1 Ağustos 2016 Pazartesi

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ BÖLÜM 1




EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ:
BÖLÜM 1 



GENEL DEĞERLENDİRME VE BEKLENTİLER 



Prof. Dr. Nurettin DEMİR 
Dr. Nermin YAZICI 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR* / Dr. Nermin YAZICI** 
* Gazi Üniversitesi / 
** Başkent Üniversitesi 

Özet: 

Ortak bir ana dilden türemiş olan Türk dilleri, bugün Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanus’una, Kuzey Buz Denizi’nden Basra Körfezi’ne kadar uzanan geniş bir alanda, birinci dil ve azınlık dili olarak konuşulur. Türk dilleri arasındaki karşılıklı anlaşılırlık değişiklik göstermektedir. Türk dilleri geçen yüzyılda büyük değişimler geçirmiştir. Geniş geçerlilik alanına sahip eski yazı dilleri yerlerini küçük, yeni yazı dillerine bırakmıştır. Türk dünyasının tamamında alfabe değişiklikleri 
yaşanmıştır. Türk dünyasında siyasi gelişmeler sonucunda kopan bağ geçen yüzyılın son on yılında yeniden kurulabilmiştir. Yeni dönem öncesinde Türkiye’de bütün bu dillerin tek bir dil mi yoksa ayrı ayrı diller mi olduğu yönünde sert siyasi tartışmalar yaşanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Latin harfleri temelinde ortak bir alfabe geliştirme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 

Ancak Türkiye’nin yükselen ekonomisi, uluslararası ilişkilerdeki rolü, Türk dizileri, turizm gibi nedenlerle Türkiye Türkçesi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. 
Türk dünyasının önemli bir kısmında ortak iletişim aracına dönüşmektedir. Türkçe konuşur sayısı, konuşulduğu alan, yerine getirdiği işlevler bakımından en 
güçlü dönemini yaşamaktadır. Buna karşılık, bilimsel bir temele dayanmayan dil tartışmalarında Türkçenin kirlendiği, yozlaştığı, bozulduğu, hatta yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu görüşleri dile getirilmektedir. Makalede mevcut durum bu hususlara atıfla incelenmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Türk dili, Türk dünyası, Arap Alfabesi, Latin Alfabesi, Kiril Alfabesi 

Dr. Nurettin DEMİR / Dr. Nermin YAZICI 
Günümüz Türk Dili Dünyası 

Günümüzde Türk dünyası denince akla öncelikle dünyanın Türk dili konuşulan bölgeleri gelir. 

Dil dışında Türk dünyasını birbirine bağlayan ortak bir öge bulmak güçtür (Türk dünyasının birleştiği ve ayrıldığı yönler için bk. Johanson 2001). Türk dili, yirmisi yazılı olmak üzere büyüklü küçüklü, kendi aralarında karşılıklı anlaşılırlığın hiç yoktan ileri dereceye kadar değişebildiği, tamamı aynı ortak kökene götürülebilen bir diller veya varyantlar topluluğundan oluşur. Anadilden ilk ayrılan kollardan biri olduğu düşünülen Çuvaşçanın bir Türk dili olup olmadığı konusunda bir ara tereddütler yaşanmış, ancak yapılan çalışmalar onun da tam anlamıyla bir Türk dili olduğunu göstermiştir. Bir terim olarak Türkçe, 
geniş anlamıyla Türkçe kökenli dil ve varyantların tamamını göstermek için, dar anlamıyla da Türkiye’de konuşulan dilin adı olarak kullanılır. 

Türkçe kaynaklarda Türk dünyası terimi genel olarak bakıldığında daha fazla değerin paylaşıldığı Müslüman Türk soylular için kullanılır. Ama Türk soylular 
sadece İslamiyet’e mensup değildir. İslamiyet’in dışında, Hristiyan, Yahudi, Budist, Lamaist olanlar da vardır. 

Türk dili ailesine mensup dillerin daha eski bir dönemde Moğolca, Mançu-Tunguzca hatta Korece ve Japoncayla birlikte Altayca denilen bir dil ailesine gittiği görüşü vardır; Altaycanın da içinde bulunduğu daha büyük dil aileleri tasarlayanlar da olmuştur. Ancak elimizdeki dil verileri, Altay dilleri sayılanların bile akraba olup olmadığı tartışmalarını kesin olarak sonuçlandırmaktan uzaktır (tartışmaların son durumu için bk. Johanson 2010). Türkçenin Kızılderili dilleri veya başka dillerle ortak yönleri olduğunu ileri süren görüşler de en azından mevcut haliyle bilimsel olarak savunulabilir durumda değildir. 

Türkçe, 

    Altay dillerinin en çok ve en eski yazılı kaynaklara ve bütün olarak bakınca en kalabalık konuşura sahip, en geniş alana yayılmış, ayrıca en iyi araştırılmış 
koludur. 
Yayıldığı bu geniş alanın büyük bir kısmında Çince, Rusça, Farsça gibi yapı bakımından kendisinden çok farklı dillerin üst dil olarak kullanıldığı bölgelerde 
konuşulmuştur ve konuşulmaktadır. Türkçenin bütün kolları, yayılmış olduğu geniş coğrafyada karşı karşıya geldiği dillerin değişik seviyede izlerini taşıdığı 
gibi ilişki dilleri de Türkçenin izini taşır. Bu karşılaşma sonucu sadece kelimeler alınmamış, dillerin yapıları da değişmiştir. Dil ilişkisine bağlı değişmeler son yıllarda Türkolojide en gözde araştırma alanlarından biri durumundadır. Türkoloji çalışmalarının ulaştığı seviye, başka dillerdeki benzer süreçlerin araştırılmasında 
da kullanılabilecek teorik bir çerçeve de sunmaktadır (bk. Johanson 2007a). 

Türk dil ve lehçelerinin 24’si yazı dilidir: 

Altayca, Azerbaycan Türkçesi, Başkurtça, Çuvaşça, Dolganca, Gagavuzca, Hakasça, Karaçayca-Balkarca, Karakalpakça, Karayca, Kazakça, Kırgızca, Kırım Tatarcası, Kumukça, Türkiye Türkçe,Türkmence, Nogayca, Tatarca, Özbekçe, Şorca, Tuvaca, Tofaca (Karagasça), Yakutça, Yeni Uygurca. 

Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi konuşur sayısı çok az olduğu için bunların bazıları, örnek olarak Tofacayı, Karaycayı dilin bütün işlevlerini 
yerine getiren yazı dilleri saymak gerekir. Bunların çok çeşitli yerel varyantları yanında Çin’in Kansu Eyaletinde konuşulan Sarı Uygurca, Hsün-ha Özerk Bölgesi’nde konuşulan Salarca, Batı Sibirya’da konuşulan Çulım Tatarcası ve Orta İran’daki Halaçça gibi yazı dili olmayan ama Türk dili tarihi açısından büyük öneme sahip, bir yazı dilinin ağzı sayılamayacak Türk dilleri de vardır. 

Türkçenin Konuşulduğu Alan 

Türk dilleri bugün kuzeydoğuda Sahalin Adası’ndan ve güneydoğuda Çin Seddi’nden, batıda Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türk dilli göçmenleri de hesaba katarsak Atlas Okyanusu’na, Kuzey Buz Denizi kıyılarından Basra Körfez’ine kadar uzanan çok geniş bir alanda konuşulmaktadır. Bu geniş coğrafyada batıda TürkiyeTürkçesi ve Azerbaycan Türkçesi, Batı Türkistan’da Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Karakalpakça, Doğu Türkistan’da ise Uygurca kalabalık konuşura sahip Türk dillerini oluşturur. Bunlardan başka Volga bölgesinde Tatarca ve Başkurtça, bunların doğusunda, Altay Dağları’nın kuzeyinde Güney Sibirya Türk dilleri ve Türk dünyasının kuzeydoğu kanadını oluşturan Kuzey Sibirya’da ise Yakutça ve Dolganca konuşulur. Daha batıda Çuvaşça, Nogayca, Kumukça gibi diller konuşulur ve yazılır. Ayrıca Çin, Afganistan, İran, Irak, Bulgaristan, eski Yugoslavya ve Romanya’daki büyüklü küçüklü bölgeler veya dil adaları vardır (daha fazla bilgi için bk. Johanson 2006, 2007a). 

Geniş Türk dünyası Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve en azından Türkiye açısından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 
olmak üzere, yedi bağımsız ülkeyi kapsar. Bunun yanında Rusya, İran ve Çin’de kalabalık Türk dilli gruplara rastlanır. Bunlardan başka Moğolistan, Polonya, Ukrayna, Moldova, Irak, Almanya, Fransa, Belçika gibi daha pek çok ülkede Türk dilli gruplar vardır. Türkçenin farklı kolları alfabetik sırayla verecek olursak Afganistan, Avustralya, Azerbaycan, Batı Avrupa Ülkeleri, Bulgaristan, Çin, Ermenistan, Gürcistan, Irak, İran, Kazakistan, Kıbrıs, Kırgızistan, Litvanya, Makedonya, Moldova, Moğolistan, Polonya, Romanya, Rusya, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan, Yugoslavya, Yunanistan gibi pek çok ülkede anadili olarak konuşulmaktadır. Son yıllarda Türkçeye karşı yabancı dil veya ikinci dil olarak da artan bir ilgi gözlenmekte, Türkiye’de ve Türkiye dışında pek çok kurum ve kuruluş bu ilgiyi karşılamaya çalışmaktadır. Türkçenin azınlık dili olarak konuşulduğu bölgelerde bile, Türk olmayanların Türkçeye ilgilerini gösteren araştırmalar da vardır. Örnek olarak Almancada yaygınlaşan döner, lan, dolmuş gibi Türkçe kökenli bazı kelimelerin yaygınlaşması genel bilgi durumundadır. Bunun yanında Türk olmayanların Türkçelerini araştıran dikkat çekici çalışmalar yapılmıştır ( Örnek olarak Hamburg’daki Türk olmayanların Türkçeleri hakkında bk. Dirim – Auer 2004). 

Konuşur Sayısı 

Türkçeyi ana dili olarak konuşanların sayısı hakkında, Türkçenin konuşulduğu bölgelere ait güncel ve güvenilir veriler olmadığı için kesin bir şey söylemek güçtür. Kaynaklardaki rakamlar 220 milyona kadar çıkabilmektedir (Akalın 2009: 202). Ancak hesaplamalar spekülatiftir. Türkçenin UNESCO verilerine göre dünyanın konuşur sayısı bakımında beşinci büyük dili olduğu şeklinde popüler dilcilikte yaygın iddialar da ileri sürülmektedir. Ancak bu bilginin nasıl ortayaçıktığı konusunda güvenilir bir veriye ulaşılamamıştır. Hesaplama yapılırken başka dilleri bölüp Türk dillerinin tamamını bir bütün olarak alma gibi bir yol izlenerek bu sonuca varıldığı tahmin edilmektedir. 

Bağımsız Devletler ve Dilleri 

Sınıflandırma denemelerinde Türk dillerinin en büyük kolu, Gagavuzca, Azerbaycan Türkçesi, Türkmence ve Horasan Türkçesiyle güneybatı veya Oğuz grubuna dahil edilen Türkiye Türkçesidir. Türkiye Türkçesi, Türk dillerinin en fazla konuşura ve en köklü yazılı geleneğe sahip, en iyi araştırılmış koludur. Yetmiş beş milyondan fazla insanın ana dili olan Türkiye Türkçesi, Türkiye dışında Kuzey Kıbrıs’ta resmi dildir. Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Irak, Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika, İsviçre, İngiltere, İsveç, Danimarka, ABD, Kanada, Avustralya, Suudi Arabistan, İsrail, Rusya Federasyonu gibi ülkelerde de konuşulmakta ve yazı dili olarak kullanılmaktadır. 

Türkçeden sonra Oğuzcanın ikinci büyük dalı Azerbaycan Türkçesidir. Kuzey Azerbaycan Türkçesi ve güney Azerbaycan Türkçesi olmak üzere iki büyük kola 
ayrılır. Kuzey’de 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Azerbaycan Cumhuriyeti’nde ve güney’de İran’da konuşulur. Türkiye’nin doğusundaki bazı ağızlar da Azerbaycan Türkçesine İstanbul Türkçesinden daha yakındır. Ayrıca Gürcistan, Ermenistan, Irak ve Rusya’da Azerbaycan Türkçesi konuşan gruplar vardır. Azerbaycan Türkçesi konuşanların kesin sayısı hakkında bir şey söylemek güçtür, ancak 20 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. 


Türkmence, Horasan Türkçesi ile Oğuzcanın doğu kolunu temsil eder. Türkmenistan nüfusunun yaklaşık 3,5 milyonu Türkmence konuşmaktadır. İran’da(yaklaşık 400.000), Afganistan’da (yaklaşık 400.000) ve Özbekistan’da (121.600) büyük Türkmen grupları bulunmaktadır. Ayrıca Rusya, Kazakistan ve Tacikistan’da yetmiş binin üzerinde Türkmen yaşamaktadır. 

Türk dilinin büyük kollarından birini de Kazakça oluşturur. Kazakistan yanında Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan Cumhuriyetleri, Rusya 
Federasyonu, Moğolistan, Afganistan, Çin ve Türkiye’de yaşayan Kazaklar da sa-yılırsa 12 milyondan fazla kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilmektedir. Farklı Kıpçak boylarının karışımından oluşan Karakalpakların dili de dilbilimsel anlamda Kazakçanın bir ağzı sayılabilecek durumdadır. Karakalpakça, Sovyet devriminden sonra ortaya çıkan Türk yazı dillerinden biridir. 

Türk dillerinin büyük kollarından bir başkası olan Doğu Türkçesinin iki yazı dilinden biri ve Çağatay yazı dilinin doğrudan devamı olan Özbekçe, adını 14.
yüzyılda yaşamış Altınordu emiri Özbek’ten alır. Özbekistan dışında Tacikistan,Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan’da da kalabalık Özbek toplulukları vardır.Özbekçe konuşurların sayısının yirmi milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir. Özbek yazı dili 1930-1937 yılları arasında kuzey ağızlarına dayanmaktayken 1937 yılından sonra İrancalaşmış Taşkent ağzına ve Fergana vadisi ağızlarına dayandırılmıştır. 


Bağımsız Türk Cumhuriyetleri içinde konuşur sayısı az olanlardan biri de Kırgızcadır. Kırgızca Sovyet Devriminden sonra yazı dili olmuştur. Yaklaşık olarak 4 milyon konuşuru olduğu tahmin edilmektedir. 

Kalabalık Türk Dili Konuşurlarının Yaşadığı Diğer Ülkeler 

Yukarıda da işaret edildiği gibi Türk dili geniş bir coğrafyada, pek çok ülkede konuşulmaktadır. Türk devleti olmamakla birlikte Türk dili açısından taşıdıkları 
önem nedeniyle bunların bazılarından, sırasıyla Çin, İran ve Rusya’dan kısaca söz etmek gerekir. 

Çin 

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, 9 milyon civarında konuşura sahip, Çağataycanın devamı durumundaki Yeni Uygurca gibi görece büyük diller yanında küçük Türk dillerinin de bulunduğu bir ülkedir. Tibet platosunun kuzey kıyısında resmi etnik azınlıklardan biri olan Müslüman Salarların dili Salarca konuşulur. 2000 sayımına göre konuşurları 104.503 kişidir. Kansu eyaletinde ve SinkiangUygur Özerk Bölgesinin kuzeyinde Salarca konuşan topluluklar vardır. 
Semerkand’ın güneyinden 14. yüzyılda buraya gelmişler, Çin ve Tibet halklarıyla birlikte yaşamışlar, bunun sonucu olarak da dilleri Çince ve Tibetçe etkisinde kalmıştır. Ama dillerinde Oğuzcanın da baskın izleri görülür. Çin’in Kansu eyaletinde bugün Sarı Uygurlar olarak adlandırılan, Budist- Lamaist inanca bağlı grupların dili olan Sarı Uygurca bulunur. Hakasça ile aynı dil grubuna giren Sarı Uygurca’nın konuşur sayısı 2000 sayımına göre 4600 kişidir (AWLD). Çin’deki ilgi çekici Türk dillerinden biri de Fu-Yü Kırgızcasıdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Mançurya bölgesinde, Harbin’in kuzeybatısında, Çin’in Heilungkiang eyaletinde, 18. yüzyıl ortalarında Altay bölgesinden bölgeye göçmüş Fu-yü Kırgızları tarafından pasif olarak kullanılır (bk. Schönig 1998: 317-319, Johanson 2009: 49). AWLD’ye göre konuşuru 10’un altındadır. 

İran 

Türk dilleri açısından zengin ülkelerden biri de İran’dır. İran’da güney Azerbaycan Türkçesi gibi kalabalık konuşura sahip Türk dilleri yanında, daha küçük 
gruplarca konuşulanlar da vardır. Orta İran’da, başkent Tahran’ın 200 km kadar güney-batısında, Hemedan ile Kom şehirleri arasındaki bölgede konuşulan Halaçça 
bunların dil tarihi bakımından en ilgi çekici olanlarından biridir. Nüfuslarının 28 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir (Doerfer 1998: 276). Azericenin 
bir diyalekti sanılırken Alman Türkologlarından Doerfer’in ve öğrencilerinin yaptığı araştırmalar sonucunda ayrı bir Türk dili olduğu ve eskicil pek çok ögeyi barındırdığı 
ortaya çıkmıştır. 

Horasan Türkçesi, İran’da Horasan bölgesinde, iki milyon civarında konuşura sahip bir Türk dilidir (Doerfer 1998: 276). Yakın zamanlara kadar bu dil Türkmencenin 
veya Azerbaycan Türkçesinin bir ağzı sayılıyordu; ama Doerfer’e göre ayrı bir Türk dili olarak görülmelidir (1969: 8; 1977). İran’da konuşulan bir başka 
Türk dili de Kaşkaycadır. Ağırlıklı olarak Fars eyaletinde yaşayan Kaşkayların nüfusunun 1.5-2 milyon arasında olduğu sanılmaktadır (Dolatkhah 2010)). İranda 
Oğuzcaya dayanan başka ağızlar da vardır (bk. Doerfer 1998). 

Rusya 

Rusya’nın Kuzey doğusundan batıya doğru ilerleyecek olursak önce 14. yüzyılda bugünkü yurtları olan Kuzey Sibirya’da ağırlıklı olarak 1922’de kurulan YakutÖzerk Cumhuriyeti’nde, Saha Sire’nde (Saha Yeri) ve Magadan bölgesi ile Sahalin 
adasında yaşayan Sahaları buluruz. Sahaca konuşanların sayısı 2002 sayımına göre 456.288 (bk. AWLD, 2002 yılına ait 
aşağıdaki sayılar bu kaynaktan alınmıştır). Sahacanın bir ağzı olup Taymır yarımadasında, 2002 sayımına göre 4.865 kişi 
tarafından konuşulan Dolganca bulunur. Dolganlar, Sahalaşmış bir Tunguz topluluğudur (bk. AWLD). 

Güney Sibirya da birkaç Türk dilinin konuşulduğu bir bölgedir. Burada 1922’de Oyrot ağzına dayalı olarak yazı dili haline getirilen Altayca, 1948’e kadar 
Oyrotça olarak adlandırılmıştır. Bugün konuşur sayısının 65 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Tuvaca da Güney Sibirya’da 2002 sayımına göre Rusya Fe
derasyonu’da 24.2754 konuşuru olan görece büyük dillerden biridir ve Çin ve Moğolistan’da küçük gruplar tarafından da konuşulmaktadır. Ağırlıklı olarakHakas Özerk Cumhuriyetinde konuşulan ve 2002 sayımına göre 52.217 konuşuru 
olan Hakasça, tahminen 35 kişinin konuştuğu Çulım, 2002 sayımına göre 6.210 kişinin konuştuğu Şorca, 1986 yılında yazı dili haline getirilen Tofacanın bugün 
30 kadar konuşur kaldığı tahmin edilen Tofaca gibi bir irili ufaklı Türk dilleri de Güney Sibirya’da konuşulmaktadır. 

Güneye, Kafkaslara indiğimizde Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesi, DağıstanÖzerk Cumhuriyeti’nin Stavropol bölgesinde 2002 sayımına göre 90.020 bin civarında 
konuşura sahip Nogayca; Dağıstan Cumhuriyeti’nin Hasanyurt, Babayurt, Kızılyurt, Buynak, Kayakent, Kaytak eyaletleri ile Mohaçkale çevresindeki altı 
köyde 2002 sayımına göre 458.121 kişi tarafından konuşulan Kumukça, Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesinde ve Kabardin-Balkar Özerk Bölgesinde 2002 sayımına 
göre 302.748 kişinin konuştuğu Karaçay-Balkarca gibi dillerle karşılaşırız. 

Rusya Federasyonu’na bağlı bir cumhuriyet olarak Orta Volga bölgesinde yer alan Tataristan’da konuşulan Tatarca, 7 milyona yakın konuşuruyla Rusya’daki en 
fazla konuşura sahip Türk dillerinden biridir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Tatar aydınların çabasıyla yazı dili olarak gelişmeye başlamıştır. Yine Rusya Federasyonu’nun 
bu bölgesinde 1.379.727’i Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti’nde olmak üzere 1,6 milyon civarında konuşuru olan Başkurtça konuşulur. Başkurtça Tatarcaya 
oldukça yakındır. 

Batıya doğru göç eden ilk Türk boylarından Bulgarların torunları olan Çuvaşların dili olan Çuvaşça, Moskova’nın 600 km. doğusunda özerk Çuvaş Cumhuriyeti’nde 
konuşulur. Toplam nüfuslarının 2 milyona yakın olduğu tahmin edilmektedir. Çuvaşça Kiril alfabesiyle yazılan ilk Türk dilidir. 

Diğerleri 

Bu kalabalık grupların yaşadığı ülkeler dışında da Türk dillerine rastlanmakta-dır. Oğuzcanın en küçük kolu olan ve dilbilimsel açıdan Türkçenin bir ağzı sayılan 
Gagavuzca Moldovya Cumhuriyeti’nin güneyiyle Ukrayna’nın güneybatısında konuşulur. Eski Sovyetler Birliği sınırları içerisinde kalan bu bölgelerdeki Gagavuzların 
nüfusu 1989 yılı sayımına göre 197.000 civarındadır. Ayrıca Bulgaristan’da 5 bin kişilik bir Gagavuz grubu olduğu tahmin edilmektedir. Yine Romanya, Yunanistan, 
Kazakistan ve Kafkasya’da Gagavuzlar yaşamaktadır. Hristiyandırlar. 20 Ağustos 1990’da Moldovya’da özerk bir devlet kuran Gagavuzların ülke adı Gagavuz 
Yeri ve resmi dilleri Gagavuzca, Romence ve Rusçadır. Gagavuzca 1957’de yazı dili olmuş, 1996’ya kadar Kiril harfleriyle yazılmıştır. Gagavuzcanın en belirgin 
özelliği sözdiziminde ve söz varlığında görülen Slavca etkisidir (bk. Menz 1999, 2003). 

Ukrayna’da Kırım yarımadasında Kırım Tatarcası konuşulur. İkinci Dünya Savaşında Almanların Kırım’ı işgal etmeleriyle burada yaşayan 200 bin Tatar Özbekistan’a 
sürgün edilmiştir. Özbekistan’a sürülen Tatarların bir bölümü ise ancak 1967’de alınan bir karardan sonra Kırım’a dönebilmişlerdir. 1989 sayımına göreKırım Tatarlarının toplam sayısı 268.379’dur. Bu nüfusun %51’i Özbekistan’da, 
%16’sı Kırım’da, %8’i Rusya’da yaşamaktadır. 

Karayca Türk dünyasının Kuzeybatı ucunda Litvanya ve Ukrayna’da altı yüz yıl kadar önce Kırımdan buraya gelmiş olan küçük gruplar tarafından konuşulur. 
Sözdiziminde özellikle Slavcanın etkisiyle ilginç değişiklikler ortaya çıkmıştır. Karayca 1930’lu yıllara kadar İbrani, Latin ve Kiril alfabeleri ile yazılmıştır. Polonya 
ve Litvanya Karayları 1930’lu yıllardan itibaren Latin alfabesiyle dillerini yazmışlardır. Litvanya Karayları Sovyetler zamanında Kiril alfabesini kullanmış, 1990 yılında 
yeniden Latin alfabesine geçmişlerdir. 

Sayılan bölgeler dışında bir Türk dilini konuşan bir grubun ana kütleden çeşitli nedenlerle koparak başka bir coğrafyada yaşadığını ve anadilini konuştuğunu veya 
farklı bölgelerde küçük Türkçe varyantlara rastlandığını da unutmamak gerekir.Örnek olarak Afganistan’da, Gürcistan’da, Moğolistan’da, Avrupa Birliği ülkelerinde 
Türkçenin değişik kollarına rastlanmaktadır. 

Farklı Türk dillerinin konuşulduğu bir alan olarak Türkiye’ye de ayrı bir paragraf açmak gerekir. Türkiye dışındaki pek çok Türk topluluğu asıl vatanlarında 
tehditle karşılaştıklarında Türkiye’ye sığınmışlardır. Bu nedenle Türkiye bugün sadece Türkiye Türkçesinin değil, pek çok Türk dilinin konuşulduğu bir alan durumundadır. 
Ne yazık ki bu diller hakkında araştırmalar yetersizdir. Türk dili uzmanları araştırma konusu ararken, çok kolay ulaşılabilir durumdaki Ankara’da, 
Eskişehir’de, Konya’da konuşulan bir kardeş dili yeterince egzotik bulmamaktadır. Oysa bu varyantların araştırılması da tarihi süreçleri anlamamız için büyük önem 
taşımaktadır. 

Keşifler ve Kayıplar 

Türk Dillerinin bir kısmı bilinen zamanlarda keşfedilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ciddi olarak araştırılan, Orta İran’da konuşulan Halaçça, Moğolistan’da 
Cengel Tuvalarının, Kuzey Moğolistan’daki Duhaların dili, İran’da Horasan Türkçesi, Çin’de konuşulan Fu-Yü Kırgızcası bu tür diller arasındadır. İran, 
Çin, Rusya, Afganistan gibi bazı bölgelerde hala yeni keşifler, en azından oradaki dilleri daha ayrıntılı olarak araştırma yapmak mümkün görünmektedir. Yine pek 
çok yerel varyant hala zengin bir araştırma konusu olarak ortada durmaktadır. Yine sürekli göçler başta olmak üzere pek çok neden yeni varyantların ortaya çıkmasına 
sebep olmaktadır. Bunların, örnek olarak Avrupa ülkelerindeki Türkçede gözümüzün önünde gerçekleşen dil değişmelerini araştırmak, tarihte olan süreçleri 
de anlayabilmemiz için önemli veriler sunacak durumdadır. 

Keşiflerin yanında kayıplar da olmaktadır. Bilinen zamanlarda yok olan Türkçe varyantlar vardır. Konuşur sayısı az, konuşma dili olmanın dışında toplum hayatında 
önemli işlevi olmayan küçük diller yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 
Bunların yerini baskın durumdaki diller almaktadır. Halaçça, Karayca, Kırım Tatarcası, Nogayca, Tofaca, Fu-Yü Kırgızcası, Sarı Uygurca, Salarca, Tuvaca’nın Moğolistan’daki 
kolları, Urumca gibi varyantlar da yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 

Sınıflandırma Denemeleri 

Ortak bir ana dile götürülebilen Türk dillerini, yaşadıkları bölgeler, dilsel özellikler, mensup oldukları tarihi boylar gibi ölçütlere göre sınıflandırma çalışmaları 
iki yüz yılı aşkın bir süredir görülmektedir. Bunların en son iki örneği Schönig ve Johanson’a aittir. Schönig üç ayrı makale halinde yeni ölçütler de kullandığı ayrıntılı 
bir sınıflandırma denemesi yayımlamıştır (1997a, 1997b, 1998). Schönig’in tasnifini öncekilerden ayıran en belirgin özellik dil ve diyalektler arasındaki ilişki 
ve etkileşmelere dikkat ederek karşılaştırmalı bir yöntem kullanmış olmasıdır. Bir başka denemede ise Johanson genetik ve tipolojik özellikleri kullanarak, kısa ve 
net bir bölümleme yapmıştır (1998: 82-83). Türkçe olarak yapılan en son tasnif denemesi ise Tekin 1990’dır. Türk dillerini Oğuzca, Kıpçakça, Çağatayca gibi tarihi 
boy adlarına veya yönlere göre sınıflandırma denemeleri de vardır. 

Dil mi Şive mi Lehçe mi Ağız mı? 

Türkiye Türkolojisinde 1980’li yıllardan başlayıp sonraki yıllara damgasını vuran Türk dilleriyle ilgili tartışma konularının başında, Türkçenin farklı kollarının 
nasıl adlandırılacağı gelir. Tartışmalar bir kesimin Türk dilleri arasında lehçe, şive, ağız biçiminde üçlü veya lehçe, ağız biçiminde ikili bir ayrım yaparken karşı görüşün 
bu ayrımları yapmaması, Türkçenin Türkiye dışındaki kollarını da bağımsız dil saymasından kaynaklanır. Tartışmalarda ilgi çekici olan husus, her iki tarafın 
da karşılıklı anlaşılırlık, bilinen veya bilinmeyen dönemlerde ayrışma, yabancı Türkologların Türkçenin kollarını nasıl adlandırdıkları, batı dillerindeki durumla karşılaştırma 
gibi ölçütleri kullanması, ama farklı sonuçlara ulaşmasıdır. Ne var ki tartışmadaki en önemli etken dille değil, siyasi tercihlerle ilgilidir. Tartışmalar o 
zamanın siyasi atmosferi içinde bir tür siyasi çekişmeye dönüştükten sonra yeni ölçütlerle derinleştirilemedi. Oysa bu yapılabilse ve tartışmalar siyasi değil de bilimsel 
zeminde yürüse, dil incelemelerindeki varyasyon araştırmalarına eklemlenebilseydi çok yararlı olabilecek sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Ama bu olmamış, 
Türkologlar arasındaki iki farklı anlayış etrafındaki kutuplaşma, ancak Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan gelişmeler sonucu tartışmaların anlamsız hale 
gelmesiyle ortadan kalkmıştır. Gerçi bugün de terim tercihinde farklı yaklaşımlar vardır. Ancak terim tercihi genç Türkologlar arasında doğrudan bir çatışma zemini 
olarak ortadan kalkmış görünmektedir (konuyla ilgili tartışmaların ayrıntıları için bk. Demir 2006) 


Türk Dünyası ve Alfabe 

Bu yazının genel amacına uygun olarak alfabe konusuna da kısaca değinmek gerekir. Yaklaşık milat yıllarından beri dil verileriyle izleyebildiğimiz süreçte Türk 
dili sadece muazzam bir yayılma değil aynı zamanda yazıldığı alfabeler açısından büyük bir çeşitlilik göstermiştir. Göçler, kültür değişmeleri, farklı dil ve kültürlerle 
ilişkiler, ekonomik ve siyasi nedenler, Türkçe konuşurların kurduğu büyük imparatorluklar gibi sebepler yalnızca Türkçenin kendi içinde sürekli çeşitlenmesine 
yol açmamış, aynı zamanda farklı alfabelerle yazılması sonucunu da doğurmuştur. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar olan alfabe değişikliklerini, daha doğrusu yeni 
alfabelerin benimsenmesini yaygın bir okuryazarlık ve dil planlaması olmadığı için kültürel değişmelerin sonucu olarak görmek gerekir. Yirminci yüzyıldaki değişiklikler 
de kültürel değişmelerin sonucu olmakla birlikte aynı zamanda planlı ve yine de sancılı dil politikalarıyla gerçekleşmiştir. 

Türkçenin yazıldığı alfabeler konusundan söz ederken anadili Türkçe olanların Türkçeyi yazmak için kullandığı alfabelerle ana dili Türkçe olmayanların Türkçeyi 
yazmak için kullandıkları alfabeleri birbirinden ayırmak gerekir. 

Türk dilli toplulukların kullandığı büyük alfabeler, sırasıyla Runik alfabe, Uygur alfabesi, Arap alfabesi, Latin alfabesi ve Kiril alfabesidir. Bunların en uzun 
süre kullanılanı Arap alfabesi, en fazla eser verileni ise Latin alfabesidir. Verilen bu sıralamaya rağmen yirminci yüzyıldaki dil planlaması sonucu değişiklikler dışında 
alfabelerin aynı varyantın yazımında paralel kullanıldığını unutmamak gerekir.Örnek olarak Runik alfabeyle Uygur alfabesi, Uygur alfabesiyle Arap alfabesi aynı 
varyantın yazımında kullanılmıştır. Planlı değişiklikler olan Latin ve Kiril alfabelerinin kullanımı ise aynı zaman dilimine denk gelmekle birlikte, farklı coğrafyalarda 
gerçekleşmiştir. Görece büyük metinlerin yazıldığı bu alfabeler yanında, 9. yüzyıldan itibaren Türkçenin yazımında bir çeşitlenme olduğunu, çeşitli alfabelerin 
farklı varyantların yazımında kullanıldığını vurgulamak gerekir. 

Türkçe sözcükler ilk olarak Çin ve Grek alfabeleriyle yazılmakla birlikte geniş Türkçe metinler ilk olarak Runik alfabeyle yazılmıştır. 8. yüzyılda II. Doğu Türk 
Kağanlığı döneminden ve Uygurlar zamanından kalma taş yazıtlarda kullanılan Runik alfabe Göktürk yazısı olarak da bilinmektedir. Uygur dönemi eseri olan Irk 
Bitig “Fal Kitabı” (bk. Tekin 2004) bu yazının kağıt üzerine yazılmış tek örneğidir. 


Orhon Türkçesini takip eden Uygur dönemi, aynı zamanda ilk alfabe çeşitlenmesinin görüldüğü dönemdir. Başlarda devam eden Runik yazı yanında, bu dönemde 
Maniheizm inancına sahip Uygurlar Manihey alfabesini, Koço ve Kansu Uygurları Brahmi yazısından geliştirilen Tibet alfabesini de kullanılmıştır. Yine 
Sogd alfabesiyle ve Hint kökenli Brahmi alfabesiyle yazılmış bu dönemden kalma küçük metinler de vardır. Ama Uygur dönemindeki asıl yaygın alfabe Soğd yazısından 
geliştirilmiş olan, Türklerin Arap alfabesinden önce en uzun süre kullandıkları ve en çok eser verdikleri, Kaşgarlı Mahmut’un Türk yazısı olarak 
adlandırdığı Uygur alfabesidir. Bu alfabeyle Budizm, Maniheizm ve Hristiyanlıkla ilgili dini metinler başta olmak üzere pek çok eser meydana getirilmiştir. Uygur 
yazısı, 8.-17. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’dan Osmanlı sarayına kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Örnek olarak 11. yüzyılda yazılmış Türkçe ilk islami eser 
olan Kutadgu Bilig’in Viyana nüshası, Fatih Sultan Mehmet’in 1473’te, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a karşı elde ettiği zaferden sonra yazdırttığı yarlık Uygur 
harfleriyledir. 

On birinci yüzyıl, daha önce Müslüman olan Türkçe konuşurlarının yeni dinlerinin kutsal kitabının yazıldığı alfabeyi anadillerini yazmak için kullanmaya başladıkları, 
Türk dili tarihi açısından ilk büyük değişimlerin başladığı bir zaman dilimidir. Bu yüzyılda Türkçe neredeyse bin yıl kullanılacak olan Arap harfleriyle 
yazılmaya başlanır ve Türkçenin konuşulduğu coğrafya genişler. Doğuda Uygurca yerini İslamiyet etkisindeki Karahanlı Türkçesine bırakır. Oğuzca konuşan gruplar 
ise ilk Türkçe metinlerin yazıldığı zamanda Anadolu kapılarına dayanır. Büyük kargaşaların yaşandığı 11.-13. yüzyıllar arası yine de Türkçenin yazımı açısından 
pek verimli değildir, en azından eldeki eserler azdır. Türkçenin doğuda kalan kesiminde Karahanlı Türkçesini 14. yüzyılda Harezm, Altın Ordu, Mısır gibi dağınık 
bir coğrafyada kullanılan Harezm-Kıpçak yazı dili, 15. yüzyıldan yine büyük değişimlerinin görüleceği 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Orta Asya Türklerince kullanılacak 
olan Çağatayca izler. Aynı dönemde Batıda Oğuz boyları 13. yüzyıldan itibaren başlarda Eski Anadolu Türkçesi olarak anılan, daha sonra imparatorluğun 
dili Osmanlı Türkçesine evrilecek olan Oğuzca temelli bir yazı dili geliştirir. Böylece doğuda Orta Asya’daki yerleşik Türk topluluklarının, Özbek ve Uygurların 
ve ayrıca Volga-Ural bölgesindeki Türklerin yazı dili olarak Çağatayca, batıda Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında Osmanlıca olmak üzere aynı alfabeyle yazılan 
iki büyük Türk yazı dili ortaya çıkar. Her iki dil de Arapça ve Farsçadan bolca öge alır, aynı edebi ve kültürel temellerden beslenir. Alfabenin dil içindeki varyantlarıörten yapısının da desteğiyle ikisi birbirini uzun süre etkiler. Örnek olarak Çağataycanın 
“Nevai dili” olarak adlandırılmasına sebep olacak kadar büyük şairi Alişir Nevai Osmanlı şairleri üzerinde birkaç yüzyıl sürecek bir etki bırakır (bk. Kleinmichel 
2006). Aynı şekilde Osmanlı şairleri de doğudakileri etkiler. 

Arap harfleriyle Türkçenin yazımı bu büyük dillerin ortadan kalkmasıyla son bulmaz. Irak ve İran’daki Türk toplulukları, Doğu Türkistan’da yaşayan Yeni Uygur 
ve Kazaklar hala Arap alfabesi kullanmaktadırlar. Uygurlar 1960 yılından başlayarak Kültür Devrimi süresince 10 yıl Latin alfabesini kullanmış, 1983’ten sonra 
yine Arap alfabesine dönmüştür. 

Türkçenin yazımında neredeyse bin yıl kullanılan Arap alfabesinin aynı zamanda kutsal bir değer kazandığını, dini mensubiyeti yansıttığını gösteren yeterince 
örnek vardır. Örnek Olarak Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşan Hrıstiyan gruplar Grek alfabesini kullanırken, Yunanistan’da Müslüman Türklerin Arap harfleri 
ile Yunanca yazdıkları, Osmanlı topraklarında Arap harflerinin kullanımının Müslüman olanlarla olmayanları ayırdığı (bk. Lewis 1984: 421), yine Musevi Ka
rayların İbrani alfabesini kullandığı bilinmektedir. Latin alfabesine geçmeden önceki tartışmalarda alfabenin dini sembol olarak değerine de sıkça gönderme yapılmıştır (bk. Demir 2010: 888 vd.) 

Kıyıdakiler 

Bu büyük yazı dillerinin geçerli olduğu alanın dışında kalan, yazılı ürünlerine çok geç rastlanan Türk dilleri de vardır: Bugünkü Çuvaşçanın öncülü olan 14. 
yüzyıla ait Arap harfli mezar taşları dışında elimizde dil malzemesi bulunmayan Volga Bulgarcası, Kuzey Sibirya’ya çekilen Yakutça; Altaylarda, Güney Sibirya’da, Orta Asya bozkırlarında yaşayan ve Çağataycanın uzağında kalan göçebe, okuma yazma bilmeyen, bu yüzden de Çağataycayı hiç tanımamış Türk toplulukları bunlar arasındadır. 

Ayrıca iki büyük yazı dilinin geçerli olduğu bölgede, Batı Türkistan’ın Yedisu bölgesinde Nesturi Hristiyanlık inancındaki Türkler 13.-14. yüzyıldan kalma 
Türkçe mezar yazıtlarında Süryani harflerini kullanmışlardır. Musevi Karaylar 17.


19. yüzyıllar arasında İbrani alfabesini kullanmışlardır. Yine Anadolu’da Osmanlıca yanında özellikle Ortodoks Hristiyan inancına sahip Türkçe konuşurlarının dili Karamanlıca Grek harfleriyle yazılmıştır. En eskisi 1718’de basılan 500 civarındaki Karamanlıca dini ve dindışı metnin çoğu 18. ve 19. yüzyıllarda yazılmıştır. Ayrıca Ukrayna-Polonya Ermenileri ile Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan Ermeni asıllı Türk vatandaşlarına ait Ermeni harfli Türkçe metinler de vardır. 
Örnek olarak Litvanya, Polonya ve Kırım’da yaşayan Musevi Türklerin kullandığı Karay varyantına ait metinler, Kıpçak Türkleriyle yoğun ilişkileri bulunan 
Ukrayna-Polonya Ermenilerinin kendi dillerini bırakarak Kıpçakların Türkçesiyle konuşup yazmaya başlamaları ve Ermeni Kıpçakçası denilen bir varyantla eser vermeleri de 16. yüzyıla gider. 


***



DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1



DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1




Devlet Yoluyla Kapitalizm 
Ersin DEDEKOCA 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışmanı 
Sayı: 1 / Eylül-Ekim-Kasım  2012 
21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi,


Özet: 

1970’lerden bu yana, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların periferilerinde hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici 
olduğu kapitalizm (market-driven capitalism/free market capitalism) denilen ekonomik faaliyetler ve onların düzenlenme biçiminde devletler, kendi hudutları içindeki hükümranlıklarını, BM ve insan hakları evrensel kurallarına göre kullanmakta ve olayları kontrol etmekteydiler. 

Ancak, küreselleşmenin hız kazandığı 1990’lı yıllardan itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Brezilya, 
Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını görmekteyiz. Anılan yaygınlaşma nın; bazı sektörlerde yoğunlaşmasının yanında, 2000’li yılların başından itibaren de, kamu sermayeli şirketler üzerinden yapıldığı gözlenmektedir. 

Aşağıdaki çalışmada, görünürde “serbest piyasa” karşısına kuvvetli bir rakip olarak çıkan “devlet kapitalizmi” ile ilgili süreç; etkenler, yaygın şekilleri, sonuçları, küreselleşmeye entegrasyonu, ulus devlet egemenlik alanına karşı/birlikte yapılanması ve genel panoramadaki yeri parametreleriyle irdelenmeye çalışılmıştır. 

Anahtar Kelimeler : Devlet kapitalizmi, küreselleşmenin ekonomik boyutu, egemenlik, ulus devlet, ulusal varlık fonları (SWF), uluslararası nitelikli hükümetdışı örgütler (NGO), özelleştirme, sermaye ve emeğin mobilitesi, devletçilik, kamu sermayeli şirketler(SOE), piyasaya müdahale, uluslararası şirketler, şirket kurtarma operasyonu ve sermaye enjeksiyonu. 


















GİRİŞ 

19 ve 20. yüzyıllarda, özellikle Batı ülkelerinden başlayıp, sonrasında tüm dünyayı saran “ulus-devlet” yapılanması, 1980’den bu yana “küreselleşme” olarak isimlendirilen yeni dalga ile kırılmaya çalışılmaktadır. 1929 dünya ekonomik buhranı ve bunun bir ürünü olan “eksik istihdam” sorununu çözmeye yönelik Keynesyen politikaların özü; kapitalizmi kurallara bağlamak (regüle etmek) ve işleyişindeki aksaklıkları “kamu müdahalesi” ile düzeltmekti.1 

İngiltere’de Margaret Thatcher(1979-1990), ABD’de Renald Reagan’un (19811989) öcülük ettiği “ neo-liberalizm”’in hakim olduğu 1970’lerden sonra ise, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların uydularında (periferilerinde) hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici olduğu kapitalizm” süreci başlamıştır. Bir diğer anlatımla, Keynescilikten “monetarizm”e ve neo-liberalizme, açık ya da örtülü güdümlülükten “pazar ağırlıklı çözümlere”, parasal genişlemecilikten “kısıtlılığa”, merkantilizm’den “serbest ticarete” doğru bir dönüşüm gözlemlendi.2 

Bu süreç, kamuya ait ekonomik kurum ve kuruluşlarının hantal ve verimsiz olmaları savı ile başlayan ve 1980-90’ larda ekonomilerde başat rol oynayan “özelleştirme” dalgasını da içine almaktadır. 

Tüm bu özelleştirme dalgasına karşın, yine de devlet sahipli veya kontrollu teşebbüslerin GSMH’ daki payı Afrika ülkelerinde yüzde 50, Doğu Avrupa, Asya ve Güney Amerika’da yüzde 15’in üzerindeydi.3 

Ancak, 2000’li yılların başından itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını; hükümetlerin petrol gibi bazı sektörlerde hakim durumda olduklarını (bu hakimiyet oranı, toplam ham petrol rezervlerinin yüzde 75’ini temsil etmektedir) ve bu devlet kontrolündaki veya özel imtiyazlı petrol şirketlerini kullanarak havacılık, gemicilik, enerji üretim tesisleri, silah üretimi, telekominikasyon, metal, mineral, petro-kimya sektörlerine müdahale ettiklerini görmekteyiz.4 

Batının “piyasa ve demokrasi özellikli liberalkapitalizm”ine karşılık, genelde kaynak zengini ülkelerde görülen ve enerji gelirlerini, sosyal baskıyı azaltmak amacıyla kullanan (aksi halde çıkacak faturanın daha yüksek olacağını biliyorlar) “liberal olmayan kapitalizm” ile, “ihracat destekli-devlet yönlendirmeli kapitalizm” (Çin örneğinde olduğu gibi) şeklinde iki tür öne çıkmaktadır.5 

Genellikle “devlet kapitalizmi” olarak bir süredir literatürde yer alan6 anılan trend; liberal ekonomistlerin “görünmez el (invisible hand)” in hüküm sürdüğü 
görüşüne karşın, “devlet kapitalizmi”nde piyasaya “görünen el (visible hand)”in müdahale ettiği, 1990’ların “asgari devlet” şampiyonluğunun yerinde yeller estiği şimdilerde egemen olduğu belirtilen “devlet kapitalizm”ini çeşitli boyutlarıyla işleyen The Economist Dergisinin 21-27 Ocak 2012 tarihli sayısındaki “özel rapor“7 ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın 19 Şubat 2012’de, Meksika’nın Los Cabos şehrinde yapılan G20 toplantısında yaptığı, devlet kapitalizmi ve ulusal varlık fonları hakkındaki görüşlerini içeren konuşma8 ile daha da güncellik kazanmıştır. 

Anılan raporda, politikacılara “liberal kapitalizm” dönemine göre daha çok “güç” sağlayan ve “yeni elitler” yaratan “devlet kapitalizmi”nin özellikle, “yükselen 
ekonomiler” olarak adlandırılan Çin’in yanı sıra Brezilya, Rusya, Hindistan ve Singapur’da oldukça etkin olduğu; bunun yanında da Güney Afrika’nın da son zamanlarda bu yöne doğru bir kayış içinde olduğuna dikkat çekilmektedir. 

DEVLET ELİYLE KAPİTALİZM SÜRECİ 

“Coğrafi mekan”ın bir yönetim ölçeği olma özelliğini yitirdiği “küreselleşme” fazında, 200 yıldır milli pazarlarda doğmuş, milli sınırlar içerisinde temel bulmuş 
ve başından beri devlet desteğine dayanmış olan kapitalizm ile ulus-devlet arasındaki ilişkinin sonuna gelindiği; bazılarının hükümranlığını güçlendiren, bazılarının otonomilerini azaltan devletler arası yeni bir güç dengesini kurumsallaştığı;9 yoğun yabancı sermaye girişi ile “devletsiz (çokuluslu) firmalar (multinational companies)”ın sayı ve boyutça ulusal ekonomideki payının arttığı; uluslararası ekonomik örgütler tarafından ticaret ve ekonominin şekillendirildiği gözlenmektedir. Keza, yine bu aşamada ulus devletlerin, yetkilerinin bir bölümü ulus-devlet-üstü kurum ve mekanizmalara devredilirken, diğer bir bölümünü de yerel yönetimlere aktarılarak, “ yerelselleşme (desantralizasyon)” olgusu yoluyla da küreselleşmenin desteklendiği, kısaca, iki binli yıllara doğru, “ sanayi toplumundan bilgi toplumuna” geçiş sürecine, “merkezi ağırlıklı yönetim sistemlerinden güçlü yerel yönetime”, “temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye” doğru gelişmelerin eşlik ettiğini10 söyleyebiliriz. Anılan bu süreç, karar alma süreçlerini kısaltarak, merkezi veya yerel yönetimlerin “devlet kapitalizmi”nin yeşerip, güçlenmesi anlamında uygun ortam yarattığı düşüncesindeyiz. 

“Devlet kapitalizmi” aşamasının önceleyen ve besleyen bir diğer gelişmeyi de, ulusal hükümetleri by-pass edip, doğrudan dünya siyaseti ve günceli ile ilgilenen, “ulusal” ile “uluslararası” ilişkisini ve ulusalın “ küresel kurum-kuruluşkurallar”a entegrasyonunu hızlandırmayı amaçlayan“uluslararası nitelikli 
hükümet-dışı örgütler (NGO)”in yaygınlaşması olgusu olduğunu belirtmeden geçemeyiz. 

Ian Bremmer, Çin’in “devlet kapitalizmi”ni, Çin firmalarını yabancı rakiplerine karşı güçlendirmek; yeni iş sahaları yaratarak, istihdamı arttırmak ve ihracat güdümlü modelden, daha çok iç talebe dayalı bir büyümeyi gerçekleştirmek amacıyla kullanacağını; bu sistemin büyük ekonomilerden çok, küçük ve sağlıklı ekonomilerde (Singapur gibi) daha başarılı olacağını; keza, son zamanlarda artan “ekonomideki devlet müdahalesi”nin kalıcı bir gelişme değil, geçici olduğunu; ABD’de yaşananların da, önceden olduğu gibi, devletin bazı sektörle daha fazla ilgilenmesinin bir yansıması olduğunu belirtmektedir.11 

Anılan makalede ayrıca, Batı’da görülen “devlet müdahalesi”nin, hükümetlerin öz rollerindeki bir değişim veya serbest piyasanın yerini almak olmayıp, sadece, serbest piyasa ekonomisinin daha sağlıklı olması için yapılan bir restorasyon çalışması olduğu da vurgulamaktadır. 

Devlet kapitalizmi12 ve “kaynak milliyetçiliği-resourse nationalism” olarak nitelenebilecek olan günümüz gelişmesi, iki tür ekonomi temelli gelişmede kendini göstermektedir: Bunlardan biri; Asya, Rusya ve Ortadoğu yönetimlerinin ülke yabancı para rezervlerini ve tasarruflarını, deniz ötesi varlık alımında kullanmaları (bu konsept yeni bir olgu olmayıp; farklılık, bu konuya ilgi duyan ülke sayısındaki artıştır); diğeri ise, bu devlet fonlarının daha çok stratejik enerji varlıklarına yoğunlaşmalarıdır.13 

Sürecin gelişimine baktığımızda da, SSCB’nin dağılması sonrasında Doğu Avrupa, Rusya ve BDT ülkelerinde, öncesinde 1970’li yılların ikinci yarısında 
Çin’deki piyasaya uyum çalışmalarıyla başlayıp, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya ve Türkiye gibi ülkelerde de yeniden yapılanma süreci sonrası güçlenmeye başlayan, yapılan özelleştirmelerle hızı artan “serbest piyasa ekonomisine geçiş”in sonucunda; 

• Devletin ekonomideki payının küçülmüş, ticaret hacminin artmış, globalleşme sonucu tüketici tercihi ve arz zincirlerinin değişmiş olduğunu, 
• Teknoloji ve doğrudan sermaye akımlarındaki serbesti ve yeniklerin de bu akımı güçlendirdiğini, görmekteyiz. 

Ancak özetlediğimiz bu sürecin yarattığı küresel dengesizlikler (bütçe ve cari açıklar, gelir dağılımındaki eşitsizlik, orta sınıfın zayıflaması, enerji savaşları, kuralsızlaşma, globalde ülkeler arasındaki ”nüfus-paylaşılan ekonomik değerler-uluslararası politik etkinlik”, giderek artan eşitsizlik) ve özellikle finansal piyasaların kendi kendini düzeltme yetisinin olmaması ve söz konusu piyasaların iyi çalışmasının otomatiğe bağlanamaması14 sonucu 2008 yılında yaşanan ekonomik kriz, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ikisinde de, devlet müdahalesi ve/veya devlet kapitalizmi olarak tezahür eden trendi tetiklemiştir. “Devlet kapitalizmi”nin böylelikle, piyasanın işlerliğinin aksadığı durumlarda ekonominin itici gücü haline geldiğini saptamaktayız. 

ABD’de çeşitli form ve kamu kuruluşlar aracılığı ile yaratılan “ devlet müdahalesi”nin (1980’lerin sonundan itibaren) ekonomik büyümenin sonunu getirdiğini, kararları iş sahipleri ve yatırımcılar yerine merkezi yönetimce alınmaya başlandığını ve bunun sonucunda da “daha az üretkenlik” ve daha düşük yaşam standardı” ortaya çıktığını belirten Thomas J.DiLorenzo’dan15 farklı düşünüyoruz. Son dönemde ABD, Avrupa ve geri kalan gelişmiş ülkelerin çoğunda görülen “devlet müdahalesi-state interventionism” dalgasının, son ekonomik krizin yarattığı sıkıntı ve sancıları hafifletmeye, resesyon tehlikesini azaltmaya yönelik olup,16 ekonomiyi yönetmek gibi bir iddia taşımadığını; gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle otokratik rejimlerin hakim olduğu ülkelerde ise, serbest pazar ekonomisi doktrinine reaksiyonu içeren “ağır bir devlet eli”nin hissedildiğini; bu gelişmenin de, uluslararası ilişkileri ve büyük ölçekli ekonomik güç ve etkinin merkezi otoriteye transfer olmasıyla 
global ekonomiyi etkilediği ve etkilemeye devam edeceğini söyleyebiliriz.17 

2004-2008 yılları arasında BRIC ülkeleri orijinli 117 devlet şirketi veya kamu kontrollu şirket, Forbes Global 2000’in, dünyanın en büyük şirketleri listesinde 
yer almış; öte yandan da toplam 239 Japon, Alman, İngiliz ve ABD firması söz konusu dönemde listeden düşmüştür. 2008-09 döneminde şirketlerin başarısızlığı ve bunun sonucunda, daha önce de bahsettiğimiz “kurtarma amacıyla kamu tarafından hisse alınması (government bailout)” hızlanan bir trend kazanmıştır. Kriz sonrası Batı ülkelerindeki yeniden yapılandırma ve kurtarma faaliyetlerinde sermaye enjeksiyonları aşağıdaki grafikte 
görülmektedir:18 


Kaynak: Reshaping The Global Economy, Jean Pisani-Ferry&Indhira Santos. 


Bunun yanında, özellikle Çin’de, anılan ülkenin en büyük, dünya genelinde de beşinci büyük ulusal varlık fonu (SWF) olan 2007 yılı kuruluşlu China Investment Corporation (CIC)’ın 200 milyar Amerikan Doları tutarında Çin Maliye Bakanlığı kaynaklı sermayesi ile, People’s Bank of China’dan kullandığı 410 milyar Dolar tutarındaki kredi ve yeni kamu fonu arayışları19; yine CIC grubuna dahil China Central Huijin Investment Ltd.in de, Çin Hükümeti’den 50 milyar Dolar nakit yardım alması20, şirket kurtarılması veya yaşatılması veya pazar hakimiyetinin kaybedilmemesi bağlamında, farklı bir rejimden örnek olarak bahsedilmeye değer bulunmuştur. Keza, aynı amaçlar gözetilerek, Rusya’nın, National Welfare Fund’dan sonraki ikinci büyük ulusal varlık fonu olan Russia’s Oil Reserve Fund’un, Ocak 2012’de yaklaşık 30 milyar Amerikan Doları tutarında nakit yardım alması, bu bağlamda bir diğer gerçektir.21 

Devletler, kendi alanlarında “yıldız” konumunda olan şirketleri gizli ve açıktan destekleyerek, bu desteğin getirdiği avantaj sayesinde rakiplerine göre hızlı büyümelerinin ve karlarını arttırmanın üstünlüğünü yakalamış oluyorlar. Çin Halk Cumhuriyeti’ne baktığımızda, devletin en büyük 150 şirketin başat ortağı durumuna geldiğini gözlemekteyiz. Diğer yandan, özellikle petrol sanayiinde dünyanın en büyük ölçekli şirketlerinin kamu sermayeli -veya devlet destekli- olduğunu; iletişim, bankacılık, kimya, taşımacılık gibi çok farklı alanlarda bile dünya liderleri arasında kamu şirketleri bulunduğunu görmekteyiz.. Bu şirketler, yeri geldiğinde ‘liberal kapitalizmin’ araçlarını da kullanıyorlar ve örneğin sermaye piyasaları ile entegre olabiliyorlar. Kamu sermayeli şirketlerin hisse değerlerinin toplam hisse senedi piyasası içindeki payları, Çin’de yüzde 80, Rusya’da yüzde 62 ve Brezilya’da yüzde 38’e ulaştığını da ayrıca vurgulamak gerekir. 

Yukarıda belirttiğimiz “uluslararası ölçekte yıldız yaratma” dışında, özelleştirilmiş bir kısım şirketlerin bir araya gelerek, “ölçek ekonomisi”nden yararlanmaları 
ve böylece uluslararsı sularda rekabet güçlerini artırmayı hedefleyen, ağırlıklı olarak Brezilya ve Güney Afrika’da görülen devlet müdahalelerini de bu arada zikretmeliyiz.22 Zaman içerisinde, ekonomideki itici güçleri arttıkça ve sağlamlaştıkça, bu şirketlerin sistem üzerinde birer kambur olmaktan çıkarak kâr merkezi haline geldikleri de ayrı bir olgu olarak saptanmaktadır.23 

Bu sürecin bir türevi olarak, tümü de devletlerin sahip olduğu 14 firma dünya enerji piyasasını kontrol etmekte ve fiyatların belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu realitenin yarattığı “ fiyatları yüksek tutma-enerji zengini devletlerin servetlerinin artması-servet artışı ile birlikte anılan ülkelerin stratejik önemlerinin yükselmesi-sonuçta bu ülkelerin uluslararası arenadaki etkinliğinin yükselmesi-döngüsü sürmektedir.24 Ayrıca kamu sermayeli şirketler birer ‘ulusal ekonomi şampiyonu’ olmanın ötesine geçerek, sınır ötesi şirket satın almaları ile uluslararası arenaya da sıçramış olmaları ayrı bir gerçek olarak durmaktadır. Bir diğer anlatım ve Metin Ercan’ın ifadesiyle, bir yönüyle küreselleşmenin antitezi olarak görülebilecek “devletçilik”, diğer yandan küreselleşmenin içine “entegre” olmuş durmaktadır. 

Bu değişimin finansal krizi derinleştirdiği gibi, global durgunluğu da arttırdığını söyleyen Ian Bremmer, bu sonucun, ABD’nin gücünün azalması veya gelişmekte olan ülkelerin etkisinin artmasından ileri gelmediğini vurgulamak tadır. Ona göre, eğer ülkeler serbest piyasa ekonomisini kucaklamaya devam etselerdi, ABD’in global piyasada düşen payının diğer ülkelerce telafi edilmesi (offset) olasılığı çok kuvvetliydi.25 Öte yandan Joseph E.Stiglitz, zaten gelişmiş ekonomilerde mevcut olan sağlık, enerji, çevre (özellikle küresel ısınma), eğitim, nüfusun yaşlanması, sanayi üretimindeki düşüş, fonksiyonel olmaktan uzak finansal piyasalar, global dengesizlik, ABD’nin büyük rakamlara ulaşmış nakit ve bütçe açıkları nedeniyle uzun süren krizi, mevcut kaynak ve olanakları yanlış kullanan yönetimlerin de derinleştirdiğini;26 özellikle ABD’nin, 2000 yılında yüzde 35, 2009 yılında yüzde 60 olan borç/GSYİH oranının 2019 yılında yüzde 70’e yükselmesinin beklendiğini; bu gelişmelerin de, hükümetin merkez rolünü kuvvetlendireceğini; bundan sonra yapılacak olanın da, piyasa ve devletin rolünün daha iyi balans edilmesi ile, sosyal yapının yeniden inşa edilmesine bağlı olduğunu savunmaktadır.27 

ULUSAL VARLIK FONLARI 

Çalışmamızın önceki bölümünde bahsedilen ülkelerin kamusal kaynakların, diğer ülkelerdeki yatırımlarını genellikle, global yatırım tutarının yaklaşık sekizde 
birini temsil eden “bağımsız varlık fonları(UVF)-sovereign wealth funds”(SWF)28 aracılığı ile gerçekleştirmektedir. Kaynağını, cari fazla veren ve birikimleri gerekli rezervin üstüne çıkan ülkelerden alan ulusal fonlar, son 10–15 yılda toplam değerin aşırı bir şekilde artmasıyla birlikte en önemli bir yatırım aracı haline gelmiştir. 

Yüksek petrol fiyatları ve finansal küreselleşme ile, küresel finansal sistemdeki ülkeler arası dengesizliğin bir türevi29 olan bu süreçte, artışın en önemli iki merkezi petrol zengini Körfez ülkeleri ile, ihracat patlaması sonucu cari fazla veren Asya ülkeleri olmuştur. 1990’ların başında 500 milyar dolar seviyesindeki “ulusal varlık fonları”nın bugün 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu ve IMF’ye göre 2012 yılında 12 trilyon; Lyons Gerard’a göre de 13,4 trilyon Amerikan Doları’na30 ulaşacağı, Stephen Jen’e göre de resmi rezervleri aşacağı tahmin edilmektedir.31 

Emtea’ya dayalı (commodity-based) ve değerinin yaklaşık 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu belirtilen UVF’nın yıllar itibariyle değişimi aşağıda sunulmuş olup, 2012 yılında da artış beklenmektedir.32 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/ Sovereign Wealth Funds Could Be Growing Even Faster in 2012, 23.02.201 


“Hedge fonları”, “ Özel sermaye yatırımları (private equity)” gibi başlıca “alternatif yatırım araçları”nın en önemli fonlayıcısı; hisse senedi ve bono piyasalarında en büyük oyuncu olması beklenen devlet kontrollu anılan fonları33 “ Şeffaf olup olmadıklarına ” göre kategorilendiren bir diğer makalede, bunlardan hakim pozisyon almak isteyenlerle, stratejik olarak önemli iş kollarının sahipliliğinde olanlar için kuşku duyulabileceği belirtilmekte; piyasada devletin, Batılı ülkelere göre daha fazla rol üstlenmesini isteyen ve entegrasyon arzusunda olan ülkelerin ortaya çıkışının üzerinde durulması önerilmektedir.34 


UVF’larına büyüklük parametresinden baktığımızda, başta gelen fonları aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:35 

VARLIK TUTARI ÜLKE FON ADI (milyar $) 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/ 

Toplamı 4,9 milyar Amerikan Doları’na ulaşmış olan “emtea’ya dayalıUVF”nın yaklaşık yüzde doksanını temsil eden yukarıdaki UVF’nın en büyüküçünün Çin (yüzde 27), beşinin Körfez Ülkeleri (yüzde 37), ikisinin de Singapur 
orijinli olduğunu görmekteyiz. Ufuk Korcan’ın da belirttiği gibi,36 SWF Institute’ün hazırladığı yukarıdaki listenin zirvesinde 627 milyar dolarlık varlığı yöneten Abu Dhabi Investment Authority yer alıyor. 

Anılan Fonu, 567.9 milyar dolar ile, 1997 yılında kurulan ve 2005 yılındaki varlıklarının değeri 181.2 milyar dolar seviyesinde bulunan Çin’in devlet varlık fonlarından SAFE Investment Company izlemekte. SAFE, İhracata dayalı büyüme modeliyle varlıklarını büyüten Çin’in SAFE Investment adlı fonu da geçen 6 yılda yüzde 213 artırmayı başarmıştır. 

40 civarındaki farklı ülkeyenin kontrolunda olan ve sayıları 50’yi geçen “ulusal varlık fonları”nın başlıcaları BAE, Norveç, Singapur, Hollanda, Suudi Arabistan, 
Japonya, Kuveyt, Rusya, Çin, Kanada, Hong Kong orijinli37 olup; ulaştığı rakamlar, ulusal varlık fonlarının “devlet kapitalizmi” trendindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. 

DEVLET GÜDÜMLÜ YENİ SİSTEMİN İRDELENMESİ 

Sevinç Akbudak’ın daha önce zikredilen çalışmasında, küresel finans piyasalarında sermaye dolaşımına engel olup, etkinlikten uzaklaştıran “korumacı” niteliğini vurgulamakta; Ian Bremmer ise, bu sürecin ulaştırdığı “devlet kapitalizmi” veya, Bremmer tarafından yapılan başka bir tanımlamadaki “bürokrasi motoruyla çalıştırılan kapitalizm-bureaucratically engineered capitalism”in, devleti “hakim ekonomi oyuncusu” yaptığını ve bu gücün de politik kazanımlarda kullanılma gibi bir haksızlığa yol açtığını belirtilmektedir.38Ancak tüm bu belirtilenlerin yanında, ister petro-dolar, isterse ihracata dönük yapının sonucu olsun, elde edilen cari fazlanın yarattığı aşırı döviz varlığının, tüketim baskısı nedeniyle enflasyona yol açmaması ve ulusal para birimini zayıflatmaması için “ulusal yatırım fonlarına” yatırım yapıldığı gerçeği de gözlerden uzak tutulmamalıdır39 

Öte yandan, bu gelişme sonunda, piyasanın veya global ticari şirketlerin bu devlet rekabetiyle, stratejik şirket hisse alımlarıyla nasıl başa çıkacakları; deniz aşırı ülkelerdeki fikri mülkiyet haklarından (intellectual property rights) yararlanan Çin’in, aynı hakları kendi ülkesinde güvence altına almaması, özellikle ABD’de sorgulanır olmaya başlamıştır.40Bu gelişmelerin sonunda, özellikle piyasa ekonomisinin daha etkin olduğu Batı ülkelerinde “korumacılık” eğilimlerinin de güç kazandığı; bu cephedeki (serbest piyasa) ülkelerin ABD’den öncülük beklentilerinin arttığı görülmektedir.41Bu arada, Rusya, Çin gibi bazı gelişmekte olan ülke yöneticilerinin, kendi devamlılıklarının güvencesi olarak bazı değerli ulusal aktifleri ellerinde tutmak ve bu kaldıracı yüksek tutmak için çalışma gösterdiklerini de söylemek gerekir.42Bremmer’in “politika ve ekonomini kesişmesi”(intersection of politic and economics) olarak nitelediği bu yaşananlara, yukarıdaki iki örnek dışında Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Meksika’yı örnek olarak vermekte; ABD, İngiltere ve Japonya’da da, 2008 krizinden sonra “ Serbest piyasa kapitalizmi ”nin uzun dönem sürdürülebilirliği hakkında tereddütler uyandığını belirtmekte,43 buna ek olarak da, 2008 krizi sonrası en büyük darbeyi, piyasa sisteminin kalesi sayılan gelişmiş ülkelerin alması, buna karşılık Çin, global ticarete daha az entegre olmuş Hindistan, Mısır ile, toksik banka varlıklarına bulaşmamış diğer bazı gelişmekte olan ülkelerin daha az etkilenmelerinin de, serbest piyasa ekonomisi kuramının ve gerçeğinin altını oyan bir diğer faktör olduğu vurgulanmaktadır.44 

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, G20 toplantısında yaptığı ve daha önce sözü geçen konuşmasında, ulusal varlık fonlarındaki, devletin sahipliliği veya 
kontrolünde olan ekonomik birimlerdeki (şirket/girişim) artışın yarattığı ve “devlet kapitalizmi” olarak nitelenen bir oluşumla karşı karşıya olduğumuzu; bunun da, “rekabetçi kapitalizm” için, evrensel boyutta ve rekabetçi koşullardan uzak (devlet desteği, özel koruma vs) bu yeni oluşumlarla mücadele etmesi gibi bir haksızlık yarattığını belirtmektedir. 

Uygulamalarına baktığımızda da gerçekten, devlet kapitalizmi olarak nitelenen bu yeni değişimde, devletin başat ekonomik aktör olarak rol aldığını ve pazarın 
da, siyasi kazanımlar için kullanıldığını görmekteyiz. Diğer yandan, devlet bir kısım şirket ve oluşumları çeşitli yollardan desteklerken, bu desteği alamamış olan özel teşebbüs firmaları zarar görmekte; devlet destekli devler (giants), özel şirketler tarafından genellikle daha verimli kullanılan sermaye ve yetenekli işgücü bolluğu içinde çalışmaktadır. Keza, kamu kontrollu veya sahipli piyasa şirketleri, devlet nezdindeki ayrıcalıkları nedeniyle, özel teşebbüsün kendi olanakları ile oluşturmak zorunda oldukları teknolojiyi, birbirlerini taklit yoluyla kolayca sağladığı da bir diğer gözlenen husustur. 

Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, devlet kapitalizmi veya “devlet güdümlü iş yapma” modelinin homojenlik ve stabiliteyi garanti etmemesidir. Bir diğer anlatımla, devlet kapitalizmi ancak, sistemin uzman/ehil (competent) devlet tarafından yönetilmesi durumunda iyi çalışmaktadır. Ayrıca, 
ülke veya bölge halkının sahip olduğu kültür de sistemin başarısında etkin olmaktave farklı sonuçlar vermektedir. Örneğin, Asya ülkelerindeki güçlü mandarin kültürünün Güney Afrika ve Brezilya’da olmaması; Rusya Federasyonunda Kremlin ve iş hayatına egemen olan güçlerin, eski KGB mensubu bürokratlardan oluşması gibi.45 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

Arap Baharı’nın Rüzgarında '' Osmanlı Arayışı ''



Arap Baharı’nın Rüzgarında '' Osmanlı Arayışı ''


Dr. B. Senem ÇEVİK- ERSAYDI* 

* Siyasal İletişim ve Politik Psikoloji Uzmanı ve 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Politik, Sosyal ve Kültürel araştırmalar 
Merkezi Bilimsel Danışmanı, bsenem@hotmail.com 
Aralık’11 • Sayı: 36 
21. YÜZYIL Sosyal Bilimler Derğisi
Dr. B. Senem Çevik-Ersaydı 


Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ayaklanmalar, “Arap Baharı” olarak ifade edilmekte, tüm halk hareketleri “Arap” kimliği etrafında toplanarak yönetim değişikliklerinin baharla sonuçlanacağını varsayılmaktadır. Yeni yönetimlerin Batı’nın “bahar” tanımına ne kadar uyacağı tartışmalıdır. Kimileri “Arap gururu” veya “Arap Onuru”nu uygun görmektedir. 
Gurur ve onur gerek iç gerekse dış politika açısından büyük öneme sahiptir. Çünkü bu gibi psikolojik etmenlerle bir toplum istenilen yöne çekilebilmekte, toplumsal algılar şekillenebilmektedir. Bu çalışma Arap Baharı olarak adlandırılan hareketlerin iki farklı psiko-politik yönünü ele almaktadır. Birincisi Arap Baharı hareketlerinin yansıtılmayan gerçeği, Türkiye’nin çatışma içine çekilme ihtimali, ikincisi de Arap Baharı ülkelerinde Türkiye’nin mevcut veya abartılmış etkisinin Türk halkındaki izdüşümüdür. 




Ulus Devletlerin Emperyal Hayalleri ve Arap Baharı 

Ulus devlet ile ilgili büyük güçlerden gelişmekte olan ülkelere iletilen tek yönlü mesajlarda bir algı yanılsaması mevcuttur. 
“Ulus devlet bitti” söyleminin gerçekçi olmadığı ve dış politikada sıfır sorun tarzı romantik yaklaşımların yarar getirmediği ABD, Çin, İran gibi bölgesel güçlerin stratejilerinde açıkça belli olmaktadır. Büyük ulus devletler eski emperyal güçlerine kavuşma hayali ile daha küçük ülkelerde nüfuzlarını arttırmak istemektedir. Hegemonyasını İngiltere Krallığı’ndan devralan ABD, gücünü, savaşları psikolojik operasyonlar ile devam ettirerek sağlam bir ulus devlet olmasına borçludur. 

Zakaria, ABD’nin Ortadoğu’da başat güç olduğunu, bölgedeki tüm ülkelerin Washinton ile yakın ilişkileri önemsediğini, petrol, stratejik bağlar ve Amerika’nın İsrail ile özel ilişkisinin bölgede Amerikan müdahalesini mutlak kıldığını ifade etmektedir.1 

11 Eylül sonrasında ABD, İngiltere ve Avrupa’nın asırlık Ortadoğu projeleri yeniden canlanmıştır. ABD açısından radikal eğilimlerin törpülenebilmesi, ehlilleştirilmesi ve zamanla daha ılımlı anlayışların hakimiyeti gerekmekteydi. Tam da bu sırada radikal İslam’ın bir alternatifi ortaya çıkmıştır. Yönetim ve rejim değişikliklerinin “bahar” adı altında anıldığı dikkate alındığında, bölgedeki ilk “bahar”ın Türkiye’de 2002’de gerçekleşen yönetim değişikliği ile başladığını söylemek mümkündür. 
İslami öğeleri barındıran, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nde AKP, hem halkta büyüyen memnuniyetsizliğe hem de Batı’da gelişen tedirginliğe bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. 


Türkiye’deki bu yeni yönetime mesafeli duran ABD’deki muhafazakar çevreler dahi artık daha modern ve ılımlı duruşu ile Ortadoğu’da yegane örneğin AKP modeli olabileceğine kanaat getirmiştir. Batı devletleri Ortadoğu’da “din” olgusunu dışlayamayacaklarına, benzeri modellerle aşırı uçlardan ılımlıya geçişin gerektiğine ikna olmuşlardır. Bu bağlamda, Türkiye laiklik ve demokrasinin yanı sıra dinin sosyal-siyasal hayata uyum sağladığı en başarılı ülke olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya örnek teşkil etmektedir. 

Batı’nın Türkiye desteği ile bölgede yeni bir siyasal yapı ve akabinde yeni bir ekonomik düzen inşa etme niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Obama başkan seçildikten sonra ilk ziyaretlerinden birini Türkiye’ye yapmış, kendisinden önce de Dışişleri Bakanı Clinton’ı göndererek Türkiye’nin Obama dönemi politikalarındaki stratejik konumunu netleştirmiştir.2 

Bu çerçevede Türkiye’nin bir taşeron mu yoksa ekonomik pastadan pay kapmaya çalışan ortak mı olduğu tartışmaları, Arap Baharı olarak lanse edilen olayların bir başka yüzünü gölgelemektedir.3 

Afganistan ve Irak’ın “teröre karşı savaş” propagandasıyla işgal edilmesi yeni emperyal düzenin önemli bir adımıdır. 
Ekonomik kriz, Avrupa’nın içindeki düşmanlık duygularını ve güçlenen ulus devleti ortaya çıkarmıştır. Kendini Avrupa medeniyetinin beşiği olarak gören Fransa ve İngiltere, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sömürgelerini canlandırmak niyetini belli etmektedir. 

Bu bağlamda tarih tekerrür etmekte, eski güçler yeniden dünya siyasetinde yer bulmaktadır.4 

Arap Baharı mı, Yoksa Arap Aldatılışı Mı? 

Tek yönlü bilgi akışı ile zihinleri ve algıları isyanlar lehine yönlendiren propaganda mekanizması bölgedeki bu hareketleri bir uyanış, bahar olarak sunmaktadır. Yüzyıllarca Osmanlı topraklarının parçası olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika gerileme ve yıkılış dönemlerinde İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından işgal edilmiştir. Uzun yıllar bölgede sömürgeci varlıklarını sürdüren 
devletler şimdi Ortadoğu’ya barış, demokrasi getiriyor algısı oluşturmaktadır. 

Oysa ki, Ortadoğu’daki karmaşayı, çatışmayı, otoriter rejimleri yaratan, 1917’de bölgeyi şekillendiren bizzat 19. ve 20. yüzyılın bu emperyalist güçleridir. 


<  Yönetim ve rejim değişikliklerinin “ Bahar ” adıyla anıldığı dikkate alındığında bölgedeki ilk “ Bahar”ın Türkiye’de2002’de gerçekleşen yönetim değişikliği ile başladığı açıktır.  >


Ortadoğu’da İngiltere’nin, Batıcı liderlerin ve İsrail’in kurulmasının Arap dünyasında bir ezilmişlik ve aşağılanmışlığa yol açarak Arap milli kimliğinde bir yaraya dönüştüğü söylenebilir.5 

Arap kimliğindeki Filistin travması yönetim değişikliği ile da göz ardı edilmemeli dir. Dolayısıyla Arap halkının hafızasında Batı ve Batı’nın aleti olan liderleri tarafından aldatılmış duygusu hakimdir. Mısır’da da kırılma noktalarından bir tanesi Süveyş Kanalı’ndaki İngiliz hakimiyeti ve İsrail’in bağımsızlığı olmuş, Arap milliyetçisi Nasır, Arapların kırılan onurunu tamir etmeye çalışmış vizyonu tüm bölgeyi etkisi altına almış ancak Enver Sedat Camp David görüşmeleri sebebiyle Amerika’nın piyonu olarak görülmüştür.6 Ekonomik ve sosyal adaletsizlik ile toplumsal baskı Mısır halkının Tahrir’e giden yolunda tetikleyici unsurlar olmuştur. Bu unsurların yüz yıllık Arap psikolojisi ile birleşmesi meşru nedenleri bulunan halk isyanların katalizorü olmuştur. 

Arap Baharı tartışmalarında Mısır ve hatta Tunus’u, Libya ve Suriye’den ayırmak yerinde olacaktır. Çünkü Tunus ve Mısır’daki yönetimler son ana kadar Batı’nın dostu olmuştur. Zakaria, Ortadoğu yönetimlerinin otoktarik, baskıcı ve yolsuzluğa batmış olmasına rağmen yerlerine geçebilecek alternatiflerden çok daha liberal, anlayışlı ve çoğulcu olduğunu; bu liderler yerine daha İslami yönetimlerin gelebileceği tehlikesini savunmaktaydı.7 

Oysa ki Suriye’de Esad yönetimi Bush döneminde “şer ekseni”nin bir parçası olarak tanımlanmıştır.8 

Kaddafi yönetimi sevilmemekle birlikte son dönemde Batı ile işbirliğine girmiş fakat bu bile onu hazin sondan kurtaramamıştır. 
Bu tutum farkı büyük ulus devletlerin emperyal güç olma hevesi ışığında daha net anlaşılacaktır. 
İran’ın müttefikleri konumundaki Libya ve Suriye’deki yönetim değişikliği, İran’ın köşeye sıkışması, Rusya’nın bölgedeki etkisinin azalması ve ABD başta olmak üzere Batı’nın bölgedeki artan nüfuzu ile sonuçlanmıştır. 


Kaddafi liderliğindeki Libya demokratik bir yönetim olmamakla birlikte diğer Arap ülkelerine göre refah içinde yaşamaktaydı.9 Libya özellikle son yıllarda İngiltere ve İtalya başta olmak üzere Batı ülkeleri ile iyi ilişkiler içindeydi.10 Libya’nın 11 Eylül sonrası teröre karşı duruşu Batı’nın takdirini görmüş, Kaddafi Libya’nın kaynaklarını Batı’ya açmaya başlamıştı. Bunlar hazin sonu engelleyememiştir. Kaddafi’nin Libya’yı “ Özgürleştiren ” saldırılarda hunharca katledildiği görüntülerin bir amacı da Libya’da Kaddafi yönetimine olan desteği söndürmek, bölgedeki liderlere psikolojik baskı kurmak olabilir. 
Verilen mesaj benzeri bir olayın bölgedeki bir başka liderin de başına gelebileceğini “ Korku ” teması ile işlemektedir . 

Libya’yı “özgürleştirme” ve “insani yardımın” ardında Libya’yı sisteme dahil ederek enerji kaynaklarını kullanma, yeni bir saha açma yatmaktadır.11 Nitekim “ İsyancıların ” Kaddafi’yi öldürmesinden sonra İtalya ve Fransa ganimet bulmuşcasına yıktıkları ülkeyi yeniden inşa etmek için yarışa girmiştir. İngiltere Savunma Bakanı Yardımcısı Philip Hammond Libya liderinin öldürülmesinden sonra İngiliz şirketlerine derhal Libya’ya gidip ülkenin yeniden inşasında aktif yer almalarını önermiştir.12 


Suriye’deki Esad yönetimi de baskıcı bir yönetimdir, fakat Bayreyn’den, Suudi Arabistan’dan daha baskıcı olduğu söylenemez.
Bu durum Bush’un şer ekseni tanımlaması bağlamında düşünülmelidir. Medyada Suriye protestolarında Esad yönetiminin 3000’e yakın sivili öldürdüğü iddia edilmektedir.13 

Bu protestolar dünya medyasını tekelinde bulunduran Batı medyası tarafından barışcıl hareketler olarak tanımlanmış; ABD muhaliflere destek verdiğini açıklamıştır. Suriye’deki Londra merkezli Adalet ve Kalkınma Hareketi’ne ve Barada TV adlı televizyon kanalına $6.3 milyon, fazladan bir 6 milyon dolar da muhalif gazetecilere 2006-2010 arasında dağıtılmıştır.14 
Suriye’deki gelişmelerin bir özelliği de muhalefetin kısmen dışarıdan destek görmesi ve karışıklıktan istifade yabancı güçleri ülkeye müdahale etmek için provoke etmeleridir.15

<  İsrail’in kurulması, Arap dünyasında bir ezilmişlik ve aşağılanmışlığa yol açarak Arap milli kimliğinde bir yaraya dönüşmüştür.  >

Batı, Libya ve Suriye’de değişim, demokrasi ve insan hakları arayışında iken Bahreyn’de ve Yemen’de Suudi Arabistan desteği ile ezilen muhalefeti görmezden gelmektedir. Aksine Suudi Arabistan’ın baskıcı yönetimi ABD tarafından 60 milyar dolarlık bir silah satış anlaşması ile ödüllendirilmiştir.16 
Mübarek sonrası İngiltere Başbakanı yanına sekiz silah sanayi -savunma firmasını alarak Mısır’da demokrasi turuna çıkmıştır.17 

Batı’nın Libya ve Suriye’de iki yüzlü davrandığı aşikarken Ortadoğu emellerinin rafa kaldırıldığını beklemek bir hayal olacaktır. 
Bölgedeki etkin güç ABD, Fransa ve İngiltere, Suriye ve Libya’yı kendi ekonomik ve siyasal sistemine katmak istemektedir. 
Türkiye de ya bu dönüşüm içinde Batı saflarında yer alarak ekonomik pastadan payını alacaktır ya da etik gerekçelerle Batı’nın karşısında olacaktır. 
Türk dış politikasının karar yapıcıları neticede Türkiye’nin reel, pragmatik bir anlayış benimsemesini uygun görerek kazananı belli olan tarafta açıkca yer almasını sağlamıştır. Bu politikaların doğruluğu tartışılabilir olsa da, bunlara toplumun onay vermesi de önemlidir. Bu ikna sürecinde Türk halkı Osmanlı rüzgarında savrularak belki de farkında olmadan Türkiye’nin etki alanını genişletme hayallerine onay vermiştir. 

Geçmişe Dönüş 

Yüzyılların verdiği hantallık ve büyük güçlerin Ortadoğu’daki siyasi-ekonomik çıkarları nedeni ile Birinci Dünya Savaşı sonunda fiilen yıkılan Osmanlı İmparatorluğu görkemli tarihi ve hatırlattıkları ile Türk toplumunun tarihi belleğinde önemli bir yer tutmaktadır. İmparatorluğun hatırlanmak istenmeyen yönü kaybedilen topraklar, savaşlar, Balkanlar ve Kafkaslar’dan büyük 
göçler ve neticede çöken bir imparatorluk, yıkım içindeki halktır. 

<  Mazlumun hakkını savunan bir Erdoğan imajı Arap belleğindeki yüz yıllık makus talih algısı bağlamında panzehir etkisi
yaratmaktadır.  >


Yine aynı dönemde, özellikle Osmanlı’nın gerileme döneminden itibaren Türkler ve Müslüman dünyası Batı tarafından hor görülmüş, küçümsenmiş ve aşağılanmıştır. Yüzyılların getirdiği bu hor görülme duygusundan ancak Türk’ün Batı’nın bölgesel emellerini kursağında bırakan bağımsızlık savaşı yani Kurtuluş Savaşı sonunda kurtulabilmiştir. 

Son dönem gelişmeleri, çevresindeki ülkeleri etki altına alabilecek bölgede sosyoekonomik olarak en güçlü ülkenin Türkiye olduğunu göstermektedir. AKP’nin iktidara gelmesi ile partinin dindar imajı gereği Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile yakınlık kurması, bir etki alanı oluşturması daha kolay olmuştur. Bu durum bir açıdan Türkiye’nin kendi emperyal geçmişini de hatırlaması, bu geçmişi kucaklaması açısından önemlidir. 
Son yıllarda Türkiye’nin Balkanlar ve Ortadoğu’daki artan etkisi başarılı bir kamu diplomasisi ve yumuşak güç stratejisinin ürünüdür. Ticaretin gelişmesi, Türk dizilerinin ihraç edilmesi gibi faktörler bu gücü oluşturmaktadır. 

Arap tarihi belleğinde 100 yıllık bir utanç, aşağılanma olan İsrail devletinin kurulması ve bunun son yıllarda Gazze ile sembolleşmesi de önemli diğer noktadır. AKP, Arap halkının bu hassasiyetini iyi kavramış ve tam da Türkiye’nin yumuşak gücünün artmaya başladığı dönemde Ortadoğu ülkelerinin Filistin konusundaki başarısızlığını kendi başarısına dönüştürmüştür. 
İsrail’e karşı kafa tutuyor imajı, Filistin davasını her kulvarda savunması ve dindar imajı Başbakan Erdoğan’ı Arap halkları gözünde karizmatik bir lider yapmaktadır. Bunun yansıması Erdoğan’ın Arap Baharı ülkelerini ziyaretinde açıkça görülmektedir. 

Erdoğan’ın liderlik karizmasını olarak öne çıkması hem Filistin tutumu hem de mazlumun yanında olma imajı arttırmaktadır. 
Türkiye’nin ekonomik ve sosyal anlamda Ortadoğu’da giderek etkinleşmesi, bu paralelde Erdoğan’ı ve Türkiye’yi öne çıkarmakta; ülkenin gelişmişliği ve Erdoğan’ın dindar imajı Türkiye’nin etki alanını arttırmaktadır. 
Arap onurunu savunamamış Batıcı yönetimler yerine gerektiğinde Batı’ya kafa tutuyor görüntüsü çizen, delikanlı imajı ile hem sert hem de şefkatli bir lider olarak algılanan Erdoğan, Türkiye ile özdeşleştirilmektedir. Bu doğrultuda Türkiye’nin artan etkisi, Alman Stern dergisinin Kasım sayısında “ Turbo Devlet ” olarak tanımlanmıştır. 

<  Liderleri Batı önünde hor görülen, ekonomik krizlerden kurtulamayan bir Türkiye yerine lideri takdir gören bir Türkiye toplum psikolojisinde yaraları sarmakta, Egoları Şişirmektedir. >

Türkiye’nin Ortadoğu’daki etkisinin attığı şu son yıllarda yeni Osmanlıcılık sıklıkla gündeme getirilmiştir. 
Türkiye, Batı tarafından devamlı dışlanırken AKP iktidarının dindar imajı ile hizmetleri öne çıkarması, tek hedefin Batı olmadığını, eski topraklara el uzatmak gerektiğini belirtmesi yeni bir kapı açmıştır.18 
Erdoğan’ın Arap ülkelerinde “ İslam’ın kurtarıcısı ”, “ Mısır’da Allah’ın gönderdiği melek ” olarak anılması,19 
Erdoğan nezdinde, Türkiye’yi yüceltmiş ve başarı ihtiyacı içinde olan Türk kimliğinde gurur kaynağı olmuştur. 
Liderleri Batı önünde hor görülen, ekonomik krizlerden kurtulamayan bir Türkiye yerine lideri takdir gören bir Türkiye toplum psikolojisinde yaraları sarmakta, egoları şişirmektedir.

Ortadoğu’daki etki iç siyasette etkin olarak sunularak toplumun kendine güvenmesi, eski emperyal geçmişi hatırlaması sağlanmaktadır. Elbette, Osmanlı geçmişi sürekliliğin idraki açısından önemlidir. Ancak Arap ve Türk belleğinde Osmanlı’nın isyanlarla dolu son yılları hakim olduğundan karşılıklı güven sorunsalı bulunmaktadır. Türkiye’nin yol göstericiliği beğenilse de, ağabeylik yapması, Müslüman aleminin liderliğini üstlenmesi Arap kimliği nezdinde kabul görmeyebilir. Türk kimliği Osmanlı gururunu yaşamak isterken Arap kimliğinin Osmanlı himayesini hissetmek istemesi şüphelidir. 



Kaynak;

1 Fareed Zakaria, The Future of Freedom, New York, W.W. Norton &Co, 2004, s. 151. 
2 Clinton In Turkey, Obama Next To Go, CBS News, 
http://www.cbsnews.com/stories/2009/03/07/politics/main4851650.shtml, 8 Mart 2009, (Erişim 14 Kasım 2011; Turkey Warms to Clinton’s Candor, 9 Mart 2009, 
http://www.csmonitor.com/World/2009/0309/p06s01wogn.html, (Erişim 14 Kasım 2011. 
3 Sami Kohen, “Turkey a Partner, Not a Subcontractor”; UK-Turkey Relations and Turkey’s Regional Role, 14 Ekim 2011, 
http://www.publications.parliament.uk/pa/cm201012/cmselect/cmfaff/writev/turkey/turk05.htm, (Erişim 14 Kasım 2011. 
4 Robert Kagan, The Return of History and The End of Dreams, London: Atlantic Books. 
5 Fareed Zakaria, s. 134; Lloyd C. Gardner, The Road to Tahrir Square, London, Saqi, 2011, s.9,10 
6 Lloyd C. Gardner, a.g.e, s. 23-40; Fareed Zakaria, age, s. 132-141. 
7 Fareed Zakaria, The Future of Freedom, New York, W.W. Norton & Co, 2004, s. 120. 
8 Bush State of the Union Address, CNN.com, 29 Ocak 2002, http://edition.cnn.com/2002/ALLPOLI
TICS/01/29/bush.speech.txt/, US Expands Axis of Evil, BBC News, 6 Mayıs 2002, 
http://news.bbc.co.uk/2/hi/1971852.stm, (Erişim 15 Kasım 2011. 
9 Michael Chossudovsky, “Destroying a Country’s Standard of Living: What Libya Had Achieved, What Has Been 
Destroyed”, Global Research, http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=26686, 20 Eylül 2011, 
(Erişim 5 Kasım 2011. 
10 Tony Blair Libya’ya askeri eğitim, daha az riskli savunma stratejileri ve ekonomik ilişkileri geliştirme önerisinde 
bulunmuştur. Blair and Qaddafi: Tony Blair’s Big Tent, The Economist, 25 Mart 2004, 
http://www.economist.com/node/2545931, (Erişim 5 Kasım 2011) ; İngiltere’nin 2010 döneminde Libya ile 55 
milyon dolarlık silah ve askeri anlaşması bulunmaktaydı. Reza Pankhurst, “Gaddafi, Imperialism and Western 
Hypocrisy”, 22 Ekim 2011, http://www.foreignpolicyjournal.com/2011/10/22/gaddafi-imperialism-and-westernhypocrisy/, 
(Erişim 5 Kasım 2011. 
11 Iftekhar A. Khan, “The Lynching of Libya”, 3 Kasım 2011, 
http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=27441, (Erişim 16 Ekim 2011. 
12 Libya’s Image ‘stained’ by Gaddafi Death-Hammond, 23 Ekim 2011, http://www.bbc.co.uk/news/uk-15420312, 
(Erişim 16 Kasım 2011. 
13 The Syrian Opposition Before and After The Outbreak of the 2011 Uprisings, http://www.gloriacenter.
org/2011/10/the-syrian-opposition-before-and-after-the-outbreak-of-the-2011-uprising/, (Erişim 17 Kasım 
2011. 
14 US Admits Fuhnding Syrian Opposition, http://www.cbc.ca/news/world/story/2011/04/18/syria-united-statesbacking-
wikileaks.html, (Erişim 17 Kasım 2011. 
15 Bayram Sinkaya, İran Suriye İlişkileri ve Suriye’de Halk İsyanı, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 33, ss. 38- 48. 
16 US Confirms $60 bn. Saudi Arms Deal, Al Jazeera, 20 Ekim 2010 http://www.aljazeera.com/news/middleeast/
2010/10/20101020173353178622.html, $60 bn US-Saudi Arms Deal Sends Message to Iran, CBS News, 21 October 2010,
http://www.cbsnews.com/stories/2010/10/21/world/main6977941.shtml, 
(Erişim 16 Kasım 2011. 
17 Prime Minister David Cameron Takes Arms Dealers to Egypt to Promote Democracy, 22 Şubat 2011) 
http://www.dailymail.co.uk/news/article-1359316/Prime-Minister-David-Cameron-takes-arms-dealers-Egypt-promote-democracy.html, 
(Erişim 16 Kasım 2011) 
18 Bkz.Mehmet Şahin, “Türkiye’nin Ortadoğu Politikası: Süreklilik ve Değişim”, Akademik Ortadoğu, Cilt 4, Sayı 2, 2010, ss.9-21 
19 http://www.haberpan.com/news/gods-patron-saint-the-savior-of-islam-erdogan-joyous-welcome-in-egypt