22 Eylül 2016 Perşembe

ORTADOĞUDA İran İç ve Dış Politikası, BÖLÜM 1




ORTADOĞUDA  İran İç ve Dış Politikası,
BÖLÜM 1 



Pınar Arıkan 


Ben sizlere İran’dan, İran’ın siyasal sisteminden, iç dinamiklerinden, biraz tarihinden ve biraz dış politikasından bahsedeceğim. İran, tabii tanım itibariyle Orta Doğu’nun çok da merkezinde yer almamasına rağmen coğrafi olarak, geniş Orta Doğu tanımına ancak dahil edilebilen bir ülkedir. 

    Ancak siyaset itibariyle modern Orta Doğu’nun her zaman merkezinde yer alan bir ülkedir. Bunun nedeni İran’ın tarihinin uzun yıllara dayanan bir emperyal geçmiş üzerine kurulmuş olması, dolayısıyla devlet geleneğini sürdürüyor olması, büyük bir ülke olması, doğal kaynaklara sahip olması, doğal gaz ve petrol rezervleri bildiğiniz gibi, nüfusu vs gibi nedenlerle Orta Doğu’nun siyasi olarak her zaman merkezine oturan bir ülkedir. İran haritada gördüğünüz gibi kuzeyde ve güneyde denizle çevrili yanlarda sıradağlar vardır. Yani İran coğrafyası aslında büyük bir platodur. Buraya İran platosu diyoruz. Çok eski yıllardan beri, milattan öncesi devirlerden beri büyük imparatorluklar, büyük devletler kurulmuş ve pek çok kavmin geçiş noktası olmuş bir coğrafyadır. Milattan önce 550’li yıllarda Büyük Kuroş, Ahameniş imparatorluğunu kuruyor ve bu tarih bugünkü modern İran devletinin de kendini dayandırdığı tarih olması sebebiyle, 2500 yıllık İran tarihi mitinin kökünü teşkil ediyor. Daha sonra, MS 200 yılında bu coğrafyada büyük bir Sasani İmparatorluğu kurulmuş. Sasani İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte, İran’ın İslam öncesi tarihi sona eriyor. Çünkü Sasani imparatorluğunu İslam orduları yıkıyorlar, o da milattan sonra yedinci yüzyıldadır. Bundan sonra ise İran’ın İslam sonrası tarihi başlıyor. İran’ın, İslam sonrası tarihinde en önemli devlet veya imparatorluk Safevi İmparatorluğudur. 1501 yılında kurulan Safevi İmparatorluğu’nun önemli olmasının sebebi Safevi İmparatorluğu, İran coğrafyasında ilk Şii devlet olarak karşımıza çıkıyor. 

Öğrenci: Hocam özür dilerim ama Safevi İmparatorluğu İran devletine ait değil. Safevi’ler tamamen Türk’tür ve Azeri devletidir. 

-Bu çok ayrı bir bir tartışma konusu. Buna isterseniz değinirim sonra şimdi genel bir tarihten bahsediyorum. Yani onun öyle olmasının sebebi İran kültürünü devam ettiriyor olmasıdır. Bu zaten bugün İran’ın bugüne kadar ki sürekliliğini de sağlıyor. Her ne kadar coğrafyada farklı imparatorluklar, hanedanlıklar kurulmuş olsa da özellikle dil ve din açısından kültürün devamı söz konusudur. Buna yapacak bir şey yok, tarihçiler bunu böyle anlatıyorlar. Ama tartışabiliriz daha sonra. 

Öğrenci: Devamı dediniz ama tamamen Türk kültürü ve hatta şöyle söyleyeyim kurucusudur. 

-Evet, aynı dönemde Osmanlı sarayında da Farsça şiirler yazılıyor. Bu çok ayrı bir tartışma konusu, bunu daha sonra tartışalım. Safevi İmparatorluğu dediğim gibi, Şii bir devlet Anadolu’dan gelen Türkmen kabileleri tarafından kuruluyor, o noktada arkadaşımız haklı. Ancak o zamana kadar Sünni geleneği ya da İran’ın yerel dillerini devam ettiren bir coğrafyada, merkezi bir Şii devleti kuruyorlar. Bunu da Lübnan’dan getirdikleri ulemalar yoluyla yapıyorlar. Bir anlamda toprakları Şiileştirmiş oluyorlar. Safevi hanedanlığının bir diğer özelliği de o zamana kadar yer yer merkezi büyük imparatorluklar kurulmuş olsa da sürekli bir devlet söz konusu değil. Safevi imparatorluğu hem Şii olması, hem 
de merkezi imparatorluk olması nedeniyle çok büyük. Bu devlet 1722’de yıkılıyor ve aynı zamanda haritada gördüğünüz gibi bugünkü İran’ın sınırlarını da Safevi imparatorluğu çizmiş oluyor. Bu devlet yıkıldıktan sonra İran platosunda 1722’den 1794’e kadar küçük küçük beylikler dönemi başlıyor. 1794’de Kaçar Hanedanlığı burada bir devlet kuruyor. 1924’te ise 1979’a kadar hüküm sürecek olan Pehlevi Hanedanlığı kuruluyor. 
Pek çok kavmin geçiş noktası olan bu plato bugün dahi pek çok etnik kimliği içerisinde barındırıyor. Her ne kadar İran’ı biz Fars bilsek de, aslında egemen kültür Fars ama pek çok etnik kimlik yaşıyor Kürtler, Azeriler, Farslar, Araplar, Beluclar (5.20), Türkmenler, Kaçkar gibi pek çok etnik kimliğin bulunduğu ve pek çok yerel dilin konuşulduğu bir coğrafyadır. Modern İran siyasi tarihini ise 1800’lü yılların sonundan başlatıyoruz. Bu dönem, İran’da ilk modernleşme hareketlerinin başladığı dönemdir. Modernleşme hareketlerinin ise İran’da iki ayağı oluyor.

Birisi devlet eliyle gerçekleşiyor, diğeri ise entelektüeller yoluyla gerçekleşiyor, aydınların fikirleri yoluyla gerçekleşiyor. 

Devleeliyle gerçekleşen modernleşme biraz Osmanlı’ya benziyor aslında, üst üste alınan yenilgilerden sonra Kaçar askeri modernleşme çabalarına giriyorlar. Bu arada tabii devlet zayıfladığı için, hazine doldurmak için imtiyazlar vermek zorunda, size tanıdık gelecek, yabancılara imtiyazlar verilmeye başlıyor. Ama aynı dönemde yine batı ile etkileşimin artması nedeniyle İran’dan entelektüeller Avrupa’ya ve Rusya’ya gidiyorlar. Oradaki modernleşmeci fikirleri alıp İran’da yaymaya başlıyorlar. 

Bunlar neticesinde 

İran’da pek çok grubun çekişme içinde siyaseti etkilemeye çalıştığı bir dönem başlıyor. Bu çekişmenin ilk örneği, ilk patlak verdiği nokta Tütün Boykotu oluyor. Tütün Boykotu yine Kaçar devletinin imtiyazları nedeniyle ortaya çıkan bir halk ayaklanmasıdır. Bir tütün alma satma ve işleme hakkını bir İngiliz’e vermesiyle ilk patlak veren bir olaydır. Tabii bu İran’lı tütün üreticilerinin zararına bir durum olduğu için protestolar başlıyor. Bu noktada İran’da ilk defa ulemanın da bir protestoya destek verip, ulema dediğimiz din adamları sınıfıdır, protestoya destek verip halkın ve üreticilerin yanında yer almasıyla, şahın 1890 Tütün Boykotu’nda bu büyük imtiyazdan vazgeçtiğini görüyoruz. Bu bize hem 
İran’da bir elit hareketinin iktidara karşı durabildiğini, hem de yabancılara karşı bir duruşun başladığı yani bütün bu emperyalistlere ve iktidara karşı modern İran tarihi boyunca çıkan ayaklanmaların ilk örneğini gösteriyor. Daha sonra tabii Osmanlı meşrutiyetinin de etkisiyle, İran’da da 1906’da bir anayasa devrimi gerçekleşiyor. Az önce bahsetmiştim, entelektüeller batıya gidiyorlar, batı fikirlerini İran’a getiriyorlar, bu arada Şah’ın imtiyazları yerel üreticileri engelliyor. Entelektüeller ve egemen pazar sınıfı bu böyle olmaz biz şahın yetkilerini kısıtlamalıyız, bir taraftan da Osmanlı’da meşrutiyet hareketi anayasa hazırlıkları padişahın yetkilerinin kısıtlanması durumu söz konusudur. İran’da da benzer bir şey 1906 anayasa devrimi ile yaşanıyor. Burada bir kurucu meclis toplayıp anayasa yapıyorlar, anayasa Şah’ın yetkilerini kısıtlayacak bir anayasa, meclise bir takım Şah’ı denetleme yetkileri veriliyor. Ancak tabii iktidar her zaman iktidara sımsıkı sahip çıktığı için Şah’lar da bunu çok güler yüzle karşılamıyorlar, özellikle anayasa devriminin yapıldığı sıradaki Şah’ın vefatı ve bir sonraki Şah’ın tahta geçişi meclisin kapanmasıyla sonuçlanıyor ve 1911’de anayasa hareketi İran’da bir süreliğine sona ermiş gibi görünüyor. Bu arada tabii bu ayaklanmalar Şah’a karşı durma, anayasa hazırlama, meclisin kapatılması beraberinde birçok sosyal iç karışıklığı da getiriyor. Bu durum aslında Kaçar Hanedanı’nın sonunu getiriyor. Bu karışıklık döneminde 1924’te Rıza Pehlevi’nin iktidarı ele geçirip, Pehlevi hanedanını kurduğunu görüyoruz. 1924’te Rıza Şah dönemi başlıyor İran’da ve Rıza şah entelektüellerin fikri Osmanlı’daki modern batılaşma hareketi derken, Atatürk tabii bu arada Türkiye’de başa geçiyor ve modern devlet kuruyor, Rıza Şah da benzerini İran’da yapıyor. Bir Ulus-devlet inşası sürecine başlıyor, o da tabii İran’da merkezileşme ve modernleşme, merkezi otoritenin kurulması dönemi olarak adlandırılıyor. İran’da ulema ve pazar esnafı güçlü sosyal sınıfları oluşturur ve halk hareketlerinin önderliğini yaparlar. Başa gelen iktidarın hem pazarla, hem ulemayla iyi ilişkiler içinde olması gerekiyor, onların çıkarlarına ters düşecek bazı hamleler yaparlarsa bu iki sınıf birleşip iktidara karşı duruyorlar. Rıza Pehlevi de iktidara gelirken ulemanın 
desteğini alıyor, ancak sonra bu modernleşme merkezileşme çabalarıyla birlikte ulema sınıfının yetkilerini kısıtlayacak bazı reformlar yapıyor. Mesela medeni kanunu değiştiriyor daha seküler bir medeni kanun, dini eğitim yapan kurumların yanında seküler kurumlar açıyor, ondan sonra medrese öğrencileri o zamana kadar askerlikten muafken Rıza Şah döneminde askere gidiyorlar, çünkü merkezi devlet kuruluyor ve otoriteye tabi olmaları gerekiyor. Böyle gelişmeler olunca 1941’de 

2. Dünya Savaşı’nda Rusya ve İngiltere de, İran’ı iki taraftan kuzeyden ve güneyden işgal etmesiyle Rıza şahın otoritesi iyice sarsılıyor. Zaten güçlü sınıfların desteğini arkasına almaktan uzak olan Şah, İngiliz ve Rus işgaliyle beraber 1941’de tahttan indiriliyor. Ama bu işgal, sınırlı bir işgal ve İran’da hiçbir zaman tam anlamıyla bir batı işgali veya kolonileştirme dönemi olmuyor. 

Rıza Şah’tan sonra oğlunu tahta geçiriyorlar. 

1941’den 1979’a kadar Muhammed Rıza Pehlevi dönemi başlıyor. Muhammed Rıza da yine babası gibi ulema ile işbirliğine giderek iktidarını kuruyor. Ancak onun döneminde ,1950 ve 1960’lı yıllar dünyada kolonileşmeye sömürgeleşmeye karşı olan hareketlerin popüler olduğu yıllardır. İran’ın da milli kaynakları var, petrol o dönem en önemli kaynak ve petrol yabancılar tarafından işletiliyor. Dolayısıyla İran’da Muhammed Rıza Şah döneminde en önemli gelişme olarak İran petrolünü millileştirme hareketi ortaya çıkıyor. İran petrolünü millileştirmeye çalışan da 1949’da meclise seçilen Muhammed Musaddık’tır. 1951’de petrolün millileştirilmesi yasasını meclisten geçiriyor. Petrolün bütün gelirinin, işleme hakkının vs yerli halkta olması, emperyalist güçlerin bundan hiçbir şekilde pay alamayacak olmaları kabul edilebilir bir şey değildir. 
Ama bu sadece emperyalist güçler değil ülke içinde de petrol satışı üretimi vs. zorluklara düşünce gelirlerde azalma oluyor. Yine bir karışıklık dönemi başlıyor ve bundan yararlanan batılı güçler de bir darbeyle Musaddık’ı tahttan indiriyor lar, hatta o dönem Rıza Şah ülkeyi terk ediyor, kısa bir süreliğine onu geri getiriyorlar ve Rıza Şah iktidarına devam ediyor. O arada büyük güçlerle bir anlaşmaya varıyorlar. Bu olaydan sonra 1963’te modern İran tarihini en çok etkileyen olaylardan biri Muhammed Rıza Şah’ın reform paketidir. Bu reform paketi daha sonradan Ak Devrim olarak adlandırıyor bu da son derece merkezi hükümeti desteklemeye, sekülerleşmeye yönelik bir reform paketidir. Kadınlara 
seçme ve seçilme hakkı verilmesi, toprak reformu, büyük toprak sahiplerinin iktidarını kırmak adına yapılan toprak reformu, ormanların ve endüstrinin millileştirilmesi vs gibi iktidarı ve kaynakları devletin elinde toplamaya yönelik ama aynı zamanda daha seküler bir toplum da yaratmaya yönelik bir harekettir. Tabii bu tahmin edeceğiniz üzere İran’daki güçlü sınıflar tarafından çok da hoş karşılanmıyor. 1960’lara geldiğimizde ismini belki çok duyduğunuz İran devrimi lideri Humeyni’nin Muhammed Rıza Şaha karşı protestoları başlıyor. Bu protestoların en önemli sebebi, 1961 toprak reformu ve 1963’te Ak Devrim, bunlar olurken bir yandan 1964’de Şah, ABD vatandaşlarına da yasal dokunulmazlık tanıyor. Bu durumu, Ulema için ve başka o dönem İran’da aktif olan sosyalist gruplar için kabul edilebilir bir şey değil, bu durum bir ABD vatandaşının suç işlese dahi sorgulanmayacak yargılanmayacak olmasıdır. 

Böyle olunca Humeyni protestoların başını çekerek Şah’ı, hem anayasayı, hem Kuran’ı ihlal etmekle suçlayıp etrafında büyük kitleler toplayıp protesto gösterilerine başlıyor. 
Humeyni tabii cevapsız bırakılmıyor, tutuklanıyor, Şah Humeyni’yi İran’dan sürüyor. Humeyni, 4 Kasım 1964’te önce Türkiye’ye geliyor, Bursa’da 1 yıl yaşıyor ondan sonra Necef’e gidiyor. Necef’te uzun süre medresede dersler veriyor Humeyni, Necef’ten sonra Paris’e gidiyor ve Paris döneminde İran İslam devriminin, hem fikirsel olarak hem de sürekli gönderdiği teyp kasetleriyle halka fikirlerini yaymak suretiyle devrimin alt yapısını hazırlıyor, alt yapısını bu dönemde hazırlıyor. Tabii Şah’ın tek baskı uyguladığı grup ulema veya Humeyni ve yandaşları değildir, solcular da Şah batı kampında olduğu için o dönemde herhangi bir Rus etkisi kabul edilebilir bir şey değil ve İran’ın solcuları Şah tarafından hapislere atılıyor. 
Toplumda büyük bir jurnalcilik var herkes birbirini ispiyonluyor, herkes komşusunu solcu diye bildirdiğinde hapse atılıyor böyle durumlar 
söz konusu . 

Dolayısıyla bir sosyal karışıklık, belirgin bir muhalefet derken 1979’a geldiğimizde bu sürecin bu karışıklığın doruğa çıktığını görüyoruz. 1979’da orduda yine bazı olaylar var. 

1979’da 15 Ocak’ta artan gerginlikler sonucu pek çok gösteriler kanlı olaylar yaşanıyor. 

Protestoculara Şah’ın askerlerin ateş açmasıyla 15 Ocak’ta Şah ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Onun ardından da 1 Şubat’ta Humeyni Paris’ten, İran’a 
dönüyor ve daha geleneksel grupların ortaya çıkması İran Devrimi’nin İslamcı tonunun da belirgin olmasında en önemli nedenlerden biridir. 

Diğer bir neden de daha önce bahsetmiş olduğum Şah’ın Ak Devrimi. 11 Şubat 1979’da Humeyni ve arkasındaki büyük devrimci koalisyonla birlikte İran Devrimi’ni ilan ediyorlar. Tabii devrimin pek çok nedenleri var. Ama
bunların en önemlileri yaşanan bu reform ve modernleşme çabaları sonucu köyden kente önemli miktarda bir göç dalgası yaşanmasıdır. Köyden kente göç de tabii şehirlerin sosyal yapısını değiştirdi. 

Kentte kırsal değerlerin hakim olması ve daha geleneksel grupların ortaya çıkması, İran devrimini İslamcı tonunun da belirli olmasında en önemli nedenlerden biridir. Diğer bir neden de Şah’ın Ak Devrim’inden bahsetmiştim pazar esnafının güçlü bir sosyal grup olarak İran’da aktif olduğundan, pazar esnafı Ak Devrim sonucu imtiyazlarını kaybettiğinden onlar da şaha karşı muhalefetin yanında yer alıyorlar. Tabii bu arada Şah’ın artan baskıcı uygulamaları halkı muhalefette birleşmeye itiyor ve entelektüeller de yine İran’ın entelektüelleri diktatör şah rejimine karşı devrimcilerin yanında yer alıyorlar. Ordu da devrimcilerin yanında yer alıyor 1979 öncesinde şaha karşı büyük bir koalisyon kuruluyor. Dolayısıyla Şah ülkeyi terk edip, Humeyni ülkeye döndüğünde İslam Devrimi’nin zaferini ilan edebiliyorlar. Tabii bu dönem daha İslam devrimi değil İran devrimi, İslamileşmesi daha sonra olacaktır. Devrime katılan gruplar içinde din adamları, radikal İslamcılar, liberaller yer almakta ve 
önemli ölçüde destek alan bir grup, milliyetçi gruplar, solcu gruplar hepsi Şah’a karşı birleşmiş durumdalar. Uzun bir süre Humeyni Fransa’da ikamet etmişti. Fransa’da İran’lı öğrencilerle birlikte bir devrim konseyi kurmuştu. Humeyni, devrim olduktan sonra da bu konsey İran’a gelerek İran’ın kurucu meclisini oluşturmak için çalışmalara başlıyorlar. Referandum yapılıyor. 30 - 31 Mart’ta halka İslam cumhuriyeti isteyip istemedikleri soruluyor. İlk defa İslam cumhuriyeti burada telaffuz ediliyor. 

Halk da kabul ediyor, yüzde 98.2 çoğunlukla ile İslam cumhuriyetine evet diyor. Daha sonra kurucu meclis anayasa taslağı hazırlıyor ve halkoyuna sunuluyor, anayasa taslağı ve yüzde 98 oyla yine anayasa kabul ediliyor. Anayasada neler var? İslam Devrimi’ni dini yapan unsurlar da devrimci ve halkçı yapan unsurlar da anayasada yer almaktadır. 

Bunların en önemlisi velayet-i fakih kurumudur. 

Velayet-i fakih kurumu Humeyni’nin tamamen Şii düşüncesine getirdiği yeni bir yorumla, ulemanın daha önce doğrudan iktidarda olmayı reddeden ulemanın, iktidarda olması gerektiğini, çünkü adil bir yönetimin yokluğunda bu adaleti maksimum düzeyde ancak ulema düzeninin sağlayabileceğini iddia ederek, din adamlarının bilfiil yönetimde olması teorisine dayanan ve İran sistemini İslamileştiren bir teoridir. Anayasada siyasal sistemin en tepesinde bir kurum olarak karşımıza çıkıyor ve bir din adamı tarafından işgal edilen bir pozisyondur. 
Görevleri çok fazla dediğim gibi zaten sistemin tepesindedir. Rehber yani velayet-i fakih kurumunu işgal eden rehber adı verilen kişi ulemadan olan kişi devletin genel siyasetini belirlemeden yasama, yargı, yürütme arasındaki ilişkiyi kontrol etmeye, silahlı kuvvetlere komutanlık etmekten, savaş-barış-seferberlik ilanı gibi düşünebileceğiniz devlete ait bütün genel siyaseti belirleme yetkisine sahiptir. 
Ancak fakih de kendinden menkul bir şekilde o makama çıkmıyor onu seçen bir uzmanlar şurası var. Uzmanlar şurası halkoyuyla seçilen bir şuradır, sekiz yıllığına seçilen şura, uzmanlar şurası ve müçtehidlerden oluşuyor, yani din adamları, bu şura da rehberi velayet-i fakih kurumunu işgal edecek ulemayı belirliyorlar. İran sistemi hem İslami, hem halkçı daha doğrusu cumhuriyetçi, hem dini meşruiyete dayanıyor, hem halkın oyundan aldığı meşruiyete dayanıyor. Dolayısıyla birbiriyle çatışan kurumların bir arada işlemeye çatıştığı bir sistem. Velayet –i fakih zaten dini meşruiyetin en belirgin olduğu ve bize bunun böyle olduğunu anlatan kurum. Daha sonra uzmanlar şurası da 
her ne kadar halkoyuyla seçilse de din adamlarından oluşuyor ve onlar aralarında toplanıp, en tepedeki kişiyi belirliyorlar, bu da dini bir kurum. 

Koruyucular şurası seçilmeyen bir grup, bir kurum altı kişiden oluşuyor, bu şura meclisin yasalarını denetliyor, İslami bir anayasaya uygun olup olmadığını denetliyor ve seçim yapılacağı zaman da seçimlere katılacak adayların onayını veriyor. Yani koruyucular şurasının seçilmemiş bir organın onayını almadan hiçbir kişi seçimde aday olamıyor böyle bir tezatlık var. İslami şura meclisi sistemin en halkçı kurumlarından birisi çünkü doğrudan halkoyuyla seçilen dört yıllık süre için iş başına gelen ve kanunları yapma yetkisine sahip kurum. 
İslami şura meclisinin başında cumhurbaşkanı var, cumhurbaşkanı da yine halk egemenliğinin en iyi temsil edildiği kurumlardan birisi çünkü o da doğrudan halkoyuyla seçiliyor, 4 yıllık süre için yürütmenin başı, hem meclisin, hem rehbere velayet-i fakih kurumuna karşı sorumlu ve ülkenin iç ve dış politikasını yürüten kişidir. 

Yargı biraz daha karışık yargı erki görevine atanırken İslami ölçütler göz önüne alınıyor. Tabii bu sistem bu şekilde oluşturulduktan sonra da devrimin liderin önderi ve devrim sürecini yönetmiş devrimi yapmış ve sistemi kurmuş olan kişi Ayetullah Humeyni ilk rehber olarak İslam cumhuriyetinin lideri seçiliyor. Hem seçilmiş, hem atanmış ve hem halkın belirlediği,hem ulemadan gelen kurumlar olunca bu kurumların bir arada işlemesi zaman zaman çok zor bir hal alıyor. Örneğin meclis yasayı yapıyor ama onu onaylayacak olan din adamlarından oluşan atanmış bir kurum var Koruyucular Şura’sı, arada tabii çatışmalar çıkıyor. 

Dolayısıyla bu sistemi daha işler kılmak için düzenin yararını teşhis heyeti diye de bir kurum oluşturmuşlar. Bu da iki kurum arasında yasaların yapılması konusunda çıkan anlaşmazlıkları çözmek için başvurulan ve kararının nihai olduğu yani onların onaylıyoruz dediği yasanın onaylandığı bir ara bulucu kurumdur. Ülkenin güvenlik ve dış politikasını özellikle güvenliğe dayalı siyasetini ise güvenlik konseyi belirliyor. 

Bunun da lideri rehber. Dış politikaya baktığımızda yine anayasaya göre gidiyoruz, anayasaya göre her türlü tahakküm ve tahakküm altına girmenin 
reddiyle prensip olarak başlıyor. Bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün korunması temel hedef. Bütün Müslümanların haklarının savunulması anayasada olan bir maddedir. Savaş yanlısı olmayan devletlerle karşılıklı barışçıl ilişkiler kurma prensibi de anayasal bir politika prensibidir. Tabii bir devrim yapıldığı için ülkenin kaynaklarını korumak bir de emperyalist güçlere karşı mücadele eden bir gelenek var, ülkenin doğal kaynaklarını korumak, iktisat, kültür ve diğer konularda yabancı tahakkümüne yol açan her türlü anlaşmayı yapmak uygula mak anayasada yasaklanmış durumdadır. Diğer bir dış politika prensibi de başka milletlerin iç işlerine karışmamak ancak ezilenlerin ezenlere karşı hak 
mücadelesini yeryüzünün her noktasında desteklemek. Çok sosyalist görünen bir prensip, bir nebze öyle çünkü İran’da bir önemli grup da sosyalist İslamcı gruplardır. Bu gruplar bu ilkeyi sonuna kadar destekliyorlar ama bu ilke, aynı zamanda devrim sırasında bütün devrimci koalisyonun desteklediği bir ilkedir. İran devrimini de ezilmiş halkın ezen diktatöre karşı başkaldırısı olarak yorumluyorlar dolayısıyla İran devrimini yapanlar devrimci idealle bütün dünyada biz ezilenleri ezenlere karşı destekleyeceğiz diyorlar. Dış politika yapımında etkili olan aktörler dışişleri bakanlığı, cumhurbaşkanı, yüksek güvenlik konseyi, meclis ama hepsinin tepesinde de rehberdir. Anayasal sistemde de aynı şey geçerlidir. 

Biraz da devrim sonrası siyasi gelişmelerden bahsedelim. 

Devrim sonrası 79-89 arasında, 1989 Humeyni’nin ölüm yılıdır, Humeyni’nin iktidarında her ne kadar başbakan ve cumhurbaşkanı seçilse de ülkede karizmatik kişiliğinden ve devrimci liderliğinden ötürü bütün politikayı belirlediği bir dönemdir. 79-81 ve 81-89 iki farklı dönemdir İran’da. İlk üç yıl 79-81 arası biraz daha ılımlı bir politika izleniyor çünkü o yıllarda bütün devrimci koalisyon üyeleri ülke siyasetinde aktifler. 

Dolayısıyla bir plüralizm var toplumda herkesin söz söyleyebildiği herkesin farklı fikirlerinin yarıştığı bir dönemdir. 81-89 arası ise radikal dönem diye adlandırdık çünkü artık devrimci fikirler bir takım gelişmelerle yavaş yavaş siyaset sahnesi dışına atılıp, İslam ulemanın din adamlarının otoritesinin keskin bir şekilde yerleştiği yıllardır. Bu dönemde devrimci gruplar arasında bahsetmiştim bir İslami dine dayalı gelenek var, bir de halka dayalı gelenek var. 79-89 arsında da bu iki gelenek çok canlı yaşıyor. Çünkü Elitist ve halkçı eylemler görüyoruz. 
Elitist daha muhafazakar geleneksel sağ nihai egemenlik Allah’a ait, din adamları dini esasları en iyi bilen kişiler dolayısıyla halkın üzerinde yönetme yetkisine sahip kişilerdir. Ülkede şeriatın katı bir yorumu uygulansın diyorlar. 

Ekonomik alanda ise bana çok ilginç gelmişti bana, özel mülkiyeti savunuyorlar bunu da dine dayandırarak savunuyorlar çünkü din özel mülkiyeti destekler. Dolayısıyla bu gruba göre halkçı politikalar biraz geri plandadır. Halkçı eğilim ise tam tersine İslam devletinin temeli vatandaşları ile devlet arasındaki anlaşmaya dayalı diyen gruptur. Buna göre vatandaşlar egemenlik haklarını yasaları yapacak olan seçilmiş temsilcilere devrederler. Radikaller daha çok anayasal cumhuriyet vurgusunu yapıyorlar İran İslam Cumhuriyeti’nin daha merkezi 
devlet, zenginliği bütün halka eşit yayan zenginden alıp fakire veren bir siyaset güden bir devlet olsun istiyorlar. Sosyal ve kültürel konularda ise İslam’ın katı yorumunu isteyenlere göre biraz daha ılımlı, daha açık sosyal politikalar savunuyorlar. Humeyni döneminde dış politikaya baktığımızda yine iki döneme ayırmak mümkündür. 79-81 yılları, burada tabii devrim yapıldı, eski iktidar batı bloğundaydı ama yeni iktidar tam bağımsız olacak, böyle bir ideal var. Batı bloğundan çıkılacak, bağlantısızlık hareketiyle bağlantıya geçiyorlar. Ne doğu,ne batı, İslam cumhuriyeti temel sloganıdır. Bu dönemde Anti- emperyalizm çok vurgulanan bir dış politika vizyonudur. 81-89 arasında ise yine anti emperyalizm, soğuk savaş dönemi, doğuya da batıya da ait değiliz, biz kendimize özgü bir devrim yaptık, biz ilk defa İslam devrimi yaptık ve İslam cumhuriyeti kurduk dolayısıyla iki tarafla da işi olmayan bir politika izliyoruz iddiası söz konusudur. Dolayısıyla bu biraz yalnızlığı getiriyor ama Bağlantı sızlar Hareketi ile olan ittifakları da üçüncü dünya ile politikaların benimsenmesini getiriyor. Devrimin idealizmiyle beraber çok önemli bu yıllarda İslam devriminin diğer tüm Müslüman ülkelere örnek olması gerektiği yönünde bir düşünce var. Çünkü adil düzeni kurma çabası tam bir idealizm dolayısıyla bizim bu devrimimiz bütün Müslüman ülkelerine ihraç olacak ve diğer Müslüman ülkeleri de bizim gibi toplumla barışık bir İslam cumhuriyeti kuracaklar ideali var. Bu dönemin en önemli olayı İran- Irak savaşıdır. İran yönetimi, bunu devrimci savaş olarak adlandırıyor. Bu savaş ülke güvenliği vatandaşların güvenliği söz konusu olduğu için topraklara doğrudan bir saldırı olduğu için rejimin kendini konsolide etmesine neden oluyor. Bu savaş sayesinde önemli ölçüde toplumdaki liberal, solcu diğer gruplar siyaset sahnesinin dışına atılıyorlar ve savaşı idare eden komutanlarla beraber ulemanın iktidarı tamamen sağlamlaşmış oluyor. 1989’da ise Humeyni’nin ölmesiyle artık rehberin değil cumhurbaşkanlığının ülkedeki genel durumu daha fazla belirlediği bir dönem başlıyor. Rafsancani ilk cumhurbaşkanı,Humeyni öldüğü için yerine bugünkü rehber Hamanei seçiliyor, Hamanei özellikle o dönemde ulemanın içinde güçlü bir insan olmadığından dolayı oldukça zayıf kalıyor ve Rafsancani daha agresif bir şekilde ülkenin siyasetini yönlendirmeye başlıyor. Bugün artık öyle değil Hamanei’de iktidarını 
sağlamlaştırarak çeşitli gruplarla koalisyonlar kurarak bugün daha belirgin bir konuma gelmiş durumdadır. Ama 89-97 arasında Rafsancani savaştan çıkan ülkenin yeniden yapılandırılmasına dair bir vizyonla cumhurbaşkanı seçiliyor. Yeniden yapılandırma devletin ekonomide ağırlığını getiriyor, 5 yıllık kalkınma planları hazırlanmaya başlanıyor, ülke tamamen savaş yüzünden yıkılmış mahvolmuş durumdadır ve bu süreci onarmak istiyor. Rafsancani’nin bu dönemde İran siyasetinde çeşitli görüşleri var. 

2 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


..

20 Eylül 2016 Salı

Orta Doğuda Demokrasi ve Demokratikleşme



Orta Doğu’da Demokrasi ve Demokratikleşme


Orta Doğu’da Demokrasi ve Demokratikleşme.,
Yrd. Doç. Dr. Erdem Özlük



Ortadoğu’da demokrasi ve demokratikleşme konusu çerçevesinde öncelikle Arap Baharı ve devrimler hakkında ayrıntılara değinmeyeceğimi belirterek başlayayım. 

Bunun iki nedeni var. 

İlki program kapsamında Arap devrimi ile ilgili tartışmalar yapıldı. İkincisi ise bu tip gelişmeleri devrim olarak adlandırmak için, sağlıklı bir okuma yapmak
için biraz daha zamana ihtiyacımız olduğunu düşünenlerdenim. Devrimlerin başladığı 17 Aralık 2010’a kadar geçen süreçte Ortadoğu’nun geldiği süreçte demokrasi konusundaki çetin sınavının hikâyesini anlatmaya çalışacağım.




Üç farklı Ortadoğu tanımı vardır. Geniş anlamdaki tanımı yaparsak 23-24 ülkeyi katarak Kuzey Afrika ve Batı Sahradan Türkiye’yi de içine alarak Pakistan’a kadar uzanan, Güneyde Yemen ile Orta Asya ülkeleri ve Kafkasları da içine alarak yapabiliriz. Ya da etnik temelli Arap Ortadoğu’su denilebilir. Bunlarında yanında benim de tercih ettiğim dar anlamda bir Ortadoğu tanımı vardır. Batı da Mısır’dan başlayan Yemen’i içine alan İran’a kadar uzanan Afganistan’ı dâhil etmeden Türkiye’yi kısmen içine alan bir tanım kullanabiliriz.

Diğer bir sorun ise Demokrasi tanımıdır. Bu zor fakat eski olan kavram bundan 2500 yıl kadar önce Perikles’in Cenaze Evi söyleminde dile getirdiği (isonomia ve isegoria) Eşitlik ve Özgürlük’ün 2500 yıllık bir biyografisi olan bir kavramdır. Ama 1990’lı yıllardan sonra dünyanın farklı bölgelerinde farklı coğrafyalarında demokrasi ve demokratikleşmek kavramı uluslararası ilişkiler öğrencileri için en temel ve en popüler konularından biri olmaya başladı. 
Kavrama ilişkin tartışmalar ve söylemler kavramların tanımlamasını da oldukça zorlaştırdı. Buna dair birkaç isim zikredecek olursak Shumpert, Samuel Huntington, Robert Dahl gibi bir sürü isim vardır. Bu isimlerin vurguladığı birçok söylem vardır. Bunlardan en önemlisi özgür, adil ve yarışmacı seçimlerdir. Özgür
ve adil seçimler demokrasi için sürekli yapılan vurgulardan biridir. Ama yeterli değildir. Daha fazlasına ihtiyacımız var. Ortadoğu’da demokrasi ve demokratik leşme olarak anlaşılan şey genellikle çoğunluğun yönetimi olarak anlaşılır. Bu doğru değildir. Bu durum özellikle Türkiye dede yapılan tartışmalarda da tıkanmamıza neden oluyor. Yaklaşık 1 asra yakın geçmişe sahip olmamıza rağmen Türkiye’deki demokrasinin konsolidasyonu yani bütün kurum ve kavramları ile demokrasiyi özdeşleştirmekten bahsediyorum. Demokrasiyi konsolide edebilmek için

Przeworski, demokrasiyi (The Only Game in Town) şehirdeki tek oyun olarak tanımlar bunun anlamı demokrasiyi tüm kural ve kurumlarıyla özümsemek demektir. Eğer demokrasiyi Ortadoğu’daki gibi çoğunluğun yönetimi olarak algılarsak neden bu kavramın bölgede oturmadığının cevabını ilk etapta vermiş oluruz.

Demokrasi aslında özgürlük, eşitlik, çoğulculuktur. Bu üç unsuru bünyesinde barındıracak önemli bir isim bize mihmandarlık eder; Jürgen Habermas. Eleştirel teorinin yaşayan en önemli ismidir. Demokrasiyi tanımlarken dört unsura vurgu yapar. Bunlardan ilki, bir merkez ve çevre ilişkisidir. Uluslararası ilişkilerde Marksist bakış açısının (bağımlılık ekolü veya yapısalcılık olarak da kullanılır), kalkınma ve azgelişmişlik sorununu tanımlamak için kullanıldığı merkez ve çevreden farklıdır buradaki merkez ve çevre. Habermas ayrıca bir kamusal alandan ve hukuk düzeninden bahseder. Gerçek anlamda bir toplumun demokratik olarak tanımlanabilmesi için ve Ortadoğu’nun her anlamda demokratikleşmesi için Habermas’ın kullandığı anlamda demokrasinin boyutlarının karşısında bir tik atmak gerekir.

Merkez dediği sistemik olarak kurumsallaşmış yasama, yürütme ve yargıdan bahseder. Genel olarak devletin erklerinden bahseder. Bunların birbiri ile sistematik olarak çalıştığı kurumsallaşmış bir yapısı olması ve bu erklerin ayrı olması lazım. Dünyada en iyi işleyen demokrasilerde erkler farklı güçlerin altındadır. Bugün ABD beğensek de beğenmesek de dünyanın en demokratik ülkesidir. Bizlerin Ortadoğu’da gördüğü ABD böyle olmasa bile kendi içinde erkleri sürekli ayrı tutması ve bunların birbirlerini kontrol-denge altında tutması ABD’yi demokratik kılar. Fakat bir ülkenin demokratik olarak tanımlanması için merkezde yer alan güçlerin kurumsallaşmış olması ve erklerin birbirlerini kontrol-denge altında tutması yetmez. Bunu dışından işleyen kurumların ve yapıların olması lazımdır. İşte bunlara Habermas çevre kurumları denir. Bunun
başında sivil toplum gelir. Bir ülkede eğer güçlü bir sivil toplum yoksa demokratikleşme var diyemeyiz. 2010 yılında yapılan araştırmada dünyadaki
67 farklı ülkenin demokratikleşme tecrübeleri maceraları analiz edilirken 54 ülkenin demokratikleşmesinde sivil toplum kuruluşlarının birincil planda katalizör olduklarını, ampirik olarak yapılan araştırmalarda ortaya konulmuştur.

Çevreyi oluşturan bir diğer etken de akademik dünya yani düşünenlerden oluşur. Avrupa’nın tarihsel evriminde bu önemli bir noktadır. Batını üstünlüğünden bahsederken bunun nedenleri ve gerekçeleri ile farklı hikâyeler var. Avrupa’nın karanlık çağ dediğimiz dönemden bir sonraki aşamaya geçmesi bir değişim-dönüşümdür. Bunu sağlayan kriterler vardır.

Mesela önceden Avrupa’da olan feodalizm sistemi vardı. Bu sistem, üretim, toprak, kişisel ilişkilerden oluşan bir sistemindir. Bugün Avrupa Konseyi’nde yaklaşık 47 devlet var. Bundan 400-500 yıl kadar önce Avrupa’da siyasal birim sayısı bu rakam 500’ün üzerindedir. Fakat zamanla Vestfalya Barışı’nın yaratmış olduğu etki ile birlikte bu feodal yapıdan bugün ki modern devletler oluşmaya başlamasıdır. Buda en büyük etken oluşan yeni sınıfların yavaş yavaş şekillenmeye başlamasıdır.

Feodalizmde en temel sınıf, dua edenler yani kilisedir. Sistemi yöneten onlardı; haç olmadan taç olmazdı. İkincisi savaşanlar vardı. Ve son olarak çalışanlar vardı. Feodalizm kabaca bu üç sınıfla tanımlanabilir.
Daha sonra bu sınıflara yenileri eklenmiştir; sanatçılar. Sanatçılar bir toplumun modernleşmesinde en önemli katalizörlerdi. Bizler Avrupa tarihinde Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform hareketlerinin olduğu dönemler yeniden doğuş olarak anlatılır. Bu eksik bir anlatımdır. 

Eğer bu dönüşümü sadece sanat ve edebiyat olarak tanımlanırsa onu etkilerini belirli bir alana hapsetmiş olursunuz. Aslında daha fazlasını  ifade eder.
Bir sanatçının yaptığı heykel- resim içinde bulunduğu toplumu yansıtan değiştiren büyük bir etkendir. Bu etken Avrupa’yı dönüştüren en büyük
etkenlerden biriydi. Diğer eklenen sınıf ise Thinkers yani düşünenlerdi.
Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım olarak eksik çevirisini düzeltecek olursak devamında söylediği “Şüpheleniyorum öyle ise varım” cümlesi ile kraldan, tanrıdan, papadan, dogmatik inançlardan, skolastik inançları sorgulamıştırlar. Bu şüpheler reform hareketini başlatmışlardır.
Üçüncü gelen sınıf ise çok önemli bir rol alan burjuvaydı. Burjuva sadece ticaretle uğraşan, kar maksimizasyonu peşinde olan bir sınıf değil aslında
daha fazlasıdır. Almanca kökenli olan ve kentli anlamına gelen bu kavram değişmiş ve başka bir forma ulaşarak ticaretle uğraşan kentte yaşayan
ve parası olan kimselerdir. Paraları olduğu için daha fazla hak isterler.

Yani paramız var ama ekonomik hakkımız yok, ekonomik hakkımız var ama sosyal haklarımız yok, sosyal hakkımız var ama siyasi hakkımız yok derler ve elde ederler. Böylece Avrupa’daki tüm değişim sürecinde Burjuva kilit rol oynar. 4 Temmuz 1776 da ABD’de bir bağımsızlık bildirgesi yayımlandı. Özgürlük bildirgesi ya da bağımsızlık deklarasyonu denir ama aslında değildir. Bu bildirgenin ilan edilmesini 1783 Paris Antlaşmasına kadar devam edecek ulusal kurtuluş mücadelesi olarak adlandırılabileceğimiz bu bağımsızlık mücadelesinin sloganı “temsil olmadan vergi olmaz” idi. Özgürlük, kurtuluş sloganları yerine onları iten motivasyon vergi- temsil arasındaki sıkıntıydı. Bu yüzden çevreyi
oluşturan aktörlerin özgür olması gereklidir. Türkiye’deki demokratikleşme hikâyesinde Adnan Menderes’in dile getirdiği slogan “ Her Mahalleye bir Milyoner ” di. Fakat bu milyoner siyasal iktidarın oluşturacağı bir milyoner olacağı için siyasal iktidar ile organik bağ kurulur ve itici bir güç olamaz.

Bu yüzden STK’lardan, akademisyenlere, stratejik araştırma merkezlerine, medyaya kadar tüm bu kurumların seslerini duyurabilecek yapıya sahip olmaları gerekir. Çevre iyi çalışmaz ise bunun sonucunda Merkez egemenliği ilan eder. Demokratikleşmede de süreç tıkanmış olur. Kamusal alan konusunda Habermas dendiği zaman akla gelen bir kavramdır.

Habermas kamusal alan ile kastettiği köy kahvesinden üniversite sıralarına ya da futbol maçından tiyatro izlemeye kadar kamusal alanda yapılan tüm konuşmalar kamusal alanın bir parçasını oluşturur. Dördüncü Murat’ın kahvehanelerin, içkinin yasaklanmasında öncelikli neden dini hassasiyetler değildi. Buralarda yapılan konuşmalar ülkedeki değişimler için bir kıvılcım yaratabilir. M. Buazizi 17 Aralık 2010 da önce kendisini sonra Tunus’u ve Ortadoğu’nun belli bölgelerini yakmış oldu. İşte bu çeşit yangınlar dünyayı etkileyebilir. İşte bu kamusal alanlar iktidarını perçinlemek isteyenler için tehlike arz eder. Habermas bunları söylerken sosyal medya yoktu fakat şuan en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Neden 2010’dan sonra Arap devrimleri patlak verdi sorusuna pek çok açıklama getirilebilir. Ekonominin düşüşü, siyasal tahakküm, petrolün olumlu olumsuz etkileri, İsrail etkeni, ABD ve AB’nin dışardan müdahaleleri vs, hiç biri yeni değildi. Ortadoğu’daki birçok 30 yıllık iktidar birkaç yıl içinde devrildi. Sebep ise sosyal medyaydı. Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi bakımından örneklendirmek gerekirse bundan 3-4 yıl evvel Batman’da yoğun bir şekilde töre intiharı-cinayetleri olarak adlandırabileceğimiz genç kızlar intihar ettiler. 

     Bu sosyolojik bir vakadır. Fakat bunun araştırması yapılırken bunun nedeni olarak 14-15 yaşındaki kızlar 50-60 yaşındaki adamlar ile evlendirilmek zorunda
kaldılar. Sonuç olarak bu kültürel yapı bu intihara sebebiyet vermiştir.

Bu durum bana göre eksik bir analizdir. Bir olguya davranışa töre demek için kemikleşmiş olması gerekmektedir. Yaklaşık 200-300 yıldır devam eden bu geleneğe rağmen intiharların son yıllarda yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz. Biz bunun adına ontolojik güvenlik diyoruz yani sizin algıladığınız dünya ile yaşadığınız dünya arasında farklılık giderek artmaya başlamadır. Bu ontolojik güvenli sorunu ortaya çıkar ve kendinizi güvende hissetmezsiniz. Yüz yıllarca yaşanılan bu geleneğin ardından son dönemde bu kız çocukları televizyon ve internet yani medya aracılığı ile bu durumun normal olmadığını algılamaya başlaması sonu oluşan bu güvenlik sorunu tramvaya dönüşerek bu çocukları intihara sürükledi.

Bir anlamda rutinin dışına çıkılması ile oluşan ontolojik sorunu yaratan etkendir. 17 Aralık 2010 da bu insanları sokağa döken faktörler sadece ekonomik veya siyasal anlamda tahakküm altında olmaları değildi. Ontolojik güvensizlik durumun oluşması bu insanları sokağa döktü.

İşte kamusal alan, güçlü bir kamusal alan ülkenin demokratikleşmesi noktasında ya da demokratik bir ülkenin konsolidasyonu noktasında önemli belirleyici bir faktördü.

Dördüncüsü kamusal alanda sizin bütün bu alanlarda özgürlüklerinizi güvence altına alabilecek bir hukuksal yapı olması gereklidir. Bunlar yoksa demokratik leşmeden bahsedemeyiz. Bu konuya geçmeden demokrasi Ortadoğu’da nasıl yerleştirilebilir sorusunu sormadan evvel bir diğer tartışmaya değinmek gerek. Bu mesele analiz düzeyi meselesidir.

Her bilimsel çalışmaların sınırları vardır ve sınırları ortaya koymak gereklidir. Yukarıda bahsettiğim Ortadoğu ya da demokrasi tanımım gibi.

Fakat Ortadoğu ve demokrasiyi birleştirirken de bu sınırları çizmek gereklidir. Analiz sınırlarından kastımı izah etmek için II. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan dört faktörü sıralayacak olursak; Hitler faktörü, Almanya’nın durumu, Milletler Cemiyeti’nin başarısız olması ve uluslararası sistemin başarısız olması.. II. Dünya Savaşı’nın çıkma nedeninin temelinde hangisi doğrudur? Burada tek yanlış hangisi doğru sorusudur. Analiz düzeyini belirlemeniz gerekir, cevap Hitler ise birey düzeyinden, Almanya ise devlet düzeyinde, uluslararası sistem iyi dizayn edilmemişti diyorsanız sistem üzerinden analiz yapıyorsunuzdur uluslararası veya eğer MC başarısız diyerek cevaplarsanız ise uluslararası
aktörler üzerinden analiz yapıyorsunuzdur demektir. Soruma tekrar dönecek olursam Ortadoğu ve demokrasi neden buluşamıyor? Bunu tek yanıtı var dışsal faktörlerdir. Benim yapmış olduğum analizde, demokratikleşmeye engel uluslararası sistemin uluslararası faktörlerin Ortadoğu’nun  demokratik leşememesinde dışsal faktörleri önemli görüyorum.

Tabii eğitim düzeyi, din-demokrasi arası etkileşim, ekonomik faktörler ya da kendi içsel dinamiklerini yadsımıyorum. 

Fakat bu dışsal faktörler Ortadoğu’yu olumsuz anlamda istisna kılar.

Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi yüzünden yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Kendi analizi çerçevesi içinde durduğu noktadan iyi bir analiz yaptığını da düşünüyorum. 1990’ların başında demokrasi dalgaları olarak adlandırılabilecek üç tane demokratikleşme haritaları çıkardı. Bunun dalgalar halinde yayıldığını düşündü. Birinci dalga 19.yy’da Amerika’yı da katarak oluşturdu. İkinci dalganın da II. Dünya Savaşı sonrası gerçekleştiğini (bu dalganın Türkiye’yi de kapsadığını söyleyebiliriz.) savundu. Üçüncü dalga ise 1970’lerde başladı. Her demokratikleşme olumlu dalgasının belirli dönemlerde tersine dalga olarak kesinti ile karşılaştığını söyledi. S. Huntington bu çalışmayı
1990’larda yapmış olduğu için sonrasını ele almamış olduğundan biz bugün dördüncü dalgadan söz edilebilir. Sovyetlerin dağılması, Doğu bloğunun çökmesi ile Orta ve Doğu Avrupa’da önemli demokratikleşme hamlesi yaşandı. Şimdi Ortadoğu’ya baktığımızda bu 4 dalga içinde dâhil olamadığını görüyoruz. 2010 sonrasında ise yeni bir demokratikleşme dalgası mı geliyor derken Mısır da yaşanan olaylar, Libya’nın konsolide olamaması, Suriye’de yaşanan iç savaş gibi olaylar bu sorunun cevabının olumsuz olduğunu gösterir. İşte bu durum Ortadoğu’yu istisnai kılar.

Bunun nedenlerini de sorgulamak gerek. Bu nedenlerin başında Ortadoğu da demokrasinin yerleşememesinin nedeni devlet inşası sorunudur, devlet inşası sorunu ise kolonyal mirasın bir sonucudur. Dünyada coğrafi keşifler olarak nitelendirilen sürece ben dünyanın Avrupa tarafından parsellenme süreci olarak adlandırıyorum. Paradoksal bir şekilde, diğer bölgelere nazaran Ortadoğu’da Batı’nın kolonyal güçlerinin varlığı son derece kısıtlıdır. Bu güçlerin Ortadoğu’daki egemenliği yarım aşırı geçmemiş olsa da yaratmış olduğu tahribat 300-400 yıllık bir kolonyal hâkimiyete maruz kalan bölgeden daha derin olmuştur. Kolonyal güçlerin bu bölgeden çekilirken plansız hareket etmesi, dokuyu alt-üst edecek
politikalar izlemeleri, bölgeyi sorunlu kılmıştır. 

Özellikle Soğuk Savaş ortamında da iki büyük güç olan ABD ve Sovyetlerin bölgeye dair hassasiyetlerinin her zaman aynı olduğunu  görürsünüz. Bu hassasiyetlerin başında birbirini çevrelemek gelir. ABD bölgenin enerji kaynakları, jeopolitik konumu nedeni ile birinin  diğerine oranla bölgedeki hâkimiyetini engelleyecek politikalar ürettiler. Bunu sağlayacak rejimlerle de işbirliği yaptılar. 

ABD ve Sovyetler bu nedenle etki alanları oluşturmaya çalıştı bunu içinde buna uyabilecek rejimler ile yakınlaştılar. Bunun sonucunda anti-demokratik rejimler güç kazanmışlardır.
Diğer yandan toplum ve devlet arasındaki ilişki ise demokratikleşme konusunda ilerleyememesi konusunda diğer önemli bir etkidir. Tunuslu İbn-i Haldun yedi asır kadar önce Ortadoğu’nun toplumsal yapısını tanımlarken kullandığı Asabiyye kavramında olduğu gibi bu kültürün değişmeden bölgeye hâkim olduğunu görüyoruz. Göçebe klanlar, aileler, kabileler gibi algılar yapılar devletin demokratikleşmede kamusal alanın oluşmasını önlerken merkezi törpüleyecek çevrenin yeşermesini de önlemektedir.

Ortadoğu’nun genelinde güçlü bir devlet yapısı vardır. Fakat bu güç ekonomik anlamından ziyade bürokrasi anlamındadır. Ortadoğu’daki güçlü devlet tanımı bunu yansıtarak devlet karşısında zayıf bir toplumun oluğunu gösterir. Peki, neden zayıf bir toplum var? Çünkü Habermas’ın tanımından yola çıkarak güçlü bir çevre yani güçlü bir toplum güçlü bir kamusal alan yoktur. Buna neden olan hem içsel hem dışsal faktörler vardır. Öncelikle içsel faktöre oryantalist bakış açısı ile baktığımızda İslam’ın demokrasi ile ya da İslami kültürün demokrasi ile uyuşmadığı ile ilgili çok fazla tez ileri sürülür. Ben bunların hiç birine katılmıyorum.

Eğer siz din ve demokrasi birbiriyle bağdaşmaz diyorsanız, bir Ortadoğu ülkesi olan İsrail’i nereye yerleştireceksiniz? Yahudi şeriatçı “dinci” bir devlet yapısı olan İsrail Ortadoğu’nun en demokratik ülkesidir. Türkiye’yi de dâhil ederek Türkiye den bile çok daha demokratiktir. İran Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kıyasla (yarışmacı seçimlere kıyasla net söyleyemesekte en azından emirliklere ya da Mübarek dönemi Mısır yada Suudi Arabistan’a kıyasla birçok kritere göre daha demokratiktir. Din ve demokrasiyi bağdaştıramayan görüşler Anglosakson ve oryantalist bakış açısı ile meselenin özünü sömürmeye çalışıyorlar.

Uluslararası ilişkilerde Ortadoğu’yu da ilgilendiren bir diğer sorun az gelişmişlik ve kalkınma problemidir. Neden özellikle dünyanın belirli bölgeleri ve coğrafya ları kalkınamamıştır. Bu soruya iki farklı yanıt verilebilir. Yanıtlardan biri kalkınma sorununu kendi dinamikleri ile açıklamaya çalışmaktadır. “Ya Mekke ya makineleşme” sloganında olduğu gibi… Bir Anglosakson akademisyenin Daniel Lerner’ın anlayışına göre (ki din ve gelişmenin- kalkınmanın iç içe olduğunu vurgular) İslam dini kalkınmaya mahal vermediğini ve bu bölgede yaşayan insanların Mekke ve makineleşme arasında tercih yapması gerektiğini savunuyor.

Din ve demokratikleşme- kalkınma arasında tamamen bir ilişki yoktur demek de yanlıştır. Örneğin ABD 1787 de anayasasını yaptı ve Devlet 1783’te bağımsız oldular. ABD’yi kuran farklı toplumsal zihniyetler vardı. Bunlardan biri püritenizmdir. Burada Marx Weber’in Protestan ahlakından ve kapitalizmimin ruhundan bahsedilebilir. Buna göre Protestanlığın üç ilkesi vardır. Birincisi eğitimdir. Ama bu eğitim din ve dini anlamak için iyi bir eğitim olsa da sadece din alanında sınırla kalmamış diğer boyutlara da sıçramıştır. İkincisi ise çok çalışmaktır. Bu dinamik ABD’nin kalkınmasında önemli rol oynar. Bismarck ABD’nin kısa bir sürede nasıl hızla geliştiğini anlayamadığından ona göre Tanrı üç zümreye torpil yapmıştır, sarhoşlar, aptallar, Amerikalılar... Bu elbette doğru değildir. Bunu kaynağı yukarıdan bahsettiğim çok çalışmayı benimseyen
Protestan ahlakıdır. Bizde ise Protestan ahlakının aksine kanaat kültürü vardır. Üçüncüsü de onlar kendilerini Tanrı tarafından yüklenen bir misyon sahibi olarak görürüler. Bu misyon barbarları medenileştirmektir.

    1492 de Kristof Kolomp San Salvador adasına indiği zaman kendisini karşılayan yerlilere size tanrının sözlerini getirdim demiş ve  “ Barbarları ” medenileştirdiler. Şimdi elimizdeki Oryantalist argümanlara göre, kendi içsel dinamiklerimiz buna engeldir. Eğitim seviyemiz  düşük bunu yükseltmemiz lazım, dinimiz uygun değil değiştirmemiz lazım, siyasal aktörlerimiz uygun değil bunu onarmamız lazım diyebiliriz.

Diğer bir argüman ise evet kalkınamıyoruz, demokratikleşemiyoruz çünkü içsel dinamikler nedeni ile değil sizin yüzünüzdendir. Bizi, yıl90 Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi larca kaynaklarımızı sömürdünüz, bizim devlet inşası sürecindeki tüm imkânlarımızı değiştirdiniz, 
toplumsal yapıyı- haritayı alt üst ettiniz, kapitalizmi oluşturan tüm unsurlar bu bölgenin alt üst olmasına sebebiyet verdi. Öncelikle kalkınamıyorlar çünkü petrolü olan bir bölge. Bu durumda petrol bir değer mi yoksa lanet midir? Dünyada rezervi kanıtlanmış, katı yakıt- fosil yakıtların3/4 ne sahip bir bölgedir. Eğer petrol demokratikleşmek için bir dinamik ise Ortadoğu’nun demokratik leşmesi kalkınması petrol olmayan ülkelerin kalkınamaması lazım. İkinci olarak ekonomi, güçlü bir ekonomi yani GSMH’dan bahsediyoruz. Körfez ülkelerine baktığımızda neredeyse İskandinav ülkeleri ile yarışacak GSMH’la tespit edilebilir. Fakat Yemen ve Suriye dışında düşünecek olursak ekonomik dağılım açışımdan bölgenin zengin olduğunu görürüz. Sonuç olarak ekonomi ve demokratikleşme arasında doğrudan etki olsaydı Suudi Arabistan’ın, Katarın, Umman’ın BAE’nin demokratik olması gerekirdi. Bu da bir paradokstur.
Devam edecek olursak, özellikle belirli devletlerin bölgede iktidarlarını perçinleştirmek için kullandıkları bazı argümanlar var. Bunların başında da İsrail gelir. Güvenlik, uluslararası ilişkiler literatüründe 1952 yılında Arnold Wolfers’ın basit tanımıyla “tehditten yoksun olma durumu” olarak tanımlanır. Bu hatalı bir tanımdır çünkü güvenliği tanımlamak için tehdidi de tanımlamak lazım. 3-4 unsur vardır güvenliği tanımlayabilmek için. Her şeyden önce güvenlik bir araçtır. Mesela silah. İkincisi politikadır bu politikaları ve silahları kullanmak için de bir uygulama gerektirir. Fakat güvenlik her şeyden önce bir algı ve söylemdir. 

   Örnekle açıklamak gerekirse, demokratikleşme tasarıları olmadan önce Türkiye’de, MGK siyasetin yapımında çok belirleyici bir oyuncuydu.
Bu rol giderek azalmaya başladı. Kamuoyunda daha çok kırmızı kitap olarak bilenen kitapta içerden ve dışardan Türkiye’yi tehdit eden unsurlar vardır. AKP dönemine kadar bu listenin başında irtica vardı. Fakat birden bu unsur kalktı. Güvenlik noktasında bu algının bizlere söylediği söylem neyden korkmamız gerektiğini belirler. Ortadoğu’daki iktidarları perçinleyen bu güvenlik tehdidi İsrail’dir. Bu durum Mısır da Mübarek rejimin güçlenmesini, İran’da da yine aynı şekilde kullanıldı. 

Bu tehdit demokratikleşmeyi etkileyen faktör ise bölgenin tamamı için ya tehdit tir ya da değildir. Yani İsrail’i tehdit olmaktan çıkarırsak  bölgedeki tüm devletlerin demokratikleşmesi gerekir.

ABD ve AB‘nin dış müdahaleleri bölgedeki demokratikleşmeyi etkileyen en önemli etkendir. Bölgedeki sorunlar halledilmediğinde dış müdahaleye açık bir hale gelen bölgeye dış müdahalede asla gecikmiyor. Irak ve Afganistan olduğu gibi doğrudan ya da bazılarında dolaylı olarak müdahale ediliyor. Şahsen ben bölgeye dış müdahaleyi savunuyorum lakin bu müdahaleden kastım II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve Türkiye’ye yapılan müdahale gibi bir müdahaleyi kastediyorum. ABD dış politikasının bölgeye yönelik en temel önceliği nedir diye sorarsak, cevap İsrail’in güvenliğini sağlamak olur. 

Bu durumda doğal olarak bu bölgeye sürekli olarak müdahale edilmesi doğaldır. Bölgedeki rejimlerin yani merkezin İsrail ile geçinmesi için hayati müdahalelerde bulunursunuz. Örneğin, 1970’lerin sonundaki Camp David sürecinden sonra Mısır İsrail’i tanıdıktan sonra ABD’den en fazla doğrudan yardım alan ikinci ülke olmuştur. Yani ABD’nin bölgedeki önceliği bölgenin kalkınması değil İsrail’in güvenliği olunca Mübarek gibi otoriter yöneticileri destekler hale geliyor. Ya da Tahrir’deki kalabalığın büyük bir başarıyla M. Mursi’yi iktidara taşıması ve gerilen İsrail ilişkileri nedeniyle askeri bir darbe olmuştur. Buna darbe denilemeyişinin nedeni ise yapılan müdahaledir. Bu müdahale Avrupa da olduğu demokratik leşme aygıtlarını yerleştirmek amaçlı değildi. ABD2nin bölgeye dönük ikinci
önceliğiyse özellikle enerji kaynaklarının ucuz ve sağlıklı bir biçimde Batı’ya akmasıdır. Bölgede terör eğilimlerinin yükselmesini sağlayacak olan unsurları yok etmek üçüncü önceliktir ABD için. 11 Eylül’den sonra ABD’nin bu bölgeye demokrasinin gelmesi gerektiğini anlayacağını düşünmüştüm.

Demokrasinin gelmesi yalnızca bölgeyi değil Türkiye’yi de kurtarır. 

Bunun ötesinde hem bölgesel hem küresel anlamda gelişmeleryaşanacaktır. Ama bugün Ortadoğu’dan bahsederken liderler arasındaki çekişmelerin olduğu, toplumun ezildiği, rantçı devlet ve dünyanın kaynayan kazanı olarak nitelendirilmiştir. Bunun nedeni içsel anlamda yaşanan dinamikler eğitim seviyesinin düşüklüğü bir türlü feodal yapının yakılmaması ve bunu  yıkacak sanatçı, akademisyen, bilim adamlarını oluşamamış olmasıdır. 

Devlet-toplum ilişkisinin olmadığı bir ülkenin kalkınması beklenemez. Sonuç olarak çevre gelişmeyince kamusal alanın oluşmasını,  demokratikleşmenin olmasını bekleyemezsiniz.


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

19 Eylül 2016 Pazartesi

Ortadoğu’daki Olayların Dini ve Mezhebi Arkaplanını Anlamaya Çalışmak




Ortadoğu’daki Olayların Dini ve Mezhebi Arka Planını Anlamaya Çalışmak



Prof. Dr. Hasan Onat


   Dünya, takibi hiç de kolay olmayan, çok hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşamaktadır. 

Olayların akışı, olgu ile algı arasındaki mesafenin kaybolması, hayal ile hakikat arasındaki sınırların buharlaşması, olup biteni doğru anlamayı, neredeyse imkansız hale getirmiştir. Ancak ortada açık seçik bazı gerçekler vardır: Suriye’de, Irak’ta her gün onlarca, yüzlerce insan öldürülmektedir ve bu insanlar Müslümandır. Müslümanların yaşadıkları her yerde kan vardır, gözyaşı vardır, zulüm vardır. 

Müslümanların yaşadıkları topraklarda, insan onuru ile hiç bağdaşmayan şiddet ve terörün oldukça verimli olduğunu düşünmemek için hiçbir sebep yoktur. Eğer bu olumsuzlukların üstesinden gelmek, Müslümanın, kendisi gibi düşünmediği için bir başka Müslümanı öldürmesinin önüne geçmek, masum insanların hak etmedikleri zulümlere maruz kalmalarını engellemek gibi bir niyetimiz var ise atılması gereken ilk adım, olup biteni doğru anlamak olacaktır. Herhangi bir olay veya olguyu doğru anlayabilmenin ön koşulu da “ Doğru ”, “ Sağlam ” 
ve “ Güvenilir ” bilgidir. 
  İnsanla ilgili hiçbir olay, hiçbir zaman tek bir sebeple izah edilemez. Her olayın birden çok sebebi vardır. Ancak bazı sebepler vardır ki, diğerlerini peşinden sürükler. İslam dünyasında yaşanan, insanın içini acıtan ölümlerin ana sebebi, kanaatimizce, İslam’ın “ İnsan ”a verdiği değerin, Müslümanlar tarafından bilinmemesi, birey bilincinin gelişmemesi ve İslam’ın insan hayatına anlam kazandıran kurucu ilkelerinin göz ardı edilmesidir. Mevcut Müslüman kültürde, her şey, ama her şey “ insan ”dan daha değerlidir. İnsan için var olan, insanın 
insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesi için destek olan din, insanın önüne geçmiştir. 

Devlet, insana hizmet için var olması gerekirken, insanı ezer hale gelmiştir. 

Eğer Müslüman kalarak kendi sorunlarımıza çözüm bulmak istiyorsak, yapmamız gereken, din anlayışımızı yeniden gözden geçirmek olacaktır. Çünkü mevcut yaygın din anlayışında hemen her şey dinleştiği için, din gittikçe daha işlevsiz hale gelmeye başlamıştır. 
Sözümüzün en kolay anlaşılır kanıtı, bugün konumuz olan mezhep meselesidir. 

   Hz. Muhammed’in vefatından çok sonraları ortaya çıkmaya başlayan mezhepler, sadece ve sadece dinin anlaşılma biçimleridir. 
Bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. Hiçbir mezhep İslam’la özdeşleştirilemez. Ne var ki, mezhep ve dini özdeş algılayan, sadece kendi mezhebini “ Hak Mezhep ” olarak gören bazı Müslümanlar, kendileri gibi düşünmeyenleri, kolayca İslam dairesi dışına iterek, ötekileştire bilmektedirler. İslam dünyası, tarihinde ilk defa, küresel ölçekte yayılma istidadı taşıyan bir Şii - Sünni mezhep çatışması riski ile karşı karşıyadır.   

  Mezhep, kelime olarak gidilen yol demektir. Hz. Muhammed’in vefa-tından sonra, Müslümanlar arasında, muhtelif sebeplerden dolayı farklı din anlayışları ortaya çıkmıştır. İşin gerçeği, her insan biricik, özgün bir varlık olduğu için, her insanın din anlayışında mutlaka kendine özgü bir boyut var olmak durumunda dır. Burada bizi ilgilendiren bireysel anlayış farklılıkları değildir; farklı anlayış biçimlerinin toplumda kabul görerek, var olandan farklı kurumsal nitelik kazanmasıdır. Tek tek bireylerin farklı farklı düşünmesi ile farklı anlayış biçimlerinin toplumda kabul görmesi aynı şey değildir. Bazı görüş ve düşünceler etrafında bir araya gelen, zümreleşen insanlar, bir güç oluşturmayı başardıkları zaman, sosyal hayatın akışında da etkin olmaya başlarlar. İşte mezhep, cemaat ve tarikat türü oluşumlar, farklılıkların kurumsal nitelik kazanması ve toplumsal hayatta belirleyici olmaya başlaması ile birlikte ortaya çıkan oluşumlardır. Öyle ise mezhepleri şöyle tanımlamak mümkündür: Din anlayışındaki farklılaşmaların, zamanla kurumsallaşması sonucunda ortaya çıkan, insanların dini anlama biçimlerini ve dünya görüşlerini kendi talepleri ve ilkeleri doğrultusunda şekillendirmeyi başaran, dini nitelikli beşeri oluşumlara mezhep adı verilmekte dir. Söz konusu farklılaşmalar doğrudan insanların inanç dünyaları ile ilgiliyse buna bağlı olarak ortaya çıkan mezhepler, siyasi ve itikadi mezheplerdir. Farklılaşmalar dinin görünür boyutu ile fıkıh ve muamelatla ilgili ise bunlara da fıkhi /ameli mezhepler adı verilmektedir. 

Burada altı çizilmesi gereken en önemli husus, bütün mezheplerin beşeri oluşumlar olduğu gerçeğidir. Bu sebepten, adı ne olursa olsun, hiçbir mezhep İslam ile özdeşleştirilemez. Mezhepler konusunu anlamaya çalışırken, birkaç önemli hususa dikkatinizi çekmek istiyoruz: 

1. İlk oluşum süreçleri hariç, insanlar çoğunlukla mezhepleri hazır bulurlar; insanların içine doğdukları geleneğin hakim rengidir mezhepler. 

Çok az kimse, bilinçli olarak mezhebini seçer. 

2. Her mezhebin oluşturduğu, insanların dini ve olup bitenleri nasıl anlayacakları, nasıl düşünecekleri ve nasıl davranacakları konusunda belirleyici olan bir zihniyeti vardır. Her mezhep, müntesiplerinin ortak yönlerini 
artırmaya çalışır. Bunun için de, insanların hangi istikamette, nasıl düşünecek lerinin belirlenmesi, yapılabilecek en kolay iştir. 

3. Hiçbir mezhep, doğduğu zamanki hali ile hiç değişmeden, dönüşmeden daha sonraki nesillere ulaşmaz. Bir başka ifade ile insan ürünü olan mezhepler, insanın varlık yapısına bağlı olarak, değişerek, dönüşerek varlığını sürdürür. Her mezhep, her zaman yeni bir mezheptir; ancak değişme ve dönüşme, her zaman diliminde aynı hızda ve aynı şekilde gerçekleşmez. 

4. Mezhepler, çoğu zaman bireylerin mezhep konusundaki tutum ve tavırlarından bağımsız olarak varlığını sürdürür. 

Burada belirleyici olan, insanların mezhepleri ile ilişkileridir. 
Birilerinin ya da devletin farklı birimlerinin mezhep karşıtı olması, mezheplerin yok edilmesi anlamına gelmediği gibi, mezhep kurmak istemekle de mezhepler ortaya çıkmaz. Mezheplerin çoğu, mezhep kurucusu olarak kabul edilen ismin vefatından çok sonraları ortaya çıkmıştır. 

5. Toplumda çoğu zaman, mezhep ve din kavramları özdeş olarak algılanmakta dır. 

6. Mezheplerle ilgili yaygın algıda belirleyici olduğunu düşündüğümüz “ hak mezhep ” ve “ batıl mezhep ” kavramları, siyaseten üretilen kavramlardır. Mezheplerin hak veya batıl olduklarından değil, eğer mutlaka konuşulacak ise bireylerin inançlarının hak veya batıl olduklarından söz edilebilir. 

Bu girizgahtan sonra, bir tespitle işe başlayalım: Maalesef, genelde din konusunda, özelde de mezhep konusunda, ileri düzeyde bir bilgi boşluğu mevcuttur. “ İslam dünyasında din konusunda bilgi sahibi olmakla, dindar olmak birbirine karıştırılıyor ” şeklinde bir genelleme yapsak, sanırım pek de haksızlık etmiş sayılmayız... 

İsterseniz, hep birlikte düşünelim: 

Din konusunda, mezhep konusunda, hepimizin kafasında pek çok bilgi vardır. Bildiklerimizin kaynağını hiç sorguladık mı? 

Din alanındaki bilgilerimizin önemli bir kısmı işiterek elde ettiğimiz, şifahi kültür türünden değil mi? 
Din alanındaki bilgilerinin doğrusunu yanlıştan nasıl ayırabileceğimiz konusunda elimizde bir ölçüt var mı? Hemen hepimizin zihninde en azından Hanefilik, Maturidilik gibi mezheple ilgili sembolik değeri yüksek bir isim vardır; mezhepler konusunda birkaç isim, birkaç cümle dışında ne söyleyebiliriz ki? Bu, sizleri de düşünmeye davet ettiğimiz hususlar, bize, dinin en temelde bilgi işi olduğunu göstermektedir. 
    Maalesef, sadece ülkemizde değil, İslam dünyasında da, hatta bütün dünyada “din” konusu büyük ölçüde problemlidir; konuşulması da, anlaşılması da, tartışılması da çok kolay değildir. Din, dindarın da, din karşılı olanların da, çok iyi bildiğini zannettiği bir konudur. 

Her ne sebepten ise, herkes, din konusunda neyi, ne kadar bildiğini, bildiğinin ne kadar doğru olduğunu pek sorgulamak istemez. 

Sorunun nerden kaynaklandığına gelince; “ Din ” in öncelikle bir ” Bilgi ” işi olduğu pek bilinmemektedir. Dindar olmak da, tutarlı bir din karşıtı olmak da, sadece ve sadece bu alanda güvenilir bilgi sahibi olmakla mümkün olabilir. Dinin bilgi boyutu göz ardı edildiği için, çoğu insan gündelik hayatta gördüklerine, tanık olduklarına ve gözlemlerine dayalı bir tavır sergilemektedir. Bu durum, tepkisel tutum ve tavırların belirleyici olmasına yol açmaktadır. Sonuçta, insanların iletişimini kolaylaştırması gereken din, kutuplaşmayı, kamplaşmayı 
artırır hale gelmektedir. İnsanlar, birbirlerini kolayca ötekileştirebilmektedir. Oysa kimin inanıp inanmadığı; hangi dine, nasıl inandığı; nasıl bir tutum ve tavır içinde olduğu hiç kimsenin meselesi değildir; olmamalıdır. Şöyle bir gerçek de ortadadır: 

Tarih boyunca, insanların toplu halde yaşadığı her yerde din de var olmuştur. Şimdiye kadar yapılan araştırmalar, dinden bütünüyle uzak bir toplumun var olduğunu göstermemiştir. Bu durumda bizi ilgilendiren en mühim nokta şu olmaktadır: İçinde yaşadığımız toplumu anlamak istiyorsak, bu toplumda yaşamanın bize yüklediği entelektüel bir sorumluluğun farkındaysak, dindar ya da din karşıtı olmaktan öte, öncelikle dini doğru anlamak durumundayız. Din konusunda, özgürce düşünebilecek kadar doğru bilgi sahibi olmayanlar, içinde 
yaşadıkları kültürü doğru anlayamayacakları gibi, evrensel ölçekte düşünme imkanına da kolay kolay kavuşamazlar. 

Türkiye’nin de, İslam dünyasının da temel açmazlarından birisinin din konusundaki bilgi boşluğu olduğunu düşünmekteyiz. 

Din alanında, tahminlerin ötesinde, korkunç bir cehalet vardır. Suriye’de, Irakta ve diğer halkı Müslüman olan ülkelerde yaşanan tüm olumsuzlukların ve akan kanın cehaletten ve hamakattan (ahmaklıktan) başka bir izahı olabilir mi? İşin en kötü yanı, bilerek ya da bilmeyerek cehaletin teşvik ediliyor olmasıdır... Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, dinin doğasında var olan bir-leştiricilik, 
bütünleştiricilik, toplumsallaştırma ve sosyalleştirme gibi birtakım niteliklerin etkin olmasını engellemektedir. Din, birleştirmek yerine ayrıştırmaya, çarpık görüş, düşünce ve eylemlere meşruiyet kazandırmaya başlamaktadır. Daha ötesi, dinin kendisi çatışmanın bir parçası haline dönüşmektedir. Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, dinin lehinde veya karşısındaki, birtakım tepkisel tutum ve tavırların, dinle özdeşleştirilmesi gibi bir yanılgıya yol açmaktadır. Bu, anlayışın en hafif ifadelerinden birisi için, “ onlar Müslüman ise, ben değilim” şeklinde kurulan cümleler olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Birtakım bireysel veya toplumsal yanlışlar üzerinden dinin bütünüyle mahkum edilmesi de, bilgisizliğin sonuçlarından birisidir. Din alanındaki cehalet ve bilgi boşluğu, İslam gibi akıl temelli, bilginin değer olduğunu vurgulayan, bilimi teşvik eden bir dinin, akıl ve bilim düşmanlığını meşrulaştırmak için kullanılmasına da sebep 
olmaktadır. Her ne kadar akıl düşmanlığını akıl ile yaptığının farkında bile olmayanların ciddiye alınması doğru değil ise de İslam gibi bir dinin akıl karşıtı ahlaksız duruşlara payanda yapılması, İslam’a yapılabilecek en büyük saygısızlık ve kötülüktür. Aynı şekilde bilim düşmanlığı da, din ile temellendirilmek istenmektedir. Oysa, Kur’an’ın ilk ayeti “ oku! ” diye başlamaktadır. Kur’an, insandan bilmediği şeyin ardına gitmemesini, bilgi ve belgeye dayalı olarak düşünmesini ve yaşamasını istemektedir. Diğer taraftan, din alanındaki bilgi boşluğu ve cehalet, bütün insanlığın ortak tecrübesinin ürünü olan birtakım evrensel nitelikli kazanımların anlaşılmasını zorlaştırdığı gibi, bazı yüksek 
değerlerin İslam’a karşı   olduğu şeklinde ciddi yanılsamalara da sebep olmaktadır. 

İslam’ın demokrasi, temel hak ve özgürlükler, insan hakları gibi yüksek değerleri karşı olması düşünülebilir mi? Dinin anlaşılması planında, Müslümanları kan dökülmesine kadar uzanan çatışmalara sürükleyen yanlışlardan birisinin, mezhep, cemaat, tarikat gibi beşeri oluşumları dinin yerine koymak olduğunu düşünmekteyiz. Oysa, daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. 

Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhep, cemaat, tarikat yoktu. Kur’an herhangi bir mezhepten, cemaatten, tarikattan söz etmez. 

Adı ne olursa olsun, hiçbir mezhep, kendisini İslam’ın yerine koyamaz. Hiçbir mezhep, İslam’ı tek başına kendisinin temsil ettiğini iddia edemez. Söz mezheplere gelince, akla gelen ilk soru, mezheplerin niçin ortaya çıktığı olmaktadır. Bu sorunun cevabını anlayabilmek için, insanların bir grup halinde, farklı anlayışlara sahip olmalarının sebeplerini düşün-mek gerekmektedir. Toplumdaki gruplaşmalara dikkat edecek olursak, insanların daha güvenli, daha müreffeh bir hayat için örgütlendiklerini görürüz. Örgütlü yapılar, beraberinde güç birikmesini getirirler. Sosyal hayattaki en önemli güç kaynağı da, siyasi erktir. Siyaset, toplumların idare etme sanatı olarak tarif edilse de, esas itibariyle, güç kontrolü ve toplumu biçimlendirme faaliyeti olarak anlaşılmalıdır. İnsanların grup halinde farklı düşünmelerinin en mühim sebeplerinden birisi siyaset ve siyasi güçtür. Erken dönemde ortaya çıkan mezheplere bakacak olursak, çoğunun var olan iktidarlara karşı, bir tür muhalefet olarak işlev gördüğünü anlayabiliriz. 

Demek ki, mezheplerin ortaya çıkmasında etkili olan en mühim sebeplerden birisi siyasettir. İnsan sosyal bir varlıktır; hayatını toplum içinde sürdürür; hayatın anla-mını diğer insanlarla birlikte yaşarken yakalayabilir. Öyleyse, insanların farklı düşünmelerinde içinde bulundukları ortam, oldukça belirleyici olmak durumundadır. Bunun için her insanın içinde yetiştiği toplumun bir ürünü olduğu söylenmektedir. Ekonominin, üretimin insanların bireysel ve toplumsal hayatındaki yerini görmezlikten gelmek mümkün olabilir mi?

Şimdi mezhebin tanımını tekrar hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz:   “ Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlara Mezhep denir.” Bu tanımı daha iyi anlayabilmek için, şu soruları sorabiliriz: 

-Din nedir?
-Dinin anlaşılma biçimi nedir?
-Dinin anlayışındaki farklılaşma ne demektir?
-Dinin anlaşılmasındaki farklılaşmaların kurumsallaşması ne demektir?
-Beşeri oluşum nedir?-Sorulması gereken bir diğer soru, din ve mezhep arasında ne fark vardır? 

    Aslında bütün bu soruların cevabı mezheple ilgili tanımda saklıdır. Mezhepler, dini anlayışların farklılaşması ve bu farklılaşmanın kurumsallaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla burada kastedilen din olan İslam, kurucu ilkeleri Tanrı tarafından belirlenmiş, belirleyici tek bilgi kaynağı Kur’an ve akıl olan bir dindir. Dini anlayan, yaşayan ve kurumsallaştıran insanın ta kendisidir. 
Din alanındaki anlayış farklılıkları, uygun ortamlar bulunca kurumsallaşmaya ve toplumda iz bırakmaya başlar. 

Bizim sorunumuz, beşeri olan anlayış farklılıkların ve bunlara dayalı olarak ortaya çıkan kurumsal yapıların kutsallaştırılarak dinin yerine ikame edilmesidir. Mezhep, cemaat, tarikat dinin yerini aldığı zaman, ister istemez din devre dışı kalmış olmaktadır. 
Şimdi Ortadoğu’da yaşananlar üzerinden konuyu biraz daha anlaşılır kılmak mümkün görünmektedir. 
Yeryüzünde 1,5 milyar’ı aşkın Müslüman yaşamaktadır. Bu Müslümanların her biri aynı inanç, düşünce ve yaşam tarzına sahip değiller. 
Örneğin şu anda gündemde IŞİD ve El-Kaide gibi gruplar mevcuttur. Söz konusu gruplar şiddet eylemleri sırasında “ Alla-hu Ekber ” diye bağırmaktadırlar ancak öldürdükleri veya infaz ettikleri kişilerin de aynı şekilde son sözleri “ Allahu Ekber ”dir. Ölen de öldüren de Müslüman olduğunu söylemekte, din adına öldürdüğünü, din için şehit olduğunu iddia etmektedir. 

Her iki taraf için de, “ Müslüman değil ” demek doğru olur mu? 

Bu insanlar aynı kültürün bir ürünüdür; farklı düşünmeleri son derece doğaldır. Sorun, sadece kendi mezheplerini tek doğru olarak, daha doğrusu İslam olarak görmeleri, karşısındakileri İslam’ın dışında değerlendirmeleridir. Şu anda Ortadoğu’da yaşanan, fiilen bir mezhep çatışmasıdır. 
İnsanların bir kısmı Şii ya da Sünni oldukları için, Şiiler ya da Sünniler tarafından öldürülmektedir. Dünya üzerindeki Müslümanların yaklaşık %10-15’inin Şii olduğunu bilmekteyiz. Müslümanların çoğunluğu Sünni anlayışa, bir başka ifade ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat’a mensuptur. Sünni görüşü paylaşanların da önemli bir kısmı amelde Hanefi veya Şafii’dir. Ayrıca Hanbeli ve Maliki mezhebine mensup olanlar da vardır. Ehl-i Sünnet anlayışının itikadi boyutunda ise Maturidilik ve Eş’arilik belirleyici olmuştur.  Yaşayan Şiilik denilince de 
akla öncelikle İran gelmektedir. İran İslam Cumhuriyeti’nin anayasasında devletin dininin İslam ve mezhebinin de Caferiye - İsna Aşeriye olduğu açıkça belirtilmektedir. Caferiye, İmamiye ve İsna aşeriyye aynı anlamda kullanılmaktadır. Cafer Es-Sadık’tan dolayı Caferiye, masum imamların sayısının 12 olmasından dolayı İsna aşeriye yani Oniki İmamcılık ve imamet meselesinin dinin asıllarından sayılması sebebiyle de İmamiye ismi kullanılmaktadır. Şia’nın en büyük kolunu İmamiye oluşturmaktadır. Yeri gelmişken Şiiliğin de tek tip olmadığını ve farklılıkların, farklı kolların bulunduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Günümüzde bu Şiilik şemsiyesi altında, 
Şia’nın üç kolu yer alır: 

İmamiye (onun yaşayan alt kolu Nusayriliktir), 
İsmailiye (onun yaşayan alt kolu Dürziliktir) ve 
Zeydilik mevcuttur. 

Zeydiye gaib imamı kabul etmemesi ve Ebu Bekir ve Ömer’in daha az faziletli olmalarına rağmen imam olabileceği görüşüyle İmamiye’den ayrılır. 

İsmaililiğin bir başka ismi Seb’iyye yani yedi imamcılardır. İmamiye Oniki İmam kabul ederken, İsmailiye yedi imam kabul eder.

İmamiye Şiasına mensup olanlara göre 12. İmam Muhammed Mehdi, hicri 260 yılında, öldürülme korkusundan dolayı  saklanmıştır. 

Hicri 328 yılına kadar devam eden Birinci gizlilik dönemin adı “ Gaybet-i Suğra ” yani küçük gizliliktir. O tarihten itibaren “ Büyük Gizlilik ” dönemi başlar. Onlara göre 12. İmam halen sağdır. 

12. İmam Muhammed Mehdi’nin, kıyamete yakın bir zamanda insanların arasına gelip yeryüzünü adalet ile dolduracağına inanılmaktadır. 

Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, Ortadoğu’da hatta İslam dünyasında olup bitenleri doğru anlayabilmek için, din faktörünü bütün yönleri ile hesaba katmak gerekmektedir. Şu anda Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da ve benzeri yerlerde, fiilen bir mezhep çatışması yaşanmaktadır. Mezhepler, ötekileştirmeyi ve olup bitenleri meşrulaştırmayı kolaylaştırmaktadır. Olayları biraz daha yakından anlamaya çalışalım. Suriye’de bir savaş yaşanıyor ve bu savaşın tarafları kimlerdir? Savaşın odağında ne bulunmaktadır? Aslında Suriye’de Savaşı ’ nın odağında doğrudan mezhep yoktur. 

Ortada bir iktidar kavgası vardır. Bu kavganın uluslararası boyutu mevcuttur. İşin içine İran ve Suudi Arabistan girince, mezhepler de kendiliğinden girmiş olmaktadır.  Mezhepler savaşları meşrulaştırmak için son derece uygun enstrümanlardır. Irak’ta ise mezhep savaşı açıklıkla görülmektedir. Türkiye’nin Suriye politikalarında düştüğü bir yanılgı vardı. Türkiye, Esed’in içinden geldiği Nusayrilerin (toplumun yaklaşık % 10-12’sini teşkil ederler) yeterince güçlü olmadığını, Esed’in bütün gücünü bunlardan aldığını, muhalifler desteklenirse, Esed’in kolayca iktidardan düşürebileceğini zannediyordu. Halbuki Esed gücünü, 
daha çok zengin, aristokrat Sünni kesimden almaktadır. Bu Sünni kesim bü-rokraside ve devlette ciddi bir yer edinmiştir. İnsanlar kurulu düzenin bozulmasından, sahip oldukları kaybetmekten her zaman korkarlar. Olay ve olguları doğru değerlendirebilmek için, insan gerçeğini ve tarihi daima hesaba katmak gerekir. Suriye’deki olayların odağında, esas itibariyle iktidar kavgasının yer aldığını ifade etmeye çalışmıştık. Buradaki gelişmelerin İslam dünyasını derinden etkileyen  Arap Baharı’ndan bağımsız olacağı elbette düşünülemez. 

Ancak her bölgenin her ülkenin kendine özgü niteliklerinin de belirleyici olduğu bilinen bir husustur. Bizler, Arap dünyasındaki gelişmeleri, daha çok Batı basını üzerinden okumaya çalışıyoruz. Bunun ciddi bir handikap olduğunu hatırlamakta fayda vardır. Diğer taraftan, çözüm odaklı yürümek, bilgi ile hareket etmeyi gerektirir. Sanıyorum, İslam dünyasında olup bitenleri bilgiden çok, duygu ile 
değerlendiğimizi söylemek pek yanlış sayılmaz... 

Türkiye açısından Ortadoğu’daki meseleleri ele alırken verilere dayalı değil de duygulara göre hareket ediyor olmamız, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Suriye’de bir iktidar kavgası yaşanırken ekonomik kaygılar da söz konusu olmuştur. Bir taraf (Rejim) elindeki gücü korumaya çalışırken diğer taraf (Muhalifler) güç elde etme peşindeydi ve bu çatışmanın yarattığı bir boşluk bulunuyordu. Bu boşluktan yararlanmak isteyenler ise her zaman olacaktır. Esed rejimi de doğal olarak kendi çekirdek tabanından destek almak istedi ve buna karşılık oradaki otorite boşluğu farklı oluşumları Suriye’ye taşıdı. Hemen arkasından yaşananlar ise Suriye’deki gelişmelerin kaderini değiştiren en önemli hadiselerden biridir. Söz konusu gelişme İran’ın yönlendirmesi ile Hizbullah’ın Suriye rejiminin yanında savaşta yer almasıdır. Buradaki soru İran’ın neden Suriye rejiminin yanında olduğu ve Hizbullah’ı neden rejimin yanında savaşmaya yönlendirdiği sorusudur. Tabii ki İran’ın Suriye’ye destek vermesi bir mezhep dayanışmasıdır ancak, mezhep dayanışmasının ötesinde, eğer İran Suriye’deki üstünlüğünü kaybederse Lübnan’daki üstünlüğünü kaybedecektir. Lübnan’daki üstünlüğünü kaybederse İran’ın Irak’taki Şii kesimle irtibatı büyük ölçüde zedelenmiş olacaktır. Görüldüğü gibi İran’ın bu mezhepsel desteği aslında kendi güç ve iktidar algısı ve ulusal çıkarları ile ilgilidir. İran, dünyada Şiilerin yaşadığı her yer ile ciddi olarak ilgilenmektedir. Bu durum da Din ile siyasi iktidarın, 
Din ile ticaretin iç içe geçmiş olduğu bir yapının oluşmasına yol açmaktadır. Mezhep ise bu savaşı meşrulaştırıcı bir rol üstlenmiştir. 

Irak’ta %60, Suriye’de %12, Azerbaycan’da %70, Bahreyn, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirliklerinde %30- %70 Şii nüfus bulunurken, Orta Asya’ya uzandığımızda Pakistan’da %15-20, Hindistan’da %15-20, Afganistan %15 oranında Şii’nin yaşadığı görülecektir. 

Bu ise şu anlama gelmektedir; İran eğer Suriye’deki gücünü kaybederse Körfez ülkeleri ile de irtibatını ve buradaki gücünü kaybedecektir. 

İran güçlendiği tak-tirde, Körfez ülkelerindeki (Suudi Arabistan’daki) Şii’leri de kullanma potansiyeline sahip olacaktır. Irak açısından ilginç bir durum söz konusudur. ABD’nin Irak’a müdahalesi İran’ın önünü açmıştır. 
Maliki’nin politikaları, Sünni anlayışa sahip olanları merkezi yapıdan daha da uzaklaştırmış, Saddam’ın gitmesiyle travma yaşayanlarla birlikte, Sünnilik vurgusu canlanmaya başlamıştır. 

Burada ortaya çıkan boşluk, Sünni vurgunun Şiilere karşı yönlendirilmesini kolaylaştırmıştır. Nitekim IŞiD, bu boşluğu çok iyi değerlendirmiş ve Sünni aşiretlerden destek bulmuştur. IŞİD Suriye’de Esed güçlerine karşı savaşan gruplardan birisi idi. Daha önce elKaide’nin şemsiye altında varlığını sürdürür ken, Bağdadi ile birlikte daha bağımsız hareket etmeye başladı. Suriye’de, İslam dünyasında muhtelif yerlerden devşirdiği, daha çok günahkarlık duygusu baskın olan insanları, arınmaya ve kurtuluşa davet ederek savaşın bir parçası haline getirdi. Irak’ta Kuzey kendine özgün bir yapıya sahiptir.
Diğer taraftan ülkenin orta bölgesinde azımsanamayacak bir sayıda Sünni nüfus mevcuttur fakat iktidar Şiilerin elindedir. 

Şimdi İŞID’ın ortaya çıkmasında en önemli etkenler nedir diye sorulacak olursa, Kürtler kendilerine özgü bir böl-gede, ülkenin kuzeyinde kendilerine daha güvenli bir bölge yarattılar. Diğer yandan Şii’ler iktidardır. Cumhurbaşkanı, Sünni kökenli Talabani, sessiz ve yönetimdeki etkisi çok azdır. Ülkedeki tüm güçler Başbakan Maliki’nin elindedir ve Başbakan Maliki de İran ile işbirliği içerisindedir. 
Bu çerçevede meselenin farklı boyutlarına baktığımız zaman ülkedeki Sünni’ler yakın zamana kadar iktidarı (Maliki yönetimini) destekliyorlardı ancak Maliki iktidarı ülkedeki Sünnileri büyük ölçüde dışlamıştır. Diğer yandan Tarık Haşimi’nin yargılanması ve Türkiye’ye kaçması, bardağı taşıran son damlalardan birisi olmuştur. Bu arada söz konusu dışlanma sonucu ülkede bir Sünni Öfke birikmiştir. 
İşte burada IŞİD’ın yaptığı şey biriken bu Sünni Öfkeyi bir güce dönüştürmek oldu. Ve buradaki aşiretlerden beslenen IŞİD’ın bölgede önemli bir toplumsal desteği de bulunmaktadır. Basından öğrenebildiğimiz kadarıyla Tarık Haşimi de IŞİD’i desteklediğini açıklamıştır.
Irak’da adından hiç söz edilmeyen, kayda değer bir Türkmen kitlesi mevcuttur.  Musul, Kerkük, Telafer, Tuzhurmatu gibi yerlerde yaşayan Türkmenlerin nüfusu hakkında maalesef elimizde güvenilir veriler yoktur. Türkmenlerin görmezlikten gelinmesi, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gerekli olan bir husustur. 

Türkmenlerin bir kısmı Şii, bir kısmı ise Sünnidir. Şii ve Sünni Türkmen-ler maalesef bir birlik oluşturamamışlardır. 
Son IŞİD katliamlarında en çok zarar görenlerin Şii Türkmenler olduğu bilinmektedir.  
Bu durum, Şiilik-Sünnilik meselesinin Araplardan ve Farslardan çok Türklerin meselesi olduğunu akla getirmektedir. 
Türkmenlerin karşı karşıya kaldıkları bu tablo, ayrı bir tartışma konusuyken, konumuz odağında olan Mezhep farklılaşması Türkmenlerin en büyük dertlerini oluşturmaktadır. Çünkü Türkmenlerin içlerinde de Sünni ve Şii gruplar birbirleri ile uğraşmaktalar. 
Türkmenlerin, Irak denkleminde hiç telaffuz edilmemesinin ana sebeplerinden biri de budur.  Bu gibi sebeplerden dolayı mezhepsel ayrılıkları bilmeden Ortadoğu’daki sorunları anlamak da mümkün değildir. Konunun iki farklı boyutuna daha dikkat çekmek istiyoruz. 
Ortadoğu’da olup bitenler, temelde siyasi ve ekonomiktir. Din ve mezhepler, çatışmaları meşrulaştırmak için acımasızca kullanılmaktadır. 
Diğer yandan Ortadoğu’daki bu mevcut kavganın bir başka açıdan Petrol kavgası ol-duğunu söylenemez mi?  Petrol rafinelerinin kimde olduğu konusunda son zamanlarda bazı haberler çıkmıştır. IŞİD, ülkenin önemli rafinelerini elinde bulundurduğunu belirtirken, ardından ülke yönetimi bunu ya-lanlayarak rafinelerin kendi kontrolleri altında olduğunu belirttiler. Bu yüzden devletin ve IŞİD gibi grupların ayakta durabilmeleri için gelir kaynaklarına ihtiyaç vardır. Meseleye biraz daha farklı bir açıdan da bakabiliriz: Petrol denildiği zaman işin 
içine doğrudan İran’da girmiş olmuyor mu? 

Örneğin IŞİD’in ve Suriye’deki El-Nusra cephesi gibi grupların sermayeleri aslında Körfez sermayeleridir. Ve Ortadoğu’daki savaşların devlet anlamında iki tarafı mevcuttur ki bunlar İran ve Suudi Arabistan’dır. 

Bu iki ülke fiilen savaşın içinde değillerdir ancak aslında Ortadoğu’daki savaşın tam da içindeler. Örneğin IŞİD eğer Bağdat’a saldırıya geçerse İran’ın sessiz kalacağı düşünülebilir mi?. Burada sorulması gereken önemli bir soru şudur: Ortadoğu’daki gelişmeler, acaba domino tesiri ile bütün İslam dünyasına yayılabilecek bir Şii-Sünni çatışmasına yol açabilir mi? Ve eğer böyle bir çatışma ortaya çıkarsa Türkiye’nin tavrı ne olur ? Kanaatimizce, İslam dünyası böylesi küresel boyut kazanabilecek bir çatışma riski ile karşı karşıyadır. 
Böyle bir savaş, şayet başlarsa, ne zaman biteceğini kestirmek asla mümkün olamaz. 

Böylesi bir Savaşı, ancak Türkiye önleyebilir. 

Türkiye’nin etkili olabilmesi için de, öncelikle kendi iç sorunlarının üstesinden gelmesi, ülkeyi kolay kutuplaşan bir ülke olmaktan, dini, ayrılıkçı duruşlara meşruiyet kazandıran bir araç olmaktan çıkartması gerekmektedir.  Cevaplanması son derece zor ancak sorulması gereken bir diğer soru da petrol ile ilgilidir. Bilindiği gibi Petrolün 35-55 yıllık bir ömrü bulunmak-tadır ve dolayısı ile burada savaşlara sebep olan petrol sınırsız değildir. Teknolojinin, tarımın ve farklı bir gelişimin olmadığı, tüm sermayenin petrol üzerine kurulu olduğu bu 
bölgede (Ortadoğu) var olan petrolün tükenmesi durumunda Ortadoğu’nun durumu ne olur? Ki Kuzey Irak Kürtleri şu anda var olan petrolüne güvenerek bağımsızlık girişimlerine bulunuyor ve tüm strateji var olan petrol üzerinden yürütülüyor. Ancak burada da petrolün sonlanması ne anlama gelmektedir? Kısaca özetleyecek olursak; mezhepler beşeri oluşumlardır. Bilindiği gibi İslamiyet’in doğuşunda mezheplerden söz edilemez. Sonradan ortaya çıkmışlardır. Mezhepler kendi zamanlarında, günümüz siyasi partileri gibi  işlev görmüşlerdir. 

Günümüz siyasi partileri nasıl siyasi iktidarı elde etmeye çalışıyorlarsa Mezhepler de aynı eğilimde olmuşlardır. 

Buradan yola çıkarak “ Mezheplerin ortaya çıkışında temel belirleyici faktör Siyasettir, Siyasi erki ele geçirme çabasıdır ” diyebiliriz.  

Mezhepler hiçbir zaman din ile özdeşleştirilmemelidir. İslam bireyi esas alan bir dindir. İman bireyseldir; dileyen inanır, dileyen inkar eder. 
Kimse kimseyi, ne Müslüman olması konusunda ne de birtakım ibadetleri yerine getirme konusunda zorlayabilir. İslam açısından sorumluluk da bireysel dir; kimse kimsenin günahını çekmez. İslam açısından cennete hak eden gider; cennete toplu rezervasyon mümkün değildir. Mezhep,cemaat veya tarikat farklılıkları, ne insanların bir başkasını ötekileştirmesini ne de İslam dışı ilan etmesini gerektirir. Bir insanın Müslüman olması için herhangi bir mezhebe veya tarikata bağlı olması kesinlikle gerekmez. 

Bu söylediğimiz mezhepleri ortadan kaldıralım şeklinde anlaşılmamalıdır. Mezhepler vardır; insanların bazı ihtiyaçlarına cevap verdiği müddetçe var olmaya da devam edecektir. 

Sorun mezheplerin var olması değil, mezheplerin dinin yerini almasıdır.
Mezheplerin varlığı tabii ki inkar edilemez ancak din ile de özdeşleştirilemez: 

Mezhepler beşeri oluşumlardır. 

İslam dünyasında akan kanın durmasını, insanların onurlu bir yaşam sürdürmesi ni  istiyorsak, biraz da Müslümanların üretmiş oldukları kültürü eleştirel bir çerçevede yeniden değerlendirmemiz, tenkit ve tahlile tabi tutmamız gerekmektedir. Müslümanların üretmiş oldukları kültür, mevcut haliyle şiddet üretmektedir. Ve bu şiddetin damarlarının kurutulması gerekmektedir. 
Bu kültürde insan buharlaşmış, görünmez hale gelmiştir. 

İslam’ın insana insan olarak değer verdiğinin yeniden keşfedilmesine ihtiyaç vardır. Bu anlamda insanlara mezhebin din olmadığını anlatabilirseniz, mezhep ayrılıkları bir zenginlik olarak anlaşılır. Ondan dolayı insanlar birbirlerini öldürmezler. 

Ne var ki mezhep ve din arasındaki farkın anlaşılması, maalesef Müslümanların bütün sorunlarının çözüleceği anlamına gelmemektedir. 

Sorunların en temelinde yatan şey Cehalet ve Hamakattır. Bu iki temel sorunun giderilmediği sürece Müslümanlar birbirlerini öldürmeye devam ederler. Benim burada yaptığım ise insanları din ve mezhep konusunda aydınlanmasını sağlamak ve burada bile öğrenilenlerle belki insanların ölmesini engellemeye çalışmaktır. Sözün özü şu dur ki, Dini çatışmaların odağından çıkartmamız gerekiyor.  

Dinin çatışmaların odağından çıkması, mezhepler açısından bakıldığında, mezheplerin din olmadığını insanlara anlatılmasına bağlıdır. 

Başka bir açıdan bakıldığında ise, İslam dininin üst seviyede rasyonel bir din olduğu gerçeğini görmeye ve İslam dininin siyasi meseleleri insana bıraktığı gerçeğinin doğru anlaşılmasına bağlıdır. 

Bir ilahiyatçı olarak İslam’ın siyasi meseleleri insana bıraktığını söyleyebilirim. İslam’ın egemenlik iddiası yoktur. Ancak bir Müslüman’ın egemenlik iddiası olabilir. Bir Müslüman, bu toprakları daha iyi idare edebileceğine ve adaleti sağlayabileceğini inanabilir ve bu doğal bir haktır. 

İslam size der ki; 
Sizin dininiz size, benim dinim bana. Dinde zorlama yoktur. 
Dileyen İnanır, Dileyen inkar eder. 
İslam bir Rejimden, bir Sistemden söz etmez. 

Diğer yandan Kur’an’da Siyasi prensipler denilebilecek kurucu ilkeler
bulunmaktadır. 

Bu İlkelerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

-Aklın her anlamda ön planda tutulması, 
-İşlerin istişare, danışılarak, şura ile halledilmesi,
-İşlerin ehline verilmesi,
-Adaletin hayatın tüm alanlarında sağlanması,
-Bilgiyle, belgeyle ve verilere dayalı olarak hareket edilmesi...

Bu ilkelerin, aynı zamanda insanlığın ortak tecrübesi olan gelişmiş demokrasilerin de kurucu ilkeleri olduğunu görmek zor değildir. 
Dinin, en temelde bilgi işi olduğunu, bilmekten korkmamak gerektiğini, bilgiye açık olmanın dinin gereği olduğunu anlayabilirsek, dinin sorun olmaktan çıkarılabileceğini, farklılıkların zenginlik olarak görülebileceğini anlayabiliriz.


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****