24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3




En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 3



İran’da Şahinlerin İktidarı ve Şii Jeopolitiği 

Bush Doktrini, daha önce de tartışıldığı gibi, Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki savunmacı ve çevreleyici anlayışı reddetmiş ve A.B.D’yi 
tehdit eden rejimlerin değiştirilmesini esas alan önleyici savaş stratejisini üretmiştir. Bu stratejinin meşruluk retoriği ise demokrasi olmuştur. 

Diğer bir ifadeyle, A.B.D’yi tehdit eden anti-demokratik rejimlerin dönüştürülme si bir daha 11 Eylül benzeri bir olayın yaşanmaması için gereklidir. Saldırılardan sonra, üç Ortadoğu ülkesi, İran, Irak ve Suriye, önleyici savaşın hedefindeki ülkeler olarak öne çıkmıştır. Ne var ki, Afganistan ve Irak hükümetlerinin değiştirilmesi ve batılı ve demokratik normlara uygun olma iddiasındaki rejimler in tesis edilmesi Ortadoğu’nun müdahaleye uğramamış diğer iki devletin de de rejim güvenliği endişesi yaratmıştır. Bu endişe her iki devletin birbirleriyle olan ilişkilerini geliştirmekle kalmamış, aynı zamanda İran’ın daha agresif bir dış politika izlemesinin de yolunu açmıştır. 

11 Eylül sonrası dönemin ürettiği retorik ve eylemler öncelikli olarak İran iç politikasını etkilemiştir. İran’da 1997 yılında başlayan yenilikçi Muhammet Hatemi dönemi her ne kadar rejimin radikal gündemini yumuşatacağının sinyallerini verse ve bu dönem Avrupa Birliği gibi aktörlerin İran ile olan ilişkilerini geliştirse de,23 

İran’ın ılımlı politikaları 

A.B.D ile olan ilişkilerini umduğu düzeye getirememiştir. Üstelik, 11 Eylül saldırılarından sonra İran, A.B.D işgali tehlikesiyle yüz yüze gelmiş, ılımlı politikalarının dış politikada meşruiyet üretmediği görülmüştür. Bu durum ise 2005 yılında Mahmut Ahmedinejad’ın temsil ettiği şahin ve radikal grubun işbaşına gelmesiyle sonuçlanmıştır.24 Bu görev değişikliği İran’ın kendi güvenliği için yeni stratejiler izlemesini beraberinde getirmiştir. 2005 sonrası İran, A.B.D tehdidini bertaraf edebilmek için iki farklı politika geliştirmiş ve bu politikaların her biri Ortadoğu politikalarını derinden etkilemiştir. 

Ahmedinejad ilk olarak İran’ın hali hazırda devam eden nükleer programını hızlandırarak daha iddialı bir hale getirmiş ve uranyum zenginleştirme 
faaliyetlerinde ülke olarak önemli aşama kaydettiklerini dünya kamuoyuyla paylaşmıştır. Bunu yaparken, amacının nükleer teknolojinin nimetlerinden faydalanmak olduğunu söylese de, uluslararası toplum nezdinde bu iddia kabul görmemiştir. A.B.D’ye göre, İran, İslami rejimini muhafaza etmek için nükleer silah elde etmek istemektedir ve nükleer faaliyetler masumane bir kalkınma amacı taşımamaktadır.25 
Bu görüş, 2010 yılının Haziran ayında yapılan BM Güvenlik Konseyi’nin de gündemine gelmiş ve İran’ın nükleer faaliyetlerini durdurması için yaptırım kararının alınmasıyla sonuçlanmıştır. Bu karara sadece Türkiye ve Brezilya “hayır” oyu vermiş, Lübnan ise çekimser kalmıştır. Dolayısıyla, uluslararası toplum da A.B.D’nin çekincelerini paylaşan bir görüntü çizmiştir. Ancak her şeye rağmen, Ahmedinejad ülkesinin uranyum zenginleştirme kararlılığının altını çizmektedir. İran’ın nükleer silaha sahip olması, dünyadaki nükleer statükoyu tehdit edecek, İran rejimine dokunulmazlık kazandıracak ve bölgede kaçınılmaz olarak yeni güvenlik ikilemleri yaratacaktır. Bu durum ise Ortadoğu bölgesinde, İran’dan tehdit algılayan bölge devletlerinin de nükleer silah edinme yoluna gidebileceğini göstermektedir. 


İkinci olarak İran dış politikası, A.B.D’nin ve onun Ortadoğu’daki müttefiki İsrail’in dikkatinin İran üzerinde yoğunlaşmasını önlemek için sınırlarının ötesinde bazı hamlelerde de bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi, Şii muhalifleri ve terörist grupları destekleyerek bahsi geçen devletlerin enerjisini tüketmektir. 2003 yılında başlayan ve kısa zamanda tamamlanan işgalin ardından Irak’ta beklenen istikrar sağlanamamış, özellikle 2006 yılının 22 Şubat günü Şiiler için kutsal kabul edilen Samarra şehrindeki Altın Camii’nin bombalanması sonucu Şii ve Sünni gruplar arasında kanlı bir iç savaş dönemi başlamıştır. Ortaya çıkan istikrarsız tablo, hem A.B.D işgalinin başarısını gölgelemiş hem de Amerikan askerlerini uzunca bir süre meşgul etmeyi başarmıştır.26 İran’ın Şii’lik kartını kullanarak, Irak’taki ve Ortadoğu’daki siyasi atmosferi etkilemeye çalışması, A.B.D’nin bir sonraki hedefi olmaktan duyduğu rahatsızlık ve çekinceden kaynaklanmaktadır.27 Zaten, yaşanan iç savaş ve istikrarsızlık, A.B.D’yi strateji değiştirmeye zorlamış, İran ve Suriye’ye saldırmak bir tarafa, Bush yönetimi Irak’ta istikrarı sağlayıp güçlerini ülkeden aşamalı olarak çekme planına yönelmişlerdir. 

11 Eylül saldırılarının ardından, Irak’ı işgal ederek Saddam rejimine son veren Bush yönetimi, Ortadoğu iktidarlarının dışladıkları Şii toplulukları İran’ın etki sahasına sokmayı elbette ki amaçlamıyorlardı. Üstelik bunun olabileceğini ve nasıl sonuçlar üretebileceğini de anlaşılan hesaplamamışlardı. 
Ancak işgal sonrası Şii partilerin Irak’ta hükümeti kuracak noktaya gelmeleri, Ortadoğu’nun siyasi sistemden dışlanmış Şii grupları için umut ışığı oldu. Şii’ler Bahreyn’de nüfusun %75’ini, Katar’da %16’sını, -Kuveyt’te %30’unu Birleşik Arap Emirlikleri’nde %6’sını, Suudi Arabistan’da ise % 10’unu oluşturmasına rağmen Sünni idareciler tarafından yönetilmektedirler.28 Dolayısıyla, Irak işgalinin şişeden çıkarttığı cin olan Şii özgürleşmesi, hem Şii dünyasının lideri konumundaki İran’ın etki sahasının genişlemesi hem de Sünni devletlerin kurduğu statükonun tehdit edilmesi anlamına gelmiştir.29 


Bu iddiayı desteklemek için 2004 yılında Yemen’de yaşanan iç savaşa bakmak yeterli olacaktır. Yemen hükümeti ile nüfusun %35’ini oluşturan Zeydi Şiiler30 arasındaki sorunlar iç çatışmaya dönüşmüş ve hemen ardından da bölgesel güç oyununun bir sahnesi haline gelmiştir. İran tarafından desteklenen Şiilere karşılık vermek için Suudi Arabistan, Ürdün, Fas, Mısır ve A.B.D’nin Yemen hükümetine verdikleri askeri destek, İran’ın etkisini sınırları ötesine yayma girişimini engelleme çabasından başka bir şey değildi.31 Zira İran, benzer şekilde Lübnan’daki Şii grupları 1979 yılından itibaren desteklemiş ve askeri eğitim vermiştir. 

Bu geleneğin devamı olarak Ahmedinejad, iktidarı döneminde, Hizbullah ile ilişkilerini geliştirmiş ve bu yakın ilişkiler Hizbullah’ın 2006 yılında İsrail saldırısı karşısında gösterdiği başarılı direniş ile meyvesini vermişti.32 

İran dış politikasının 11 Eylül sonrası etki ve güç kazanması Bush doktrininin en çok eleştirilmesi gereken noktalarından birisidir. Zira, teröre karşı savaş İran’ın tehdit edilmesi olgusunu yaratmış ve İran’ın terörist gruplarla daha sıkı ve agresif bir ilişki modeli geliştirmesine yol açmıştır. 

Öte yandan Bush yönetiminin demokratikleşme gündemi, Sünni grupların hakimiyeti altında yaşayan Şiilere daha geniş bir siyasal alan vaat etmiştir. Bu durum ise, İran’ın Şii gruplar vasıtasıyla Ortadoğu politikalarına müdahale etmesinin yolunu açmıştır. Bu tablo, İran’ın hem Arap komşuları ile hem de A.B.D ile olan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmış ve Ortadoğu’da daha etkili ve mevcut statükoyu tehdit eden bir politika izlemesini beraberinde getirmiştir.33 

Ortadoğu’da Değişim ve Suriye 

Şam Baharı tabiri 17 Haziran günü yemin eden ve başkanlık görevine başlayan Beşar Esad’ın reform vurgusu yaptığı konuşmasından sonra sıkça dile getirilen bir tabir olmuştur. İdari ve ekonomik reformlar sözü veren Esad’ın, ofisi devraldıktan sonra yaptığı ve önceki dönemin kapalı yapısını değiştirmeyi amaçlayan siyasi açılımları bu tabirin daha da popülerlik kazanmasını beraberinde getirmiştir. Özgürlüğün istikrarsızlık üreteceğini düşünen statükocu merkezlerin karşı adımları siyasi açılımları gölgelese de Esad rejiminin özgürlük çerçevesini genişlettiğini savunmak yanlış olmayacaktır. Ne var ki, Esad’ın iddialı gündemi uluslararası gündemden bağışık bir gelişim göstermemiştir. 11 Eylül 
saldırıları sonrası A.B.D’nin teröre karşı başlattığı savaş ve Afganistan ve Irak’a yönelik operasyonları, Esad yönetiminin gündeminde dramatik değişiklikler yaratmıştır. Diğer bir ifadeyle, Bush yönetiminin yeni muhafazakâr doktrinlerin etkisi altında olması ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek gibi hırslı bir gündemle hareket etmesi Şam yönetimini korkutmuştur. Bu durum ise Suriye’nin de bir aktör olarak belirleyici olduğu bölge politikalarında önemli değişimleri beraberinde getirmiştir.34 

11 Eylül’ün ürettiği söylem ve eylemler, Suriye dış politikasının geleneksel bağlantılarının sorgulandığı bir dönemin başlangıcı olmuştur. İlk olarak, Suriye’nin A.B.D ile ilişkileri değişmiştir. Hafız Esad döneminde rejimin iç ve dış politika karakteristiğini belirleyen olgu güçlü Arap milliyetçiliği ve Golan tepelerini geri alabilmek için izlenen politikalardı. 11 Eylül saldırılarına kadar Suriye’nin bu değerler üzerinden tanımladığı dış politikası bölge ülkeleriyle çatışmalar üretse de, Suriye’nin egemenliği bölge dışından bir büyük gücün doğrudan tehdidine maruz kalmamış ve bölgesel denklemler ve imkânlar dâhilinde bir dış politika yürütmeye çalışmıştır. Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye dış politikası 

A.B.D yönetimi üzerinde etkili olan yeni muhafazakârların da etkisiyle egemenlik sahasını korumak gibi yeni bir gündemle tanışmıştır. Saldırılardan hemen sonra El Kaide’ye karşı bilgi paylaşımı yapmış olmasına rağmen, Suriye’nin Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere sağladığı geleneksel destek Bush yönetimi tarafında terörizme sponsorluk yapmak olarak görülmüştür.35 Daha sert eleştiriler, Irak işgali sonrası yapılmış ve Suriye, Iraklı işgalcilere yardım yapmak, kaçakları korumak ve Amerikan personelinin Irak’ta bulamadığı kitle imha silahlarını gizlemekle suçlanmıştır. 

Suriye, 11 Eylül sonrası verdiği destek ile Amerikalıların hayatını kurtaran bir rolden, Irak işgali sonrası Amerikalıların hayatlarına mal olan role geçiş yapmıştır. 

İlişkilerin kötüleşmesini ise 2003 yılının Ekim ve Kasım aylarında A.B.D Kongresi’nde kabul edilen ve 2004 yılının Mayıs ayında Başkan Bush tarafından uygulamaya konulan Suriye Sorumluluk Yasası (Syria Accountability Act) sembolize etmektedir. Buna göre iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin düşük seviyede seyretmesi esas alınmış ve başkana hava sahası kullanımını ve iş ilişkilerini kısıtlamak gibi bazı yaptırımları uygulaması konusunda yetki tanınmıştır.36 

Suriye’nin terör örgütleriyle ilişkisinin sorgulandığı bu dönemde, Şam yönetiminin merkezinde olduğu birçok ilişki modeli de değişime zorlanmıştır. Bunların en önemlisi Suriye’nin Lübnan politikası ve Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah ile olan ilişkisidir. 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgali ve İsrail yanlısı bir hükümet kurma girişimi Lübnan’daki en temel Şii grubu olan Emel’den ayrılan Hüseyin El-Musavi’nin aşırı Şii din adamlarıyla birleşip Hizbullah’ı kurmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Teokratik bir devlet haline gelen İran, Devrim muhafızları vasıtasıyla Hizbullah’ı eğitirken, Suriye ise bu örgütün kamplarına ev sahipliği yapmayı ve lojistik yardımda bulunmayı önermişti. Hizbullah’a verilen bu desteğin amacı ise Lübnan iç politikasında etkili olmak ve İsrail yanlısı bir siyasi yapı oluşmasını engellemekti.37 

Ne var ki Suriye’nin Hizbullah ile olan ilişkisi bu denli yalın ve basit değildir. İlk olarak Suriye Hizbullah’a şartsız bir destek sağlamamıştır. 

Tam aksine Suriye, verdiği destek karşılığında Hizbullah üzerinde sıkı bir denetim kurmayı şart koşmuştur. Zira Suriye’nin denetimi dışında yapılan eylemlerden ötürü Hizbullah ile Suriye zaman zaman karşı karşıya gelmişlerdir. Bu kontrolün amacı Suriye’nin İsrail ile bir askeri çatışmaya girmekten kaçınması ve Hizbullah’ı dış politikasının bir aracı olarak görme eğiliminden kaynaklanmakta dır.38 

1989 yılında Suudi Arabistan, Cezayir ve Suriye’nin arabuluculuğuyla Lübnanlı gruplar arasında imzalanan Taif Anlaşması, 15 yıl süren Lübnan İç Savaşı’nı bitirmiş ve Hizbullah’ın dönüşmek zorunda olduğu bir dönemin habercisi olmuştur. Anlaşma, Suriye ile Lübnan arasındaki özel ilişkiyi tanımış ve 1991 yılında iki ülke arasında savunma, güvenlik ve işbirliği anlaşmaları imzalanmıştır. Yeni dönem, Suriye’nin Lübnan politikalarındaki hâkimiyetini arttırmış, Lübnan’da Suriye karşıtı herhangi bir politik adımın atılmasını önlemiştir ve fiili olarak Suriye’yi Lübnan’ın egemenliği üzerinde söz sahibi yapmıştır. Öte yandan, Hizbullah, Lübnan’ı İslamileştirmek gibi hırslı bir gündemi değişen koşullarla 
uyumlu hale getirerek ertelemiş ve Lübnan’ın ana politik akımlarından biri olmayı hedeflemiştir. Taif sonrası dönemde de Suriye ile Hizbullah’ın ilişkisi devam etmiş ve Suriye hem İsrail’i Golan tepelerinden çekilmeye zorlamak hem de Lübnan üzerindeki konumunu korumak için Hizbullah’a olan desteğini sürdürmüştür.39 

2000’li yıllar hem Suriye hem de Hizbullah için yeni bir dönemin başlangıcına işaret eden gelişmeleri beraberinde getirmiştir. İsrail’in Güney Lübnan’dan tek taraflı olarak çekilmesi bir taraftan Suriye’nin bu ülkedeki varlığının meşruiyeti nin sorgulanmasına yol açarken, bir yandan Hizbullah’ın güçlenmesinin önünü açmıştır. Dolayısıyla, Suriye’nin Hizbullah’a olan lojistik desteği bu dönemde devam etmiştir. Ancak 11 Eylül saldırılarıyla şekillenen ve Ortadoğu’yu da kaçınılmaz olarak etkileyen A.B.D’nin Ortadoğu politikası Suriye ile Hizbullah arasındaki ilişkileri ve Suriye’nin Lübnan politikasını süregelen rotasından saptırmıştır. 

Daha önce de değinildiği gibi, Bush yönetiminin İslami terörizm ile Ortadoğu’nun baskıcı rejimleri arasında kurduğu bağlantı ve 2003 yılında başlattığı Irak işgali, şer ekseni olarak tanımlanan İran ve Suriye gibi Irak’a komşu Ortadoğu ülkelerini ziyadesiyle tedirgin etmiştir. 

Suriyeli yetkililer Irak işgalinden duydukları memnuniyetsizliği ve A.B.D’nin başarısızlığından duyacakları memnuniyeti ifade etmekten çekinmemişlerdir. Bu açıklamaların yanı sıra Irak’taki isyancı ve terörist gruplar ile Suriye devleti arasındaki ilişkilerin samimiyeti Suriye ile A.B.D arasında ilişkilerin kötüleşmesi için yeterli olmuştur. 12 Aralık 2003 tarihinde Amerikan Kongresi’nden geçen Suriye Sorumluluk ve Lübnan Egemenlik Devri Yasası (Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act) Suriye’ye terörü desteklemeyi bırakması, Lübnan’daki işgalini sona erdirmesi ve kitle imha silahları geliştirmeyi durdurması çağrısı yapmıştır.40 Öte yandan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1559 No’lu kararında, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinin ve Hizbullah’ın silahsızlandırılması nın gerekliliğinin altını çizmiştir. 

Bu gelişmeler ise Lübnan’daki Suriye varlığını sorgulayan grupları cesaretlendir miş ve Suriye karşıtı gösteriler hız kazanmıştır.41 

14 Şubat 2005 günü Suriye karşıtı gösterilerin lideri konumunda olan eski başbakan Refik Hariri’nin bir suikast sonucu hayatını kaybetmesi Lübnan’da popüler bir hareketi tetiklemiştir. Sünni-Dürzi ve Maruni grupların oluşturduğu ve ismini 14 Mart günü Beyrut’ta düzenlenen geniş çaplı protesto gösterilerinden alan 14 Mart Grubu, sayısı 14.000 olarak tahmin edilen Suriye silahlı güçlerinin ve istihbarat elemanlarının Lübnan’ı terk etmelerini, Hariri suikastının uluslar arası bir komisyon tarafından incelenmesini ve ülkeyi seçimlere hazırlayacak tarafsız bir hükümetin kurulmasını talep etmiştir. Buna karşılık Hizbullah’ın başını çektiği ve yine ismini bir protesto günü olan 8 Mart’tan alan koalisyon 
ise Hariri suikastından ötürü Suriye’yi suçlamanın acelecilik olduğunu ve Lübnan’daki bütün grupların Hizbullah’ın İsrail’e karşı mücadelesini sürdürmesi için Suriye-Lübnan ilişkilerinin destek olması gerektiğini dile getirmiştir.42 Lübnan içindeki grupların sergilediği karşıtlık ülkeyi politik bir belirsizliğe sürüklerken, uluslararası toplumun tavrı Suriye’nin ülkedeki varlığı konusunda belirleyici olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üç üyesi A.B.D, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün de Suriye’nin Lübnan’ı terk etmesini ve Hariri suikastini inceleyen uluslararası komisyon ile eksiksiz bir işbirliği içinde olmasını istemişlerdir. Hem iç hem de dış baskılar sonucu 2005 yılının Nisan ayında Suriye güçlerinin Lübnan’dan çekilmiş ve Suriye karşıtı partiler Mayıs ve Haziran ayında yapılan parlamento seçimlerini 
kazanmıştır. Bu durum, Lübnan İç Savaşı sırasında, 1978 yılında, Arap Ligi kararlarıyla oluşturulan Arap Caydırma Gücü’nün meşruiyetini kullanarak 
Lübnan’a yerleşen ve ilerleyen yıllarda bu varlığını pekiştiren Suriye’nin olmadığı bir Lübnan anlamına gelmekteydi.43 


Ne var ki, 11 Eylül sonrası dönem Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini beraberinde getirmişse de bu durum Lübnan’a ve bölgeye istikrar getirmemiştir. 

Daha önce tartışılan, Suriye-Hizbullah ilişkilerinin kopması zannedildiği kadar kolay olmamıştır. Zira Suriye karşıtı koalisyon aldığı iç ve dış destek sayesinde Hizbullah’ın yaşam alanını daraltmaya çalışmış ancak bu girişim Hizbullah’ın radikal ajandasına geri dönmesine yol açmıştır. 2006 yılının yaz aylarında Hizbullah’ın İsrail’in elindeki tutuklu Lübnanlıların serbest bırakılması için iki İsrail askerini kaçırmasıyla tetiklenen İsrail-Hizbullah savaşı da bu radikal ajandanın sonucu olarak kabul edilebilir ve Hizbullah’ın silahlı mücadelesinin meşruiyetini besleyen bir faktör olarak görülebilir. Diğer bir ifadeyle, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle beraber silahlı bir örgüt olarak varlığı sorgulanan Hizbullah, bu savaş sayesinde, İsrail’e karşı kendisini savunmak için silahlara ihtiyacı olduğunu göstermiştir. Bunun da ötesinde, Hizbullah, savaş dönemi 
Beyrut hükümetinin tavrını eleştirmiş ve siyasi arenada daha fazla rol talep etmiştir.44 Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinden sonra sorulan soru Suriye denetimi altında kontrollü bir eylem perspektifi olan bir Hizbullah’ın mı yoksa kendi sınırlarını kendisi belirleyen bir Hizbullah’ın mı bölge barışı ve istikrarı için daha çok katkı sağlayacağıdır. Ancak günün sonunda cevabını bulmuş en önemli soru 11 Eylül saldırılarının Ortadoğu’da yarattığı değişim dalgasından Suriye’nin payına düşenin ne olduğudur. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı sona ermiştir. Bu değişim ise Suriye’nin Lübnan iç siyasetini kullanarak İsrail üzerine baskı yaratma ve Golan Tepelerini geri alma stratejisinin artık işlemeyeceğini göstermiştir. 

Bu durum 2008 yılında Suriye ve İsrail’in dolaylı görüşmeler yoluyla barış müzakerelerine başlaması üzerinde etkili olmuştur. Her ne kadar bu süreç işlerliğini yitirse de, tarafların Lübnan topraklarından ve iç siyasetinden çekilmeleri sorunlarını üçüncü bir ülkeden bağımsız çözmelerinin zaruretine işaret etmiştir. 

4.CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR.


..

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 2




        En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 2


11 Eylül Sonrası Ortadoğu 

11 Eylül ve sonrasında Ortadoğu’da gerçekleşen değişimler sadece siyasetin konusu olmamalıdır. Irak’ta yaşanan kanlı iç savaş ve yarattığı kitlesel göç dalgalarından, yükselen petrol fiyatlarının etkilediği ekonomik gelişmelere, televizyon izleme alışkanlıklarından milliyetçilik anlayışına kadar birçok konu daha kapsamlı bir şekilde incelenmeyi hak etmektedir. Ancak bütün bu konuların yanında, Ortadoğu, uluslararası ilişkiler disiplininin dikkatini çektiği birçok gelişmeye de sahne olmuştur. Hinnebusch’un deyimiyle Ortadoğu dış müdahaleler için istisnai bir mıknatıstır.9 Bu süreç ise kimilerine göre 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, kimilerine göre ise 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesiyle başlamıştır. Bu olaylar, Ortadoğu’nun bir “oyun sahnesi” olarak görülme 
sürecini başlatmıştı.10 Dolayısıyla, Ortadoğu siyasetini anlamak için bölgenin kendisinden kaynaklanan faktörlerden daha çok bölgeye yönelik politikalar geliştiren batılı devletlerin bakış açıları önem kazanmaktadır. 

Birinci Dünya Savaşı biterken bu oyun sahnesini yöneten rejisörler İngiltere ve Fransa’ydı. Ortadoğu’nun siyasal sınırlarını ve toplumsal hareketlerini şekillendiren bu reji deneyimleri 2. Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş atmosferinin etkisiyle yeni bir şekil aldı. Artık Avrupa’nın dünya politikalarındaki gücü Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği’ne kaymıştı. Avrupa ikiye bölünmüş durumdaydı ve İngiltere ile Fransa’nın Ortadoğu bölgesinde eski politikalarını sürdürecek heyecanı ve enerjisi azalmıştı. 

Haass’a göre Soğuk Savaş döneminde de bölge edilgenlikten kurtulamamış ve A.B.D-Sovyetler Birliği rekabetinden etkilenmiştir. Ancak dönemin ve rekabetin atmosferi bölge devletlerine nispi olarak daha geniş bir manevra alanı sağlamıştır. Bölgeye hâkim olma olgusu üzerinden tanımlanan rekabet, bölge ülkelerine otonom politikalar üretme sahası yaratmıştır. Küresel güçlerin bölgeyi kontrol edemediği olaylara örnek olarak İran’da yaşanan 1979 devrimini gösterebiliriz. Bunun dışında yaşanan İran-Irak Savaşı ve İsrail’in 1982 yılındaki Lübnan işgali de bölgesel dinamiklerden kaynaklanan olaylardı. Yaşanan çatışmaların dışında, not edilmelidir ki, dünyadaki enerji ihtiyacı için bölge kaynaklarının arz ettiği hayati önem de bölge ülkelerinin otonomisini güçlendiren bir başka faktördür. Keza 1973 Petrol Krizi bunu ispatlar niteliktedir.11 


Ne var ki, Soğuk Savaş’ın ve çift kutupluluğun bitmesi Ortadoğu’nun uluslararası sistem içerisindeki yerini yeniden değiştirmiştir. Ancak Altunışık’a göre Ortadoğu’daki devletlerin bu değişimi hemen kavrayabilmesi mümkün olmamıştır. Mesela Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi Soğuk Savaş’ın yarattığı manevra alanının artık var olmadığı gerçekliğiyle yüzleşmesiyle son bulmuştur. Bu dönemde, Ortadoğu’da yeni sorunların ortaya çıktığını görüyoruz. Sistemin en güçlü aktörü olan A.B.D’nin ise bölgeye yönelik politikalarının yoğunlaştığını ve üç ayak üzerinde formüle edildiğini söylemek mümkündür. Bu ayaklardan ilki İsrail-Filistin sorununu çözmeyi, ikincisi Irak ve İran’ı ayrı ayrı çevrelemeyi ve son olarak da bölgeyi liberal değerlerle dönüştürmeyi amaçlıyordu.12 Ne var ki, A.B.D, Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da çözmeyi planladığı problemleri çözememiş ve 11 Eylül terörist saldırılarından sonra kapsamlı bir politika değişikliğine gitmiştir. 

Daha önce de değinildiği gibi Ortadoğu bölgesi 11 Eylül’den en çok etkilenen bölge olmuştur. 90’lı yıllardaki çevreleme politikası yerini önleyici savaş doktrinine bırakmış, özellikle George W. Bush’un “şer ekseni” olarak tanımladığı ülkeler ve rejimleri A.B.D’nin doğrudan tehdidiyle yüz yüze kalmışlardır. İran ve Suriye bu tehdidin tedirginliğiyle yaşarken, Irak’taki Saddam Hüseyin rejimi bu gerçekliği bizzat tecrübe etmiştir. 

Bu politika değişikliği, aynı zamanda, A.B.D’nin Ortadoğu politikasındaki amaçlarını de yeniden tanımladığını göstermektedir. 

Temel olarak, yükselen radikal İslam olgusuna karşı A.B.D’nin kararlı bir karşı koyma tavrı içinde olduğu ve bunu yaparken Ortadoğu’da yeni bir rejim tasarımı sürecine girdiği iddia edilebilir. Önceki bölümde açıklandığı gibi bu girişim, terörist faaliyetler ile devletlerin niyetleri veya yönetme kapasiteleri arasında kurulan ilişkinin sonucunda uygulanmaya koyulmuştur. Ortadoğu politikasındaki bu değişim, George W. Bush’un 2002 yılında yaptığı ve A.B.D’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni anlattığı konuşmada rahatlıkla görülebilir. Bush, West Point Askeri Akademisi’ndeki diploma töreninde, A.B.D’nin caydırıcılık ve çevreleme gibi Soğuk Savaş dönemine özgü savunmaya dayalı yöntemlerinin küresel 
terörizm gibi yeni tehditlere karşı mücadele etmede yeterli olmayacağını ve A.B.D’nin güvenliğinin kitle imha silahlarına sahip diktatörlerin eline bırakmamak için önleyici stratejilere geçiş yapması gerektiğini söylüyordu.13 

Hem Bush doktrini hem de bu doktrinin sonucu olarak gerçekleşen Afganistan ve Irak işgalleri ve haydut devletleri yöneten hükümetleri tehdit eden söylemlerin havada uçuşması, 11 Eylül sonrası Orta doğu’da dramatik siyasi tepkimeler yaratmıştır. Bölgede ulus aşırı Kürt milliyetçi liğinin yükselişinin gözlemlenmesi, Şiiliğin yaşam alanının genişlemesi, İran rejiminin tehdit algısının hassaslaşması, Suriye’nin iç ve dış politikasında yaşadığı dalgalanmalar, Filistin sorununun geldiği karamsar nokta ve anti - Amerikancı radikalizmin zemin kazanması, bahsi geçen siyasi tepkimelerin somut sonuçları olarak öne çıkmaktadır. Bu sonuçların her biri ayrıca incelenmeyi hak etmektedir. 

Kürt Ulusçuluğunun Yükselişi 

Ortadoğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dış müdahalelerle kurgulanan devletlerden oluşması 11 Eylül saldırılarının etkisini arttıran önemli bir faktördür. Zira, devletlerin sınırları, bu sınırların içinde tutulan halkların tarihi, kültürel ve siyasi birlikteliklerinden ziyade bölgeyi tasarlayan bölge dışı güçlerin menfaatleri çerçevesinde şekillenmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrası A.B.D işgaline sahne olan Irak da benzer bir mantıkla kurulmuş ve günümüz Irak’ında yaşayan Kürt gruplar, Şii Arapların ülkeyi domine etme riskine karşı Sünni Araplarla işbirliği yapacakları varsayılarak Irak içerisinde kalmaya zorlanmışlardır.14 
Bu bağlamda, Irak’taki İngiliz kuvvetleri, 1918 ile 1924 yılları arasında, bağımsızlık mücadelesi veren Kürt gruplara karşı sert müdahalelerde bulunmaktan çekinmemiştir. Musul’un statüsü ile ilgili Türkiye ve İngiltere 
arasındaki müzakerelerin 1926 yılında bitmesi ile beraber Türkiye-Irak sınırı kesinleşmiştir. Böylece Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadıkları 4 ülke 
olan Türkiye, Irak, İran ve Suriye’nin sınırları belirlenmiş ve bu sınırlar günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Ne var ki, farklı ülkelerde yaşa
malarına rağmen milliyetçi Kürt grupların birbirleri ile olan iletişimi ve faaliyetleri aradan geçen zaman zarfında bahsi geçen ülkeleri hep rahatsız 
etmiştir. Robins, 1937 yılında Türkiye, Irak, İran ve Afganistan tarafından kurulan Sadabad Paktı’nın Kürtlerin siyasal faaliyetlerini sınırlandırmayı 
amaçladığını söylemektedir.15 Bu devletlerin Kürt gruplarının sınırları aşan aktivitelerinden rahatsız olmaları anlaşılabilir bir durumdur. 

Zira İran Kürtlerinin kurduğu Kürdistan Demokratik Partisi’nin ideolojik olarak ilham verdiği grupların aynı isimle Irak, Suriye ve Türkiye’de parti kurmaları Kürt milliyetçiliğinin ulus aşırı karakterini göstermektedir. Bu konuya daha da netlik kazandırmak için, İran’da 1945 yılında kurulan Mahabad Devleti’nin Savunma Bakanının, Iraklı bir Kürt olan Molla Mustafa Barzani olduğunu hatırlatmak gerekir.16 

Süreç içerisinde siyasal özerklik yolunda en büyük adımı Iraklı Kürt grupların attığını söylemek yanlış olmayacaktır. 1986 ve 1989 yılları arasında Saddam güçleri tarafından yürütülen Enfal harekâtı, bu harekât kapsamında yaşanan Halepçe katliamı gibi olaylar, 1991 yılında Saddam Hüseyin güçlerinin Kürt isyancılara ve sivil halka karşı kitlesel katliamı andıran orantısız bir askeri güçle karşılık vermesi uluslararası kamuoyunun tepkisine sebep olmuştur. 1991 yılının 5 Nisan günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 688 No’lu karar bu tepkinin politik bir yansımasıdır ve Irak’ta 36. paralelin kuzeyini uçuşa yasak bölge ilan etmiştir. Bu karar sonrası, Kuzey Irak bölgesi Bağdat’ın kontrolünden 
çıkmış ve Kürt gruplar devlet inşası sürecine girmişlerdir. Ne var ki, bu süreç Mesud Barzani önderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi ile Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) arasında çıkan çatışmayla beraber kesintiye uğramış ve bu guruplar arasında diyalog 2002 yılına kadar tam anlamıyla sağlanamamıştır.17 

Ancak bu bölünmüş tablo A.B.D’nin Irak işgaliyle beraber değişmiştir. Türkiye Parlamentosu’nun 1 Mart 2003 tarihinde A.B.D liderliğindeki koalisyon güçlerine katılmayı ve bu güçlerin Türkiye topraklarını kullanmasını reddetmesi hem Türk Amerikan ilişkilerinde gerilimli bir dönemin başlamasına sebep oldu hem de Iraklı Kürt grupları Kuzey Irak’ta A.B.D’nin müttefiki haline getirdi. Kürt grupların elde ettiği siyasi desteği, 2005 yılında kabul edilen Irak anayasasının federalizm ile ilgili maddeleriyle perçinlenmiş ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi adeta de facto bir devlet gibi hareket etmeye başlamıştır. Iraklı Kürtlerin elde ettiği geniş otonomi ise bölgede Kürt nüfusu barındıran ülke yönetimlerince 
tepkiyle karşılanmıştır. Bu dönemde Türkiye PKK’nın, İran ise PEJAK’ın artan faaliyetleriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Öte yandan, 2004 yılında Suriye’nin Kamışlı şehrinde oynanan bir futbol maçı sırasında çıkan olaylar, Irak’ta kurulan Kürt otonomisinin bölgesel statükoyu ne denli tehdit ettiğini bir kere daha ortaya koymuştur. Maç esnasında Arap taraftarların Saddam lehine ve Kürtler aleyhine slogan atmaları sonucu, Kürt ve Arap taraftarlar arasında çıkan çatışmada 27 kişi hayatını kaybetmiş ve olaylar kısa zamanda ülke geneline yayılarak geniş bir Kürt protestosuna dönüşmüş ve güçlükle bastırılabilmiştir.18 

Bu olay, Irak’taki Kürt grupların lehine olan federasyon, otonomi ve hatta de facto devlet gibi kazanımların bölge ülkelerini ne denli çabuk ve 
derinden etkileyebileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 

Irak’ın işgalinden sonra tetiklenen ulus aşırı Kürt milliyetçiliğinin Ortadoğu’yu iki şekilde etkilediği öne sürülebilir. Bunlardan birincisi, Irak’a komşu Kürt nüfusa sahip devletlerin bu olguya verdiği tepkidir. Türk sivil ve askeri elitinin artan PKK aktivitelerini Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi ile ilişkilendirmeleri19-20 ve 2007 Aralık ile 2008 Şubat aylarında Irak’a yapılan sınır ötesi operasyonlar bu tepkinin boyutlarını göstermektedir. 

Zaten bu operasyonlar sonrasında Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, operasyonların Irak’taki Kürt siyasi varlığına karşı bir tepki olduğunu ve Kürt otonomisini zayıflatmayı amaçladığını iddia etmişti.21 Aynı şekilde Bağdat’taki merkezi Irak hükümeti de, operasyonların derhal durmasını istediği uyarı notunu Ankara’ya gönderdi. Bu durum, ulus aşırı Kürt milliyetçiliği nin devletlerarası çatışma ihtimalini arttırdığını göstermektedir. İkinci etki ise Kürt milliyetçiliğinden ortak tehdit algılayan Türkiye, İran ve Suriye’nin başlattıkları işbirliği sürecidir. 

Irak’ın işgali sonrası ortaya çıkan tablo, bu ülkelerin güvenliklerini birbirlerine bağımlı hale getirmiş ve her bir aktörün güvenliği diğerleri için de önemli hale gelmiştir. Toprakları içinde Kürt nüfus barındıran bu ülkelerin, Irak’ta ortaya çıkan Kürt otonomisine karşı dayanışma içine girmeleri ve Irak’ın toprak bütünlüğüne vurgu yapmaları bölgede 11 Eylül’ün tetiklediği yeni işbirliği alanlarının ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.22 Bu etkiler, Birinci Dünya savaşı sonrası bölge dışı güçler tarafından çizilen sınırların, yine bölge dışı güçlerin müdahaleleri sonucu değişme ihtimalini ve bölge devletlerinin 

gösterdikleri direnci anlatmaktadır. 


3. CÜ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK.

..

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 1



En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 1



Burak Bilgehan ÖZPEK



11 Eylül saldırılarının üzerinden on yıl geçmesine rağmen etkileri halen devam etmektedir. Saldırıları kuramsal olarak açıklamak ise saldırıların muhatabı A.B.D yönetiminin politikalarını belirlemesine yardımcı olmuştur. 

Bu politikalardan en fazla etkilenen bölge ise Ortadoğu’dur. Hem A.B.D’nin demokratikleştirme gündemi hem de teröre karşı yürüttüğü savaş, 11 Eylül sonrası dönemde Ortadoğu’yu uluslararası politikanın gündeminde en üst sıralara taşımıştır. Ne var ki, bu politik gündem ulus aşırı Kürt ulusçuluğunun yükselmesi, İran’ın Şiilik vasıtasıyla etki alanını genişletmesi, Suriye’nin iç ve dış politika gündeminin değişmesi, İsrail-Filistin sorununun çözümsüzlüğe sürüklenmesi ve İslami radikalizmin güçlenmesi gibi sorunlarla doludur. 

Üzerinden on yıl geçtikten sonra 11 Eylül’ün etkilerini daha iyi anlayacağımız bir dönem başladı. Geride bıraktığımız on yılı, devletlerarası çatışma, işgal, iç savaş, artan terörist faaliyetler ve istikrarsızlık gibi kelimelerle betimlemek çok da iddialı bir yaklaşım olmayacaktır. Bu kavramların eksiksiz olarak tecrübe edildiği bölge ise Ortadoğu’dur. Zira, Washington yönetimi saldırıların sorumlusu olan El Kaide ve İslami terörizm ile Ortadoğu’nun sorunlu yapısı arasında kuvvetli bir bağ olduğuna inanmış, bu inanç bölgeyi şekillendirmek için üretilen politikaların 
destek bulmasını da beraberinde getirmiştir. 11 Eylül sonrası süreçte 

A.B.D Başkanı George W. Bush, Amerikan yönetiminin duruşunu net bir şekilde ortaya koymuş ve yürütülecek mücadelenin sadece savunmadan ibaret olmadığının ve terörü destekleyen ülkelere karşı da Amerikan ulusunun savaşacağının altını ısrarla çizmiştir. 

11 Eylül saldırılarının üzerinden daha bir ay geçmeden Afganistan’daki Taliban yönetimine karşı başlatılan savaş Bush yönetiminin kararlılığını doğruluyordu. Uluslararası toplumdan dışlanmış bir ülke olan Taliban Afganistan’ına karşı A.B.D yönetimi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni ve NATO’daki müttefiklerini de ikna etmeyi başarmıştı. Keza, El-Kaide ile Taliban arasındaki yakın ilişkiler açık seçik ortadaydı ve Taliban yönetimi Usame bin Ladin’in Afganistan’da olduğunu doğruluyorlardı. El-Kaide ile Taliban hükümeti arasındaki bağlantının net bir şekilde ortada olması, 11 Eylül’ün yarattığı dramatik acılara karşı uluslararası 
kamuoyunun gösterdiği anlayış ve Afgan rejimine karşı duyduğu alerji, 7 Ekim günü A.B.D’nin Afganistan’a başlattığı savaşı meşrulaştırır nitelikteydi. 12 Kasım günü Kabil düştü ve Afganistan’da yeni bir dönem başladı. Ne var ki, Afganistan işgalinde elde edilen başarının Bush yönetimini sakinleştirmekten ziyade daha da cesaretlendirdiği kısa sürede anlaşıldı. Teröre karşı savaşın odağı Afganistan olmaktan çıktı ve küresel bir savaşın devam ettiği sıkça vurgulandı. 

11 Eylül saldırıları sonrasında ortaya çıkan hâkim söylem, A.B.D’nin karşılaştığı İslami terörizm tehdidinin köklerini Ortadoğu’da görüyordu. Özellikle, Bush yönetiminin 11 Eylül sonrası politikaları üzerinde etkili olmayı başaran yeni muhafazakar (neo-conservative) çevreler, Ortadoğu’nun demokratik olmayan rejimlerinin İslami grupların siyasal sisteme katılmalarını engellediğini ve kendisini siyasal sistem içerisinde ifade edemeyen bu grupların sosyalleşeme diğini dolayısıyla aşırılaştığı nı iddia ettiler. Dolayısıyla, A.B.D’nin terörle mücadelesi Ortadoğu’daki anti-demokratik rejimlerin demokratik değerlerle dönüştürülmesiyle başarı kazanabilirdi. Bu mantıktan hareketle, yeni muhafazakârlar için Ortadoğu’da Irak ile başlayan bir işgal sürecine girmek ve Saddam Hüseyin diktatörlüğünü devirmek bölgede demokratik reformların önünü açabilecek bir hamle olarak görülüyordu. Bu bakış açısı ise, A.B.D’nin 1990’lı yıllarda Ortadoğu bölgesi ile olan ilişkilerinde sınırlı tuttuğu demokratikleşme gündeminin güçlenmesini beraberinde getirmiştir. Bush yönetiminin 2002 yılında açıkladığı Middle East Partnership Initiative 
demokratikleşme için daha fazla fon ayrılmasını öngörürken, 2004 yılındaki G8 zirvesinde duyurulan Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ortaklık Girişimi (The Broader Middle East and North Africa Partnership Initiative) A.B.D ve müttefiklerinin bölgedeki demokratikleşme sürecine katkı yapmasını amaçlıyordu.1 Bu diplomatik dokümanların yanı sıra, 2003 yılında başlayan Irak işgali, 11 Eylül’ün yarattığı atmosferin A.B.D’nin Ortadoğu politikasını şekillendirmekte ne denli etkili olduğunu göstermiştir. Günün sonunda, 11 Eylül terör saldırıları, sonuçları Ortadoğu’ya uzanan bir sürecin miladı olarak görülmüştür.2 


Bu çalışmanın amacı 11 Eylül sonrası Ortadoğu’da meydana gelen değişikliklerin kuramsal incelemesini yapmaktır. Ilan Pappe’nin3, kavramsallaştırma Batı için Ortadoğu’yu kurgulayacak kalıpların ortaya çıkmasının ön adımıdır argümanı çerçevesinde, ilk olarak 11 Eylül saldırılarının ana uluslararası ilişkiler disiplini tarafından nasıl değerlendirildiği ve bu değerlendirmelerin nasıl bir Ortadoğu kurgusu oluşturmayı amaçladığı tartışılacaktır. Ancak bu satırların yazarı 11 Eylül sonrası Ortadoğu’da umulan ile gerçekleşen arasında fark olduğunun da bilincindedir. Dolayısıyla, çalışmanın ikinci kısmı, 11 Eylül kavramsallaştırma larından türetilen politikaların, Ortadoğu’yu şekillendirirken ürettiği sonuçlara odaklanacaktır. 

Kuramsal Yaklaşımlar 

11 Eylül günü, bir devlet dışı aktörün dünyadaki en büyük materyal güce sahip olan devletin sınırları içinde yaptığı terörist saldırılarla anılacaktır. 

New York’taki ikiz kulelere iki, Virginia’daki Pentagon kompleksine bir ve yolcular ve uçuş ekibinin müdahalesiyle Washington DC. yerine Pennsylvania’da kırsal bir araziye düşen bir uçak, El-Kaide militanları tarafından kaçırılmıştı. Geleneksel olarak uluslararası ilişkileri ve savaşı devletlerarası oynanan bir oyun olarak gören ve diğer aktörlerin etkilerini bir değişken olarak hesaba katmayı reddeden uluslararası ilişkiler kuramcıları için bu, beklenmedik bir olaydı. Birçok ülkeden topladığı üyeleriyle El-Kaide, hem ulus aşırı bir örgüttü hem de her hangi bir devletin denetimi ya da yetkisi altında çalışmıyordu. Bu olgu, devletlerin yerine yeni kurumların uluslararası ilişkileri etkileyip etkileyemeyeceği sorusunu da beraberinde getirmiştir. 

Ne var ki, geleneksel kuramlar 11 Eylül ve benzeri terörist saldırıları açıklamaktan vazgeçmemişlerdir. Özellikle realist kuram, devlet dışı terörist aktörlerin sanıldığı kadar devlet dışı olmadıklarını iddia etmiştir. 

Bu bağlamda Lieber ve Alexander’ın öne sürdüğü asimetrik dengeleme argümanına göre güçsüz devletler hegemon güç olan A.B.D’nin egemenlik alanlarını ihlal etmesinden endişe duymaktadır. Bu sebeple terörist
organizasyonlar la işbirliği yapmakta ve A.B.D’ye karşı yapılacak saldırıları desteklemektedir. Bu desteğin amacı ise demokratik bir devlet olan ve yönetimlerin halk tarafından belirlendiği A.B.D’nin kamuoyunu 
etkileyerek devletlerinin kendi sınırları dışında askeri güç kullanmasını engellemelerini sağlamaktır. Realist bakış açısına uygun olarak 
hegemonu dengeleme imkânı olmayan güçsüz devletler terörizm yöntemiyle A.B.D’yi caydırmayı amaçlamaktadır.4 Dolayısıyla, tehdit yine 
devletler tarafından üretilmekte ve devletlere karşı kullanılmaktadır. 

Sonuç olarak, sınırı aşan terörizm, devletlerin etkili olmadığı bir dünyayı önümüze getirmez. Tam aksine devletler geleneksel kaygılarıyla hareket 
etmekte ve terörizmi araç olarak kullanmaktadır. 

Bu açıklama, A.B.D yönetiminin 11 Eylül sonrası devletler ile terörist gruplar arasında kurmaya çalıştığı bağlantıyı desteklemektedir. Zira, terörizm devlet dışı bir olgu değilse, devletler hala daha ayaktaysa ve güç dengesi, caydırma ve dengeleme gibi oyunlar halen daha geçerliliğini koruyorsa, A.B.D, kendi güvenliği için bu devletlerle mücadele etmek zorundadır. Daha önce de bahsedildiği gibi, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Bush yönetimi saldırılar ile şer ekseni ülkelerini ilişkilendirmiş ve bu ülkeleri terörizmin sponsoru olmakla eleştirmiştir. 
Ne var ki, asimetrik dengeleme teorisi çerçevesinde, güçsüz ve tehdit algılayan devletlerin umdukları caydırıcılık 11 Eylül sonrası geçerli olmamış ve terörizmi desteklediğine inanılan devletlerin egemenlik alanları A.B.D’nin tacizlerine (hatta Irak’ta bu tacizler işgale dönüşmüştür) maruz kalmıştır. 

Geleneksel güvenlik çalışmalarının diğer önemli kolu olan liberal kuram ise devlet yönetme kapasitesi ile terörizm arasında bir bağ olduğunu öne sürmüştür. Bu bakış açısının önemli bir figürü olarak Fukuyama, zayıf devletlerin uluslar arası düzene tehdit oluşturan birçok olgunun ortaya çıkışına zemin hazırladığını düşünmektedir. Dolayısıyla, güçsüz devletlerin siyasal ve ekonomik kalkınma sorunları sadece onların egemenlik alanları ile sınırlı değildir; bu sorunlardan diğer devletler de etkilenmektedir. 

Dolayısıyla, zayıf, sistemden düşmüş ve istikrarı tehdit eden unsurlar üreten devletlerin liberal ve demokratik reformlar sayesinde rehabilite edilmesi gerekmektedir.5 

Liberal bakış açısının terörizmin ortaya çıkışı ile rejim şekli arasında kurdukların ilişki sürpriz olmayan bir şekilde Bush yönetiminin söylemlerine 
de yansımıştır. Zira, A.B.D’nin Irak işgali demokrasiyi sadece Irak’ta değil aynı zamanda bütün Ortadoğu’da inşa etme projesi olarak dile 
getirilmiştir.6 Bush, demokratik barış önermesine sığınarak, demokrasinin Ortadoğu’ya yayılmasının sadece siyasi istikrar değil aynı zamanda 

A.B.D ve diğer demokrasiler için güvenlik anlamına geldiğini de iddia etmiştir. Dönemin A.B.D yönetimi, Ortadoğu’daki tiranlıkların radikal yeraltı örgütlenmeleri yarattığını düşünüyordu ve demokrasilerin muhalefet hareketlerini meşru bir zemine çekebileceğine inanıyordu.7 

Özetle şu iddia edilebilir ki, 11 Eylül’e yönelik hem realist hem de liberal açıklamalar ve kavramsallaştırmalar, A.B.D yönetiminin Ortadoğu politikasında 
ya da kurgusunda bir davranış modeli oluşturmasına yardım etmiştir. Her iki bakış açısı da 11 Eylül saldırılarını yapan devlet dışı terörist örgütlenmelerin ortaya çıkışından devletleri sorumlu tutmaktadır. Ne var ki, realistler devletlerin bilinçli olarak terörist faaliyetleri desteklediklerini ve bu sayede A.B.D’yi caydırmayı amaçladığını iddia ederken, liberaller yönetme kapasitesi zayıf devletlerin ekonomik ve siyasi kalkınma konularında başarısız olduğunu ve bu başarısızlığın da terörist örgütlenmelerin önünü açtığını iddia etmektedir. Fakat en nihayetinde, her iki açıklama da, A.B.D yönetimine 11 Eylül’ü yapanların birer hayalet olmadığını ve hesaplaşması gereken devletlerin varlığını göstermiştir. 

11 Eylül saldırıları sonrası, A.B.D’nin Irak’a yaptığı müdahaleyi sadece açıklamaya çalışmayan ama eleştiren bir yorum ise Wallerstein’den gelmiştir. Realist ve liberal açıklamalar gibi Wallerstein da devletleri dışlamamış ve bu müdahaleyi ahistorik bir olgu olarak ele almayı reddetmiştir. 

Wallerstein, 16. yüzyıl İspanyası’nın Latin Amerika’da yaptığı uygulamaları konu alan bir tartışmaya atıfta bulunarak, Avrupa’nın yüzyıllardır kendi değerlerini evrenselleştirmeye çalıştığını ve bu sürece direnen ülkeleri işgal etmeyi meşru gördüğünü iddia etmiştir. Ne var ki, Avrupa’nın kendi değerlerini kategorik ve evrensel bir doğru olarak görmesi ve bunları işgal yolunu göze alarak yaymaya çalışması, tutkulu bir idealizmin ötesinde sömürgeleştirme sürecini meşrulaştırma gayretleridir.8 

Dolayısıyla, A.B.D’nin 11 Eylül sonrası kullandığı demokrasi söylemleri ve demokrasiyi yaymak adına başlattığı işgal dalgası, bu tarihi olgunun bir devamıdır. Diğer bir ifadeyle, Wallerstein’a göre 16. yüzyıl Avrupa’sının Latin Amerika yerlilerini medenileştirmek için başlattığı işgal dalgası ile A.B.D’nin demokrasiyi yaymak amacıyla Irak hükümetini devirmesi arasında ahlaki olarak büyük bir farklılık yoktur. 

Hangi açıklamanın izinden gidersek gidelim, A.B.D’nin, Ortadoğu’da fiili bir işgal yürütmüş olması ve terörizmle özdeşleştirdiği devletleri tehdit etmekten geri kalmaması bir gerçeklik olarak önümüzdedir. 

11 Eylül, A.B.D’nin bölgeye odaklanmasını sağlamış ve bu odaklanma sonucunda Ortadoğu’da yeni güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır. 

Ne var ki, A.B.D’nin, 11 Eylül’ün şekillendirdiği hırslı bir gündemle, Ortadoğu’da var olması, sadece işgale uğrayan Irak’ı ve tehdit edilen İran ve Suriye’yi etkilememiştir. A.B.D’nin stratejisi aynı zamanda, bölge devletlerinin yeni problemlerle tanıştıkları ve uzun zamandır hasıraltı etmeye çalıştıkları sorunları yeniden ele almak zorunda kaldıkları bir dönemin müjdecisi olmuştur. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM  EDECEK

..

23 Kasım 2015 Pazartesi

Paris’te Üç PKK’lı Kadın Teröristi Kim / Kimler Ne Maksatla Öldürdü ? 2







Paris’te Üç PKK’lı Kadın Teröristi 
Kim / Kimler Ne Maksatla Öldürdü? 2


Bağımsız Büyük Kürdistan…

Ni­yet bu olunca da, petrolde gözü olan diğer bölgesel ve küresel güçler, belki de Türkiye'ye yön vermeye çalışıyorlar gibi görülüyor. İmralı Sürecinde Kuzey Irak 
Yönetimine bazı görevler de verilmesi ve Barzani'nin Türkiye ile birlikte hareket etmesi söz konusu olabilecektir. Çünkü dağdan inen PKK'nın toplanması, 
silahsızlandırılması, belli bir süre muhafaza ve barındırılması görevi yine Kuzey Irak Yönetimi'ne verilebilecektir. Görünen o ki, petrol odaklı federalizm senaryosu, İmralı'daki müzakerelerin sınırını ve Öcalan'ın gücünü aşacaktır.

İmralı sürecinin başarıyla sonuçlanması İsrail'in de işine yarayabilir. Kürdistan topraklarını " Vadedilmiş Topraklar " olarak gören İsrail, bağımsızlığına kavuşmuş Kürdistan'ın kendisine bağlanması, kendi güdümüne girmesini beklemektedir. Amerika ise, bu projelerden her ikisini de desteklemektedir. ABD için nihai hedef, hem kendisi ile hem de İsrail ile müttefik Büyük Kürdistan'dır. Ayrıca, Suriye ve İran'a karşı AKP – PKK ittifakı ABD'nin de işine gelir ve projenin arkasında zaten ABD'nin olmaması düşünülemez. 

Bunun yanında, PKK içinde Öcalan'a bağlı olan kesim, bu varılacak olası anlaşmadan sonra problem çıkarabilecek insanları ortadan kaldırmış olabilir…

"Dede Hasan" diye bilinen Aslan Usoyan niçin öldürülmüş olabilir?

Bazı Rus kaynaklarında "Rusya'nın Mafya Kralı" olan Kürt asıllı Dede Hasan, daha önce de suikastle öldürülmek istenmiş; ancak olaydan yaralı olarak kurtulmuştu. 

Girişimin arka planını araştıran Rus güvenlik güçleri, Usoyan'ın PKK'ya silah sağladığı kanısına varmış, buna ilişkin haberler Rus basınında çıkmıştı. "Dede Hasan"ın bir numaralı düşmanıysa, kendisi gibi önde gelen bir mafya olan Gürcü Tariel Oniani idi. Oniani, "Dede Hasan"ın elinde bulunan Moskova'daki uyuşturucu trafik kontrolünü ele geçirmek istiyordu.[20]

Ded Hasan'ın silahlı saldırı sonucu ölmesinin Paris'te üç PKK'lı kadın cinayeti ile ilgili olduğu iddia edilmektedir. İtalya'nın Corriere della Sera gazetesinin yer verdiği iddialara göre PKK, Kalaşnikov ya da roketi Ded Hasan'dan istiyor, o da bunları nakit ya da uyuşturucu karşılığında temin ediyordu. Burada Ded Hasan'ın Gürcistan'da Kürt etnik topluluğu üyesi olarak doğması etkili olmuştu.[21]

Moskova'da Panorama adlı bir düşünce kuruluşundan analist Vladimir Pribylovsky da Ded Hasan'ın öldürülmesine başka bir yorum getirmektedir: 
"Suç dünyasının 2014 Soçi Kış Olimpiyatlarına yatırım yaptığına ve bu paranın Ded Hasan üzerinden yapıldığına dair dedikodular dolaşıyor. Niçin öldürüldüğü hakkında dilediğiniz sayıda senaryo sıralayabilirsiniz; belki birileri olimpiyatlara müdahil olmak istedi; belki birileri Hasan'dan parayı çalmak istedi; Olimpiyatlara müdahil olarak çok para kazanabilirsiniz. Parayla ilgilidir; siyasetle hiçbir ilgisi yok bunun."[22]

II. Dünya Savaşı sonrası Sovyet Gürcistan'ında geçen ergenliğinden itibaren azılı bir suçlu olan Ded Hasan, Sovyet lideri Mikail Gorbaçov'un Perestroika'sıyla birlikte karaborsayı himaye etmeye başladı. Ded Hasan, gadfather'ın/mafya babasının muadili olan nüfuzlu "vor v zakone" idi; Moskova'da ve çevresinde güneydeki Krasnodar'dan Kuzey Kafkasya'ya uzanan güçlü bir yeraltı şebekesini kontrol ediyordu.

"Soçi Olimpiyatları, yolsuz devlet yetkilileri ve örgütlü suç için müthiş bir bal peteği olduğunu ispatlıyor. Ded Hasan'ın çabucak takdir ettiği bir şeydi bu ve örgütü, bunun etrafına en güçlü şekilde yerleşti. Etkinlik öncesinde gayrimenkul satın alıp şişirilmiş fiyatlarla satmaktan inşaat ve turizm sektörlerine nüfuz edip onları istismar etmeye kadar varan şeylerden bahsediyoruz."[23]

Ancak, hem üç PKK'lı kadını öldürülmesi olayında hem de Ded Hasan olayında net bir şey söyleyebilmek ve bizim açıklamaya çalıştığımız alternatiflere ulaşabilmek için henüz erken olduğunu da ilave etmemiz gerekiyor.


Terörist Cenazelerinin Türkiye'ye getirilmesi,


Paris'te öldürülen 3 PKK'lının cenazeleri 16 Ocak 2013'de Türk Hava Yolları'nın uçağıyla Paris'ten İstanbul Atatürk Havalimanı'na getirildi. Cenazeler, İstanbul'da bir süre kaldıktan sonra THY'nin yolcu uçağı ile Diyarbakır'a gönderildi. İstanbul-Diyarbakır yolcu uçağı saat 20.45'te Diyarbakır Havalimanı'na indi. 

Binlerce kişi, Diyarbakır Havalimanı'nın çıkışında karşıladıkları cenazeleri taşıyan ambulanslara Bağlar Hastanesi'ne kadar eşlik etti. Polis havalimanı giriş ve çıkışlarında yoğun güvenlik önlemi aldı.

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, beyaz bir fularla karşıladığı cenaze araçlarını yürüyerek takip etti. Yeşil örtüye sarılı tabutları taşıyan ambulanslara kadınların fotoğrafları asıldı. Cenazeler 2 km mesafedeki hastaneye 2 saatte ulaşabildi. Kalabalık da giderek arttı ve 50 bine ulaştı. Hastanenin bayrak direğine sözde PKK bayrağı asıldı.

İç Hatlar Terminali önünde bekleyen yaklaşık bin kadar BDP'li de uçağın piste iniş yapmasıyla "Katiller halka hesap verecek" ve "Şehitler ölümsüzdür" sloganları attı. BDP'li vekiller ile öldürülen kadınların yakınları terminal önünde bir dakikalık saygı duruşunda bulundu.

Hava alanında bir konuşma yapan Sebahat Tuncel şöyle konuştu: "Bugün bir kez daha buradan hunharca alçakça katledilen arkadaşlarımızı, kendi topraklarına uğurluyoruz.Onlar dünyanın neresinde olursa olsunlar. Sakine Cansız bu direnişin, özgürlüğün adıdır. Onla hem kadın özgürlük mücadelesi hem de halkların eşitlik ve kardeşlik mücadelesine inanıyorlardı. Onların mücadelesi bizim mücadelemizdir. Onların bıraktığı bu görevi biz devralıyoruz. Katliamı yapanlar şunu unutmasınlar, bu katliamın hesabını soracağız. Bu katliama karşı vereceğimiz cevap her gün bu katliamın hesabını sormaktır. Bu ülkede gerçek anlamda barış isteyen, kardeşlik isteyen herkes Diyarbakır'da olacak. Dimdik ayaktayız."[24]


Terörist Cenazelerinin Defnedilmesi,


Paris'te öldürülen,PKKüyeleri Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez içinDiyarbakır'da düzenlenen cenaze töreni, hem hükûmet, hem muhalefet hem de BDP kanadından yapılan uyarılar doğrultusunda,görünüşte herhangi bir olay olmadan tamamlandı. Ama törenin kendisi başlı başına bir olaydı. Batıkent meydanındaki törende,İmralısürecine destek mesajları verilirken, Kürtlerin samimiyet testinden geçtiği, bundan sonra sorumluluğun hükûmete ait olduğu mesajı yükseldi. Diyarbakır'dacenaze töreninedeni ile eczaneler ve fırınlar dışında esnaf büyük ölçüde kepenk kapattı. Öğrencilerin ise okulları "boykot" ettiği belirtildi.

Cenazeler,BağlarHastanesi morgundan BDP'li kadın vekillerinin omuzlarında çıkarılarak, cenaze aracına bindirildi. Kırmızı karanfil ve güllerle donatılan tabutların, sözde PKK bayraklarına sarıldığı görüldü. "Hepimiz Sakineyiz", "Hepimiz Leylayız", "Hepimiz Fidanız" yazılı dövizler taşındı.

Terör örgütünün siyasi kanadı BDP, yönetici ve vekilleriyle kortejin önünde yürüdü. Törende yapılan konuşmalarda; Genel Başkan Demirtaş, "Yok etmek istediğiniz irade Paris'ten buraya sel gibi aktı. Halkımızın geleceğinin belirleneceği dönemde değerlerimize sahip olmak istiyorsak sabırlı, akıllı ve cesur olalım. Bu halk İmralı'da, Öcalan'ın arkasındadır. Kürt halkı tavrını ortaya koydu, sıra AKP ve Avrupa'da" dedi.HDK(Halkların Demokratik Kongresi) adına BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncelde sözlerine, " Merhaba Kürdistanlı lar " diye başladı ve şöyle devam etti: "Bu kurşunlar sadece Kürdistan halkına değil Türkiyehalklarına da sıkılmıştır. Bu kurşunlar halklar bir arada yaşamasın diye sıkılmıştır. Ama hevesleri kursaklarındakalacak. Onlar özerk Kürdistan, demokratik cumhuriyet için çalıştılar, bizler de bunun için çalışacağız. 

Cinayetin açığa çıkarılmaması halinde Fransa bunun altında kalacaktır." Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir kalabalığa Kürtçe seslenerek, Diyarbakır'dan " Başkent " diye söz etti. Baydemir, " Diyarbakır ve Kürt halkı bugün yastadır. Onları başkentte misafir edin. Sakine bacı, Seyit Rıza'nın yolundadır. 

Kürt halkının özgürlüğüne kavuşuncaya kadar barış yürüyüşümüz devam edecektir" diye konuştu. Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk, "Barış için hassasiyet isteyenler Kandil'i bombalıyor. Bu nasıl bir siyasettir. Hem barıştan söz edeceksin, hem de Kürtlere bomba yağdıracaksın." diye seslendi. Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk, "O katiller, Kürt sorununun barışçıl çözümünü istemeyenlerdir" ifadelerini kullandı. Diyarbakır, Hakkâri, Yüksekova, Şemdinli ve Çukurca'da işyerleri kepenk kapattı. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü tarafından polis ekiplerine sağduyu anonsu yapıldı.[25]


Fransa Cumhurbaşkanının " Teröristlerle Görüşüyoruz " demesi ne anlama geliyor?


La Tresne kentindeki havacılık merkezini ziyareti sırasında gazetecilere konuşan Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, Paris'te Kürt kadın teröristleri Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez'in katledilmesine ilişkin açıklamada bulunarak, "Dehşet verici bir olay. Öldürülen üç kişiden biri sık sık bizimle görüşmeye geldiği için hem benim hem de birçok siyasi aktörün tanıdığı bir isim. Şimdilik soruşturma başlatıldı. Olayın nedenlerini ve faillerini bilmemiz için sanırım en doğrusu beklemek" dedi. 

Gerek Cumhurbaşkanı Hollande'in gerekse diğer Fransız siyasetçi ve yöneticileri nin PKK'lı teröristlerle ne konuştukları bizce malum olmamakla beraber, ne konuşabileceklerine yönelik bazı tahminlerimiz olabilir. Bu görüşmeler sadece Cumhurbaşkanı Hollande zamanında olmamış, geçmiş dönemlerde de yapılmıştır. 

Bilindiği gibi, Türkiye-Fransa ilişkilerinde tarih boyunca Türkiye verici olmuş buna karşın Fransa Türkiye'ye hep olumsuz yaklaşmış, Türkiye'yi kendi amaçları 
doğrultusunda kullanmıştır. Bunun örneklerini Türk İstiklal Harbi'nde Türk yurdunu işgal etmesiyle, Ermeni meselesinde 1915 olaylarını "Ermeni soykırımı" ilan etmesiyle yakından gördük. Burada ise, Fransa'nın 1920'deki Sevr Antlaşması'nda gerçekleştiremediği Türkiye'nin parçalanması olayını, giderek güçlenen Türkiye'nin bölgede söz sahibi olmasının önünün alınmasını PKK eliyle yerine getirme planlarının konuşulduğu ve bunun gayri ihtiyari sarfedilen sözlerden anlaşılmaktadır. 

Ben inanıyorum ki, Fransız makamları Sakine Cansız'ın kim olduğunu, onunla ne yapabileceğini çok iyi biliyordu. Türk yetkili makamları tarafından İnterpol aracılığıyla aranan kişi ilan edilen Cansız'ın Fransa'da serbestçe dolaşabilmesi, Fransız makamlarının ondan istifade etmesi karşılığı olabilir. Biz biliyoruz ki, Fransa Türkiye'ye karşı iki kartı kullanmaktan çekinmemiştir. Birisi PKK kartı, diğeri de Ermeni kartı… Bu, Osmanlı döneminde de böyle olmuştur, Anadolu topraklarını Fransız askerleri tarafından işgali döneminde de… Fransız makamları Sakine Cansız'da iki kartı birden bulduğundan, bir taşla iki kuş vurmak istemiştir. Bizim bilmediğimiz bir gerçeği, Sakine Cansız'ın özünün Tunceli Ermenisi olduğunu Fransa daha ona pasaport verirken biliyordu. Kod adı olan "Sara" da onun ninesinin ismi idi.

Türkiye'de sosyalist hareketlere katıldıktan sonra Erivan'a yerleşen ve rejim muhalifi olduğu gerekçesiyle bir süre cezaevinde kalan Ermeni aydını Sarkis Hastpanian'ın Facebook sayfasında Sakine Cansız'la ilgili yazısı bunu anlamamızı sağladı. Hrant Dink'in de arkadaşı olan, PKK'ya sert eleştirileriyle bilinen ve 1915 olaylarında Kürtlerin rolünü sık sık gündeme getiren Hastpanian "Dersim'in Asi Kızı Sara'nın Ölümsüz Anısına" başlıklı yazısında şu ifadelere yer verdi:

"Değerli Sara'yla (Ben SakineCansız'ı bu ismiyle tanıdım) ilk kez Paris'te Silopi'nin Ermeni Varto aşiretinden sınıf arkadaşıma ait işyerinde, zamanında onun iltica başvurusunun kabul edilmesi için yardımını esirgemeyen Dersimli Ermeni arkadaşım vasıtasıyla tanışmıştım. Onunla neredeyse bütün bir gün Ermeni davası, Doğu ve Batı Ermenistan sorunları, Dağlık Karabağ özgürlük mücadelesi, kendi doğup-büyüdüğü Dersim'in yüzlerce Ermeni köyleriyle hısımlık ilişkileri olduğunu bildiği aşiretlerdeki Ermeni insanlar, yaşamış olduğu Kharbert (Elazığ) ve tutuklu bulunduğu Tigranakert (Diyarbakır)mapushanesinden yakinen bildiği ortak dostumuz, çocukluk ve okul arkadaşım Liceli Garbis hakkında uzun uzun konuşup durduk."

Hastpanian kendi babasının "Aslınıza sahip çıkın kızım, aslınız hakkında oturup araştırın, bilgilenin, özünüzü, soyunuzu, öğrenin ve kimliğinize sahip çıkın. Ben memleketi adım adım gezmiş biriyim. Kızılbaşların bizim özbeöz kardeşlerimiz olduğunu iyi bilirim. Biz bir elmanın iki yarısı gibiyiz" sözlerine Sakine Cansız'ın şu yanıtı verdiğini de aktardı: "Bu topraklarda özgürlük rüzgârı estiğinde, özü Ermeni olan insanların artık başka kimlikler ardına saklanmadan kendi etnik aidiyetlerini korkmadan, layıkıyla yaşayacakları günler de gelecek. Biz bunun için de kavga vereceğiz."[26]

Şunu herkesin çok iyi kavraması gerekir. PKK'nın mücadelesi bir Kürt milliyetçili ği mücadelesi değildir. Asala terör örgütünün yok olmasının hemen akabinde, onun devamı şeklinde kurulan PKK'nın hedef ve amaçları Kürtlere hizmet etmemekte, Ermeniler tarafından kullanılmaktadır. 

Fransız makamlarının PKK'lılarla niçin görüştüğüne ilişkin başka bir değerlendirme ise şu şekildedir. "Eğer infazların barış süreciyle ilgisi yoksa –ki bu da pekâlâ mümkündür- örgüte yönelik Avrupa'ya yapılan operasyonlar nedeniyle bir iç tartışmanın sonucu olabilir. Özellikle Fransa'da PKK terör örgütüne yönelik yapılan operasyonlarda örgüt üyelerinin birbirlerini Fransız güvenlik makamlarına ajanlık yapmakla suçladıklarını biliyoruz. Fransa'da örgüte yönelik operasyonlarda birçok kişi tutuklanırken örgütün kurucularından Sakine Cansız'ın elini kolunu sallaya sallaya kamuya açık bir kurumda yöneticilik yapması onu örgüt içinde "ajan" durumuna düşürmüş olabilir. Örgütte "ajan"ın cezası infazdır…"[27]

Cenaze Törenlerinin düşündürdükleri ve akıllarda kalan sorular

Paris'teki Kürt Enformasyon Merkezi'nde öldürülen ve cenazeleri Diyarbakır'a getirilen PKK'nın üç üst düzey görevlisi Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez için terör örgütü tarafından tören düzenlendi. BDP ve DTK'nın "Hayatı durdurun" çağrısı üzerine kentteki işyerlerinin büyük bir bölümü kepenk açmadı. Hakkâri merkez, Yüksekova, Şemdinli ve Çukurca'da da işyerleri açılmadı. Bölge halkına, bir gün önceden "Törene mutlaka gelin. Karalar bağlayın, karalar giyinin" çağrısı yapıldı. Cenaze töreni süresince polis helikopteri sürekli uçuş yaparken, görevli polis ekiplerine "sağduyu" anonsu yapıldı. Anonslarda törene katılan çocuk, yaşlı, kadın ve milletvekillerine karşı daha duyarlı olunması istendi. Diyarbakır'da düzenlenen törenin ardından cenazeler memleketlerine gönderildi. Sakine Cansız Tunceli'de, Fidan Doğan Elbistan'da, Leyla Söylemez ise Mersin'de toprağa verildi. 

Türk kamuoyunda, Fransa'da öldürülen üç PKK'lı kadının cenaze törenlerinde herhangi bir olay olmadığı için olumlu hava estirildi. Ancak;

1. Üç cenaze, bir yönüyle Abdullah Öcalan'dan başlayarak BDP'ye uzanan"hattın"bir güç gösterisi, bir gövde gösterisiydi, "ikinci Habur" olayı idi.

2. Şehit askerlerimizin cenazeleri bile başkentimiz olan Ankara'ya getirilmezken, üç PKK'lı kadının cenazelerinin memleketlerine yakın illerdeki havaalanlarına götürülmek yerine başkent ilan ettikleri Diyarbakır'a getirilmesine, morguna konuldukları hastanenin bayrak direğine örgütün sözde bayrağının çekilmesine, binlerce kişinin terör örgütü lehine propaganda yapmasına ve sekiz bin polisin havadan ve uzaktan takip ettiği gösterilerde, tören güvenliğinin kollarında kırmızı bez üzerine siyah boyayla " Görevli " yazılı bant takan milislerce sağlanmasına göz yumuldu. Anladığım kadarı ile bölgenin özerkliği, özerk bölgenin başkenti, bayrağı ve polis kuvveti kabul edilmiştir. 

3. PKK'lı teröristlerin cenaze törenlerini düzenleyenler, törenlerde Kürt kökenli vatandaşların toplanmasını sağlayanlar, cenaze törenleri masraflarını üstlenenler, cenazeleri Paris'ten getirtenler, PKK adına tüm açıklamaları yapanlar BDP'li vekiller ve BDP'li Belediye Başkanlarıdır. BDP işine gelmediği zaman veya PKK'nın cinayetlerini üstlenmek istemediği zaman "Biz PKK'nın siyasi kanadı değiliz" diyorlardı. Fakat bu olay artık açıkça, BDP'nin de bir daha kesinlikle inkâr edemeyeceği bir şekilde ortaya koymuştur ki, BDP PKK Terör örgütünün siyasi kanadıdır. 

4. 17 Ocak Perşembe günü 3 PKK'lının Diyarbakır'daki cenaze töreninde konuşan Selahattin Demirtaş, taleplerini dünyaya şöyle ilan etti: "Herkes şunun farkındadır. 

Sadece Türkiye'deki Kürtlerin kaderi çizilmiyor, bütün Kürdistan'ın kaderi çiziliyor. Sorun eşitler arası hukukla çözülür. Çözüm, demokratik bir Cumhuriyet (egemenliğin paylaşılması) ve demokratik bir anayasa ile mümkündür. Yerinden yönetimin güçlendirilmesi, otonomi, demokratik özerklik. BDP'nin de desteklediği formüllerdir"[28] diyerek, açık açık ne istediklerini ortaya koymaktadır. Zaten hükûmet de bu talepler doğrultusunda hareket etmektedir. 

5. Üzerinde durulması gereken başka bir konu da Diyarbakır'da İslami herhangi bir söylemin duyulmamış olmasıdır. Bu, dinimizle dalga geçen, namaz kılanları alaya alan PKK'nın gittiği yolu apaçık ortaya koymaktadır. Diyarbakır'da, Tunceli'de, Elbistan'da kılınan cenaze namazları, ölenlerin Müslüman olmasının göstergesi olamaz (zaten Sakine Cansız Ermeni'dir), sadece bir şovdur. Kürt kökenli vatandaşların, kimlerin peşinden gittiklerini iyi görmeleri gerekir.

6. Türk uçaklarının Kuzey Irak'taki PKK kamplarını bombalamasını süreci baltalayan olay olarak nitelendiren Ahmet Türk'ün, 16 Ocak günü Mardin'de şehit edilen polis memurunu, PKK'nın 100 kişi ile Hakkâri/Çukurca'daki baskınında üç askerin şehit edilmesini duymamış olduğunu sanıyorum.

7. BDP İstanbul vekili Sabahat Tuncel'in açıklaması, aslında silahların bırakılması gibi bir sürece hizmet etmek değil, sanki mücadeleye devam derken, devletin neden mücadeleden çekildiğine başka anlamlar yüklenmesi mümkündür. 

8. Cenaze törenlerinde görülen odur ki, sözde PKK bayraklarının açılması, ölenlerin özgürlük savaşçısı olarak tanıtılması, teröriste gerilla denmesi ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bedelini ödediğini söylemeleri ve cenaze törenlerinin propaganda ve şov aracı olarak kullanılması yadırganmamaktadır. Artık ayrı bir millet oluşumunun kabul edildiği ve bunun gereklerinin yerine getirilmesi için yapılan çalışmaların tepki çekmemesine gayret edildiği algısı yaygınlaşmaktadır. 

Sonuç 

Diyarbakır'da, Tunceli'de, Elbistan'da terörist kadınlar için düzenlenen cenaze törenleri devlete ve Türk milletine bir meydan okumaya dönüştürüldü. Diyarbakır'ın ortasında sözde PKK bayrakları sallandı, tabutlara örtüldü. Bütün bunlar olurken, polis ve jandarma olayları seyretmek zorunda bırakıldı. Güvenliği PKK milisleri üstlendi. İllegal bir PKK gösterisinde olay çıkmaması, hükûmet çevrelerinde büyük sevinç yarattı. 

Cenaze törenleri ile PKK'nın bölgedeki manevi üstünlüğü gelişti ve süreç böyle devam ederse gelişmeye devam edecektir. Devlet yanlısı halk, devlet PKK'nın taleplerini kabul etme sürecine girmiş iken neden devleti destekleyerek kendisini tehlikeye atacağını kendi kendisine sormaya başlamış durumdadır. Artık kimse kahraman olmak istemeyecektir. Bütün bunlar, PKK'nın hedefine ulaştığını göstermektedir. 

Üç PKK'lı kadın teröristin öldürülmesinden PKK kazanç sağladı, KCK, BDP kazanç sağladı. Güneydoğu'da özerk devletlerini kurmuş kadar oldular. Devlet ise sadece seyretti. Anlaşılan o ki; millî ve üniter yapıda kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin "federasyona" dönüştürülmesi çabaları şimdiye kadar en çok bu cenaze törenlerinde görüldü. 'Kürt Açılım süreci provoke edilmesin diye büyük özen gösteriyorlar' diye empoze edilmeye çalışılan PKK/KCK ve BDP tarafı asıl provoke eden oldu, ama devlet farkına varamadı. Bizim devletin ülkesi ve milletiyle bölünmesi dediğimiz, millete rağmen yapılan bu dönüşüme, iktidar sahipleri Türkiye'nin büyütülmesi adını veriyor. 

Yani önce bir olan devleti, milleti ve ümmeti böleceğiz, sonra çevreden gelecekler le birleştirip, büyüteceğiz.

Bu olanlardan anlaşıldığı kadarıyla, PKK ile anlaşma yapıldı, süreç tamamlandı, şimdi yapılan ise yavaş yavaş toplumun alıştırılmasıdır. Bu da, milletin soğuk su dolu kazana konularak suyun yavaş yavaş ısıtılması ile olacaktır.



[1] Hürriyet, "BDP'li Kışanak: Bedelsiz kalmayacak", 10 Ocak 2013.

[2] Samanyolu Haber, "Fransa'dan Ankara'ya gelen bilgi notuna göre olay, örgüt içi hesaplaşma sonucu yaşandı.", 20.01.2013.

[3] Radikal Dünya, "Paris'te PKK'lı 3 kadına suikast", 10.01.2013.

[4] Milliyet, "Fransa PKK suikastını konuşuyor", 10.01.2013.

[5] Milliyet, "Ankara, suikastı Paris'e üç kanaldan sordu, yanıt verilmedi", 12 Ocak 2013.

[6] Ntvmsnbc, "Olay örgüt içi hesaplaşma", 20 Ocak 2013.

[7] Hürriyet, "Ded Hasan Kimdir?", 17.01.2013.

[8] İnternethaber, "Sakine Cansız kimdir?", 11.01.2013.

[9] Hürriyet, "Ded Hasan Kimdir?", 17.01.2013.

[10] Taraf, PKK'lıların cenazeleri Diyarbakır'a gelecek", 13 Ocak 2013.

[11] Posta, "Paris'te PKK'ya şok suikast", 10.01.2013.

[12] Ntvmsnbc, "Çelik: Fransa'daki baskın iç hesaplaşma", 10 Ocak 2013.

[13] Milliyet, "Paris'teki suikast için PKK ve BDP kimi suçluyor?", 10 Ocak 2013.

[14] En Son Haber, "Sakine Cansız PKK'nın kurucularındandı", 10.01.2013.

[15] Bugün, "Baki Karer'den suikast deşifresi", 13.01.2013.

[16] Samanyolu Haber, "Fransa'dan Ankara'ya gelen bilgi notuna göre olay, örgüt içi hesaplaşma sonucu yaşandı.", 20.01.2013.

[17] Star, "İşte Paris cinayeti zanlısı Ömer Güney", 22 Ocak 2013.

[18] Emre Uslu, "Sakine Cansız infazını nasıl okumalı?", euslucom, 10.01.2013.

[19] Fatih Altaylı, "İran'a dikkat", Haber Türk, 10.01.2013.

[20] Hürriyet, "Ded Hasan Kimdir?", 17.01.2013.

[21] Sabah, "Ded Hasan'ın ölümü Paris olayıyla mı ilgili?", 19.01.2013.

[22] Dünya Bülteni, "Ded Hasan'ın öldürülmesi, mafya savaşlarını tetikleyebilir", 18.01.2013. 

[23] Radio Free Europe, Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın, "Ded Hasan'ın öldürülmesi, mafya savaşlarını tetikleyebilir", 18.01.2013.

[24] Hürriyet, "PKK'lı kadınların cenazesi Diyarbakır'da", 16 Ocak 2013.

[25] Yeniçağ, "Teröre diz çöktürülen devletin cenazesi!", 17.01.2013.

[26] İnan Gedik, "Öldürülen PKK'lı kadınla ilgili şok bilgi", Habertürk, 21 Ocak 2013.

[27] Mynet, "Sakine Cansız, Öcalan'la ilgili derin bilgilere sahipti", 10 Ocak 2013.

[28] Sadi Somuncuoğlu, Yeniçağ, "Uyan ey ehli vatan", 19 Ocak 2013



Emruhan Yalçın,
Uzman Hakkında
Emruhan Yalçın 1954 yılında Çankırı/Çerkeş'de doğdu. Çocukluğunu Karabük'te geçirdi. Karabük Demir Çelik Fabrikası'nda haddeci olarak çalışan ustabaşı Musa Yalçın'ın 
dört çocuğundan en büyüğüdür. İstanbul'daki Kuleli Askeri Lisesi'nde okumak üzere, 1969 yılında evinden ve ailesinden ayrıldı. 1975 yılında Ankara'daki Kara Harp 
Okulu'ndan Muhabere Teğmen olarak mezun oldu. Stajını Ankara Muhabere Okulu'nda yaptı. 1987 yılında Kara Harp Akademisi'nden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun oldu. 
Daha sonra Silahlı Kuvvetler Akademisi'nde eğitim aldı. TSK'nın değişik kademelerinde görevlerde bulundu. 1996-1999 yılları arasında, Almanya/Koblenz'de İkmal 
Ataşeliği yaptı. 2006 yılında TSK'dan emekli oldu. 1983 yılında Hürriyet Okur ile evlendi ve isimleri Anıl ile Melisa olan biri oğlan diğeri kız, iki çocukları oldu. 
Doktora eğitimini, Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde (Erzurum) yaptı ve I. Dönem TBMM'ye ait biyografi incelemesi tezini 1996 yılında 
tamamlayarak, Tarih Doktoru unvanını aldı. Hâlen Bilkent Üniversitesi'nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak T.C. Tarihi derslerine girmektedir. 

Almanca ve İngilizce bilen Emruhan Yalçın'ın; katıldığı yurt içi ve yurt dışı değişik sempozyum, seminer ve konferanslarda sunduğu bildirilerin yanında; çeşitli dergi ve 
kitaplarda yayımlanmış birçok makalesi bulunmaktadır.

Yazarın Yayımlanmış Diğer Kitapları:

1. Millî Mücadeleye Sadakat ve Mustafa Durak Sakarya (2008),
2. Atatürk Türkiye'sinde Ekümenik Ortodoks Patrikhanesi ve Bizans Projesi (2008).
3. Terörizm ve Terörizmle Mücadele.
    E-MAİL; emruhan2004@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları

Terörizmle Mücadelede Sri Lanka Örneği: ”Tamil Kaplanları” 
PKK Nasıl Çekilecek? 
Terör Gündemi (15–29 Ocak 2013) 
Paris’te Üç PKK’lı Kadın Teröristi Kim/Kimler Ne Maksatla Öldürdü? 
Terör Gündemi (02–15 Ocak 2013) 
Terör Gündemi (18 Aralık 2012–02 Ocak 2013) 
Talabani Sonrası Irak’taki Dengeler Nasıl Değişir? 
BDP’li Milletvekillerin Dokunulmazlıkları Kaldırılmalı mı? 
Patriotların konuşlandırılacağı yerler belli oldu! 
Öcalan Serbest kalırsa terör biter mi? 
PKK’nın Bundan Sonraki Adımı Ne Olabilir? 
Haftalık Terör Gündemi (11–18 Aralık 2012) 
PKK Bu Çocukları Nasıl Kandırıyor? 
Terör Gündemi (04-11 Aralık 2012) 
Terör Gündemi (27 Kasım-04 Aralık 2012) 
Terör Gündemi (20-27 Kasım 2012) 
Kuzey Irak Yönetimi ile Merkezî Irak Hükûmeti Arasında Gerilen İlişkiler 
Patriot Füze Sistemi Niçin Geliyor? 
Açlık Grevlerinin etkisi, PKK'nın silahından daha kuvvetli oldu 
Haftalık Terör Gündemi (13-20 Kasım 2012) 
Türk Yargısının Geldiği Nokta 
Haftalık Terör Gündemi (06-13 Kasım 2012) 
Haftalık Terör Gündemi (30 Ekim-06 Kasım 2012) 
Haftalık Terör Gündemi (19-30 Ekim 2012) 
Haftalık Terör Gündemi (12-19 Ekim 2012) 
Haftalık Terör Gündemi (05-12 Ekim 2012) 
PKK Okulları Hedef Seçti 
Kuzey Irak’taki Türk Askerî Varlığının Sonlandırılması 
PKK’NIN TERÖR EYLEMLERİ (29 EYLÜL–05 EKİM 2012) 
PKK’NIN TERÖR EYLEMLERİ (24 – 29 EYLÜL 2012) 
PKK’nın 23 Temmuz - 23 Eylül 2012 Arasındaki Terör Faaliyetleri 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/01/23/6864/pariste-uc-pkkli-kadin-teroristi-kimkimler-ne-maksatla-oldurdu


..