1 Nisan 2017 Cumartesi

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 3



ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ.,
 BÖLÜM 3



Camp David ve Mısır - İsrail Anlaşması 

ABD, Orta Doğu’da barışı sağlamak düşüncesiyle Suriye, Mısır ve Ürdün’ün İsrail ile birlikte barış masasına oturması için adım adım ilerlediği bir diplomatik atak başlatmıştı. Birçok toplantı ve konferans yapılmış ancak; 1975 yılı yazının sonlarına doğru Suriye tarafından, Mısır ile İsrail arasındaki anlaşma zeminine açıkça karşı çıkılmaya başlanmıştı. Suriye’nin endişesi; Mısır’ın Sina Yarımadası ’nda kaybetmiş olduğu toprakların bir kısmını daha alması hâlinde, gelecekte İsrail’e karşı çarpışmakta daha isteksiz olabileceği ve böylelikle de Suriye’nin can düşmanı İsrail ile yüz yüze ve tek başına kalabileceği tehlikesiydi. Bu nedenle 1975’in Eylül ayında Sina II adındaki anlaşma metninin son şeklinin verilmekte olduğu sırada, Suriye’nin başını çektiği Arap ülkelerinden Irak, Libya, Cezayir, Güney Yemen ve FKÖ “Red Cephesi” oluşturdular. Suriye, evvelce İsrail tarafından işgal edilmiş olan Golan Tepelerinden İsrail’in tam olarak çekilmesi için kapının aralanmasını umuyordu.63 

1977’de ABD’nin Orta Doğu’da yürüttüğü yoğun barış görüşmeleri başarıya ulaşmış ve tarihe “Camp David Anlaşması” olarak geçen, İsrail- Mısır-ABD Anlaşması, bu ülkelerin liderleri olan Menahem Begin, Enver Sedat ve Jimmy Carter tarafından imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Filistin halkının hukuki hakları ile bu hakların getirdiği esaslar da tanınmış oluyordu.64 Neredeyse tüm Arap dünyası bu anlaşmaya karşı çıkıp imzacı Arap ülkesi olan Mısır’la ilişkilerini askıya almıştı. 

Lübnan’da İç Savaş ve İşgali Getiren Gelişmeler 

1946’da bağımsızlığına kavuşan her iki ülkeden Suriye, Lübnan’ın bağımsızlığını hiçbir zaman tanımamıştı. Benzer şekilde Lübnan da Suriye’ye diplomatik temsilci göndermemişti. 13 Nisan 1975’te Beyrut yakınlarındaki Ayn El-Rumana’da bir kilisenin açılış töreni sırasında arabadan açılan ateşle iki Falanjist asker ve Hristiyan liderlerden Emin Cemayel’in muhafızı öldürülmüştü. Ateşin Filistinliler tarafından açıldığını düşünen ya da inanan Falanjist milisler de aynı gün Tal el-Zatar kampına gitmekte olan bir Filistin otobüsünü Ayn el-Rumana’da durdurarak içindeki tüm yolcularını katlettiler. Kemal Canbolat radikal grupların oluşturduğu “Ulusal Cephe”yi toplantıya çağırarak Falanjist Partinin feshedilmesini ve kabinedeki iki bakanın görevine son verilmesini istedi. Öte yandan FKÖ Lideri Yaser Arafat da diğer Arap devletlerinin duruma müdahale etmeleri için çağrıda bulundu.65 Lübnanlı Lider Kemal Canbolat’ın Hafız Esad ile görüşmesinin ardından Nisan 1976’da Suriye lideri, savaşa son vermek 
üzere sınırlı sayıdaki Suriye birliklerini Lübnan’a göndermişti. Birkaç hafta içinde Suriye  birlikleri Lübnan’ın kuzeyinde ve merkezî bölgesinde ağırlıklı olmak üzere güneydeki Litani Nehri’ne kadar olan bölgede kontrolü ele geçirmeyi başardılar. Suriye kuvvetleri daha ileriye gidememişlerdi. Zira İsrail bu konudaki karşıt tutumunu ortaya koymuştu. Öte yandan Kahire’de 10 Haziran 1976’da toplanan Arap Ülkeleri Zirvesi66 sırasında 30 bin kişilik bir “Arap Caydırıcı Gücü” kurulması, bu güce de Suudi Arabistan, Sudan, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Güney Yemen ve Suriye’den daimî katılımlı birlikler gönderilmesi kararlaştırılmıştı. Lübnan’da askerî varlığını tesis eden Suriye, Arap Ülkeleri Zirvesi’nde alınmış olan bu kararla ikinci adım olarak da Lübnan’daki askerî varlığına hukuki zemin kazandırarak aşama kaydetmişti. Ancak Suriye’nin askerî varlığı Lübnan’ın Hristiyan kesimi tarafından kabul edilmemişti. Öyle ki sonunda bu Hristiyan milisler 1978’de Suriye birlikleri ile savaş açacak duruma kadar geldiler. Bu durumu hazırlayan etkenler ise şunlardı: (1) 1978’de İsrail, bölgedeki FKÖ Fedailerini yok etmek maksadıyla Güney Lübnan’ı işgal etmiş ve BM Güvenlik Konseyi ile ABD tarafından çekilmelerinin istendiği Haziran ayına kadar kalmışlardı.67 (2) Suriye’ye karşı olan güçler İsrail tarafından silah, teçhizat ve eğitimle desteklenmişti.68 

BM Güvenlik Konseyinin 19 Mart 1978 tarihli 425 sayılı kararıyla BM’ye bağlı uluslararası 6 bin askerden oluşan bir birliğin Güney Lübnan’ı kontrol etmesi kararlaştırılmıştı. İsrail, çekilirken kendi yanlısı olan Saad Haddad ve milisleri de bölgede kalmıştı. Dolayısıyla BM kuvvetleri69 ile gerek İsrail yanlısı Haddad milislerinin gerekse Filistinli grupların da zaman zaman karşılıklı çatışmaları kaçınılmaz oluyordu. Bu kargaşa içinde BM Güvenlik Konseyi 7 Ekim’de ateşkes çağrısı yaptı. Ateşkesi izleyen günlerde Lübnan Cumhurbaşkanı Sarkis’in daveti üzerine “Arap Caydırıcı Gücü”ne katkıları olan Suriye, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Sudan’ın katılımıyla 15 Ekim 1978’de Beyrut’ta bir toplantı yapıldı. Toplantı sonucunda Lübnan Silahlı Kuvvetlerinin mezhep yapısı da dikkate alınarak yeniden teşkilatlandırılması, daha da güçlendirilerek zamanla ülkedeki kontrolü Arap Caydırıcı Gücü’nden devralması kararlaştırıldı. Kararın açıklanmasından sonra Suriye, askerlerinin bir kısmını Doğu Beyrut’taki bazı semtlerden geri çekmişti.70 

1979 yılı içinde İsrail yanlısı Saad Haddam, kendi kontrolü altındaki bölgede “Özgür Lübnan” adıyla bir bağımsız devlet kurduğunu ilan etmiş, ciddiye alınmamış; ancak Lübnan’daki karışıklıklar da aralıksız devam etmişti. Bir taraftan Falanjistler ile Ermeniler arasında çatışma çıkarken diğer taraftan Doğu Beyrut Hristiyanları kendi aralarında çatışmaya başlamışlardı. 

1979 yılı yaz aylarında ise İsrail uçakları Güney Lübnan’daki FKÖ kamplarını bombalamış, Trablusşam’daki Suriyeli askerler ve Şii yandaşları da 
“Müslüman Kardeşler” adı ile bilinen Sünni örgüte karşı mücadeleye başlamıştı. 1980 yılına gelindiğinde Lübnan’daki çatışmalar çok eksenli bir hâl alarak sürüyordu. Bunlardan biri Hristiyan-Müslüman çatışması iken bir diğeri ise Sünni-Şii çatışması şeklinde mezhep çatışmasına zemin hazırlamıştı. FKÖ ile İsrail arasındaki mücadele bir başka çatışma eksenini oluştururken, Lübnan’da aynı din ve mezhepler içindeki çeşitli grupların da birbirleriyle çatışmaları da kaçınılmazdı.71 

26 Mart 1979’da Mısır ile İsrail arasında, Camp David’ten sonra ikinci bir anlaşma daha Washington (Vaşington)da imzalanmış, bunun üzerine Suudi Arabistan ve Ürdün ABD’ye cephe almışlardı. Filistin halkının haklarının savunulmadığı iddiasıyla bu anlaşmaya Suriye de karşı idi. Mısırİsrail 
anlaşması gereği İsrail Sina Yarımadası’ndan çekildi. ABD, İsrail’e iki milyar dolar, Mısır’a da üç milyar dolar ve askerî malzeme yardımı yaptı. 

İsrail gemileri Süveyş Kanalı’ndan geçebilecekti, Mısır’ın İsrail’e uyguladığı ambargo kalktı.72 

İsrail’in Lübnan’ı İşgali – Orta Doğu’da Yeni Çalkantılar 

İsrail Parlamentosu Knesset 30 Temmuz 1980’de Kudüs’ü “İsrail’in ebedî ve değişmez başkenti” olarak ilan etmişti. 8 Haziran 1981’de ise Irak’ta inşa edilmekte olan Osirak Nükleer Reaktörü İsrail uçaklarının hava saldırısıyla havaya uçuruldu. Aynı tarihlerde Güney Lübnan’da Filistinliler mevzilerini güçlendirirken bu durum Lübnan ile Filistinlilerin arasını açıyordu. Yaser Arafat ve FKÖ’nün bu tutumunu, “İsrail’in Güney Lübnan’ı işgali için bir bahane olarak değerlendiren” dönemin ABD Devlet Başkanı Ronald Reagan, Arafat’ı bu konuda uyarma ihtiyacını hissetmiş, bölgeye Philip Habib’i özel temsilci olarak gönder mişti. Batı Beyrut’ta artan çatışmalar ve Arap ülkelerinin diplomatik temsilcilerine yöneltilen tehditlerle, bu ülkelerin temsilcilikleri ülkeyi terk etmişti. 24 Mayıs 1982’de Fransız Büyükelçiliğine düzenlenen bombalı bir saldırıda 12 kişi hayatını kaybetmiş, Batılı sefaretler birer birer kapanmaya başlamıştı. Hristiyan milisler, Suriye Lübnan’ı terk edinceye kadar mücadeleyi sürdüreceğini ifade ederken İsrail jetleri de Güney Lübnan’daki keşif uçuşlarını yoğunlaştır mıştı.73 

İsrail’de, 1981 yılı genel seçimleri sonrası Savunma Bakanı General Ariel Şaron’la74 birlikte Lübnan’ın işgal fikri kuvvet kazanmıştı. İsrail jetlerinin 
Güney Lübnan’daki icraatı, 21 Nisan’da Beyrut güneyindeki Damur şehrinin yakınındaki bazı Filistin mevzilerinin roket ateşine tabi tutulması ve daha 
sonra da Batı Beyrut üzerindeki uçuşlarla devam etmişti. 6 Haziran 1982’de güneyden Lübnan sınırlarına giren İsrail kuvvetleri, “Galilee Barış Harekâtı” 
adı altında Güney Lübnan’ı işgal harekâtına başlamıştı75. Bu harekât ile Arap–İsrail savaşlarında ilk kez İsrail–Filistin kuvvetleri bir cephede karşılıklı 
çatışmaya girdi.76 Filistinliler eğitilmiş İsrail kuvvetlerinin yetişmiş insan gücüne karşı koyabilecek yetenekte değillerdi. İsrail’in bu harekâtı sonunda 
FKÖ lideri Yaser Arafat da dâhil FKÖ gerillaları Lübnan dışına sürgün edildiler. 

İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında başlangıçta çarpışmaların dışında kalan Suriye’nin, Lübnan’daki “Arap Caydırıcı Gücü”nde yer alan kuvvetleri 
İsrail kuvvetleriyle yer yer çarpıştılar. Bu çarpışmalar 11 Haziran 1982’de doruğa ulaşmış, Bekaa Vadisi semalarında İsrail ve Suriye uçakları arasında 
bir hava muharebesi yaşanmış. Suriye 85 Mig uçağı kaybettiği gibi Bekaa’da konuşlu çok sayıdaki Rus yapımı SAM füze rampaları da İsrail uçakları 
tarafından imha edilmişti. Lübnan’da gerçekleşen Suriye–İsrail arasındaki bu dördüncü büyük düello, İsrail’in açık ara üstünlüğüne rağmen Suriye 
sınırlarını aşamamıştı. Bunun nedeni ise Suriye ile Sovyetler Birliği arasında 1980 yılı içinde imzalanmış olan “İş Birliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşması”nın varlığıydı. İsrail, Suriye ile Bekaa’da bir ateşkes anlaşması yaparak 
çatışmayı sonlandırmıştı.77 Lübnan Hükûmeti, Dürzi ve Şiiler ile Suriye’nin karşı konulamaz direnişi karşısında İsrail ile yapılan anlaşmayı iptal etmişti. 
Bu arada Emel ve bazı Şii grupları Lübnan siyasetinde ön saflara yerleşmişti. Emel, Batı Beyrut’ta sıkı bir denetim sistemini kurmuş, kısmen de olsa 
Emel’in baskısıyla İsrail güçleri, güney sınırındaki bir şerit dışında, Lübnan’dan çekilmişlerdi.78 

Filistin Özerk Devleti’nin Kuruluşu ve Lübnan Bunalımı 

9 Aralık 1987’de İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde geniş çaplı bir ayaklanma ve direniş baş gösterdi. Taşlı-sopalı ve silahsız olan bu kendine özgü ayaklanma, Filistin devletinin ilanını hızlandıracak tarihî bir öneme sahip olmuştu. Bu intifadanın ardından 31 Temmuz 1988’de Ürdün, Batı Şeria ile Doğu Kudüs üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçtiğini açıklamış, bu durum üzerine intifadanın gerçekleştiği tüm topraklar, hiçbir ülkenin egemenliğinde olmayan topraklar konumuna dönüşmüştü. Bir başka ifadeyle; 1967’den beri İsrail’in işgali altında tutulan; ancak ilhak edilmemiş olan “Batı Şeria” ve “Gazze” ile gene İsrail’in 1980’de işgal ettiği Doğu Kudüs bir bakıma meşru sahibini bekler pozisyona düşmüştü. Zira BM Güvenlik Konseyinin 242 sayılı kararı 1967 Arap-İsrail Savaşı öncesi sınırları onaylıyordu. Ama artık Gazze ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs herhangi bir devletin meşru egemenliği altında değildi. Bu durum ise söz konusu topraklar üzerinde bir devlet kurulmasını ya da devletin 
mevcudiyetinin ilanını kolaylaştırıyordu. 15 Kasım 1988 sabahı Arafat’ın bizzat ifadesi ile “Filistin devletinin kurulduğu” tüm dünyaya duyuruldu. Bu ilan ile birlikte Filistinlilerin o güne kadar savunmuş oldukları, “Filistin’de tek Filistin devleti” düşü de terk edildi. Arafat, müteakip günlerde, BM Güvenlik Konseyinin Filistin ile ilgili olarak evvelce almış olduğu bir dizi kararı tanıdığını ve özellikle de “terörizmin her türüne karşı olduğunu” açıklamasının ardından, ABD-Filistin yakınlaşmasının temelleri de atılmıştı.79 

1985-1990 yılları arasında Lübnan’daki siyasi istikrarsızlık, iç karışıklık ve terör faaliyetleri devam etmiş, Lübnan’daki “pastadan” İran, Suriye ve diğer Arap ülkelerinin pay kapma çabaları mevcut olup Lübnan’da 1985 yılından itibaren egemen olan unsurlar şöyledir: (1) Lübnan’ın siyasi liderlerinden Nebih Berri’nin Suriye yanlısı “Emel” (Amal) örgütü, (2) Dürzi lider Velid Canbolat’ın İlerici Sosyalist Partisi’nin bir örgütü olan “Dürzi Milis Kuvvetleri”, (3) Aşırı İslamcı ve Sünni, ayrıca da Suriye karşıtı “İslami Birlik Hareketi”nin milis örgütü “Tevhid” (Tavhid), (4) Emel örgütünün 1983 yılındaki iç bölünmesinden ortaya çıkan Şii örgüt İslami Cihad80 (5) Emel örgütünden kopan ve lideri Şeyh Muhammed Fadlallah olan, doğrudan İran tarafından finanse edilen bir başka Şii örgütü Hizbullah, (5) Sünni ve aşırı İslamcı bir örgüt olan Cindullah (Allah’ın askerleri) örgütü. Bu örgütlerden Emel ve Hizbullah arasındaki mücadeleler en şiddetlisi olup 1988 yılına kadar sürmüştür. Aralarında mücadelelerin yaşandığı FKÖ ile Emel arasında Aralık 1989’da yapılan bir anlaşma sonunda FKÖ, Sayda ve Sur arasındaki Güney Lübnan topraklarında, İsrail’e karşı tam bir hareket serbestisi 
kazanmıştı.81 

Mayıs 1989’da Kazablanka’daki Arap Birliği zirve toplantısında Cezayir, Suudi Arabistan ve Fas devlet başkanları Lübnan için bir barış ve uzlaşma planı hazırlanmasına karar verdi. 16 Eylül 1989’da hazır hâle gelen planda çatışmalara son verilmesi yanında, siyasi reformlar da öngörülüyor, memuriyet ve silahlı kuvvetler mensuplarında mezhep ayrımı kaldırılıyor ve Lübnan halkının daha iyi temsil edilebilmesi için milletvekili sayısı 99’dan 128’e çıkarılıyordu. O tarihte Müslümanların sayısı Hristiyanlara oranla daha fazla olduğundan, eski düzen bu plana göre Müslümanlar lehine değişme kaydediyordu. 1972 yılından beri seçim yapamamış olan Lübnan Parlamentosunun 70 üyesinden Müslüman ve Hristiyan milletvekili sayıları 31’er kişi idi. Meclis 30 Eylül 1989’da toplandı. “Taif Anlaşması” denilen bu toplantı sonucunda hazırlanmış olan plan çoğunlukla kabul edildi. Ancak Hristiyan liderlerden bazıları Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini istemediğinden bu planı kabul etmemişti. Kasım 1989’da, Lübnan 
Parlamentosu Elias Hrawi’yi Cumhurbaşkanı seçti. Böylelikle Hristiyanlarla Müslümanlar arasında çatışma konusu olan Cumhurbaşkanlığı sorunu 
çözüme ulaştırılmıştı. Ancak bu kez de Hristiyanlar ikiye bölünmüşlerdi. Bu nedenle 1990 Ocak ayından Mart 1990’a kadar yaşanan çatışmalar, 
Hristiyan liderlerin Taif Anlaşması’nı kabul etmesiyle sona erdi. Ancak 1976 yılında imzalanan Riyad Anlaşması’na dayanarak 36 bin askerini Lübnan’a 
intikal ettirmiş olan Suriye, bu ülkenin önemli bir bölümünü kontrolü altına almış bulunuyordu. Tüm bu gelişmelerden sonra Lübnan bir bakıma Suriye’nin bir “eyaleti” konumuna girmişti.82 1991 yılında Lübnan Hükûmeti’nin aldığı bir kararla bütün silahlı gruplar silahlarından arındırılırken, Lübnan Hükûmeti’nin kontrolü dışındaki Hizbullah’ın varlığı, İsrail işgali yüzünden meşru sayılmıştı. Hizbullah’ın siyasi kanadının seçimlerde başarı kazanmasıyla Lübnan’da Hizbullah sadece askerî değil, aynı zamanda etkin bir siyasi güç olarak da hareket etmeye başlamış, Suriye ve özellikle de İran’ın desteğiyle, 1991 yılından itibaren Güney Lübnan’daki İsrail kuvvetleriyle mücadele etmiştir.83 

Orta Doğu Barış Görüşmeleri 

1991 Körfez Krizi ve Irak’a müdahale sonrasında ABD Başkanı George Bush’un Dışişleri Bakanı James Baker, Ekim 1991’de Madrid’te bir uluslararası konferans düzenleyerek düşman tarafları aynı masaya oturtmuştu. İsrail, Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün-FKÖ ortak delegeleri bir araya gelmişlerdi. ABD’ye ilaveten Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi ve Körfez Birliği Genel Sekreteri de konferansta hazır bulunmuşlardı. Konferansın devamı Washington’daki toplantıydı. Bu toplantıya İsrail adına katılan Başbakan Yitzak Şamir, Arap delegeleri ve ABD’nin istekleri karşısında katı bir muhalif olarak kalmıştı. Şamir’in 23 Haziran 1992 genel seçimlerine karar vermesiyle resim değişebilecekti. Bu arada seçimler 
arifesinde Şimon Peres’in ajanları ile Arafat’ın danışmanlarını bir araya getirebilmek için bir “Oslo Süreci” de başlatılmıştı. Oldukça gizli yürütülen 
Oslo görüşmelerinde Arap yerleşim bölgelerinin kendilerini yönetebilecekleri, kendi hafif silahlı polis teşkilatlarını kurabilecekleri ve Filistin Yönetimi olarak 
bilinen ve Filistinli Arap seçmenlerce seçilecek bir otoritenin varlığı konusunda uzlaşmaya varmışlardı. 13 Eylül 1993’te, 1992 seçimlerini kazanarak Başbakan olan Yitzak Rabin, Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve Filistin Yönetimi Lideri Yasir Arafat, ABD Başkanı Bill Clinton’un nezaretinde “Beyaz Saray”da Oslo paketi üzerinde anlaşarak el sıkışmışlardı. Rabin- 

Peres Hükûmeti 1993 ve 1995’te Suriye’ye karşı da barış taarruzlarında bulundu. ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Warren Christopher’un da girişimleri ile, İsrail bazı formaliteler karşılığında Golan tepelerini Suriye’ye bırakabileceğini söyledi. İsrail, Golan tepelerinde, Suriye’nin sürpriz taarruzlarından korunabilmek maksadıyla elektronik erken ihbar sistemlerinin daimî olarak kalmasını istiyordu. Benzer erken ihbar sistemi Mısır’a geri verilen Sina Yarımadası’nda da mevcuttu. İsrail ayrıca, bölgedeki suyun paylaşımında da bazı isteklerde bulunmuştu. Bu istekler karşısında Suriye, barış girişimini reddetmişti.84 Suriye 1. Başkan Yardımcısı Khaddam, “İsrail, açık ve kesin olarak herhangi bir sınırlama olmaksızın makul bir süre planlaması içerisinde geri vermeyi taahhüt etmelidir”85 demişti. Aslında, 1992 genel seçimlerinde bölgedeki bir Arap-İsrail barış anlaşmasının gerekliliğini savunan; ancak Kudüs’ün bölünmeksizin İsrail’e bağlı kalacağını, Ürdün’ün batısında ayrı bir Filistin devleti kurulmayacağını, Ürdün Vadisi ve Tiberia Gölü’nün batı sahillerinin İsrail’in egemenliği altında kalacağını ve Suriye ile yapılacak herhangi bir barış anlaşmasında Golan Tepelerinde İsrail’in askerî ve meskûn mahal olarak kullanım ve kontrolünün devam edeceği vaadinde bulunmuş Rabin, bu vaatlerinden oldukça uzaklaşmıştı.86 

1995 yılında İsrail–Filistin görüşmeleri de çıkmaza girmeye başlamıştı. Filistinliler, İsrail işgali altındaki toprakların sözleşme gereği boşaltılması 
gerekirken yeni yerleşim yerleri olarak açılmasından şikayetçi idiler. Buna karşılık İsrail Hükûmeti de FKÖ lideri Yaser Arafat’ı, Filistin Özerk Bölgesi’ndeki Yahudilerin hayatını garanti etmemekle suçluyordu. Bunların ardından, İsrail-Filistin Anlaşması’nı kabul etmeyen Filistinli radikal dinci örgütler Yahudilere karşı bombalı saldırılara başlamışlardı. İsrail cephesinde de durum farklı değildi. İsrail Hükûmeti’nin Filistinlilerle anlaşma yapmasını kabul etmeyen radikal Yahudi grupları da gizli faaliyetlerini 4 Kasım 1995’te Başbakanları Yitzak Rabin’i bir suikast sonucu katlederek ortaya koymuşlardı. Hukuk öğrencisi fanatik bir Ortodoks’un işlediği bu cinayetten sonra, 1996 yılında Benyamin Netanyahu başbakanlığa gelecekti. Netanyahu Hükûmeti’nin parolası ise “Güvenlik için Özgürlük” idi. Dinî partilerin desteklediği bu hükûmetin programı ise bir önceki hükûmetten taban tabana zıt olacak şekilde ve şöyle idi: (1) Golan Tepelerinden dönüş olmayacak, (2) Filistin Devleti’ne hayır, (3) Kudüs’ün gelecekteki statüsü 
konusunda tartışmaya gerek yok.87 

Rabin sonrası İsrail’in barış karşıtı tutumuna rağmen, ABD Başkanı Bill Clinton Kabinesinin yürüttüğü “Orta Doğu Barış Süreci” ile Orta Doğu’da barışın tesisi için önemli bir mesafe kat etmeyi başarmıştı. Bu girişimlerden biri de 15 Aralık 1999’da Washington’da ve Bill Clinton’ın ev sahipliğinde, İsrail Başbakanı Ehud Barak, Suriye Dışişleri Bakanı Faruk el-Şara ile Lübnan Başbakanı Salim Hoss’un katılımı ile gerçekleşmişti. Bu görüşme, tüm dünyaya bizzat Clinton tarafından da deklare edilmişti.88 Ancak bu görüşmeleri izleyen aylarda ve Ehud Barak’ın 2000 yılı içinde pek yüksek çıkmayan “Golan’dan çekilme” çağrısı dışında, Suriye’ye ümit vaat eden herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Mart 2000 içinde Clinton ile Hafız Esad Cenevre’de kısa bir süreliğine bir araya gelmiş; ancak Esad, 1967 sınırlarından ve su konusunda ödün vermeyeceğini tekrarlamıştı.89 

Suriye diktatörü Hafız Esad’ın ölümü üzerine Devlet Başkanı olan Beşşar Esad, Suriye Halk Meclisindeki yemin töreninde, İsrail’le ilgili politikanın ana hatlarını şöyle çizdi: 
(1) Lübnan desteklenmeye devam edecek, 
(2) Golan Tepeleri başta, işgal altındaki Suriye toprakları kurtarılarak 1967 yılından önceki sınırlara dönülmesi konusundaki politikadan ödün verilmeyecek ti.90 

ABD’de George W. Bush Yönetimi - Irak Müdahalesi ve Suriye’de Endişe 

ABD’de Bill Clinton’dan sonra Başkan seçilen Cumhuriyetçilerin adayı George W. Bush’un dünya kamuoyunda “Yeni Muhafazakârlar” olarak bilinen şahinleri, Orta Doğu’da İsrail yanlısı politikayı benimsemişlerdi. Bu ise Orta Doğu barış sürecini geliştirmek bir yana, önleyici bir gelişmeydi. 

11 Eylül 2001’de ABD’nin Pentagon dâhil birkaç önemli bölgesine intihar uçuşları ile yapılan terör saldırılarının ardından önce Afganistan’a BM şemsiyesi altında müdahale edilmiş, ardından da 20 Mart 2003’te ABD-İngiltere ağırlıklı koalisyon güçleri Irak’a girmiş ve işgale başlamıştı. 

Irak’ta 2003 yılı içinde iki ay sonra savaşın fiilen sona erdiği bildirilmiş, gözler Suriye’ye çevrilmişti. ABD, 2003 Irak müdahalesinin ardından, Baas 
Partisin den kalanların Suriye topraklarında barındığını ve isyancıların bu topraklardan Irak'a giriş çıkış yaptığını iddia etmiş, sınırlarını kontrol 
edemeyen Suriye’yi suçlamıştı. ABD Kongresinin Aralık 2003 tarihli bir neşriyatında, “Suriye’nin terörizme desteğinin, Lübnan’ı işgalinin ve kitle 
imha silahları üretiminin durdurulması gerektiği, keza Suriye’nin Orta Doğu’da ciddi birçok uluslararası güvenlik sorununa sebebiyet veren açık 
tutumu” resmî olarak da belgelenmişti.91 Şahinler Suriye’ye karşı sert yaptırımlar uygulanmasını isterken ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ve 
ılımlılar buna karşı çıkıyor hatta “ABD’nin Suriye ile çok canlı bir diplomatik diyalog içinde olduğunu” ifadeyle Şam’a gitmeyi bile düşünmüştü. Öte 
yandan İsrail de ABD’nin Suriye’ye karşı çok sert baskı uygulamasından yanaydı. ABD yönetiminin şahinlerinin gönlünü okşayan açıklamalardan birini 2003 yılı ilkbaharı içinde İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz şöyle yapmıştı:“Amerikalıların, Suriye’nin ne yaptığını gözden uzak tutmayacağını sanıyorum. Bu, ABD’nin Suriye’ye askerî eyleme geçeceği anlamına gelmiyor. Ancak ABD’nin bir süper güç olarak ülkelerin düşünme ve eylem biçimlerini değiştirmek için güç kullanma imkânı var”92 

ABD 2004 içinde, Suriye’nin kitle imha silahları ve terörist eylemler konusundaki politikalarından kaygı duyduklarını ifade etmişti. 19 Ocak 2004’te, Suriye devlet radyolarından yapılan bir günlük yorumda; “Suriye’nin BM Güvenlik Konseyine sunduğu, Orta Doğu’nun, İsrail de dâhil olmak üzere nükleer silahlar dâhil çeşitli kitle imha silahlarından kurtarılması önerisini reddedenin ABD olduğu” duyurulmuştu. Suriye devlet radyosunun devam eden yorumunda; “Washington’un neden İsrail’den kitle imha silah programını bırakmasını ve kapılarını denetçilere açmasını istemediğini” de sorgulamıştı. Suriye radyosu değerlendirmenin devamında “Suriye’nin nükleer, kimyasal ya da biyolojik silahlara sahip bulunmadığını” ancak “kendisini, 200 kadar nükleer savaş başlığına sahip olduğu tahmin edilen İsrail’e karşı savunma hakkı bulunduğunu” da belirtiyordu.93 2004’ün Mart ayı içinde Suriye’de bir spor karşılaşması sonrası çıkan Kürt-Arap çatışmasının ardından ABD’nin Suriye’ye yönelik yeni bir tehdidi daha dünya basınında yer almıştı. Beşşar Esad yönetimini ağır bir dille eleştiren ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Adam Ereli, Şam yönetimini “Kürtlere baskı yapmama” konusunda uyarmıştı. Gene aynı günlerde ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage de Beşşar Esad’ın yönetimi için, “…bir yol ayrımında. Ya yoluna devam eder ve güzel bir yaşamı olur ya da daha da izole edilir ve bölgedeki tek Baas Partisi olur.” diyerek Suriye’ye yeni bir tehdit 
yöneltmişti.94 

Amerikalı yetkililer, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’te Beyrut’ta öldürülmesinin arkasında Suriye'nin bulunduğunu iddia ettiler. Zira, Hariri, Suriye askerlerinin Lübnan'dan çekilmesini istiyordu. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 17 Şubat 2005 tarihinde, uluslararası toplumdan, başka ülkelerin iç işlerine karışan Suriye’nin durdurulmasını istedi. Suriye’nin Lübnan’ın işlerine karışmaktan vazgeçmesi gerektiğini Lübnan’da istikrarsız bir ortam yarattığını kaydeden Rice, “uluslararası toplumun Suriye'nin yaptıklarına karşı birleşmesine ihtiyacımız var. Suriye hem kendi topraklarını hem de Güney Lübnan’ı terörizmi desteklemek için kullanıyor” diyerek Suriye’yi hedef göstermişti.95 İyice daralan Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, “ön bahçesi” Lübnan’da 1976’dan beri var olan askerlerini geri çekme kararı almıştı. 

Hariri suikastı nedeniyle Suriye’de sular bir türlü durulmak bilmemiş, 12 Ekim 2005’te Suriye İçişleri Bakanı Gazi Kenan’ın, Lübnan’ın Sesi radyosunda konuştuktan sonra intihar ettiği duyulmuştu. Ölümünden iki hafta önce Hariri suikastı nedeniyle BM müfettişlerince sorgulanan Gazi Kenan, son radyo konuşmasında “Bu, hakkımdaki iddialarla ilgili son açıklamam. Benim Hariri suikastıyla kesinlikle ilgim yok. Zaten BM müfettişine her şeyi anlattım.” diyerek son açıklamasını yapmıştır.96 Suriyeli bakanın intiharını Hariri suikastı ile bağlantılandıran ve Suriye yönetimini köşeye sıkıştırmak isteyen bazı otoriteler “şaibeli” olarak değerlendirilmişti. Bazıları, intiharın Suriye’nin kirli çamaşırlarını ortadan kaldırmak için gizli bir operasyon olabileceğini iddia ederken bazıları da bunun ABD’nin ya da İsrail’in işi olduğunu söylüyordu. Zira, intihar eden Suriyeli Bakan Gazi Kenan, bu görevden önce 1982’den itibaren Lübnan’a yerleşmiş olan Suriye’nin Bekaa’daki terör kamplarından, Lübnan’daki tüm gelişmelere kadar geniş bir haber alma ağının başındaki tek ve önemli yetkili idi. Daha sonra, BM’nin Hariri suikastını soruşturmakla görevlendirdiği Alman Savcı Detlef Mehlis’in raporu ile ortalık daha beter karıştı. 2005 Ekim ayı içinde ABD Başkanı Bush’un, Suriye’yi vurmak istediği, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın da 
bunu engellediği haberi basına yansımıştı. Uzun zamandır İran ve Suriye’yi hedef alan ABD yönetimi, uyguladığı baskı politikasıyla Suriye kuvvetlerinin 
Lübnan’dan çıkmasını sağlamış, Suriye’deki Kürtleri ayaklandırmış ve çatışmalara neden olmuştu. Bu arada ABD kuvvetleri Irak-Suriye sınırı 
üzerinde direnişçilerle çatışırken zaman zaman Suriye topraklarına girerek bazen Suriyeli askerlerle de çatışmışlardı.97 

İsrail-Filistin Bölgesindeki Gelişmeler-Arafat’tan Sonra Filistin, Şaron’dan Sonra İsrail 

ABD, Suriye’yi sık sık tehdit ederken İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 2004 yılı içinde milletvekillerine yapmış olduğu uyarıda: “Suriye ile müzakerenin, sonunda İsrail’in Golan’dan inmesi anlamına geleceğini bilmek gerekir.” Diyerek Golan’dan tamamen çekilmeye karşı olduğunu bir kez daha ima etmişti.98 İsrail’in Suriye ile barış görüşmeleri yapma konusundaki isteksizliği başka olaylarla da açıkça kendisini gösteriyordu. Dünya basını 23 Mart 2004’te, “İsrail’in Terörle Kumarı” başlıklı bir yazı kullanmıştı. Zira Filistin’de son yıllarda etkinliği oldukça artan ve İsrail’e oldukça ağır zayiatlar verdiren radikal dinci HAMAS örgütünün lideri Şeyh Yasin, İsrail helikopterleri tarafından
düzenlenen füzeli suikast sonucunda 22 Mart 2004’te katledilmişti. 

Gazze’de sabah namazı sonrası gerçekleştirilen bu infaz sonrasında Yasin’le iki oğlu dâhil 7 kişi ölmüş, 15 kişi ağır yaralanmıştı. İran olayı “Devlet terörü” 
olarak nitelerken ABD, “Haberimiz yoktu” şeklinde beyanat vermiş, AB Komisyonu ise suikastı kınayarak “durumdan ciddi endişe duyduğunu” açıklamıştı. 

İsrail Ana Muhalefet Partisi Lideri Şimon Peres bile “Yasin’in öldürülmesini hatalı bulduğunu” ifade etmiş, Türkiye’nin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan da “İyi olmadı, tansiyonu yükseltici bir gelişme.” diyerek İsrail’e bir bakıma, “Yanlış yaptınız.” mesajı vermişti.99 İsrail, HAMAS liderlerine karşı yürüttüğü bu suikast harekâtını daha sonra da sürdürmüştü. 

2004 yılı içinde uzun süre Filistin’de bir binada İsrail’in baskısıyla mahsur kalan Filistin Lideri Yaser Arafat hastalanmış, yaşamının son bir haftasında bakım ve tedavi için götürüldüğü Fransa’da 11 Kasım 2004’te hayata gözlerini yummuştu. Arafat’ın ardından Filistin’de gözyaşı dökülürken ve “Babamız öldü!” feryatları yükselirken İsrail’de ise Başbakan Ariel Şaron ve Adalet Bakanı Yosef Lipid adeta bayram yapıyordu. Lipid’in sevinci, “Dünya’nın Arafat’tan kurtulmasının sevindirici olduğu”nu söylemesi ile açıkça ortaya çıkıyordu.100 

Yaser Arafat’tan sonra, Filistin’de ılımlı tutumu ile bilinen Mahmud Abbas seçildi. Şubat 2005 içinde, Filistin hükûmetinde değişikliğe gidildi ve Arafat’a bağlılığı ile bilinen 7 isim kabine dışı bırakıldı. Bu durum “Arafatçıların tasfiyesi” olarak değerlendirilmiş ve bu gelişmeye en çok İsrail’in sevindiği söylenmişti.101 İsrail, 2005 Ağustos ayı içinde Gazze Şeridi’ndeki 21 yerleşim yerindeki Yahudileri zor kullanarak da olsa boşaltmıştı.102 38 yıldır işgal altında tuttuğu Gazze Şeridi’nden çekilen İsrail’in bu hareketi dünya kamuoyunda memnuniyetle karşılanırken geride kalan binaları Filistinli Arapların kullanmaması için yıkması, Filistinliler gibi bazı İsrail gazeteleri tarafından da kabul edilemez bulunmuştu.103 İsrail her ne kadar Gazze Şeridi’ndeki Yahudileri boşlattırmışsa da Gazze Şeridi ile Filistin’e ait Batı Ürdün arasındaki bağlantı yolu üzerinde duvar, çukur, yasaklı yollar ve hareketli kontrol noktaları dâhil, Filistinliler için 100’ün üzerinde engel mevcuttu. Bu aşırı kontrol yöntemi yüzünden hem 
Filistinlilerin ekonomik hayatı olumsuz etkileniyor hem bölünmüşlükten dolayı hoşnutsuzlukları yükseliyordu.104 Bu kadar kontrol nedeniyle kendilerini 
“özgür hissedebilmeleri de mümkün olamıyordu. 25 Ocak 2006’da Filistin’de yapılan genel seçimler sonucunda, evvelce terörist bir örgüt olarak anılan 
HAMAS 132 kişilik meclise 76 milletvekili sokarak tek başına iktidar şansını yakalamıştı. En yakın rakibi El-Fetih 46 sandalyede kalan HAMAS’ın bu 
seçim zaferi üzerine İsrail, ABD ve AB’den Filistin bütçesine darbe sayılacak açıklamalar geldi. Zira, Filistin bütçesi İsrail’e ve dış yardımlara bağımlıydı.105 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 2




ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ.,
BÖLÜM 2


Süveyş Krizi, Orta Doğu’da ve Suriye’de Gelişmeler 

Ateşkes anlaşmasına taraflarca zaman zaman uyulmuyordu. Özellikle Araplar o günkü siyasi coğrafyayı ve İsrail’den kaçan 800.000 civarındaki Arap mültecileri kabul edebilecek durumda değillerdi. Nüfusu aşırı derecede artış gösteren ve bu durumuyla genişleme eğilimi görünen İsrail’le Araplar arasında bir “rövanş savaşı” kaçınılmaz görünüyordu.21 İsrail’in kurularak ayaklarının üzerinde sağlamca yere basması, bölgedeki Arap rejimlerinin ağırlıklarını kaybetmelerine ve politikaların daha radikal hâle gelmesine yol açmıştı. Suriye’de peş peşe askerî darbe ve ihtilallerin yaşanması buna en önemli örnektir. 1952’de ise Mısır’da genç subaylar iktidara gelmiş, biraz geç de olsa Irak’ta 1958’de krallık rejimi devrilmişti.22 

Suriye, Shukri el-Quwatli’nin23 cumhurbaşkanlığı altında iken 1949 yılı içinde üst üste üç darbeye sahne olmuştu. Darbelerden ilkini General Hüsni el-Zaim yapmış, onu General Sami el-Hinnavi ve onu da General Edib el- Shishakli24 izlemişti. El-Shishakli’nin doğum yeri Hama’dan gelen birçok subay, askerî hiyerarşi içinde hızla yükselmişlerdi. General el-Shishakli, iktidarı sırasında sayısız yeni kuralı uygulamaya koymuştu. Kürtler, 

Süryaniler, Ermeniler, Aleviler ve Hristiyanlar bir dizi kararname ile taciz edilmişlerdi.25 

1949'da Arap-İsrail Savaşlarından Arapların yenik çıkması üzerine, Suriye’de görülen ihtilaller Lübnan’da da çıkartılmak istenmiş; ancak Lübnan’daki “Suriye Ulusal Partisi26”nin ön ayak olduğu ihtilal girişimi Bishara el-Huri tarafından bastırılmış, darbeye yeltenen liderler idam edilmişti. Huri, bununla da kalmamış, Falanjist (Kataib) ve Najida gibi milis örgütlere baskı yapmaya başlamış, bunun üzerine bu örgütlerin bağlı olduğu siyasi partiler de Huri yönetimine karşı sert muhalefete başlamıştı. Hele de 1951 yılındaki seçimlerden sonra muhalefet liderleri birbirlerine daha da yaklaşmıştı. Kamil Chamoun’un liderliğindeki muhalefete Pier Edde ile Şuf Dürzilerinin güçlü lideri Kemal Canbolat da dâhil olmuştu. Canbolat, 1949 yılında Dürzi tabanına dayanan “İlerici Sosyalist Parti”yi kurmuş, Suriye Ulusal Partisi de Canbolat’ın yanında yer almıştı. Bu partinin de desteğini alan Chamoun, milis kuvvetlerinin de desteği ile “Sosyalist Cephe” adı altında güçlü bir muhalefetin lideri olmuştu. Sonuçta, Huri’nin Başbakanı Riyad es-Sulh bir suikastle katledilmiş, yerini dolduracak biri bulunamayınca Huri 18 Eylül 1952’de istifa etmiş, yerine 23 Eylül 1952’de Kamil Chamoun  Cumhur başkanı seçilmişti. Ancak Dürzi Lider Kemal Canbolat, bu kez en şiddetli muhalif lider hâline gelmişti.27 

1952 yılı içinde Mısır’da ihtilal çıkmış, Yahudilere karşı savaşa fiilen katılmış olan Cemal Abdülnasır’ın liderliğinde, kraliyete son verilmişti. Mısır, 1955 yılından itibaren Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış, bunu 1956 yılı içinde Çin Halk Cumhuriyeti ve Doğu Bloku ülkelerle ilişkiler izlemişti. ABD dâhil Batılı ülkelerin baskılarını üstünde hisseden Mısır, ABD’ce Assuan Barajı için taahhüt edilen kredinin verilmeyeceğinin söylenmesi üzerine, 26 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nın millîleştirildiğini ilan etmiş ve Süveyş Krizi ortaya çıkmıştı. Bu karardan üç gün sonra ABD, İngiltere ve Fransa bir konferans yapmayı kararlaştırdı. İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu 22 ülke 16 Ağustos 1956’da Londra’da toplandı. Görüşmeler ABD Dışişleri Bakanı Dulles’in hazırladığı plan üzerinde yürütülmüştü. Bu planda, Süveyş Kanalı içlerinde Mısır’ın da bulunduğu uluslararası bir kuruluşça yönetilecek; ancak 1888 yılından beri uygulanan şekilde “hiçbir sınırlandırmaya tabi tutulmadan” serbestçe kullanılacaktı. Mısır için de makul ölçüde gelir getirmesi sağlanacaktı. Süveyş Kanalı Şirketi’ne de adilane bir tazminat verilecekti. Bu plana Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Şepilov, 

“ Sömürgeci nitelik taşıdığı”nı ifadeyle, “Kanalın millîleştirilmesi konusunun Mısır’ın egemenlik hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini,” ileri 
sürmüş ve bunun için de daha geniş katılımlı bir konferans yapılmasını talep etmişti. Konferansın ardından Mısır’la yapılan görüşmelerden sonuç  alınama mıştı. Bunun üzerine Dulles Planı’nı kabul eden 18 ülkenin temsilcileriyle 19-21 Eylül 1956 tarihlerinde ikinci bir Londra konferansı toplandı. Bu konferans sırasında da ilk konferanstaki kararlar tekrar onaylandı; ayrıca da Mısır Hükûmeti ile iş birliği içinde çalışacak, içinde Türkiye’nin de bulunduğu “Süveyş Kanalı’nı Kullananlar Birliği” adı altında bir kuruluş oluşturuldu. Konferansı takiben İngiltere konuyu BM’ye götürdü. Ancak BM Güvenlik Konseyi de bir çözüm üretemedi. 29 Ekim 1956’da İsrail, Mısır’a saldırarak savaşı başlattı. Ertesi gün de İngiltere ve Fransa Mısır’a birer ültimatom vererek savaşı sona erdirmesini ve Kanal’la ilgili bazı kısıtlamalar yapılmasını istedi. Mısır, ültimatomu kabul etmeyince Kıbrıs’ta bulunan İngiliz ve Fransız kuvvetleri Mısır’a karşı saldırıya geçti. Bu durum büyük yankı yarattı ve ABD ile Sovyetler Birliği iki ülkeyi de saldırgan olmakla suçladı. Uluslararası baskılar karşısında İngiltere ile Fransa 3 Aralık’ta Mısır’dan çekileceklerini bildirdiler. İsrail, işgal etmiş olduğu Sina Yarımadası’ndan geri çekilirken Süveyş Kanalı da millîleştiriliyordu.28 

Süveyş Krizi Sonrası Suriye-Mısır Yakınlaşması, Lübnan’a ABD Çıkarması Cemal Abdülnasır’ın Mısır’da iktidara gelmesi ile tüm Arap ülkelerinde bir “Nasırcılık” akımı baş göstermeye başlamıştı, bundan en çok etkilenen ülkelerden biri de Suriye idi. Nasırcılık, Orta Doğu’daki kitlelerin duygularını söylemlerle harekete geçirmekte becerikli idi. MAH kısa adıyla bilinen, Milliyetçi Arap Hareketi, Mısır’da bölgesel bir örgüt dahi kuramazken Suriye, Lübnan, Irak ve Ürdün’de oldukça aktifti.29 

6 Ağustos 1957’de Sovyetler ile Suriye arasında ekonomik ve teknik yardım anlaşması imzalandı. 17 Ağustos’ta Suriye Silahlı Kuvvetlerinde büyük bir ayıklama hareketi başlatıldı. Genelkurmay Başkanlığına “komünist eğilimli” Albay Afif Bizri getirildi. Süveyş Krizi ile birlikte Nasır’ın yıldızı daha da parlamış, hatta Nasır bir “Arap Kahramanı” olarak anılmaya başlanmıştı. Mısır’ın yaptıklarından etkilenen Lübnanlılar Tripoli’deki petrol boru hattını kapatmış, Suriyeliler ise “Iraq Petroleum Company”nin petrol boru hatlarını havaya uçurmuşlardı. Amerikan petrol şirketi ARAMCO ise bu olanlardan zarar görmemişti. Nasır’dan çok etkilendiği belli olan Ürdün Hükûmeti, genç Kral Hüseyin tarafından, Nisan 1957’de değişiklik yapılmasına neden olmuştu. Kral Hüseyin, Başbakanını ve Genelkurmay Başkanını yönetimden uzaklaştırarak dedesi Kral Abdullah devrindekine benzer bir hükûmet kurmuştu. Şubat 1958’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edildi. 

Diğer Arap ülkeleri de bu yeni “Birleşik Arap Devletleri” adı altında oluşturulması düşünülen daha geniş katılımlı birliğe girmeye davet edildi. 

Yemen, diğer Arap ülkelerinden bağımsız olarak bu birliğe girmek için karar verdi. 14 Şubat’ta bu kez Irak ve Ürdün de bu yeni Birleşik Arap Cumhuriyeti 
çatısı altında toplanmaya karar verdi. 30 

Suriye’deki Baasçılar, Mısır’la birleşme için gereken zemini hazırlamış, Nasır’ın koruyuculuğu altında Suriye’de iktidarı ellerinde tutmayı başarmışlardı. Öte yandan Nasır ise Baasçılara yönetimi tekellerinde tutma izni vermeyi düşünmüyordu. Bunun için en yakın arkadaşlarından Abdülkerim Amir’i Ekim 1959’da Suriye’ye vali olarak atadı. Birleşik Arap Cumhuriyeti Hükûmeti, gittikçe Kahire merkezli bir hâl almaya başlamış, böyle olunca muhalefetin tüm unsurları, aslında Arap milliyetçiliğini savunmakla ve kurucusu olmakla övünmekle birlikte Mısır karşısında ikinci sıraya geçmeyi hazmedememeye başlamışlardı. Bunun sonucu, 28 Eylül 1961’de birkaç subay ayaklanarak kısa bir süre içinde ülkenin yönetimini ele geçirdi ve “Birleşik Arap Cumhuriyeti”nin sonunu getirdi. Yeni yönetimi ilk tanıyan ise Nasır karşıtı olarak bilinen Ürdün Kralı Hüseyin idi.31 Suriye’de ihtilalci askerler hükûmeti kurmuş, Başbakanlığa Maamun Kuzbari’yi, İşişleri Bakanlığı’na Dr. Adnan Quwatli’yi, Maliye Bakanlığı’na da Leon Zamariya’yı getirmişlerdi. Aralık 1961’de yapılan genel seçimler sonunda muhafazakârlar 155 sandalyeden 86’sını almayı başarmıştı. Sol grup 16, “Bağımsızlar” da 53 milletvekili çıkarmıştı. Shaab Partisinin lideri Nazem el-Qudsi, aynı ayın ortalarında Suriye Devlet Başkanı olarak seçilirken Maruf Dawalibi de Başbakanlığa getirildi.32 

Lübnan’da da 1958 yılı başlarında Mısır Arap Cumhuriyeti ile birleşme yanlıları artmaya başlamıştı. Hatta 28 Mart 1958’de bir grup Lübnanlı Müslüman, Sur’da bir Lübnan bayrağını yakarak “Lübnanlılık yerine Arap milliyetçiliği” fikrine olan eğilimi işaret ediyorlardı. 8 Mayıs’tan itibaren ülkede etnik kökenli isyanlar çıkartılmaya, siyasi maksatlı cinayetlerde artış görülmeye başlandı. Suriye sınırında 12 Mayıs’ta beş Lübnanlı Hristiyan muhafız Suriyeliler tarafından öldürüldü. Ardından ayaklanma tüm ülkeye yayılınca hükûmet de olayların sorumlusu olarak Mısır’ı BM Güvenlik Konseyine şikayet etmişti. BM’nin çabaları da sonuç vermeyince Lübnan Devlet Başkanı Kamil Chamoun, 14 Haziran 1958’de Washington (Vaşington)a bir mesaj göndererek “ABD’nin 48 saat içinde Lübnan’a yardım etmemesi hâlinde Batı yanlısı Chamoun’un iktidarının devrilebileceğini” bildirmişti. Bunun üzerine ABD’nin 6. Filosu 15 Temmuz’da 15 bin kişilik bir kuvveti Lübnan’a çıkartarak Hristiyan yönetiminin yardımına koşmuştu. 22 Eylül’de görev süresi sona eren Chamoun’un yerine, Ordu Komutanı Fuad 

Şihab Cumhurbaşkanı olarak seçilmişti. Bu yeni durum içinde Arap milliyetçiliğini savunanlar ise genellikle Filistinli göçmen Araplar olup taşkınlık yapmamaları için iskân edildikleri bölgede sıkı polisiye önlemler alınmıştı.33 

28 Eylül 1961’de Suriyeli Hür Subayların darbesinde Şamlı Sünni subaylar öne çıkmış, Yarbay Abdül Kerim el-Nahlavi liderliğinde ve Ayrılıkçı Dönem34 adıyla bilinen dönemde güçlerinin doruğuna ulaşmışlardı. Nahlavi 1962’de yeni bir darbe girişiminde bulunmuş; ancak başarılı olamayınca yandaşları ile birlikte sınır dışı edilmişti. 8 Mart 1963’te bu kez de “Baasçı”, Nasırcı ve Birlik yanlısı bağımsız subaylardan oluşan koalisyon, “ayrılıkçı rejimi” devirdi. Bu darbeyle Suriyeli subaylar içinde Sünnilerin aleyhinde gelişme kaydedilmişti. Bunun nedeni, Baas yanlısı askerî liderlerin elde edilen iktidar konumunu hızlı bir şekilde sağlamlaştırmak için kendileri ile aynı aileden, aşiretten veya bölgeden olan çok sayıda subay ve astsubayı göreve çağırmış olmalarıydı. Bunların çoğunluğu da Alevi, Dürzi ve İsmailiye kökenliydiler.35 

1958 Irak darbesi sonrasında, olayların Ürdün’e de sıçramaması için Ürdün Kralı Hüseyin ABD ve İngiltere’den yardım istemişti. 17-18 Temmuz 1958 tarihlerinde İngiltere, Kıbrıs’taki bazı kuvvetlerini Ürdün’e intikal ettirmişti. ABD ise indirme harekâtına destek vermişti. Öte yandan, Suriye’nin de bir parçasını oluşturduğu BAC, Ürdün’ün iç işlerine karışıyordu. Ürdün, bu durumu BM’ye bildirmiş, BAC’yi şikâyet etmiş ve BAC ile diplomatik ilişkilerini kesmişti. 

Filistinli Araplar ve 1967 Arap -İsrail Savaşları (Altı Gün Savaşları) 

“Nasırcılık” Suriye’de dâhil Arap hükûmetlerinin nazarında bir “kâbus” olarak var olmaya devam etmişti. Bu yüzden 1962’de Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve Irak’ın liderleri değişik açılardan Nasır’a saldırıyorlardı. Burada Suriye’nin eleştiri okları, BAC döneminde, “Nasır’ın diktatörce davranmış olması” üzerinde yoğunlaşıyordu. Ağustos 1962’de Lübnan’da yapılan bir “Arap Birliği Toplantısı”nda Suriyeli heyetin Mısır’la ilgili şikayetlerini ağır bir dille eleştirmeleri üzerine Nasır, toplantıdaki temsilcilerini çekmiş, Arap Birliği’nden de ayrıldığını açıklamıştı.36 

Suriye’de 8 Mart 1963’te Baas Partisi, askerî yönetimin yardımı ile iktidara geldi. General Louai el-Atassi Devlet Başkanı, Baas Partisi ile Devrim Konseyi lideri Saleh el-Bitar da başbakan olmuştu. Bu bir askerî rejim olduğu için herhangi bir parlamentoya da ihtiyaç duyulmamıştı. Baas’ın Suriye’de darbe ile iktidara gelişinden bir ay önce de Irak Baas Partisi iktidara gelmişti. Bağdat, Şam ve Kahire’deki üç yönetim de Arap Birliği ve sosyalizm söylemleri ile yola çıkmış görünüyorlardı.37 Ancak gelişmeler bu üç ülke arasında derin çıkar ve fikir ayrılıkları olduğunu gösteriyordu.38 Bu arada aslında 1960’lı yıllarda baş gösteren sosyalist ve devrimci hareket, bir bakıma Arap milliyetçiliğinin krize girip zayıflamakta olduğunu da işaret ediyordu. Sosyalist kanat, Baas Partisi ve MAH gibi, milliyetçi örgütler içinde bu kriz kendini göstermiş ve merkezle ilişkilerini koparmıştı.39 Suriye’de 23 Şubat 1966’da Salah Cedid40 liderliğindeki yeni Baasçılar, bir darbe ile Yasin el-Hafız ve Bitar idaresindeki yönetime el koydular. Ancak bu yeni iktidar değişikliği de çözüm olamamış, Yeni Baasçılar içinde de görüş ayrılıkları su yüzüne çıkmaya başlamıştı.41 

1963’te Irak’ta, Baasçılar Abdülkerim Kasım’ı bir darbe ile devirmiş, Nasır’ın arkadaşı Abdülselam Araf Cumhurbaşkanı olmuştu. Bir ay sonra da Suriye’de Baasçıların iktidarı ele geçirmesiyle her iki ülkenin Baasçı yeni rejimleri “Yeni Arap Birliği Hareketi”ni desteklediklerini açıklamışlardı. Mayıs 1964 içinde Sovyet mali ve teknik desteğiyle Nil Nehri üzerindeki Assuan Barajı’nın hizmete sokulması ve bu açılışa Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Kruşçef’in katılması, Nasır’a sadece Mısır’da değil, tüm Arap dünyasında ve Afrika kıtasında büyük itibar kazandırmıştı.42 

İsrail devletinin kurulmasının ardından yurtlarından edilen Filistinlilerde yurtlarını geri alabilmek için ilk gruplaşmalar 1950’li yılların sonlarına doğru başlamıştı. Filistinle ilgili hareketlerin merkezi ise Beyrut idi. Filistinli hekim Georges Habbash “Arap Milliyetçileri” (harakat al-qaumiyin al-Arab) hareketini kurmuştu. Bu hareketin maksadı, “tüm Arap milletlerini Filistin’in uğruna mücadele için seferber etmek” idi. Ancak bu hareket pek etkili olamamış ve 1957 yılı içinde etkisini yitirmişti. İçlerinde öğretmen, hekim, avukat ve mühendislerin bulunduğu bir diğer önemli hareketin merkezi de Kuveyt idi. Burada 1959 yılı içinde Yaser Arafat ve Salah Khalaf’ın önderliğinde “El-Fetih” hareketi kuruldu. El-Fetih, prensip olarak dinî bir ayrımcılık yapmayarak Müslüman ya da Hristiyan tüm Arapların desteğini almak istiyor, “Bir organizasyonun silahlı çatışmalara girebilecek ve kitle hareketi yapma kabiliyeti ile ayakta kalabileceği”nin altını çiziyor ve bu işlemi gerçekleştirmeyi en önemli görev sayıyordu. Kitleleri harekete geçirebilmek için de “Arap milliyetçiliği”ni öne sürüyor ve “Bir Arap birliğinin sadece Filistin’in özgürlüğüne kavuşması ile mümkün olabileceği aksi takdirde olamayacağı” propagandasını yapıyordu. 1961 yılında El-Fetih’in 35-40 kişiye ulaşan birlikleri Kuveyt, Katar ve Suudi Arabistan’da konuşluydu. 
Ancak Suriye ve Mısır’da aynı başarıya ulaşamamıştı.43 

1948’den beri kendi kaderleri hakkında önemli rol oynayamayan Filistinli Araplar çeşitli ülkelere dağılmış, evlerini ve işlerini kaybetmişlerdi. 

Arap ülkelerinin kontrolü altında ve onların izniyle hareket edebilmişlerdi. Arap Birliği 1964 yılı içinde onlar için yeni bir oluşumu, Filistin Kurtuluş Örgütü 44 (FKÖ)’nü yarattı. FKÖ, o yıllarda Mısır’ın kontrolü altındaydı. Örgütün silahlı güçleri ise Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak silahlı kuvvetlerinin bir bölümünü oluşturuyordu. El-Fetih ve benzeri gruplar 1965 yılı içinde İsrail’de doğrudan eylem yapmaya başlamışlardı.45 

1966 yılında bir darbe ile Suriye’de yönetimi ele geçiren Yeni Baasçılar bir taraftan İsrail sınırında olay çıkartırken diğer taraftan da Nasır’ı “İsrail’e karşı yumuşak davranmak ve BM’nin kanadının altına sığınmak”la suçluyorlardı. Ekim 1966’da El-Fetih’in fedaileri46 İsrail topraklarına saldırılarını sürdürünce İsrail bu konuyu BM Güvenlik Konseyine götürmüş ancak Sovyetler Birliği’nin vetosu nedeniyle Suriye aleyhine bir karar çıkmamıştı. Bu durum Suriye’yi daha da tahrik etmişti. Kasım 1966’da bu kez Suriye ile Mısır arasında bir Savunma Anlaşması imzalandı. Bu gelişmeyi İsrail’in, El-Fetih’in saldırılarına karşı en ağır silahlarla ve misliyle mukabelesi izledi. Böylelikle hem Suriye-İsrail, hem de Ürdün-İsrail gerginliği 1967 Nisan ayına kadar tırmanışını sürdürmüştü. Bu gerginlik sırasında toplar ve tanklarla yapılan bazı çatışmalara 7 Nisan 1967 günü Suriye-İsrail arasında cereyan eden hava muharebesi de dâhil olmuştu. Bu harekât sırasında İsrail uçakları altı Suriye uçağını düşürdüğü gibi Şam’ın üzerinden de uçmuştu. Suriye ve Arap milletleri açısından oldukça haysiyet kırıcı görünen bu olay, aynı zamanda bu uçakları Suriye’ye vermiş olan Sovyetler Birliği için de onur kırıcıydı. Bu yüzden de Sovyetler, Suriye’ye daha fazla silah ve teçhizat yığmaya başladılar.47 

1967 yılında Nasır, İsrail’in Suriye’ye saldırmak üzere olduğunu ileri sürerek 1956 Süveyş Savaşı sonrasında Mısır-İsrail sınırına yerleştirilmiş olan güçlerin çekilmesini BM’den istedi. İstek yerine getirildi ve Nasır da Akabe Körfezi’ni İsrail gemilerine kapattı. Gerilimin tırmandığı sırada Ürdün, Suriye ve Mısır arasında bir askerî anlaşma yapıldı. 5 Haziran 1967’de ise İsrail Mısır’a taarruz ederek Mısır Hava Kuvvetlerini imha etti. Ateşkes Anlaşması imzalanmadan önce İsrail Sina Yarımadası’nı, Süveyş Kanalı’nı, Kudüs’ü, Ürdün’ün Filistin kesimini ve Suriye’nin güneyindeki Golan Tepelerini işgal etmişti. Uzun vadede İsrail; Gazze, Kudüs ve Ürdün’ün batı yakasını işgal ettiği topraklara kattı. Sürgündeki ve İsrail’deki Filistinlilerin sayısı arttı. Arap devletleri kaybetmiş, Sovyetler Birliği de bir anlamda yenilenler arasındaydı. Zira onların eğittiği, silah ve teçhizatla desteklediği Arap ülkelerinin askerleri tamamen silinmişlerdi.48 6 gün sürdüğü için adı “Altı Gün Savaşları” olarak bilinen 1967 Arap-İsrail Savaşlarının ardından gelen yenilgi, Arap milliyetçiliğine büyük bir darbe vurmuştu. Zira evvelce hamasi sözler ve sloganlar ile büyük halk kitlelerinden gizlenen gerçekler, savaşın sonunda ortaya çıkmıştı. 

Altı Gün Savaşı’nın sonunda 150.000 civarında yeni göçmen Şeria Nehri’nin doğusuna geçmişti. Bu kadar kalabalık göçmen nüfusu Ürdün gibi küçük bir ülke için büyük külfet demekti. Süveyş Kanalı da kapandığı için Ürdün’ün tek limanı olan Akabe de kullanılamaz hâle gelmiş, bu yüzden de Ürdün’ün dışarıyla ticari ilişkileri durma noktasına gelmişti. İsrail, Doğu Kudüs’ü ve Şeria Nehri’nin batı kıyılarını işgal ettiği için Ürdün’ün yeni yeni gelişmekte olan ticari hayatını da iyice aksatmıştı. Sonuç itibariyle Ürdün, bağımsız bir ülke olarak varlığını sürdürebilme konusunda ilk kez bu denli ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmıştı.49 

Altı Gün Savaşı’nın onarılmaz yaralarının üzerine, Arap ülkeleri 1967 Ağustos ayı sonlarında Sudan’ın Hartum şehrinde liderlerin katılacağı bir toplantı düzenledi. Suriye, Arap-İsrail sorunlarına savaş yerine, savaşa alternatif politik bir çözüm yolu bulmayı planlayan bu zirve toplantısını protesto etmiş ve katılmamıştı. Suriye, bu zirveye katılmamakla birlikte Dokuzuncu Baas Partisi Kongresi’ni yapmış ve 10 Eylül 1967’de Arap ülkelerine bir de öneri paketini açıklamıştı. 10 maddeden oluşan bu öneri paketinde özetle şunlar bulunuyordu: (1) Petrolün artık bir silah olarak kullanılması, (2) İsrail’e destek ve yardımlarını esirgemeyen ABD, İngiltere ve Almanya’ya karşı ekonomik ve siyasi misillemelerde bulunulması, (3) Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku ile ilişkilerin daha fazla artırılması.50 

Irak’taki Baasçılar ise 1968 yılı içindeki bir darbeyle iktidarı ele geçirmişler. General Hasan al-Bakr Devlet Başkanı, Saddam Hüseyin de Başkan Yardımcısı oldu. 

1967 Arap-İsrail Savaşı’nın en önemli sonuçlarından biri Filistinli Arapların, “Filistin’in kurtuluşunun sadece Filistinlilerin çabaları sonucu olabileceği”ni görmeleriydi. Filistinliler, bu savaşla evvelce kendilerine Arap ülkelerinden yapılmış olan desteğin ne kadar yetersiz, askerî örgütlenmenin de ne denli zayıf olduğu sonucunu keşfetmişlerdi. El-Fetih’in Lideri Yaser Arafat tüm direniş gruplarını kendi başkanlığında toplamaya çalışıyor; ancak bir türlü başaramıyor du. Bu şekilde kopukluklar olunca tek bir askerî komuta altında bütünleşileme diği gibi ortak stratejiler oluşturulamıyor ve lüzumsuz gayret sarfı ortaya çıkıyordu. El-Fetih dışındaki diğer etkin gruplar ise Georges Habbash’ın yönetimindeki “Filistin Halk Kurtuluş Cephesi” ile “Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Halk Cephesi” idi. 1969-1970 yıllarında sivil İsrail uçaklarına baskınlar düzenleyen ve uçakları kaçıranlar genelde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyeleriydiler. Filistin örgütlerinin ortak olan yönleri, Filistin’in tam bağımsızlığını sağlamayı amaç olarak benimsemeleriydi.  Bu konuda da en önemli desteği Suriye ve Irak’tan görmekteydiler. Filistinli direniş gruplarının bir diğer ortak yönü de şu idi: Din, mezhep ayrılığı gözetmeyen demokratik bir Filistin’in kurulmasını ve Müslüman, Hristiyan ve Musevilerin bu ülkede birlikte ve eşit haklara sahip olarak yaşamalarını ortak bir politika olarak seçmişlerdi.51 

1973 Yom Kippur Savaşı - İsrail’in Araplar Karşısında Mutlak Üstünlüğü 

1969’dan itibaren El-Fetih’in artan gücü ile Filistin’e gerilla eylemleri yapılırken İsrail’in de misillemeleri kesilmeksizin devam ediyordu. Bu durum, FKÖ ile Lübnan arasında sorun yaratmış; ancak 1969’da Mısır’ın arabuluculuğuyla Lübnan ve FKÖ arasında bir anlaşmaya varılmıştı. Buna göre FKÖ’nün Güney Lübnan’da serbestçe hareket edebileceği sınırlar belirlenmişti. 1970 yılı içinde Ürdün’de de FKÖ’nün üstünlük kurma gayreti üzerine, “Ürdün İç Savaşı” denilecek kadar ciddi çatışmaların yaşandığı bu dönemde Ürdün, otoritesini ortaya koymuş, Filistinli grupların hareket serbestliğine son vermişti. Mısır ve Nasır devreye girerek taraflar arasında barış sağlanmıştı.52 

Altı Gün Savaşı’ndan sonra da Mısır Devlet Başkanı Nasır, “Savaş yok, barış yok.” sloganlı siyasetini sürdürmekteydi. Mısır Hava Kuvvetleri Süveyş Kanalı çevresine keşif uçuşları yaptıklarında İsrail’in de misilleme hareketleriyle karşılaşıyorlardı. Süveyş Kanalı çevresindeki yerleşme merkezlerinin bombalanması sonucu buradaki insanlar daha iç bölgelere intikal ettirilmişti. 1970 yılında ABD’nin girişimleri sonucunda taraflar yeni bir ateşkes çağrısını kabul ettiler. Herhangi bir anlaşma yapılamamış; ancak bu ateşkesi tedirgin bir sükûnet izlemişti.53 Bu arada Mısır’da Nasır ölmüş ve yerine Enver Sedat Devlet Başkanlığı koltuğuna oturmuş, Sovyet danışman ve teknisyenlerinin çekilmesini isteyerek dış politikada önemli bir değişikliğe yönelmişti. Mısır–Sovyetler Birliği ilişkilerinde o yıllarda yaşanan inişli çıkışlı ilişkilere rağmen Sovyetler, Mısır Silahlı Kuvvetlerini silah ve teçhizatla donatmaya ve eğitmeye devam etmişlerdi.54 

Suriye’de Esad, 13 Kasım 1970’te55 askerî birliklerine, partinin sivil birimleri ile gene partinin hâkimiyetindeki “Halk Örgütleri”nin bürolarını işgal ettirip Salah Cedid ve Devlet Başkanı Nur el-Din el-Atasi dâhil partinin tüm ileri gelen muhalif ve sivil liderlerini tutuklattırdı. Böylece Hafız Esad’ın subay hizbi iktidara hemen hemen tamamiyle hâkim olmuş, neticede Şubat 1971’de de Esad Suriye’nin ilk Alevi Devlet Başkanı olmuştu. Bu gelişme aynı zamanda Suriye’deki Alevilerin, sadece evvelce uğradıkları ekonomik ve sosyal ayrımcılığa uğrayan bir dinî cemaat olmaktan kurtulmalarına sebep olmamış, aynı zamanda ülkeye egemen bir duruma gelmelerini de sağlamıştı.56 Hafız Esad ile “Büyük Suriye” projesi yeniden gündeme getirilerek Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’in tek ve daha büyük bir devlet hâline getirilmesi düşünülmüştü.57 Emevi İmparatorluğu’nu çağrıştıran Büyük Suriye 58 projesi ayrıca Sina Yarımadası, Kıbrıs ve Türkiye’nin güneyindeki bazı illeri de kapsıyordu. Esad, diğer Arap ülkeleri ile ideolojik yakınlıktan ziyade, yakın iş birliği arayışları içerisindeydi. Özellikle de askerî iş birliği konusuna ilk önceliği veriyor ve Suriye, Mısır, Irak ve mümkün olduğunda da Ürdün arasında koordineli ve etkin bir askerî kuvvet oluşturulmasını arzu ediyordu.59 

Bu düşüncenin kökeninde ise “İslamiyet’in altın dönemi” olarak nitelendirdikleri, 601-750 yılları arasında hüküm süren Emeviler Devleti’nin Şam merkezli olarak kurulmuş olması yatmaktadır. İkinci dayanak noktası da XVII. yüzyılda Osmanlı yönetimi altında bu bölgeye “Biladuş-Şam” (Şam şehirleri) adı verilmiş olmasıdır.Suriye Hükûmeti 1982/1983 eğitim/öğretim yılında lise 2. sınıflar için bastırmış olduğu coğrafya ders kitabında yer verdiği haritada “Büyük Suriye” hayalini de gün yüzüne çıkarmıştı. Bu haritada mevcut üç önemli kıstas şöyle verilmişti: 

Sözde “Türkiye tarafından gasp edildiği” iddia edilen Hatay, Suriye sınırları içerisinde gösteriliyordu. Türkiye’nin, Birinci Dünya Harbi sonrasında kendisine dayatılan ancak Kurtuluş Savaşı sonunda yırtıp attığı Sevr Anlaşması yerine Lozan Anlaşması’nın yürürlüğe girdiği bir tarafa bırakılıp Sevr Anlaşması esas alınıyordu. Bu geçersiz anlaşma esaslarına göre de bugünkü Suriye’nin sınırları Ceyhan Nehri yatağından başlayarak Adana, Kahraman Maraş, Gaziantep, Urfa, Mardin ve Diyarbakır’ı da içine alıyordu. Arap dünyasının doğal sınırları  Çukurova’yı çevreleyen Toros Dağlarının güneyi (Zeytun, Göksun, Engizek dağ silsileleri) ile Güneydoğu Anadolu’yu da kapsıyordu. Ayrıntı için bk. Musa Yıldız; “Modern Arap Dünyası ve Bazı Sorunlar”, Avrasya Dosyası, C. 5, Sayı 1, 1999, s. 147. 

1971 yılı boyunca Suriye, Libya ve Mısır üçlü bir federasyon kurmak için uğraşmış ve üç ülke de büyük kamuoyu desteği üzerine 01 Eylül 1970’de bir anlaşmayı imzalamışlardı. Bu yeni federasyon, Arap dünyasında evvelce Mısır ile Suriye arasında kurulmuş olan BAC kadar heyecan yaratmamışsa da yapısı itibariyle çok daha gerçekçi olup uzun ömürlü olma ihtimali daha yüksekti. Her üç devlet de varlıkları ve anayasaları açısından ayrı olarak kalmakta; ancak bunlara federatif bir üst yapı eklenmekteydi60 

6 Ekim 1973’te Mısır kuvvetleri Süveyş Kanalı’nı geçerek sürpriz bir taarruz başlatırken Suriye kuvvetleri de Golan Tepelerine taarruz etti. İsrail’i  Müslümanların kutsal Ramazan ayında, Yahudilerin ise gene kutsal bir ayı olan Yom Kippur sırasında gafil avlayan ve tarihe “Yom Kippur Savaşı” olarak geçen bu savaşın gelişini İsrail gizli servisi kestirememişti.61 

Yom Kippur Savaşı’nda Irak’ın üç tümeni ve üç uçak filosu, Fas’ın 1800 kişilik bir kuvveti de Suriye kuvvetlerinin yanında bu savaşa müdahil olmuştu. Keza, Suudi Arabistan’ın küçük bir kuvveti ve Ürdün’ün iki zırhlı tümeni de Arap kuvvetlerini takviye için düşünülmüştü. Bu savaşta Arapların maksadı artık İsrail’i bulunduğu coğrafyadan silmek yerine, 1967 Altı Gün Savaşı sırasında kaybedilen toprakları geri almak ve yitirilen prestijlerini yeniden kazanmak idi. Başlangıçta kuzeyde Suriye, güneyde ise Mısır kuvvetleri önemli başarılar elde ederek neredeyse 1967 öncesi sınırlarına kavuşmuşken İsrail kuvvetleri yeniden inisiyatifi ele aldı ve 17 Ekim günü Suriye cephesi 1967 Altı Gün Savaşı’nın sonundaki konumuna
dayanmış ve ardından da çatışmalar durmuştu. Suriye kuvvetlerini geri püskürten İsrail, Suriye cephesinden tasarruf ettiği kuvvetlerini de Sina’daki Mısır kuvvetlerine karşı kullanmak üzere güneye kaydırmış, hatta bazı kuvvetlerini Mısır topraklarına geçirerek Mısır 3’üncü Ordusunu arkadan çevirmişti. Savaşla ilgili bu gelişmeler yaşanırken 22 Ekim’de BM Güvenlik Konseyinin 338 sayılı kararı ile taraflar ateşkese davet edilmiş, Araplara ödün niteliği taşıyan ve 1967’de İsrail’in işgal ettiği topraklardan geri çekilmesini öngören 242 sayılı karara da derhâl uyulması istenmişti. Ateşkes sağlanır gibiyken, Mısır 23 Ekim’de çarpışmaları yeniden başlatmış, bunun üzerine ABD ve Sovyetler Birliği karşı karşıya gelmiş, gerginlik ayrı bir sahaya yayılarak tırmanmıştı. Aslında bu iki ülkeden Sovyetler Birliği, 10 Ekim’den itibaren Mısır ve Suriye’ye yoğun silah ve teçhizat desteği yaparken ABD de 13 Ekim’den 
itibaren İsrail’e benzeri silah desteğini yapmaya başlamıştı. Bu iki süper gücün arasındaki gerginliğin ardından, BM Güvenlik Konseyi taraflar arasına 
BM kuvvetlerinin konulmasına ilişkin 340 sayılı kararı 25 Ekim’de kabul etti. Böylelikle de tarihte dördüncü kez çıkmış olan Arap-İsrail savaşı da sona 
ermiş; ancak gene de barış sağlanamamıştı.62 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,



***

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 1



ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ.,
BÖLÜM 1 



SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II

Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


FİLİSTİN’DE ARAP - İSRAİL ÇATIŞMASININ KÖKENİ - YAHUDİ YERLEŞMECİLİĞİ 

Doç. Dr. Celalettin Yavuz* 
* Jeopolitik ve Harp Tarihi Uzmanı, 
celalettinyavuz@yahoo.com, 

5.1.2007. 


Osmanlı topraklarına İspanya’dan 1490’lı yıllarda göç etmiş olan Yahudiler her vesile ile Osmanlı Sultanı ve yönetimine şükran duygularını iletmekten geri kalmamışlardı. Hatta bu durumu, özellikle 1887-1878 Osmanlı-Rus ve Balkan Harplerinden sonra kaybedilen topraklarda yaşamlarını sürdüren Yahudiler dahi sonraki yıllarda devam ettirmişlerdi. Orta Doğu’da Osmanlı Devleti’nin yönetiminde Araplar gibi, yönetime en yakın Osmanlı unsurlarından bir diğeri de Yahudiler idi. Avrupa’daki Yahudilerin XIX. yüzyılın sonlarından itibaren “Vaat edilen topraklar”, yani Filistin’e yerleşme isteklerine Osmanlı Devleti zaman zaman engel olmuş; ancak müttefiki olduğu Almanya ya da İttihat ve Terakki Partisi içindeki Yahudi ve Masonların ileri etkileriyle bu engelleme tam anlamıyla uygulanamamıştı. Avrupa’dan Yahudi göçüne başlangıçta Osmanlı Yahudileri, özellikle de Hahambaşı pek taraftar değildi. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerin de Araplar, Sultan Abdülhamid (Hamid II)’i Müslümanların Halifesi ve Osmanlı Hükümdarı olarak görüyordu. Ne zaman ki Abdülhamid tahttan uzaklaştırıldı, güç de zamanla Padişah-Halife yerine İttihat ve Terakki Cemiyetinin eline geçmişti. İttihat ve Terakkiyi destekleyen Arapların beklentisi, İkinci Meşrutiyet’le, Osmanlı topraklarındaki Araplara geniş bir muhtariyet verilmesi yönündeydi. İttihat ve Terakkinin bu durumu benimsememesi ile Araplar, Arap bağımsızlığı yolunu açacak Haziran 1913 tarihli Paris Kongresini toplamışlardı.1 Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Harbi’ne Yahudilerin yeni bir yurt kurma, Arapların da bağımsızlıklarına kavuşma umut ve hayalleri içerisinde girmişti. Her iki milletin bir diğer ortak noktası Orta Doğu, özellikle de Filistin’di. 

Birinci Dünya Harbi’ne girilirken Osmanlı 4’üncü Ordusunun sorumluluk sahasındaki bu bölgede Siyonistlerin adeta gizli bir hükûmeti, bayrağı ve bir posta teşkilatı vardı. Maruniler ise İslam düşmanıydılar. Lübnan’da “mukaddes mücahit” denilen bir sınıf yaratılmıştı. Her Müslüman öldüren “mukaddes mücahit” oluyor, bekârsa dört ve evliyse sekiz lira maaş alıyordu. Bu paraların kaynağı da Fransa ve İngiltere idi. Dinin bu suretle alet edilmesi, karşı tepkileri ortaya çıkarmak içindi. Böylelikle halk bölücü dış propagandalarla parçalanıyor ve birbirine kinleniyordu. Suriye’de Hristiyanlık- Müslümanlık, Filistin’de Araplık-Yahudilik, Hicaz’da Şeriflik-Vehhabilik çekişmeleri Türk-Arap çekişmesinden daha azılı idi.2 Birinci Dünya Harbi sırasında ise Yahudilerin önce Çanakkale’de sembolik de olsa Türk kuvvetlerine karşı çarpışmalara katıldığı görülüyor. Ardından Filistin Cephesi’nde başlarında İngiliz komutanları olmak üzere gene Türklere karşı çarpışmışlardır. Burada önemli olan husus; bu Yahudilerin büyük bir çoğunluğunun sahip oldukları kapitülasyon haklarını kaybetmeme düşüncesiyle harp hâlindeki İtilaf devletlerinin vatandaşlığını sürdüren ve 
Osmanlı vatandaşlığına geçmeyen Yahudilerden oluşmasıdır. Zaten Dünya Siyonist Örgütünün Profesör Chaim Weizmann, Nahum Sokoloff, Ruthenberg, Wladimir Jabotonski ve Dr. Jochelmann gibi önde gelen üyeleri Rus Yahudisi olup bu kişiler Amerika ve Avrupa ülkelerindeki gibi nispeten daha rahat yaşam tarzı süren Yahudilere oranla Rusya’da büyük baskılar altında kalmışlardı.3 Bu nedenle de Rusya kökenli Yahudiler, diğer Yahudilere nispeten daha radikal düşünceli, daha sert ve çıkarlarına daha düşkünlerdi. 

Osmanlı topraklarının dışından gelip Filistin bölgesine yerleşen Siyonistlerin dışında bu bölgede çoğunlukla Araplar, yerli Yahudiler, Türkler, Ermeniler ve az sayıda çeşitli milletlerden insan yaşıyordu. Alman İmparatoru Wilhelm II’nin Osmanlı Devleti üzerindeki etkisi kullanılarak, Avrupa’dan gelen Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmeleri sağlanmıştı. İlaveten, harp sırasında Dünya Siyonist Birliğinin, birbiri ile savaşan İngiltere ve Almanya’da; hatta ABD’deki yönetimleri etkilemesi ile Filistin’de Siyonistler lehine birçok taviz koparmışlardı. Burada sadece Yahudilerin istekleri değil, önce İngiltere, ardından da ABD’nin emperyalist istekleri de Siyonistlerin istekleri ile örtüştüğü için bu kadar önemli ödüller alabilmişlerdi Osmanlı İmparatorluğu’nda Birinci Dünya Harbi öncesinde
420 bin civarında Yahudi yaşıyordu. Bu nüfusun 100.000’i Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında, 60.000’i Anadolu’da, 50.000’i Suriye’de, 120.000’i Filistin’de, 60.000’i Mezepotamya’da, 30.000’i de Yemen’de idi.4 Arap tarihçisi Albert Hourani’ye göre, 1922 yılında nüfusu 750.000’i civarında olan Filistin’de nüfusun yüzde 11’i Yahudi, kalanlar ise Arapça konuşan Müslüman ve Hristiyanlardı.5 Savaş sonunda Yahudilere Filistin’de “millî yurt” kurulması yolunda en önemli adım olarak bilinen “Balfour Deklarasyonu”, elde edilen en büyük ödüllerden biri idi hiç kuşkusuz. 

İsrail Devletinin Kuruluşu - Bitmeyen Çatışmalar 

Birinci Dünya Harbi’nden sonra İngiliz manda yönetimi altındaki Filistin’de iki halk, yani Araplar ve Yahudiler arasındaki gerginlik her yıl azalmak bir yana, sürekli tırmanış göstermiş, Yahudi nüfusu da her geçen yıl göçlerle artış kaydetmişti. Filistin’de, yerli Araplarla göçmen Yahudiler arasında sürtüşme yaşanıyor, sürtüşmede yerli Arap köylüsünün, özelikle tarım alanında çağdaş yöntemleri kullanma ve makineleşme konusunda yeteneklerini kanıtlamış bulunan Yahudilere karşı üstünlük sağlama şansı yok denecek kadar azdı.6 Arap milleti Asya karakteri ve Yahudiler Avrupa karakterine sahip olduklarından aralarında oldukça fazla sorun yaşanıyordu. 1930’lu yıllarda Filistin’deki bu sorunun kaynağını araştırmak için İngiltere bir “Kraliyet Komisyonu” kurmuştu. Eylül 1937’de bu komisyonun üyelerinden Galilee, Yahudilere bir devlet kurulması teklifini getirmiş; ancak bir Arap terörist tarafından katledilmişti. Bu olaydan bir hafta sonra, 1 Ekim’de hükûmet Arap Yüksek Komitesini7 ve diğer millî komiteleri yasakladı. İlaveten altı Arap liderinin tutuklanarak sürgüne gönderilmeleri emrini verdi. Keza Arap siyasi faaliyetlerini destekleyen Pious Vakfının8 kaynaklarını dondurmuş, 1000 kişi tutuklanmıştı. Yıl içinde polis birimlerine, Yahudi yerleşim merkezlerine ve Arap halkın evlerine 438 kez hafif silahlar ve bombalarla saldırı gerçekleştirilmişti. Manda yönetimi, Arap saldırılarına karşı koymak üzere aktif görevli ve yedekler dâhil 5000 Yahudi’yi polis memuriyetine almış; ancak, hükûmetin Siyonistlerle bu ortak faaliyeti kısa süreli olmuştu. Haziran 1938’de, bir Arap otobüsüne ateş etmeye ikna edilen 
bir Revizyonist Yahudi teröristin asılmasının ardından, Yahudiler Hükûmet Binası’na saldırmış ve Arap iş yerlerini bombalamışlardı. Bu ve benzeri 
saldırılar sonucunda Hayfa’da Arap halktan 79’u katledilirken, 129’u da yaralanmıştı. 1938 yılı içinde hükûmet, 1000’i güvenlik kuvvetleri ve hükûmet 
birimlerine ait olmak üzere 5708 “şiddet olayı”nı raporlarla belgelemişti. 2500 civarındaki Arap belirli bir yerde zorunlu ikamete tabi tutulmuş, tahminen 
1000 kadar asi de polis ve güvenlik güçlerince öldürülmüştü. 1939 yılı Şubat ayı içinde İngiltere, Filistin’deki Arap liderleri ile Yahudi Cemaati liderlerini bir 
araya getirdi. Durum netlik kazanamadan 1 Eylül 1939’da İkinci Dünya Harbi çıktı. Harp sırasında İngiliz yerel kuvvetleri içinde 21.000 Yahudi ve 8000 
Arap silah altına alındı.9 1940 yılı ortalarında Siyonistler bir Yahudi devletinin sahip olması gereken tüm hazırlıkları tasarlamışlardı. Bu tasarı içerisinde 
ekonomik sistem, kendilerini korumak için bir güvenlik-polis teşkilatı ve ayrıca bir de Yahudi Silahlı Kuvvetleri vardı. Bu güvenlik güçleri ve silahlı kuvvetlerin insan kaynağı olarak da İngiltere, Fransa ve ABD silahlı kuvvetlerindeki Yahudileri düşünmüşlerdi.10 

“Yahudi Bürosu”nun11 kontrolünde, mevcudu 60.000’e ulaşan ve gittikçe artış kaydeden “Haganah” isimli bir Siyonist kuvveti 16 Haziran 1946’da ülkenin dokuz ayrı bölgesindeki köprüleri tahrip etmiş, ertesi gün “Yıldız Çetesi”12 Hayfa’daki demir yolu tesislerine saldırmıştı. Bir başka Yahudi grubu olan “Irgun” ise altı İngiliz subayını kaçırmıştı. 29 Haziran’da Hükûmet kuvvetlerince Yahudi Bürosuna mensup 2700 kişi tutuklanmış ve bunlardan 700’ü sorgulanmış, Büronun ana karargâhı işgal edilmişti. Bu ve benzeri olaylar sürmüş, bu arada Londra’da İngiliz ve Amerikalı resmî yetkililer Filistin Sorunu için bir araya gelmişler, en uygun çözümü Arap ve Yahudi bölgelerinin ayrılmasında görmüşlerdi. Bu plan ne Araplar ne de Yahudiler tarafından kabul edilmişti. Zira Araplar, çoğunluğu oluşturdukları için bağımsız bir devlet ve bu devlette azınlıklara geniş haklar verilmesini istiyordu. Siyonistlere göre de Filistin bir Yahudi cumhuriyeti olmalı ve Yahudi Bürosunun kontrolündeki Yahudi göçüne açık olmalıydı. Şubat 1947’de İngiliz Yüksek Komiserliği gelecek iki yıl içinde bölgeye 100 .000 mültecinin girmesine izin verilmesini önermişti. Bu öneri de hem Araplar (Arap Yüksek Komitesi de dâhil) hem de Yahudi Bürosu tarafından kabul edilmemişti. 18 Şubat 1947’de İngiltere, Arapların ve Yahudilerin kendi 
devletlerini kurmak istediklerini, yapılan hiçbir öneriye yaklaşmadıklarını ifadeyle Filistin’de taraflar arasındaki sorunu çözemediğini, çözümün yargı 
yöntemiyle sonuçlanması için de BM’ye havale edildiğini ilan etmişti.13 

BM Genel Kurulu 15 Mayıs 1947’de “BM Filistin Özel Komisyonu” adlı bir özel çalışma grubunun kurularak bu kurulun Filistin’de çalışmalar yapmasına karar vermişti. Bu komisyonun çalışmaları sonunda hazırlanan Filistin Raporu 1 Eylül 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne teslim edilmişti. Bu raporda, komisyon üyelerinin oy birliğiyle benimsenen bir ilkeler demeti, oy çokluğuyla kabul edilen bir “Çoğunluk Planı” ve birkaç üyenin desteklediği diğer bir “Azınlık Planı” yer alıyordu. Keza oy birliği ile alınan karara göre manda yönetiminin derhâl sona erdirilmesi, Filistin’in bağımsızlığına kavuşturulması isteniyordu. “Çoğunluk Planı”na göre, bağımsız Filistin Devleti, Arap ve Yahudi devletleri şeklinde ikiye bölünecek ve aralarında ekonomik birlik bulunacaktı. Kudüs kenti uluslararası denetime tabi tutulacaktı. “Azınlık Planı”nda, Kudüs’ün başkent olacağı bir Arap ve Yahudi Federe devleti kurulması öngörülmekteydi. Filistin’de bağımsız bir Arap devleti kurmayı düşünen Araplarca bu taksim fikri kesinlikle kabul edilmemişti.14 

Öte yandan, ölüm ve yaralanma dâhil terör ve şiddet uygulamaları ile Siyonist Irgun ve Yıldız örgütleri Arap köylerini boşalttırıyorlardı. 1947 ve 1948 yılları içerisinde Yasin, Abu-Shusheh ve Tantura kıyıma uğramıştı. 

Arap yerleşim bölgesi Yasin’de 240-245 kişi katledilmiş, katliam günü olan 9 Nisan 1948 akşamı, BBC tarafından doğrulanmış, 10 ve 13 Nisan 1948 
tarihli New York Times ve Filistin’de 11 Nisan 1948 tarihli İbranice basın tarafından duyurulmuştu. Benzer bir katliam da 15 Nisan 1948’de İsrail 
askerlerinin top ateşi altında kalan Abu-Shusheh’te yaşanmıştı. Keza bir başka katliam da 23 Mayıs 1948 gecesi, “Birlik 33” veya “Sabbat Birliği” adı 
verilen İsrail Tugayı tarafından, Hayfa’nın güneyindeki Filistinli Arap köyü Tantura’da yaşanmıştı. Üstelik 200 kişinin katledildiği bu son katliamın 
bilimsel sonuçları bizzat İsrailli araştırmacı Theodor Katz tarafından 1998 yılında gün yüzüne çıkartılmıştır. İsrailli araştırmacıların yayımlamış olduğu 
son bilgilere göre, Siyonistler tarafından yapılan katliamların sayısı 20’yi aşmaktadır.15 

Bu gelişmeler üzerine BM, Siyonistlerin lehine ve her iki toplumu da ayrı bölgelere ayırarak “taksim etmek” suretiyle bir çözüm bulma yoluna gitti. 
Plan, İngiltere’nin Filistin’den çekilmesini isteyen ABD ve Sovyetler Birliği’nin ortak desteği ile 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulunda kabul edildi. 
Birleşmiş Milletlerin Arap üyeleri ve Filistinli Araplar bu planı kabul etmediler. Sorunun çözüme kavuşturulamadığını gören İngiltere, 14 Mayıs 1948’de 
aldığı bir kararla çareyi ülkeden çekilmekte bulmuştu.16 

Mart 1948 ayı içinde ilk kez 27 Yahudi uçağı bölgedeki savaşa katılmıştı. 8 Nisan 1948’de en aktif ve tanınmış Arap liderlerden Arap Millî Muhafızlarının Lideri Abdülkadir Huseyni17 öldürüldü18. Haganah’ın yardımlarıyla bazı yerleşim yerleri Araplardan alınmış, Irgun ise terör hareketleri ile Arap nüfusu sindirmeye çalışıyordu. 15 Nisan’dan itibaren Araplar Yahudilere saldırı hazırlıklarına başlamışlardı. Haganah, Fawzi el-Qawaqchi komutası altındaki Arap kuvvetlerine karşı ana taarruzunu 15 Nisan’da yapmış, Araplar da taarruzda başarılı olamayıp savunmaya geçmişlerdi. 19 Nisan’da Haganah, Tiberyas’ı aldığı gibi İngilizlerin boşalttığı Arap bölgelerini de ele geçirmişti. Mayıs ayı başlarında Yafa ve Akka 
Haganah’ın eline geçmişti. Akka boşaltılmış, tüm yollar göçe zorlanan Araplarca dolmuştu. 14 Mayıs 1948 günü öğleden sonra, Tel Aviv’de David Ben-Gurion İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmiş, İngiliz manda yönetimi sona ermişti.19 İsrail, bağımsızlığını ilanının ardından henüz 11 dakikalık bir süre geçmişken ABD ve üç gün sonra da Sovyetler Birliği tarafından tanındı. 

İsrail’in kurulması ile birlikte Orta Doğu’da İngiltere’nin boşalttığı boşluğu dünyanın yeni süper gücü ABD’nin doldurduğu görüldü. 

İsrail’in bağımsızlığının ilanının ardından Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak kuvvetleri Filistin’e girdiler; ancak önemli bir başarı sağlayamadılar. BM Güvenlik Konseyi tarafları 22 Mayıs 1948’de, askerî harekâttan kaçınmaya ve ateşkes yapmaya davet etti. Bunu 29 Mayıs’ta dört haftalık bir ateşkes süresini öngören yeni bir öneri kararı takip etti. 1 Haziran’da taraflar bu karara uyacaklarını bildirdiler. Ekim 1948’den itibaren Mısır ve İsrail birlikleri arasında çarpışmalar yeniden başladı. İsrail kuvvetleri bu çarpışmalarda büyük üstünlük sağlayarak Mısır topraklarından bir kısmını da işgal etmişti. BM Güvenlik Kurulu bu kez 29 Aralık’ta yeni ve ivedi bir ateşkes önerisini daha getirdi. Mısır ve İsrail Ocak 1949 ayı başında bu öneriyi dikkate aldılar. 1949 yılının ilk yarısı içinde İsrail; Mısır, Ürdün, Lübnan ve Suriye ile ayrı ayrı ateşkes anlaşmaları imzaladı.20 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***