruma 
düşmüştür.2 Dolayısıyla IŞİD ile mücadelenin yalnızca askeri yöntem ile yürütülmesi zor görünmektedir. 

IŞİD için Anbar bölgesinin stratejik önemi oldukça yüksektir. Anbar vilayeti yüzölçümü olarak Irak’ın en büyük ilidir. Anbar’ın bir diğer önemi ise Suriye, Ürdün ve Suudi 
Arabistan ile çevrili bir kent olmasıdır. Ayrıca nüfusunun çoğunluğu Sünni Araplar’dan oluşmakta ve Bağdat merkezi hükümetindeki Şii yönetim karşıtı aşiretlerin çoğunluğu 
Anbar’da bulunmaktadır. Anbar Bağdat’ın batısından 110 kilometre uzaklıktadır. Anbar vilayetinin Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın sınırında olması stratejik olarak IŞİD’in 
ülkenin diğer bölgelerine ve hatta güneydeki kentlere ilerlemesine yol açabilir. Bunlara ilaveten Ramadi’de bulunan Ramadi ve Hadise barajlarını kontrol altına alması, birçok 
kentte su sıkıntısı yaşanmasına ya da kapakların açılarak bazı bölgelerin sular altında kalmasına sebep olabilir. Anbar vilayetine bağlı 41 ilçe ve kasabanın sadece 5 tanesi Irak 
güvenlik güçlerinin kontrolünde olup geri kalanı IŞİD’in denetimindedir. IŞİD’in Anbar vilayetinin merkezi olan Ramadi’yi kontrolünde tutmasının Irak güvenlik güçlerinin 
Musul’a yapacakları kurtarma operasyonlarını engellediğini /engelleyebileceğini ifade etmek mümkündür. 

Bu çerçevede 17 Mayıs 2015 tarihinde Ramadi’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesi, örgütün Musul’dan sonra Irak’taki ikinci başarısı olarak kabul edilebilir. Bu durum IŞİD’in Irak’ta 
ve Suriye’de ilerleyişinin hızlanmasına yol açabilir. Aslında IŞİD’in Irak’taki ilerleyişi, örgütün güçlü olmasından ziyade, Irak güvenlik güçlerinin çatışmadan birçok kentten geri 
çekilmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Irak’ın tek bir bütün olarak savaşan güvenlik gücünün olmayışı IŞİD’in ülkedeki hareket alanını genişletmesine neden olmaktadır. 
Musul’dan sonra Irak güvenlik güçlerinin Ramadi’den de çatışmadan çekildiği belirtilmektedir. Irak Başbakanı Haydar el-Abadi, Ramadi’nin IŞİD’in denetimine geçmesiyle ilgili 
yaptığı açıklamada güvenlik güçlerinin herhangi bir çekilme emrini beklemeden kentten geri çekildiğini belirtmiştir. 
Bu sebeple Abadi, 20 Mayıs’ta Anbar İl Emniyet Müdürü General Kazım Muhammed Farıs el-Fehdavi’yi görevden almış  ve yerine General Hadi Rezic’i atamıştır.3 


1 http://www.almadapress.com/ar/news/47 
(Erişim: 19.05.2015)

2 http://elaph.com/Web/News/2015/5/1007556.html,
(Erişim: 25.05.2015)



Öte yandan Anbar iline bağlı el-Bağdadi nahiyesinde ve Ramadi’nin 90 km batısında bulunan Aynel-Esed askeri üssünde Irak güvenlik güçlerine eğitim ve danışmanlık yapan 300’den fazla Amerikan askerinin bulunduğu bilinmektedir. 
Ayrıca Irak ordusunun en eğitimli özel operasyon gücü olarak tanımlanan el-Dehabi (Altın) kolordusu, Ramadi’de IŞİD’e karşı savaşmaktadır. 
Bütün bunlara rağmen Ramadi’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesi oldukça düşündürücüdür. Irak güvenlik güçlerinin Ramadi’den geri 
çekilmesi hususunda iki gerekçe ileri sürülmektedir. Birincisi bin civarında Irak askerinin IŞİD tarafından Ramadi operasyonlarının koordinasyon merkezinde kuşatıldığı, silah 
ve askeri mühimmatın ulaştırılamadığıdır. Diğeri ise, Irak güvenlik güçlerinin savaşmak istemediği ve Bağdat hükümetinin bölgede silahlandırdığı 3 bin aşiret mensubunun da 
silahlarıyla birlikte IŞİD’in safına geçtiği iddiasıdır. Hem Abadi hükümetinin hem de ABD’nin başını çektiği uluslararası koalisyonunun terörle mücadele kapsamındaki tutumuna 
bakıldığında, ordu ve güvenlik güçlerinin Anbar’da ve diğer Sünni bölgelerinde IŞİD ile savaşın tamamen Sünni Arap aşiretleri arasında bir güç rekabetine dönüştürüldüğü ifade 
edilebilir. Bu durum ABD’nin Irak’ta IŞİD’in kontrolündeki Sünni bölgelerinde örgütle mücadele stratejisini Sünni Arap 
aşiretleriyle sürdürmek istemesinden kaynaklanmaktadır. 

   (  Irak’ın işgalinden bu yana Irak ordusunun ve güvenlik güçlerinin Washington tarafından yeterince eğitilmediği ve desteklenmediği 
gerçeğini de ifade etmek mümkündür. )

Bu bağlamda 29 Nisan’da ABD Kongresi, Irak ordusu dışında IŞİD’e karşı savaşan Peşmerge ve Sünni Arap aşiretlerin milis güçlerine doğrudan askeri desteği öngören yasa 
tasarısını onaylamıştır. ABD Kongresi aynı zamanda Iraklı güçlere 715 milyon dolarlık askeri destekte bulunulacağı da belirtilmiştir. Söz konusu yasaya göre, Irak’a yapılacak askeri 
yardımların %25’i Peşmerge ile Sünni millis güçlerine doğrudan dağıtılacaktır.4 

3 http://www.alwasatnews.com/4639/news/read/992806/1.html,
(Erişim: 21.05.2015)


4 http://www.alliraqnews.com/modules/ news/article.php?storyid=2935,
(Erişim:25.05.2015)


“  Irak ordusunun en eğitimli özel operasyon gücü olarak  tanımlanan el-Dehabi (Altın) kolordusu, Ramadi’de 
IŞİD’e karşı savaşmaktadır. Bütün bunlara rağmen Ramadi’nin IŞİD’in kontrolüne geçmesi oldukça düşündürücüdür.“



ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, Ramadi kentinin IŞİD’in kontrolüne geçmesine ilişkin 24 Mayıs’ta CNN kanalına verdiği mülakatta “Ramadi’deki 
gelişmeler Irak ordusunun savaşma iradesi olmadığını gösteriyor” şeklinde bir açıklama yapmıştı.5 ABD’nin Irak’ta IŞİD ile mücadele etme ve krizin çözümünde ülkedeki yerel 
güçler arasında kime güveneceği konusunda henüz net bir karara varamadığı ifade edilebilir. Irak’ta IŞİD ile mücadelede Irak güvenlik güçleri, Peşmerge gücü, Haşed el-Şaabi Şii milis gücü ve Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis güçleri 
olarak dört ana faktörün varlığından söz etmek mümkündür. 

ABD’nin söz konusu kararındaki belirsizliğin sebepleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Irak Güvenlik Güçleri Faktörü: Irak ordusunda ve güvenlik güçlerindeki etnik ve mezhepsel ayrışmalar IŞİD’e karşı mücadeledeki en önemli sorunlardan birisidir. Yerel 
güçler arasında koordinasyonun sağlanamaması ülkedeki terör sorununun artmasına ve IŞİD’in ilerleyişine yol açmaktadır. Dolayısıyla IŞİD’e karşı mücadelenin sadece Irak 
ordusu ve güvenlik güçleri tarafından yürütülemediği görülmektedir. ABD Kongresi’nden geçen yasa tasarısında Irak güvenlik güçleri yerine Iraklı güçler tabirinin yer alması, 
Washington yönetiminin IŞİD ile mücadelede Irak güvenlik güçlerine güvenmediğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 

2. Peşmerge Gücü Faktörü: IŞİD ile mücadelede bir başka problem de peşmergenin Irak anayasasının 140. maddesinde yer alan tartışmalı bölgelerin dışında savaşmak isteğinin 
olmamasıdır. Başka bir ifadeyle Irak’ta Kürtler’in, 2003 Irak işgalinden sonra Kerkük ve diğer tartışmalı bölgeleri kendi toprakları olarak çizdikleri sınırlar dışında savaşmak istememeleri 
ABD’nin ülkedeki hangi yerel güçlere güveneceği hususunu belirsiz kılmaktadır. 



5 CNN:  http://arabic.cnn.com/middleeast/2015/05/24/ashton-carter-isis-ramadi,
(Erşim:25.05.2015)

3. Haşed el-Şaabi Faktörü: 

Silahlı Şii milis güçlerinin koalisyonu niteliğindedir. Haşed el-Şaabi gücünün komutanı eski Ulaştırma Bakanı ve Bedr Tugayı lideri Hadi el-Amıri’dir. Bu güç Bağdat’tan ziyade İran Devrim 
Muhafızları’na bağlı Kudüs Ordusu Komutanı General Kasım el-Süleymani’nin kontrolündedir. Söz konusu Şii milis gücü IŞİD ile mücadelede önemli bir unsurdur. Bunun da 
iki temel nedeni vardır. Birincisi Haşed el-Şaabi’ye katılan gönüllü Şii milisler, Şiiliği ve Şiiler için kutsal topraklar ve türbeleri koruma inancıyla çatışmaktadır. Diğeri ise Bağdat 
merkezi hükümeti tarafından ciddi mali, askeri ve silah desteği almaktadır. 12 Haziran 2014 tarihinde Şii Dini Merci Ayetullah Ali el-Sistani’nin çağrısı üzerine kurulan Haşed el-
Şaabi Şii milis gücüne Bağdat hükümeti 1 milyar dolar harcamıştır. Ayrıca Bakanlar Kurulu kararıyla Heşad el-Şaabi gücü, Başbakan ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Haydar 
el-Abadi’ye bağlı olarak resmi bir şekilde IŞİD’e karşı mücadele etmektedir. Haşed el-Şaabi gücü, IŞİD ile mücadelede zımnen başarılı olsa da Şiilik bilincini fazlasıyla ön plana 
çıkarmasından dolayı ülkede mezhepsel çatışmayı körüklemektedir. 

Çünkü Irak’ın Diyale ve Selahaddin vilayetinde (Tikrit’te) IŞİD’e karşı başarı kaydettiğinde Sünni Araplara karşı baskı, sindirme ve yok etme potansiyeli olan bir güç 
şeklinde hareket etmiştir. Uluslararası İnsan Hakları Örgütü, Haşed el-Şaabi milis gücünün özellikle Diyale bölgesinde Sünni Araplara karşı katliam düzenlediğini açıklamıştır. 
Dolayısıyla İran’ın etkisi altında olan Haşed el-Şaabi milis gücünün IŞİD ile olan savaşta başarı kaydettikçe zamanla Bağdat merkezi hükümetinin kontrolünden çıkma ihtimali 
oldukça yüksektir. 

4. Sünni Arap Aşiretlerinin Milis Gücü Faktörü: Irak’ta IŞİD’in kontrol ettiği Sünni Arap bölgelerinde Bağdat hükümetine destek veren aşiretler bulunmaktadır. Fakat Bağdat 
yönetimi ile IŞİD’e karşı mücadele etmek isteyen Sünni Arap aşiretleri arasında ciddi anlamda güven bunalımı söz konusudur. Bağdat hükümetinin Sünni Arap aşiretlerine silah 
ve para yardımı yapma hususundaki çekincelerinin aynısının Obama yönetiminde de olduğu ifade edilebilir. Bağdat merkezi hükümetinin Sünni Arap aşiretleriyle ilgili kaygıları iki 
taraf arasındaki anlaşmanın bozulması halinde, bu aşiretlere verilen silahların IŞİD’e gitme ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Nitekim 2008 yılında ABD’nin öncülüğünde dönemin 
Başbakanı Nuri el-Maliki tarafından kurulan ve Sünni Arap aşiretlerinden oluşan el-Sahva gücünün (Uyanış) durumu bu kaygının yersiz olmadığını göstermektedir. Sahva gücünü 
destekleyenlerin ellerindeki silahların büyük kısmı daha sonra Maliki ile ilişkilerinin kötüleşmesi neticesine IŞİD ve IŞİD’e destek veren silahlı Sünni milis güçlerinin eline geçmiştir. 


“ Yerel güçler arasında koordinasyonun sağlanamaması ülkedeki terör sorununun artmasına ve IŞİD’in ilerleyişine yol açmaktadır. ''




Bağdat, Washington ve Tahran Hattında IŞİD Krizi

IŞİD ile mücadelenin yalnızca hava operasyonlarıyla çözüme kavuşturulması oldukça zordur. IŞİD’in Irak ve Suriye’de kontrol ettiği bölgelerde yaklaşık 8 milyon sivil 
yaşamaktadır. Bu nedenle havadan veya karadan askeri operasyonların büyük ölçüde sivil kaybına yol açacağı unutulmamalıdır. Irak’ın sorunu sadece güvenlik kurumlarındaki 
bölünmüşlük değildir, istihbarat ve bilgi edinme eksikliği de söz konusudur. ABD’nin Irak hükümetiyle istihbarat anlamında daha fazla bilgi paylaşımı yapması gerekmektedir. 
Öte yandan Irak güvenlik güçleri etnik, mezhepsel ve ideolojik bölünmüşlük sebebiyle IŞİD ile savaşmamaktadır. Örneğin Haşed el-Şaabi milis gücü Şii bölgelerin ve kutsal 
türbelerinin korunması amacıyla kurulmuştur. Bu da ülkenin pratikte Kürtler, Şiiler ve Sünni Araplar arasında üçe bölündüğünün göstergelerinden biridir. Amerikan yönetimi 
IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinden sonra bazı Sünni yetkili ve aşiret liderlerini Washington’a davet edip görüşse de bu çabaların örgütle mücadelede yeterli olmadığı görülmektedir. 
Çünkü Sünni Arap aşiretler arasındaki bölünmüşlük faktörü, ABD’nin Sünni bir muhatap bulmakta zorlanmasını beraberinde getirmektedir. Başka bir ifadeyle Irak hükümetinin 
ve Washington yönetiminin IŞİD ile mücadelede Sünni Arap aşiretlerinden tam manasıyla destek aldığı söylenemez. Aslında Sünni Araplar da birçok bölgede IŞİD’in faaliyetlerinden 
rahatsızdır. Fakat IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerden çıkarılması durumunda Haşed el-Şaabi Şii milis güçlerinin kendilerine yönelik saldırı gerçekleştirmesinden ve sebepsiz 
tutuklamalar yapmasından çekinmektedir. Eğer Haşed el-Şaabi milis gücü Şii ve İran güdümlü bir yapıda olduğu görüntüsünü vermeseydi ve Haşed el-Irak olarak ortaya çıksaydı 
Sünni Araplar’ın çoğundan destek alabilirdi. Bu durumda Irak’ta IŞİD’e karşı savaşan yerel güçler arasında mensup oldukları etnik ve mezhepten ziyade ait oldukları toprakları 
savunma fikri daha belirgin hale gelebilirdi. Bugün Irak’ta bu yönde bir güvenlik ve savunma anlayışı oluşturulması elzemdir. Aksi halde IŞİD ile mücadele hususunda askeri operasyonlardan 
sonuç elde etmek oldukça güç görünmektedir. 

IŞİD ile mücadele etme konusunda ne Bağdat merkezi hükümeti ne de Washington yönetimi Iraklı güvenlik güçlerinin tek çatı altında olması için çaba harcamıştır. ABD’nin öncülüğünde 
kurulan uluslararası koalisyon, Irak’ın hassas bölgelerinde (barajların ve petrol rafinerilerinin olduğu bölgelerde) başarılı hava operasyonları düzenlese de, diğer yandan 
yerel güvenlik güçleri arasındaki ayrışmayı derinleştirmiştir. Koalisyona destek veren Almanya gibi ülkelerin Peşmerge güçlerine silah, eğitim ve lojistik destek vermesi, Irak’ta iki 
nizami ordu ortaya çıkarmıştır. Bir başka ifadeyle Irak’taki mevcut durum, Şii milis güçlerinin koalisyonu niteliğindeki Haşed el-Şaabi ve Peşmerge gücünün lehine değişmeye 
başlamıştır. Bu da aslında IŞİD ile mücadele hususunda Bağdat, Washington ve Tahran arasında hem dolaylı hem de doğrudan bir mücadele yaşandığını göstermektedir. Bağdat 
ile Washington yönetimi arasında ciddi bir güven sorunu bulunmaktadır. 13 Nisan’da Irak Başbakanı el-Abadi, ABD’yi ziyareti sırasında Başkan Obama’dan silah ve para talep 
etmiştir. Ancak Irak’ın ABD ile olan milyarlarca dolarlık silah anlaşmalarına rağmen Washington yönetimi Bağdat’a silahları vermeyi geciktirmektedir. Özellikle satın alınan 36 
adet F-16 tipi savaş uçağının Washington tarafından hala teslim edilmemesi oldukça düşündürücüdür. Diğer yandan Washington’dan yeterli silah desteği alamayan Bağdat hükümeti 
alternatif olarak Rusya ile silah anlaşması yapmaya yönelmiştir. Başbakan el-Abadi’nin 21 Mayıs’ta Rusya lideri Vladimir Putin ile görüşmesinin ana gündemini silah anlaşması 
oluşturmuştur.

Irak hükümetinin IŞİD ile mücadele sürecinde ABD’ye ve kurduğu uluslararası koalisyona fazla güvenmediğini söylemek mümkündür. ABD, Irak’ta IŞİD ile mücadeleyi Tahran, 
Haşed el-Şaabi ve Peşmerge güçleriyle sürdürmektedir. Ancak Washington IŞİD ile mücadelede Irak ve Suriye’deki yerel güçlerle işbirliği sağlamanın yanı sıra bölgesel bir işbirliği 
mekanizmasının oluşması için de çaba sarfetmelidir. Öte yandan İran, Irak’a IŞİD ile mücadelede destek vermeyi sürdürmektedir. Bunun üç temel sebebi bulunmaktadır: Bağdat 
yönetimindeki Şii çoğunluğun nüfuzunu sürdürmesini sağlamak, Şii milis güçlerinin kendi güdümünden çıkmasını önlemek ve Şiiliği simgeleyen kutsal mekânları IŞİD’den 
korumak. İran’ın bu noktada Sünni bölgeleri kurtarmak için herhangi bir çaba içerisinde olmadığını da görmek mümkündür. 

Yukarıda da bahsedildiği üzere ABD, IŞİD ile mücadele kapsamında bölgesel bir koalisyon kurmalıdır ki bu koalisyon tüm bölgesel rekabetler bir kenara bırakılarak Suudi 
Arabistan, Türkiye ve İran öncülüğünde oluşturulmalıdır. Zira IŞİD sadece Irak ve Suriye için bir sorun değildir, bölgesel ve global bir kriz unsurudur. 

Sonuç

IŞİD’in Irak ve Suriye’de ilerleyişinin önüne geçilememesi bölgesel anlamda büyük tehdit arz etmektedir. 10 Haziran 

“ Eğer Haşed el-Şaabi milis gücü Şii ve İran güdümlü bir yapıda olduğu görüntüsünü vermeseydi ve Haşed el-Irak olarak ortaya çıksaydı Sünni Araplar’ın çoğundan 
destek alabilirdi. “




2014 tarihinden bu yana IŞİD’in Irak’ta ve Suriye’de kontrol ettiği stratejik öneme sahip bölgelerin geri alınamaması, bu örgütün Orta Doğu’da uzun bir süre daha kalacağı şeklinde 
yorumlanabilir. Şu hususa dikkat çekmek gerekir ki, Irak’ta veya Suriye’de IŞİD’le işbirliği içerisinde olan Sünni Arap aşiretlerinin IŞİD’e biat etmesi durumunda örgüt ile mücadele 
daha da zorlaşacaktır. Çünkü bu durumda IŞİD’in kontrol ettiği bölgelerde toplumsal ve sosyal destek bulması kolaylaşacaktır. Dolayısıyla Sünni Arap aşiretlerinin IŞİD’e 
biat etmesiyle birlikte örgütün bundan sonraki süreçte Irak’ta yeni bölgeleri kontrol altına alması beklenebilir ki Irak’ta Ramadi’yi, Suriye’de Tedamır’ı kontrol etmesi ilerlemesinin 
süreceğinin sinyallerini vermektedir. Öte yandan Irak’ta IŞİD ile mücadelenin yerel güçler arasında bir nüfuz rekabetine ve silahlanmaya dönüşme ihtimali oldukça yüksektir. 
Zira bugün Irak’ta IŞİD ile mücadele bağlamında ulusal güvenlik güçlerinden ya da ordudan bahsetmek zorlaşmaktadır. 

Bu sebeple hem Irak hükümeti hem de ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyona katılan ülkeler yeni bir yöntem geliştirmeli ve somut adımlar atmalıdır. IŞİD’e karşı 
savaşmak için uluslararası toplumun ve ABD’nin sadece hava operasyonları gerçekleştirmesi ve sınırlı sayıda askeri danışman göndermesi yeterli değildir. IŞİD ile mücadele; 
sosyal medya araçlarının kullanılmasını, örgütün yeni üye bulmasının önlenmesini ve mali kaynaklarının engellenmesini gerektirmektedir. Ayrıca Irak ile bölge ülkeleri ve ABD 
arasındaki istihbarat paylaşımının artırılması ve IŞİD ile bölgesel çapta bir mücadele için zemin hazırlanmalıdır.

Bu çerçeveden bakıldığında ABD’nin Irak’ta IŞİD ile savaşa doğrudan ve tek başına girmek istemediği görülmektedir. Bu nedenle Obama yönetiminin Irak’ta iki stratejisinin olduğu 
söylenebilir. Birincisi hava operasyonlarının uluslararası koalisyona katılan ülkelerle devam ettirilmesidir. Diğeri ise, Irak’ta IŞİD ile mücadelenin karadan İran’ın desteklediği 
Haşed el-Şaabi gibi Şii milis güçleri tarafından yürütülmesidir. Her iki seçeneğin de Irak’taki Sünni Araplar tarafından tepkiyle karşılanacağı söylenebilir. Bu nedenle IŞİD ile mücadele 
etmek amacıyla Haşed el-Şaabi dışında Sünni Arap, Kürt ve Türkmenler’den oluşan yeni bir karma güç kurulmalıdır. Aksi takdirde IŞİD’in Irak’tan tamamen çıkarılması 5 
ila 10 yıl sürebilir. 


BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların 
katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, 
dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara 
yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası,
Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri,
Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. Semin, 2012 yılından itibaren Gazi

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..


www.bilgesam.org


..

25 Ekim 2015 Pazar

24 nisan 1915'te tam olarak ne oldu?


24 nisan 1915'te tam olarak ne oldu?






24 nisan 1915'te tam olarak ne oldu?

 




Ermeni lobiciler bütün güçleriyle 24 Nisan gününü "Ermeni soykırımı" adını verdikleri Büyük Yalan'ı anma günü olarak yaymaya ve kabul ettirmeye çalışıyorlar.  

Neden 24 Nisan?  

Ermeni lobicilerce yeni bir anlam yüklenmeye çalışılan 24 Nisan'da aslında ne oldu?
 
 
Rus ve Ingilizlerce kışkırtılan ve silahlanan Ermeniler ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmacılar “Komiteciler” olarak örgütlenip, müslümanlara ve savaşta olan Osmanlı ordusuna arkadan saldırmaya başlamışlardır. özellikle köylerde erkeklerin hepsi askerde olduğu için savunmasız kadın, çocuk ve yaşlılar Ermenilerce öldürülmüştür.
 
Bunun üzerine Osmanlı yönetimi, herhangi bir önleme başvurmadan önce, Ermeni ileri gelenleri ile görüşmüştür. Ermeni Patrigi, Ermeni milletvekilleri ve Ermeni toplumunun ileri gelenlerine 'Ermenilerin Müslümanları arkadan vurmayı ve öldürmeyi sürdürmeleri durumunda gerekli önlemlerin alınacağı’ bildirilmiştir.
 
Ancak, olaylar durmak yerine giderek yoğunlaşınca, ordunun bir çok cephede savaşta olması nedeniyle cephe gerisinin güvenceye alınması gereği doğmuştur.
 
Bu amaçla, 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni Komiteleri kapatılarak, yöneticilerinden 2345 kişi devlete karşı eylemlerde bulunmak suçundan tutuklanmıştır. Osmanlı Yönetimi'nin bu kararı uzerine hareket geçen Ecmiyazin Katalikosu Kevork, ABD Cumhurbaşkanı' na şu telgrafı göndermiştir:
 
"Sayın Başkan, Turk Ermenistanı' ndan aldığımız son duyumlara göre, orada kırım başlamış ve örgütlü bir terör Ermeni halkının varlığını tehlikeye sokmuştur. Bu duyarlı anda Ekselanslarının ve büyük Amerikan ulusunun soylu duygularına sesleniyor, insanlık ve Hristiyanlık inancı adına, büyük Cumhuriyetinizin diplomatik temsilcilikleri aracılığı ile hemen araya girerek, Turk fanatizminin şiddetine terkedilmiş Turkiye'deki halkımın korunmasını istiyorum."
 
Başpiskopos Kevork'un telgrafını, Rusya'nın Washington Büyükelçisi'nin ABD'deki görüşmeleri izlemiştir. Bütün olup biten, yasadışı Ermeni komitelerinin kapatılması ve elebaşlarının tutuklanması olmasına karşın, olayı bir "kırım" gibi göstermeye çalışan Ermeniler, başta ABD ve Rusya olmak uzere, çeşitli sömürgeci devletleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlardır.
 

Ermenilerin her yıl sözde "Ermeni soykırımının yıldönümü" diye andıkları 24 Nisan, devlete karşı eylemde bulunan ve suçsuz, korumasız insanları öldüren 2345 komitecinin tutuklandığı gündür. Görüldügü gibi bu gün, sözde soykırım şöyle dursun, sözde soykırım savlarına temel oluşturduğu öne sürülen yer değiştirme uygulamasıyla bile ilintili değildir.


..

DERSİM AYAKLANMASINI KÜRTÇÜLER ÇIKART TI



DERSİM AYAKLANMASINI KÜRTÇÜLER 
ÇIKARTTI 



(Rıza ZELYUT)

1937/38′de yaşanan Dersim isyanı, bu bölgedeki en son ayaklanmadır. Ve ayaklanmanın Alevilerin haklarıyla ya da talepleriyle en küçük ilgisi yoktur. Yarınki yazımızda ortaya koyacağımız gibi; bu bölgedeki derebeyleri, seyit olsun, aşiret reisi olsun; Aleviler uğruna tek kurşun atmamışlardır. Ve bu derebeyleri; kendilerine Alevi kesimi temsil ederek gelen iki önemli Alevi büyüğünü de reddetmişlerdir. Bu yüzden DTP’lilerin, Dersim olaylarını Alevi hareketi gibi gösterme gayreti, 1919′dan beri sürdürülen Kürdistan yaratma projesinin bir parçasıdır. Bunu tarihi olayları tek tek inceleyerek görebiliriz:

TUNCELİ’DE KÜRT YOKTU

Tunceli bölgesini gezenler göreceklerdir ki; burası yerleşime uygun olmayan; ulaşılması çok zor bir coğrafyadır. Daha çok devlet baskısından kaçan grupların saklandıkları bir coğrafya özelliğini gösterir Tunceli. Sivas’ın doğusuna kadan uzanan bir bölgeyi kapsayan Tunceli’nin en eski halkı Zaza’lardır. Bunların dili ve kültürü ile Kürtlerin dili ve kültürü arasında hiçbir bağ yoktur. Bu bölgeye Türkler; MÖ 5. yüzyılda Kafkasya’nın kuzeyinden inmişlerdir. Sakaların (Sarı Türkler) kalıntıları bölgede beyaz tenli, yeşil gözlü insanlar olarak karşımıza çıkıyor. MS 395′den başlayarak Hun Türklerinin Ağaçeri (Tahtacı) kolu da Kafkasları aşarak Bizans’la işbirliği halinde bu bölgeye ve Toroslara yerleştiler. (Buna ilişkin ayrıntıları Anadolu Aleviliğinin Kültürdel Kökeni TÜRK ALEVİLİĞİ isimli kitabımızda gösterdik). Daha sonra Oğuzlar 950′lerden itibaren bölgeye geldiler. Buralar daha sonra Türkmenlerin elinde kaldı. İran’da Alevi (Kızılbaş) Türkmen devleti devleti kuran Şah İsmail, Tunceli’nin çevresine de hakim oldu. 1514′te çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlılar Tebriz’e kadar girdiler. Bu süreçte Kürtler;: Osmanlılara yardım ettiler. Fakat Kemah; Alevilerin elinde idi. Burasını 1515 mayısında zorlu bir kuşatma ile Yavuz Selim ele geçirdi. Bölgedeki Alevilerin son kalesi düşünce buradaki Alevi Türkmenler de Tunceli bölgesine kaçtılar. Böylece; Tunceli’deki Türkmen nüfus yoğunluk kazandı. Bu dönemde Tunceli ve çevresinde Kürtler yoktu. Onlar daha çok İran sınırında bulunuyorlardı. Osmanlılar ile birleşen Kürtler; Kızılbaş Türkmenlere kılıç sallamaya başlayınca; devletin desteği ile Batı’ya doğru yayılma fırsatı elde ettiler. Tarih açıkça gösteriyor ki; Kürt derebeyleri; Doğu Anadolu’daki Alevi Türkmenleri yok etmede Osmanlı Devleti ile işbirliği yaptılar. Bunun kanıtlarını, 19 Kasım tarihli yazımda tarih ve kaynak göstererek ortaya koydum. Farklı bir etnik kökenden gelip bugün Kürtçülük yapan Ahmet Türk; dedesinin daha 20. yüzyılın başlarında Hamidiye Alayı bayraktarı olarak bölgedeki Alevilere ne yaptığını bilmiyor değil. Kürt derebeylerinin ve Osmanlı yobazlarının Alevilere yaptıkları zulmü, Kemalist cumhuriyete yıkmaya çalışanlara ancak cahiller ve ahmaklar inanır.

SİVAS- KOÇKIRI İLE BAŞLADILAR

Dersim bölgesi Osmanlılar döneminde yağma hareketleri ile öne çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı başlatılırken bu bölgede Koçkırı isyanı patlak verdi. Sivas’ın doğusundaki ve Dersim’in batısındaki Alevi aşiretlerin yer aldığı bu ayaklanmadaki amaç; bağımsız bir Kürt devleti kurmak idi. Bu gerçeği öğrenmek isteyenler, mutlaka; Baytar Nuri diye bilinen Dersimli Veteriner Mehmet Nuri’nin yazdığı Kürdistan Tarihinde Dersim isimli kitabı okumalıdırlar. Baytar Nuri; sıkı bir Kürtçüdür ve Kürdistan Teali Cemiyeti üyesidir. Kitabında, Türklere etmediği hakaret kalmamıştır ve yazdıklarını ‘İntikam, intikam, intikam!’ çığlıkları ile bitirmektedir. Kendisine, Koçkırılı Alişer yardımcı olmaktadır. Bu ikili Seyit Rıza’yı da yönlendirmektedir.
Türkiye, işgal edilmiş; Ankara’da yeni bir Meclis kurulmuştur. Yunan ordusu Batı Anadolu’dan Bursa’ya doğru işgalini sürdürmektedir.
İşte tam bu sıradaki durumu; Baytar Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim’e giderek babam ve Seyit Rıza ile görüştüm. Alişer ile işbirliği yapmalarını sağladım. (…) Artık Dersim’de büyük bir kaynaşma başlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan’ın muhtariyetinin kabul edilmesi isteği ileri sürülmüştü. (…) Dersimliler adına mufassal (ayrıntılı) bir rapor tanzim ederek Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla İtilaf Devletleri (işgalci devletler) temsilcilerine gönderdik. (…) bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik.
(…)336 yılı (1920) başlangıcında Kangal İlçesi’nin Yellice Nahiyesi’nin Hüseyin Abdal tekkesinde önemli bir toplantı yaptırmıştım. (…) toplantıda bulunanların cümlesi ant içerek Sevr Anlaşması’nın takibini ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz, dersim, Koçkırı mıntıkasını ihtiva eden bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha sarılmaya ve sonuna kadar savaşmaya tam bir ittifakla karar verdiler. (sayfa 125-126)’

15 Kasım 1920′de Hozat’ta bir toplantı daha yapılıp Kürdistan’ın tanınması için Ankara’ya ültimatom verilir. Yoksa silahla bu hakkı alacağız diyenler; Batı Dersim Aşiret Reisleri olarak ültimatoma imzalamışlardır. (Aslı için bak: s. 129)
Ne yazık ki Kuvayı Milliye güçleri Türkiye’yi kurtarmak için Batı’da Yunanlılarla çarpışırken Batı Dersim aşiret reisleri; Seyit Rıza’nın da desteği ile Koçkırı ayaklanmasını başlatmışlardır. Böylece Ankara hükümetini arkadan vurmaya kalkışmışlardır. İşin içinde İngilizlerin olduğunu görmemek mümkün de değildir.
Kuzeyde Pontusçularla da mücadelenin sürdüğü bir dönemde bu ayaklanma güçlükle bastırılmıştır. İdama mahkum edilenler arasında, kaçaklardan Baytar Nuri ile Alişer olduğu halde; tümü de Atatürk tarafından affedilmişlerdir. Ankara hükümetinin isyanı bastırırken halka dokunulmadığı, Atatürk ve Türk düşmanı Baytar Nuri’nin yazdıklarından anlaşılmasına karşın; günümüzdeki bazı sözde aydınlar; bu operasyonu bile katliam gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki; ankara hükümeti, 1937 yılına kadar Dersimliler’e gayet hoşgörülü davranmıştır.

İŞTE SİZE SEYİT RIZA (Rıza ZELYUT)

Bugün, Tunceli halkını kışkırtmak isteyenler; 1937/38 Dersim olaylarını ve bu ayaklanmada başroldeki aşiret reisi Seyit Rıza’yı kullanıyorlar. Dünkü yazımda ortaya koyduğum gibi; Seyit Rıza’yı ve 7-8 kadar Alevi aşiret reisini kandırarak Kürdistan için ayaklandıranlar; Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleridir. Bunlardan birisi Baytar Nuri, diğeri; Koçkırı isyanının elebaşılarından Alişan’ın torunu Alişer’dir.
Tunceli bölgesindeki aşiretler; silahlı birlikler oluşturmuşlar; Osmanlı Devleti zamanında da çevredeki karakollara ve garnizonlara saldırmışlardır. Böylece yağma ve çapul eylemlerini yaymışlardır. Seyit Rıza da bu çete reislerindendir. Bu eylemleri yüzünden daha Osmanlı Devleti zamanında idama mahkum edilmiştir. İşte size o belge: ‘(28/Z /1330 (Hicr”) (08.12.1912) Pazartesi: Dersim’in Yukarı Abbasi (Abbas Uşağı) Aşireti Reisi olub gıyaben idam cezasına mahkum olan Seyid Rıza’nın hukuk-ı şahsiye davası baki olmak üzere afvı. (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Dosya No : 156, Gömlek No : 1330/Z-04, Fon kodu : İ,.MMS)’
Okuma yazma bile bilmeyen Seyit Rıza; bölgedeki Aleviler tarafından ocak başı da kabul ediliyordu. Ocak kavramının Türklere has olduğu bir gerçek olmasına karşın, Seyit Rıza kendisini Kürt sanıyordu. Bu yüzdendir ki Seyit Rıza, 1921 başlarında başlatılan Batı Dersim aşiretlerinin de yer aldığı Koçkırı İsyanını destekledi. Bu olay Ankara hükümeti tarafından affedildi. Sonraki dönemi Veteriner Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim fiilen bağımsızdı, idare başkanlığını Seyit Rıza ele almıştı ve Kürdistan adına faaliyetlerine devam ediyordu. (Kürdistan Tarihinde Dersim, s. 132)’
Seyit Rıza Tunceli merkezi silahlı adamlarıyla işgal ediyor; devlet, araya nasihat heyeti koyuyor; 1924 yılında Hozat’ı basıyor; TBMM’ye nota veriyordu. Bununla da yetinmiyor; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na arka çıkarak cumhuriyet düşmanlarını koruyor. Terikkiperverci Hasan Hayri kaçarak onun korumasına giriyor. (Aynı eser, s. 169) ‘Ağdat denilen Seyit Rıza mıntıkasında Kürdistan bayrağı dalgalanıyordu. (sayfa 163)’

KÜRT AYAKLANMALARINDA

Türkiye; İngiltere ile Musul sorununu görüşürken, 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Seyit Rıza ve diğer Kürtçü Dersimliler; bu eyleme katılmadılar. Çünkü; mezhep tartışması yaşanmış ve Şafii Kürtçülerin tutumu; Dersimlileri kızdırmıştı. Lakin; bunlar Türk ordusunun Dersim’e girmesine karşı çıkmışlardı. Buna karşın Doğu Dersim aşiretlerinden Hıran, Lolan, İzolan, Şuran aşiretleri ise Şeyh Sait kuvvetlerine karşı Türk ordusunun yanında savaştılar.
Cumhuriyet hükümeti, 1926 sonunda yeni bir af kanunu çıkartarak, devlete karşı isyan etmiş olanları affetti ve Anadolu’nun ortalarına sürülmüş aşiret önderlerinin kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi. Atatürk; Dersim’e 1926 yılında arabulucu olarak Vali Ali Cemal’i (Murat Bardakçı’nı dedesi) gönderdi. Bektaşi olan Ali Cemal; Seyit Rıza’ya onca sözler vermesine karşın etki yapamadı. 1927 yılında Koçan Aşireti ile Elazığ’daki Türk askeri gücü arasında çarpışmalar oldu. 1928 ve 1929′da gelen istihbarat bilgileri; Seyit Rıza ile Kürtçü Hoybun Cemiyeti’nin, İngilizlerin, Sultan Abdülhamid’in oğlunun; Dersim’e bağımsızlık sağlamak için savaşan Alişer’in ilişkili olduğunu gösteriyordu. Buna karşın, cumhuriyet hükümeti zor kullanmıyordu. Yeni Vali İbrahim Tali; 1929′da; Seyit Rıza’yı saldırılardan vazgeçirmek için ona 2 bin lira para ve bir sandık dolusu da hediye bile yolluyor; lakin o, rakip aşiretlerin köylerini basıyor; adamları da karakollara saldırıyordu. Bunlar; Doğu’ya doğru yapılan tren hatlarının da Kürtleri imha için yapıldığını yayıyorlardı (Aynı kitap, s. 223). Sivaslı Murat Paşa’yı öldüren çeteler de ona sığınıyorlar; devlet bu adamları teslim etmesini istiyor ama Seyit Rıza reddediyordu (sayfa 207)

İş bu kadarla da kalmıyor. Ağrı çevresinde yeni bir Kürt isyanı başlayınca Seyit Rıza ve Keçelan aşireti, isyancıları desteklemek amacıyla 1930′da Erzincan ve Erzurum taraflarındaki Türk garnizonlarına saldırılar düzenliyorlar. (Sayfa 256). Bütün bu saldırganlıklara karşın; cumhuriyet yönetimi; Dersimlileri barış yolundan ikna etmek için 1931 yılında üçüncü kez af çıkartmış ve devlete ve şahıslara karşı bu aşiret reislerinin işlediği suçları affetmişti. Lakin; bunca barışçı önlemler bir işe yaramamıştı.
1936 sonlarına doğru Fransa ile Türkiye Hatay sorunu yüzünden savaşın eşiğine gelince; Dersim’deki Kürtçü aşiretler, Seyit Rıza’nın önderliğinde yeniden saldırgan hale geldiler. Hükümetin buraya genel vali olarak gönderdiği General Abdullah Alpdoğan; barış yoluyla Dersim’i ülkenin bir parçası haline getirmek istedi ama Seyit Rıza buna silahla cevap verdi. Böylece 2 yıl sürecek son çatışmalar başlamış oldu.


DERSİM EDEBİYATI (ÖZDEMİR İNCE)50-60 yıl hep okudum. Edebiyatın başyapıtlarından çoğunu okuduğumu sanıyorum. Birkaçını da Türkçeye ben çevirdim. Tarihsel roman mı? Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını lise birinci sınıfta, beş numara gaz lambasının ışığında okudum ve o yıl sınıfta kaldım. Yazınsal etik ve estetiğin ölçüsü Savaş ve Barış’tır! Demek ki dürüst ve nesnel olunacak!

Dedelerin, ninelerin, nenelerin anlattıkları “Naylon tarih” üzerine bina edilen yazınsal yapıtlara güvenemem. Anı okumak daha kolay: Anlatılanların tersinin de mümkün olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, genç bir yazar hanımın (hanımların) bu tür konularda yazdıkları yazınsal (edebi) yapıtları okumam, okumaya vaktim yoktur. Ancak, kendileriyle yapılan söyleşileri mutlaka okurum ve zihniyetlerini öğrenirim.

SAPTIRMALAR

Bugünkü dersimiz “Dersim Edebiyatı”! “Dersim Edebiyatı” yalanlarla, dolanlarla, saptırmalarla, düzmece ağıtlarla tıka basa doludur. Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti nedeniyle Dersim tekrar gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Gül’e, 71 yıl (1937-1938) önce meydana gelen Dersim olaylarının ardından yetim kalarak evlatlık verilen çocukların bulunması için mektup-dilekçe verilmiş. Bu konuda öyle uyduruk şeyler okuyoruz ki sanki yetim kalan Alevi-Kürt çocuklar Yeniçeri Ocağı’na çocuk toplar gibi toplanmış izlenimi doğuyor.

Genç romancı Sema Kaygusuz “Yeryüzünde Bir yer” adlı roman yayınlamış. Dersim sürgünü babaannesinin izini sürüyormuş. “Dersim sürgününün konuşulma vakti geldi!” (Taraf, 18.10.09) diyor. “Dersim katliamı”ndan söz ediyor (Radikal Kitap, 02.10.09).

Basında bu türden tezvirat, tevatür, soyutlama, saptırmalar birbirini izliyor.

Bu da yetmiyormuş gibi, Ermeni, Süryani, Pontus soykırımlarından sonra Dersim soykırımı da icat edildi: 14 Kasım 2008 tarihinde, Brüksel’de Avrupa Parlamentosu tarafından “Dersim’de Alevi Kürtlere soykırım uygulandı” konulu bir toplantı düzenlendi. Toplantıya DTP milletvekilleri Şerafettin Halis (Tunceli) ve Aysel Tuğluk (Diyarbakır) ile Tunceli’nin DTP’li Belediye Başkanı katılmış! Ardından 17 Kasım’da bir başkası düzenlendi.

YA ÇAPULCULAR

Osmanlı döneminin askere gitmeyen, vergi vermeyen, komşu köy, kaza, ilçe ve kentleri talan eden, kaçakçılıkla geçinen Dersim’in isyanlarını, eşkıya çapulculuklarını bir yana mı bırakalım? 1937 isyanının nedeni de aynı eşkıyalık anlayışıdır. Ayrıca Koçgiri ve Seyh Sait isyanları gibi siyasal tarafı da vardır. 21 Mart 1937 gecesi başlayan Dersim Ayaklanması hakkında ABD’nin Türkiye büyükelçiliği Washington’a şu raporu gönderiyor:

OKUL İSTEMİYORLAR

“Toplumun sosyal yapısı tipik sosyal özellikler taşıyor ve geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da yöre insanları yollar, köprüler, okullar vs. yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma: Hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı” (Bilal N. Şimşir, “Kürtçülük 2”, Bilgi Yayınevi, s. 397-398).

Dersimli çocukların yetim kalmasının nedeni bu isyandır. Bundan söz etmeden, hiç kimse Dersim konusunda konuşma hakkına sahip olamaz.


..

TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR





TARİHİNİ BİLMEYEN, BAŞKALARININ YALAN VE PROPAGANDALARINA GERÇEKMİŞ GİBİ İNANIR 



(Ali TARTANOĞLU)
«Hain’in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt’ün de haini vardır, Türk’ün de…»(Uğur Mumcu)
Tarih 10 Kasım 2009. Meclis'te «Kürt'e Türk Satışı» müzakere ediliyor. Tam 10 Kasım'da... «Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..» dercesine...
Bunu örtbas etmek için de iktidar mebuslarında bir Atatürk yalakalığı bir Atatürk yalakalığı... Kendimizden kuşkulanacağız neredeyse.

Diyorlar ki: «Atatürkçülük işte tam da budur.»


CHP Bursa milletvekili Onur Öymen kürsüye çıkınca patlıyor:
«Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asiyle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..»
Kıyamet koptu. 1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddam'lık(!)yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş...Küreselleşmenin postmodernlik çağındayız ya; gerçeklik sen nasıl algılıyorsan öyle imiş, sen beyazı siyah algılıyorsan, gerçek de oymuş ya... Atarsın, belki yiyen bulunur!..

Bakalım, atılanlar yenir mi!?..

Birincisi: Ordu Munzur dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Hırsızın hiç mi günahı yokmuş!..

Kimsenin suç işleyene, isyan edene verilen cezayı suçlamaması şartıyla, suç işleyeni, isyan edeni, kendi payımıza, suçlamayız. Bedelini öder, istediğini yapar!..

Dersim'i daha sonra anlatmak üzere, önce biraz ormanın bütününe bakalım.

Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları, Ali Galip Olayı...

«Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de» derdi Uğur Mumcu. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan «Türklerin» çıkardığı isyanlar. Sertlik dozu, isyanın çapına göre değişmiş ve bu isyanların da hepsi bastırılmış. Kimse «bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler» dememiş.

Ortaokulu ve liseyi okuduğumuz Konya'da Delibaş İsyanının öykülerini dinlerdim sık sık. İsyan sırasındaki baskın ve çatışmalarda ölenlerin sayısı bir yerlerde mutlaka kayıtlıdır. Ama Konyalıların dilinde «her gün 11 kişi asılırdı» sözü vardı.

Ali Galip kim? Kayserili bir Türk. Atatürk'le aynı sıralardan yetişip Harbiyeyi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş. 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a, Mondros Mütarekesi dönemine kadar, kendi ifadesiyle, ziraat ve ticaretle uğraşmış. Tam Erzurum Kongresi sonrası, Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış. Niye? Azılı bir İttihat-Terakki ve Mustafa Kemal düşmanı olduğu için. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülke yönetiminde etkin noktalarda bulunan millicileri tasfiye etmek, yerlerine de adeta kuyudan adam çıkartırcasına memuriyetten ayrılalı sekiz sene olmuş Ali Galip gibileri getiriyor. Çünkü önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, şimdi de Sivas Kongresi derken, İngilizleri ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı açık.

Plan İstanbul'da Damat Ferit ve onun Bakanları ile İngiliz yüksek komiseri de Robeck tarafından İstanbul'daki Kürtçülerle birlikte hazırlanmış. Sivas Kongresinin toplanmasına kesinlikle mani olunacak; Kongre basılacak Atatürk ve Rauf Bey ile diğer ileri gelenler «ölü veya diri» ele geçirilecek... İngiliz Casusu Yüzbaşı Noel o zaman zaten bölgede. Bölgeden ayrıca Kürt Bedirhanlı aşiretinden Celadet ve Kamuran Ali ile Diyarbakırlı Cemil Paşazade Ekrem silahlı Kürtlerle onun emrine girecek. Malatya Mutasarrıfı Halil Rami de Kürt ve onlarla birlikte. Bunların başında da Vali Ali Galip.

İstanbul'un derdi Milli Mücadeleyi önlemek. İngilizler de elbette bunu istiyor ama, bu arada hazır Osmanlı çökerken Kürtlere de kendi güdümlerinde bir sözde bağımsız toprak sağlamak.. Ali Galip ahmağı ise bunlardan habersiz, sadece iki rütbe alıp general olmak ve İttihatçılara olan kinini kusmak istiyor. Çünkü Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı hükümetler döneminde hiç terfi edememiş ve bu yüzden kızıp, küsüp emekliye ayrılmış.
Osmanlı hükümeti Türk, Sadrazam Ferit Türk, Ali Galip Türk...

Dedik ya, hainin Kürdü Türkü olmaz!


****

Dersim'e gelmeden önce bir de şu Kürt isyanlarına daha geniş bakalım.

Efendim baskılar varmış da, ezilmişler de dillerini konuşamamışlar da... Onun için bilmem şu kadar isyan çıkmış.

Osmanlı ne yaptıydı da taaa 1850'lerde Bedirhanlılar, 1870'lerde Şeyh Ubeydullah isyan ettiydi?..

Osmanlı dönemindeki bu isyanların, Tanzimat reformları çerçevesinde yapılmak istenen kıyafet filan gibi basit yeniliklere tepkilerden, daha sonraları da Osmanlı'nın bölgede Ermenilere bağımsızlık vereceği, Kürtlerin de Ermeni hakimiyetinde kalacağı söylentilerinden başka hangi gerekçeleri vardı?..

Başımıza, bugün de devam eden Ermeni sorununu açan olayların başlangıcı Türk-Ermeni çatışması mıydı, yoksa Kürt-Ermeni çatışması mıydı? Osmanlı bu çatışmalarda Kürtleri kayırdığı gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından az mı baskı gördü?..

Yunan Bursa'yı ele geçirip, Anadolu içine doğru ilerlerken, ortada ne Cumhuriyet, ne Tunceli Kanunu, ne İskan Kanunu ve hiçbir baskı yokken Kocgiri isyanı niye çıktıydı peki?

Hem isyan edeceksin, en kritik günlerde beni bir anlamda arkadan vuracaksın; hem başaramayacaksın; hem de niye cezalandırıldım diye bağırıp duracaksın. Seksen yıl sonra bile...

Yok öyle şey!.. Sen kazansaydın maaşa bağlayıp, konak verip oturtacak mıydın Mustafa Kemal'i? Hatta, kazansalardı Anadolu'da Türk bırakacaklar mıydı? İngiltere Başbakanı Gladstone'un ağzından «Asya'dan gelmişlerdir, defolup gitsinler Asya'ya!!..» diye bağırıp durmuyorlar mıydı 1850'den beri?

Gelelim Dersim İsyanı'na... Dersim İsyanı, Tunceli Kanununun uygulanmaya başlaması üzerine çıkmış. Kanun 1935 Aralığında kabul edilip 1936 Ocağında yürürlüğe girmiş.

Dersim ilginç bir yer. Halkı Alevi-Bektaşi. Ama nasıl olmuşsa olmuş, çok eski tarihlerde, belki yüzyıllar önce, hatta belki Türklerin Anadolu'ya gelişini takiben, Bilal Şimşir'in tabiriyle «bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi» kalmış. Yüzyıllarca, kendilerini kuşatan Sünnilerin aşağılamalarına, itip kakmalarına, baskılara maruz kalmışlar. Dağlara sığınmış ve tepki olarak kendilerini Kürt saymaya başlamışlar.

Yani, en başta, Dersim sorununun temelinde bir Sünni şeriatçılığı bulunduğunu çok rahat söylemek gerekir. Alevilerin laik Cumhuriyeti çok kolay benimsemelerinin altındaki gerçek de bu.

Bölge, iklim ve coğrafya itibariyle tarıma elverişsiz. Geçim kaynakları son derece sınırlı. Halk son derece yoksul. Hele o tarihlerde yol, iz de yok. Buna karşılık bolca ağa, şeyh, seyit, mir var. Geçim bunlar açısından da zor. Çareyi eşkıyalıkta, yakın çevredeki, ovalardaki köyleri, kasabaları basıp, hayvanına hasadına el koymakta bulmuş; bunu yaparken kendilerinden de beter durumdaki köylüleri kullanmışlar. Ele geçenlerin ölmeyecek kadarını da bunlara bırakmışlar.

Sık sık olaylar, isyanlar çıkmış; sık sık polisiye, askeri tedbirler uygulanmış. Bu yüzden sükunet de ancak bir süre hakim olmuş; sonra yine eski duruma dönülmüş. 1937'ye gelinceye kadar 1876'dan bu yana 11 kez askeri tedbirlere başvurmayı gerektiren olaylar çıkmış bölgede. Osmanlı Dersim'i bu asayiş boyutu dışında adeta yok saymış. O kadar ki, Tanzimat'tan sonra idare yeniden düzenlenip iller, valilikler kurulurken Dersim yine yok sayılmış.

Bu durum, işte Tunceli Kanununun çıktığı 1935'e kadar aynen devam etmiş. Cumhuriyet hükumeti o sırada zaten idareye yeni bir düzen vermekte, yeni iller ilçeler kurmakta. Dersim de özellikle bu asayiş sorunu dikkate alınarak, ama bu defa öyle gelip geçici nitelikte değil, kalıcı bir düzen sağlanması amacıyla daha ziyade bir ıslahat programı çerçevesinde ele alınmış. Tunceli Kanunu, işte bu ıslahat programının adı.

Yani konunun üzerine sadece askeri yöntemlerle gidilmeyecek. Aynı zamanda Yöre, baştan ayağa medenileştirilecek: okuluyla, yoluyla, suyuyla, hastanesiyle, köprüsüyle.

Tunceli Kanunuyla birlikte kurulan Dördüncü Umumi Müfettişliğe getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, önce aşiret reislerini bir araya getirip ıslahat programını anlatmış. Reis efendiler orada seslerini çıkarmamış; hatta memnun görünmüşler. Ama dönerken yolları üzerindeki bütün köprüleri havaya uçurmuşlar.

Aslında bu alt yapı yeniliklerinin ağaların, şeyhlerin, seyitlerin hoşuna gitmeyeceği biliniyor. Çünkü bu yenilikler sosyal yapıyı da değiştireceği için eski nüfuzlarını, çıkar olanaklarını kaybedecekler.

Yani, Tunceli Kanunu, ortada bir isyan bulunduğu için, bu isyanı bastırmak için çıkarılmış değil. Yöreyi medenileştirelim, insanlara aş iş sağlayalım, böylece asayişsizlik ve isyan potansiyelini en aza indirelim denmiş.

Ama tahmin edilenler de gerçekleşmiş. Köprüler, yollar, okullar yapılmaya başlanır başlanmaz, homurdanmalar da başlamış. Homurtular giderek eyleme dönüşmüş ve 21 Mart 1937 gecesinden itibaren askeri karakollar basılmaya başlanmış. Askeri birlik karargahlarına aynı anda baskınlar düzenlenmiş. Telefon telleri kesilmiş. Ama en ilginci köprüler yakılıp yıkılmış.

Ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza. Onun çağrısıyla Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri katılmış ayaklanmaya. Asi aşiret reisleri bir ltimatom göndermiş hükümete. İstekleri şunlar:
Jandarma dersimden çekilsin. Yeni köprüler yapılmasın. Yeni idari yapı oluşturulmasın. Silahlarına el konulmasın. Vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.
Bunun üzerine hava kuvvetleri desteğindeki kara birlikleri dört bir yandan asileri kuşatmış. Sarp kayalık dağlardaki mağaralarına doğru sıkıştırmış. Asiler paniğe kapılmış. Ayaklanmanın elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'ya «teslim olalım» demiş, ama ikna edememiş.

Mayıs'ta başlayan ayaklanma Eylül'de tamamen bastırılmış. Elebaşlarından Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer, Kureyşanlı Hasso Seydo, Bahtiyar Aşiretinden Şahin sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilmiş. Seyit Rıza'nın bir oğlu ağır yaralanmış, diğer oğlu teslim olmaya karar vererek babasından ayrılmış. Seyit Rıza'nın sağ kolu Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin'in amcası Alişan öldürülmüş. Seyit Rıza önce dağlardaki mağaralara saklanmış, 12 Eylül 1937 günü de iki adamıyla birlikte teslim olmuş.

Yargılanan 58 isyancıdan 11'i idam'a, 33'ü ağır hapse mahkum edilmiş, 14'ü beraat etmiş. İdam'a mahkum edilenlerden dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30'ar yıl hapse çevrilmiş; dolayısıyla sadece 7'si idam edilmiş.

Türkiye'deki ABD Büyükelçisi ayaklanmayı kendi başkentine şöyle anlatmış:
«Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.»

Başbakan İsmet İnönü, 14 Haziran 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde konu hakkında bilgi verirken; böyle bir direnişin beklendiğine işaret ettikten sonra,

«Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna «sel seferleri» dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz» demiş.

İngiltere Büyükelçiliğinin 1937 tarihli Türkiye raporunda da şu bilgiler var:
«Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.» (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.)
Demek ki hadisenin Kürtleri yok etmekle, hele hele Alevilerle hiçbir alakası yok.

Asilerin kuvvetinin (İngiliz raporlarında) 1500-2000 bin kişi olduğu belirtiliyor; bu sayıyı üç-beş bine kadar çıkaranlar da var. Arazi takibe son derece elverişsiz. Asiler tıpkı bugünkü PKK gibi dağların zirvelerindeki mağaralara saklanabiliyor. Hava kuvvetlerinin kullanılması bu nedenle zorunlu olmuş.

İsyanın, hükümet baskısıyla, adaletsizlikle, dil konuşturmamakla ve saire ile de hiçbir alakası yok. Devlet, güvenliğin hiç bulunmadığı bir yerde güvenliği tesis edebilmek için alt yapı hizmeti götürüyor. Yörenin, çıkarları zedelenen veya zedelenecek olan güç sahipleri düpedüz «yol istemezük, köprü istemezük...» diye ayaklanıyor. Askeri birlik karargahı, askeri karakol basıyor, subay şehit ediyor, asker şehit ediyor. Köprü uçuruyor.

Evet. Tunceli kanunu, yeni kurulacak ile atanacak ve askeri yetkilerini de taşımaya devam edecek olan general rütbesindeki valiye neredeyse bir bakanınki kadar geniş yetkiler vermiş. Yargılamalarda sert düzenlemeler yapmış. Yasa bu haliyle bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim yasasına benzetilebilir.

Ama ayaklanma yasanın bu özelliklerine tepki olarak çıkmamış. Çünkü bu hükümlerin uygulamalarına başlama fırsatı bile henüz doğmamışken isyan çıkmış. Yani tıpkı Patrona Halil isyanı gibi bir tür «medeniyet istemezük» hadisesi.

İsyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır.

Sonra... Yukarıda değindik. Türk'ün de haini var. Asi Türkler de var.

Niye bir Allah'ın kulu Delibaş isyanında asılanlardan, çatışmalarda ölen asilerden «insan hakları» adına söz etmez!..

Kürtlere sevdanın yolları, Türkler niyazi mi?!..

Amerika taa 10 bin kilometre öteden kalkıp gelip Irak'ta asi Saddam cezalandırıyor, onu alkışlıyorsunuz!..

Mustafa Kemal de Osmanlı için asi değil miydi? Başaramasaydı asılmayacak mıydı? Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?

Veee... Kim vermişti idam cezasını?

KÜRT (Namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!!..

Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.

Öyle Sam Amca'nın şapkasına saklanmak, Mitterrand Yenge'nin eteğinin altına, İmam Recep'in oy sandığına gizlenip el şeyiyle gerdeğe girmek yooook!!..

İsyan eden, isyan etmek derken, silah çekip asker, subay öldüren Türk kayrılmış mı?!..

Bir Türk olan «Damat Ferit» adı, günümüz siyasi literatüründe hala «hain» e karşılık gelmiyor mu?

Osmanlı Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?

Buna karşılık, Atatürk ve yakın arkadaşları dışında, başka pek çokları yanında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için de verdiği idam kararını, daha önceki her türlü bozma ve hatta beraat kararına rağmen uygulatma fırsatı bulan KÜRT (Nemrut) Mustafa Paşa, bu insanlar Türk olmasaydı, hele Kürt olsaydı aynı idam kararını verir miydi?

Siz Türklere «Salak» mı demek istiyorsunuz?!..


* * *
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı...
Dosya Tasnifi
Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

Harbiye Nezareti
Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705

PADİŞAH BUYRUĞU

Mehmet Vahidüddin
(ONAY)


«Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,

Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.»

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili
DAMAT FERİD


        (NOT: Söz konusu İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa'nın yaptığı mahkemedir A:T) 

Ali TARTANOĞLU

..
 


..