11 Nisan 2017 Salı

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 1

70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ BÖLÜM 1



ÖZET;
Ortadoğu Etütleri 
70. YILINDA TRUMAN DOKTRİNİ: TÜRKİYE VE SOĞUK SAVAŞ 

İkinci Dünya savaşı sonrasında Başkan Truman siyasi ve ekonomik zorluklar sonucunda Amerikan dış politikasında Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen 
mücadelede daha güçlü bir duruş sergilemek zorunda kalmıştı. Washington, savaş dönemi müttefiki Moskova’yla müzakere ve işbirliğini artık uygun 
siyasi araç olarak görmüyordu. Truman’ın amacı Sovyetler Birliği’nin gücünü ve etkisini sınırlandırmaktı. 

Şubat 1947’de İngiltere, siyasi ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardımı sonlandıracağını bildirdi. 
Yakın Doğu’da Sovyet etkisinin arta-cağından endişe eden Truman yönetimi 12 Mart 1947’de Truman Doktrinini ilan etti. 

Doktrin, Soğuk Savaş’ın önemli kilometre taşlarından biri oldu. Doktrinin ilanı Sovyet-komünist yayılmacılığının çevrelenmesi siyasetinde askerî niteliklerin 
ön plana çıkmasına neden oldu. 

Anahtar Kelimeler: Başkan Truman, Truman Doktrini, Sovyetler Birliği, uluslararası komünizm, Soğuk Savaş, Türkiye, Yunanistan. 

Kaan Kutlu ATAÇ
* Doktora Adayı, Hacettepe Üniversitesi. Ortadoğu Etütleri 
 “[Orta Doğu’daki] petrol rezervleri stratejik gücün muazzam kaynağını oluşturuyor ve dünya tarihindeki maddi ödüllerin en büyüklerinden birisi.”1 


ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Başkan Truman’a bilgi notu, 1944. 

“Büyük bir gücün [Birleşmiş Milletler ] Sözleşmesi’nin ihlali ve savaşın çıkması durumunda Genel Kurmay Başkanlığımız hükümetimizi, son iki savaşta da durumun ortaya koyduğu gibi, Orta Doğu’nun Birleşik Krallık dışında, eğer aynı derecede önemli değilse, ikinci derecede önemli stratejik alan olacağı konusunda bilgilendirdi.”2 

16 Ekim 1947’de Washington’da, Orta Doğu ile ilgili Birleşik Devletler-Birleşik Krallık Görüşmeleri Açılış Konuşmasında İngiliz Heyeti. 

1. Giriş 

21 Şubat 1947 Cuma öğleden sonra, İngiltere’nin Washington Büyükelçisi Özel Sekreteri, ABD Dışişleri Bakanı’nın ofisini arayarak, Büyükelçi’nin Londra’dan gelen bir talimatla Bakan’a bizzat iletmesi gereken çok önemli bir not için aynı gün randevu talebini iletti. Dışişleri Bakanı George C. Marshall ofisinde değildi ve Pazartesi gününe kadar şehir dışındaydı. Konuyla ilgili bilgilendirilen Bakan Yardımcısı Dean Acheson, Büyükelçi’yi telefonla aradığında, kendisine notun İngiltere’nin Yunanistan’a yardımıyla ilgili ve çok önemli olduğu söylendi. Bakan Yardımcısı, Büyükelçilik Birinci Sekreteri’nin, Bakanlığın Yakın Doğu ve Afrika İşleri Müdürü Loy Henderson’a notun bir kopyasını iletmesini istedi. Büyükelçi, notun orijinalini Pazartesi sabahı Bakan’a iletecekti.3 

İngilizler, 21 Şubat günü öğleden sonra Amerikalılara bir değil iki not ilettiler. Notlardan birisi söylendiği gibi Yunanistan, diğeri ise Türkiye hakkındaydı.
4 Birinci notta, Yunanistan’ın içerisinde bulunduğu iç savaş ve ekonomik durumun ülkeyi çökme noktasına getirdiği belirtiliyordu. Komünist gerilla hareketi, Sovyetler Birliği’nin Balkanlar’daki yayılmacı etkisini Yunanistan’a getirmek üzeriydi. Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e inmesi an meselesiydi. 
Ekonomik sıkıntı içerisindeki İngiltere, 1944’ten beri ülkeye sağladığı askerî ve ekonomik yardımı 31Mart’tan sonra durduracaktı. İngiltere, ABD’nin bu 
yükü üzerine alabileceğini ummaktaydı.5 

İkinci notta da, Sovyetler Birliği’nin baskısına karşı İngiltere’den askerî ve ekonomik yardım alan Türkiye’ye yönelik yardımların da 31 Mart’tan sonra 
yapılamayacağı belirtiliyordu. Rusların sıcak denizlere inmesini önlemede etkin olan İngiltere, kaynaklarını sonuna kadar kullanmıştı ve Orta Doğu coğrafyasının sorumluluğunu ABD’ye devretmek üzeriydi. Doğu Akdeniz açık bir Sovyet tehdidi altındayken, bölgede yaşanması muhtemel güç boşluğunun 
doldurulması için verilen süre 38 gündü. İngiltere iki ülkeye yaptığı yardımların fişini çekmişti. İngiltere, ABD’nin ve Batı demokrasilerinin siyasi-askerî 
ve petrol güvenliğine yönelik hayati çıkarlarının devamının sağlanmasında ve mevcut “çok acil” kritik durumda eksikliğin ABD tarafından giderileceğini 
umuyordu. ABD de bölgedeki dengelerin Sovyetler Birliği lehine kaymasından endişe ediyordu. Notları inceleyen ve Dışişleri Bakanı Marshall’ın yokluğunda 
Bakanlığa vekâlet eden Acheson, Hendorsan’a personelini toplamasını ve bütün hafta sonu çalışarak pazartesi sabahı Bakan’a sunulmak üzere bir cevap hazırlaması talimatını verdi. Acheson, İngiltere’nin 21 Şubat’ta verdiği bu iki notu yıllar sonra “şok” olarak hatırlayacaktı.6 Aslında ABD, İngiltere’nin 
notlarından önce 20 Şubat’ta Yunanistan’daki çöküş konusunda Atina’daki Büyükelçisi tarafından uyarılmıştı. Schwarzenberger’in ifade ettiği gibi 
“Yunanistan ve Türkiye’nin Batılı güçlerce kontrol edilmesi, Doğu Akdeniz ve Yakın Doğu’nun petrol kaynaklarını tutması için elzemdi.”7 

2. Truman Doktrini ve Türkiye: Tarihsel Arka Plan İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebi ve Boğazların yönetiminde hak iddiaları Türkiye’nin Atlantik politikalarının temelini oluşturur. Sovyet taleplerinin yarattığı güvenlik endişesinin, Türkiye’nin savaşın galiplerinden olan ABD’yle ilişkilerini nasıl etkilediği ve Türk-Amerikan yakınlaşmasının temelini oluşturan ortak güvenlik arayışları bu anlamda önemliydi. Truman Doktrinini oluşturan süreci, bu güvenlik endişesine giden yol oluşturmuştu. 

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki gelişmelerde Türkiye, kendisine bir yön bulma çabası içerisindeyken iki mühim gelişmenin etkisinde kaldı. Birincisi, 
Eylül-Ekim 1939’da Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında gerçekleştirilen Moskova görüşmeleridir. Bu görüşmelerde Sovyet tarafı Türkiye’den Boğazların 
statüsünde değişiklik yapılmasını ve kendilerine üs verilmesini talep etmişti. Rusların bu talebi karşısında Türkiye, İngiliz-Fransız ekseninde bir dış politikayla denge arayışına girmiş ve bu ülkelerle ittifak kurmuştu. Sovyet baskısı savaş boyunca devam etti ve Türkiye, Batı eksininde bir güvenlik arayışına girdi. İkinci gelişme ise, önce İngiltere, ardından da ABD’ye doğru kayıştı. Batı merkezli güvenlik arayışında İngiltere’nin genelde Orta Doğu, özelde de Türkiye politikalarında ABD’yi bölgeye dâhil etme çabası önemlidir. Bu çaba 1943 Kazablanka Konferansı’nda ABD-İngiltere görüşmelerinde İngiltere tarafından net olarak belirtilmişti. Türkiye, Soğuk Savaş’ın iki kutuplu yapılanmasında Batı’nın desteğini alarak Washington merkezli Atlantik kuşağına dâhil oldu. Bu dönem, 1939’dan Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1952’ye kadar olan tarihsel alt yapıdır. Türkiye’nin Batı bloğu içinde İngiliz ekseninden ABD eksenine geçişin en önemli evresi 1947 Truman Doktrinidir. 

Ancak Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ardından bir bloğa yönelmesi kolay olmamıştır.8 Criss’in ifadesiyle, 

[Birinci Dünya Savaşı’nda] müttefiklerini serbest iradesiyle seçmemek Osmanlı İmparatorluğu’na çok pahalıya mal olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 
güvenliği açısından bir daha böyle bir duruma düşülmemesi, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e miras kalan önemli bir dış politika ilkesidir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında şekillenen dünyada Türkiye’nin zihninde toprak bütünlüğü ve güvenli bir ittifak arayışı hâkimdi. Nitekim savaş 
sonrasında Avrupa’da, güç dengelerinin Sovyetler Birliği eline geçeceği endişesini duyan Türkiye, sorunlu ilişkileri olan kuzey komşusu lehine kuvvetler 
dengesinin oluşacağını görmüştü. Bu durum, savaşın son döneminde ve sonrasında Türkiye’yi Batı’nın etki sahasına sürükledi. Bu sürükleniş Türkiye’yi, 
Batı ve Transatlantikle neredeyse bir bağımlılık derecesinde karmaşık ilişkiler manzumesinin kucağına itti. Batı’yla ilişkiler ve toprak bütünlüğü konuları 
Türk siyasi tarihine damga vurdu. 

Sovyetler Birliği, 1941’de Bulgarlarla yapılan görüşmelerde Trakya’da Midye-Enez hattına kadar olan bölgenin Bulgarlara, boğazlara kadar olan bölgenin 
da kendilerine verilmesi önerisinde bulunmuştu. Bulgaristan, komşu ülkelerin yapılan görüşmelerden haberdar edilmesi anlaşması uyarınca Türk hükümeti ni bu öneri hakkında bilgilendirmişti. Türklerin konuyla ilgili olarak Moskova nezdindeki girişimleri cevapsız kaldı.10 Türkiye Sovyetlerin talepleri 
karşısında gerekli güvenlik garantilerini ABD ve İngiltere’den sağlamaya çalıştı.11 Nitekim Ocak 1943’te İngiliz tarafı savaşa katılması durumunda Türkiye’nin Sovyetlere karşı toprak bütünlüğünün korunacağını taahhüt etti.12 

Sovyet Birliği-Türkiye ilişkilerinde kuvvet dengesizliğinin yarattığı sorunlar 1950’lerin sonuna değin Türkiye için önemli bir endişe kaynağı olmaya 
devam etti. Bu endişeyle, 

Türkiye 1945-46’daki Sovyet isteklerinden ve tehditlerinden sonra Batılı devletlerle ilişkilerini öyle bir biçimde geliştirmiştir ki, bütün dış politika felsefesini sadece Batı’yla işbirliği yapmak ilkesi üzerine kurmuştur.13 

Ancak Türkiye, Sovyet tehdit algılaması konusunda yalnız değildi. ABD Dışişleri Bakanı James F. Byrnes’ın Mayıs 1946’da Sovyet dış politikasının 
temelinin ne olduğu sorusuna Fransız meslektaşı “yayılmacılık yoluyla güvenlik” şeklinde cevap vermişti.14 İkinci Dünya Savaşı boyunca “aktif tarafsızlık” 
politikası izlemiş olan Türkiye, savaşın Avrupa ayağının sonucu belli olmaya başladığı andan itibaren kuzey komşusu SSCB’nin belirgin tehdidi ile karşı 
karşıyaydı. 

Fas’ın Kazablanka kentinde 14-24 Ocak 1943 tarihlerinde bir araya gelen ABD ve Birleşik Krallık liderleri, Sovyetler Birliği’nin katılmadığı konferansta, 
Türkiye’nin savaşa dâhil edilmesi konusunu da gündeme getirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine göre, 18 Ocak’taki görüşmelerde ABD Başkanı 
Roosevelt, askerî konulardaki gelişmelerin ABD’ye bildirilmesi kaydıyla Türkiye söz konusu olduğunda ilk söz sahibinin İngiltere olduğunu kabul 
etmiştir.15 Savaş süresince Türkiye ile ilgili askerî konulardaki görüşmelerde ABD, tarihsel olarak Orta Doğu coğrafyasında “tabii” hakkı olan İngiltere’nin 
bölgedeki askerî politikalarına geniş bir serbestlik tanımıştı. Ancak, ilerleyen günlerde Türkiye’nin durumunu ilgilendiren konularda, Kazablanka Konferansı ’ndaki mutabakatın ne olduğu hususunda ABD ile İngiltere arasında anlaşmazlık olduğu ortaya çıktı. ABD’liler hiçbir şekilde siyasi ve ekonomi konularda  İngiltere’nin istediği gibi politika oluşturamayacağını ifade ederken, İngilizler ise konferansta kendilerine “Türklere karşı kâğıtları istedikleri gibi 
kullanacakları”16 sözünün verildiğinde ısrar etti. ABD ise, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik durumuyla ilgili konularda böylesi bir serbestliği tanımayacağını 
net bir şekilde İngiltere’ye belirtti. 

Truman Doktrin’in ilanı olan 1947’nin ilk aylarına kadar Orta Doğu coğrafyasında ABD dış politikasının temel çizgilerini şu şekilde belirtmek mümkündür: 

1. İngiltere’nin tarihsel rolü ve dönemin klasik ABD dış politikası gereği, İngiltere’nin “meşru haklara sahip” etki sahasına müdahale etmeme. 
2. Mümkün olan en az şekilde tesir ederek bu politikayı takip etmek ve bu konuda İngiltere’ye garanti vermek.17 

Kazablanka’nın ardından İngiltere ile ABD arasında Türkiye’nin siyasi ve ekonomik sahalarında kimin söz sahibi olacağı yönündeki yanlış anlamadan 
kaynaklanan tartışma, ABD’nin bölge üzerindeki etkinlik sahasını yayma amacının ilk işaretlerinden birisiydi. Bu temel etrafında ABD, Orta Doğu 
bölgesinde daha derin bir stratejik anlayışı tedricen geliştirmeye başladı. Bu, “özgür dünya”nın liderliğine soyunan ABD için bir nevi kaslarını gösterme 
mücadelesiydi. Bu daha önce İngiltere’nin sorumluluğunu kabul etmiş olan ABD açısından siyasi planlama ve algıda da değişiklikti.18 

Nitekim savaş süresince müttefik liderler arasında devam eden ve Kazablanka ile başlayan konferanslar zincirinde (Kazablanka, Québec, Kahire, Moskova 
ve Tahran), Türkiye’nin savaşa dâhil edilmesi konusu gündeme geldiği zamanlarda sadece ABD, Türkiye’yle ilgili politikalar konusunda kararlı bir 
tavır sergiledi. 

Savaş sonrası kurulacak Birleşmiş Milletler’e üyeliğin Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden ülkelere açık olacağı yönündeki müttefik güçlerin kararı, 
Türkiye’nin 23 Şubat 1945’de bu ülkelere savaş ilan etmesine neden oldu. Ancak, Sovyetler bunu çok geç kalmış bir karar olarak gördü. Bu esnada 
ABD’nin Moskova Büyükelçiliği, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nde günün şartlarına uygun değişiklerin yapılması yönünde 
talepte bulunduğundan haberdardı.19 Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e 19 Mart 1945’de bir nota vererek iki ülke arasında imzalanmış olan 1925 Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nın yenilenmeyeceğini bildirdi.20 Bu, Türk tarafınca beklenen bir durumdu.21 Türk büyükelçisi Ankara’yı iki ay önce bu konuda uyarmıştı.22 1945 Baharında savaşın Almanya’nın yenilgisiyle sona ereceği artık belli olduğunda 
Moskova’nın boğazlar üzerindeki iştahı yeniden kabardı. Dışişleri Bakanı Hasan Saka, Molotov’un notasına cevaben 4 Nisan 1945’te Sovyetler 

Birliği’nin Ankara Büyükelçisi Vinogradov’u çağırmış ve Türkiye’nin antlaşmanın iki tarafın çıkarlarına uyacak şekilde değiştirilmesini kabul ettiğini ve 
Sovyet tekliflerini dikkatle ve iyimserlikle inceleyeceklerini bildirdi.23 

Türkiye, Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluşu sürecinde 25 Nisan 1945’de başlayan San Francisco Konferansı’na Sovyet taleplerinin tedirgin edici ağırlığı 
altında katıldı. 19 Mart-13 Ekim 1946 arasında Türkiye-Sovyet Birliği ilişkilerinde “notalar savaşı” olarak tanımlanabilecek bir yalnızlık süreci başladığında, 
Türkiye toprak bütünlüğünün korunması için açıkça güvenebileceği ve yardım alabileceği kesin bir destekten yoksundu. Bu dönemde SSCB’nin boğazlarda üs ve Doğu Anadolu’da toprak talepleri karşısında Türkiye, Aydın’ın yorumuyla, “yalnız kaldığı endişesine kapılacaktı”.24 

Aralık 1945 SSCB’nin İran’daki etkinliği bu ülkede özerk Azerbaycan Cumhuriyeti ve Kürt Mehâbâd Cumhuriyeti’nin kurulmasına yol açtı. Aynı süreç içerisinde Bulgaristan ve Romanya’nın da SSCB tarafından işgal edilmesiyle Türkiye açık bir şekilde Sovyetler Birliği tarafından çevrelenmişti. 

Sovyet lideri Stalin’in yayılmacı iştahı bu anlamda doymak bilmez gibi görünüyordu.25 

Nitekim Stalin, Türkiye üzerindeki toprak taleplerini Aralık 1945’te Moskova’da gerçekleştirilen ABD-İngiliz-Sovyet dışişleri bakanları toplantısında net 
bir şekilde ifade etmişti.26 İngiltere açısından SSCB politikası “rahatsız edici”ydi ve “İngiliz Hükümeti bu tehditler karşısında tarafsız kalamayacak, Türkiye’nin yanında olacaktı”. İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin’e göre SSCB’nin Boğazlarda üs ve Kars-Ardahan talepleriyle27 mutabık olmaları mümkün değildi. İngiltere açısından Rus siyaseti basitti: Ruslar İngilizleri Akdeniz’in rakipsiz sahibi ve Atlantik’ten İskandinavya, oradan da Akdeniz’e uzanan sahillerin muhtemel lideri olarak görüyorlardı. İngiltere’nin bu denli güçlü bir pozisyonda bulunması, Rusya’nın güvenliği için muhtemel bir tehditti, dolayısıyla İngilizler buralardan atılmalıydı.28 

İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, Ocak 1946’da Orta Doğu’daki Sovyet tehdidine karşı Amerikalı liderleri sürekli tetikte tutma ve İngiliz “özel  çıkarları ”nın korunması adına ABD’nin bölgeye girmesinin şartlarını sağlayacak siyasi hazırlıkların yapılması hususunda Washington’u ziyaret etti.29 

İngiltere’nin, ABD’yi Orta Doğu’ya sokma siyaseti Rusya’nın izlediği politikayla karşılıksız kalmadı. Dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dean Acheson 
anılarında Sovyetler Birliği’nin takip ettiği politikaların ABD’yi eğittiğini aktarır: 

[Ruslar] Boğazlar ve İran üzerinde baskı kurarak barbarların klasik Yunanlar ve Roma, sonra da çarların kullandıkları sıcak denizlere istila güzergâhını 
takip ettiler. Thermopylae’dan Kırım’a bu noktalarda baskı kurmak gelenek halini almıştır. Bazı Amerikalılar Rusların tarihini paslı bir geçmiş olarak görse 
de, İngilizler ve [ABD] Başkan[ı] için durum böyle değildir.30 

ABD resmi kaynaklarında da SSCB’nin boğazlar üzerindeki emellerinin salt askerî düzeyde olmadığı belirtilmektedir. Acheson’un ifade ettiği gibi, SSCB’nin amacı “önce Türkiye’de, devamında da Yakın Doğu’nun geri kalanında hakimiyeti ele geçirmek”ti.31 Savaşın sonuna doğru Orta ve Güney Avrupa’da işgaller yoluyla toprak kazanmış olan Stalin, dikkatini yine Sovyetlerin güney kanadına çevirmiş ve Kafkaslar’ı işaret ederek “buradaki sınırları beğenmiyorum” değerlendirmesini yapmıştı. Moskova iştahını bir kez daha Dışişleri Bakanı Molotov aracılığıyla Türkiye üzerinde gösterdi: 

[Stalin] Türkiye’den toprak isteğinin yanı sıra Türk Boğazlarının SSCB tarafından etkin bir şekilde kontrolünü sağlayacak üsler verilmesini talep etti. (...) Hemen anlaşıldı ki çok ileri gitmişti. Patronuna karşı normal olarak hoşgörülü olan Molotov, Boğazları kastederek “Buna izin vermezler!” dedi. Sinirlenen patronu “Sen devam et, ortak mülkiyet için baskı kur” şeklinde cevap verdi.32 

Türkiye, Sovyet işgali altındaki Orta ve Güney Avrupa’nın dışında Sovyet yayılmasını en yakın hisseden ülkeydi.33 Aslında, savaş henüz sona ermeden 
Nisan 1945’de toplanan San Francisco Konferansı’nda Sovyet Ermenistan’ı ve İran Kürtleri Türkiye’den toprak talebinde bulunmuştu. Bu dönemde Türkiye, 
ulusal güvenliğini sağlama alabileceği sakin bir limanı bulmak için yoğun bir çabaya girmişti. Türkiye için güvenlik anlamında gerekli olan koruma, 
önce askerî ve sivil yardımlar, arkasından da siyasi ve askerî yapılanmalar aracılığıyla ABD’de arandı. Fakat savaşın ardından hâlâ Sovyetlerle savaş dönemi işbirliğini sürdürebileceğine inanan ABD, açıkça Sovyet yayılmacılığının kendi çıkarlarına zarar verdiğini hissettiği ana kadar iyimserliğini korudu. Türkiye, Sovyet taleplerinden ABD’yi yanında olduğunu hissettiği döneme kadar, yani çok kritik bir devre olan yedi ay zarfında yalnız kaldı. 

Türkiye bu dönemde güvenliğinin sağlanması için ABD ve İngiltere’den destek arayışındaydı. 19 Mart 1945-17 Ağustos 1946 dönemi Türkiye’nin güvenliği konusunda SSCB’yle İngiltere-ABD-Türkiye arasında notalar savaşı olarak geçti. Bu süreç, Sovyetlerin ABD-İngiltere ve Türkiye’ye gönderdiği notaya,34 ABD’nin 19 Ağustos’ta savaş riskini göze alarak cevap vermesiyle en üst seviyeye ulaştı. Sever, bu notayla Türkiye’nin “Amerika’nın Sovyetlere karşı gerçek tavrıyla ilgili endişeleri[nin] (...) son buldu[ğunu]” ifade eder.35 

Bu noktada Türk-Amerikan ilişkileri artık yeni bir döneme girmiştir.36 15 Ağustos’ta Beyaz Saray’da yapılan güvenlik toplantısı Türk-Amerikan ilişkilerini 
şekillendirecek olan karara sahne olmuştur. Dışişleri Bakanlığı Yakın Doğu Dairesi’nin aynı gün tarihli bilgi notunda Başkan Truman yaklaşan tehlike 
karşısında uyarılmıştı: “Sovyetler Birliği’nin birinci amacı Türkiye’nin kontrolünü ele geçirmektir.” Eğer Sovyetler bu girişimlerinde başarılı olursa, ABD, 
“imkânsız olmasa da, oldukça zor bir şekilde, Sovyetler Birliği’nin Yunanistan üzerinden, ardından tüm Yakın ve Orta Doğu’nun kontrolünü ele geçirmesini 
önleyebilecektir”.37 Amerika açısından konunun geciktirilmeye tahammülü yoktu. Bakanlığın Yakın Doğu Bölümü Başkanı Henderson, daha sonra bu 
günü “karar anı” olarak hatırlayacaktır: 

Herhangi bir Sovyet saldırganlığına ve özellikle Türkiye örneğinde açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’ye karşı herhangi bir Sovyet saldırganlığına karşı 
elimizdeki mevcut tüm imkânlarla direnmemizi gerektirecek karar anı gelip çatmıştı.38 

Truman Dışişleri Bakanı, Savaş Bakanı, Donanma Bakanı ve Genelkurmay Başkanının görüşleri doğrultusunda Sovyet taleplerini Türkiye’nin geri 
çevirmesi önerisini kabul etti. Buna göre ABD, Türkiye’ye desteğini göstermek üzere bir donanma gücünü Doğu Akdeniz’e gönderdi.39 Truman’ın Türkiye’ye 
destek vermesi, Kara Kuvvetleri Plan ve Operasyonlar Dairesi Komutanı General Norstad’a göre Truman Doktrinin doğumunun işaretiydi.40 

19 Ağustos’ta ABD Moskova Büyükelçiliği SSCB’ye verdiği notayla Boğazlar konusunda ABD’nin duruşunu ortaya kodu: Boğazlar konusu “yalnızca Karadeniz güçlerini ilgilendiren bir mesele değildir, ABD’nin de dâhil olduğu diğer güçleri de ilgilendirmektedir”.41 Kanımızca bu nota, Nisan 1946’da USS Missouri zırhlısının Türkiye ziyaretinden daha önemli bir Amerikan desteğidir. Stalin dönemindeki politikaların Türkiye’yi Batı’nın kucağına ittiğini yıllar 
sonra dönemin Sovyet lideri Kruşçev, 28 Haziran 1957’deki Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesi toplantısında şöyle ifade etmiştir: 

Hatırlayın [Stalin dönemi politikalar] ne tür üzücü sonuçlara yol açtı, komşularımız olan Türkiye ve İran’la dostane ilişkilerimizi bozdu. Türkiye’ye 
yönelik yanlış politikamızla Amerikan emperyalizmine yardım ettik. Türkler Voroşilov’u kardeş gibi karşılarlardı, onun adını bir meydana vermişlerdi. Fakat 
İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Türkiye’ye dostluk antlaşmasını yırttığımızı söyleyen bir nota verdik. Neden? Çünkü sizler [Türkler] Çanakkale 

Boğazı’nı vermiyorsunuz. Dinleyin, yalnızca bir sarhoş böyle bir şey yazabilir. Her şeyin ötesinde hiçbir ülke Çanakkale Boğazı’nı gönüllü olarak vermez... 
Kısa görüşlü politikalarımızla Türkiye ve İran’ı ABD, İngiltere ve Bağdat Paktı’nın kucağına ittik.42 

Ağustos 1946 itibariyle ABD artık geleneksel tecrit politikasından uzaklaşmaya başlamış ve Sovyet etkisine karşı bir tutum takınmıştı. Bu durum Churchill’in 
ABD’nin Fulton kasabasında 5 Mart 1946’da ünlü “Demir Perde” konuşmasıyla bir arada düşünülürse daha da anlamlı olacaktır. Halle’in ifadesiyle 
“Amerika Birleşik Devletleri işe yarar bir dış politika” arayışındadır. Bu arayışın siyasi planlamaya dönüşmesi ise, somut gelişmeler paralelinde ABD 
Dışişleri Bakanlığı’nın Rus uzmanı George Kennan’ın 22 Şubat’ta Moskova’dan Washington’a gönderdiği “Uzun Telgraf”ta (The Long Telegram) kendini 
bulmuştur. Bu telgrafın öngördüğü siyasi temel çizgiler ABD’nin SSCB’ye karşı yürüttüğü 45 yıllık Soğuk Savaş’ın temeliydi.43 ABD Dışişleri Bakanı 
Byrnes, Aralık 1945 sonunda Moskova’dan döndüğü zaman, Başkan Truman da bakanıyla yapacağı görüşme için bir not hazırlamıştı. Truman dönemi 
tarihçisi Robert Messer’in yıllar sonra ortaya çıkardığı bu notta Truman’ın Sovyetlerle ilgili düşüncesinin değiştiğine yönelik çarpıcı ipuçları vardı. Zira 
Truman, Stalin’in Balkanlar, Avrupa ve İran üzerindeki politikalarından iyice rahatsız olmaya başlamıştı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Tarihi Sürecin Belirli Bir Kanuna Uygunluğu Konusu,


   Tarihi Sürecin Belirli Bir Kanuna Uygunluğu Konusu,


Hacıyev Rövşen Sabir oğlu– PhD 
Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Felsefe Enstitüsü çalışanı 

Özet 

Makale insanlığın tarihi gelişiminin belirli bir kanuna uygun olmasına adanmıştır. Makalede insanlık (beşer) tarihine farklı bir yaklaşım gözden geçirilmekte. Tarihi sürecin şimdiye kadar kesin çözümü bulunamayan problemleri araştırılmakta. Yazarın Marksizme, aynı zamanda diğer sosyal gelişim kavramlarına alternatif olan ve tarihi sürecin bazı önemli olaylarına açıklık kazandıran yaklaşımı 
analiz edilmekte. Bu yaklaşım insanlığın entelektüel evriminin yaş devir leştirilmesi varsayımında kendini bulmakta. Varsayımın ana hükümleri aşağıdakilerdir: 

1. İnsanlık (yani neantrop) tek ruh veya kolektif akıl olarak oluştuğu günden entelektüel gelişim halinde; 
2. Entelektüel gelişim immanent özellik taşımakta ve belirli düzende gerçekleşmekte; 
3. Bu düzen insanlığın entelektüel gelişiminin yaşlara uygun dönemleştirilmesiyle belirlenir; 
4. Yaşlara uygun dönemlere ayırma ontogenezde ve filogenezde gerçekleşen entelektüel gelişimin kıyaslamalı analizine dayanarak yürütülmekte; 
5. Yazar tarafından yapılan araştırmalara dayanaraktan, insanlığın entelektüel gelişim sürecinde her üç bin yılda “1” yaş büyüdüğünü söyleyebiliriz. 

Bu varsayım sayesinde küresel önem arz eden tarihi olayların açıklanmasına çalışılmakta. 

Anahtar Kelimeler: ontogenez, filogenez, tarihsel süreç, insanlığın entelektüel evriminin yaş devirleştirilmesi ,Hajiyev Rovshan Sabir – PhD. ANAS The Institute of Philosophy 


Giriş 

İnsanlık, kendi entelektüel gelişiminin çağdaş ve uygar düzeyine ulaşmak için uzun ve çalkantılı bir yoldan geçmiştir. Uygar düzey dendiğinde sosyal evrimin öyle bir gelişim dönemi kastediliyor ki, artık insan özgürlüğü ilkesi sadece çeşitli devletlerin değil, genel uluslararası hukukun temel kanununa veya ilkesine dönüşür. Ortak insanlık kavramının oluşumu Avrupa'nın Aydınlanma dönemin den (İ.Q.Hörder) başlıyor. Aydınlanma döneminden başlayarak Avrupa'nın birçok büyük düşünürü toplumsal gelişmenin genel kurallarını belirlemeye gayret etmiştir. Bu bağlantıda bazı idealist (Hegel) ve materyalist (marksizm) yönlü teoriler oluşturulmuştur. Belirtmek gerekiyor ki, sosyal evrimin belli kavramları, özellikle eski Sovyet coğrafyasında daha çok ünlü olan Marksizm öğretisi tarihi süreçte kademeli şekilde ortaya çıkan ve küresel nitelik arz eden olayların nedenlerini yeterince açıklayamıyor. Bu tür tarihi olaylara örnek olarak aşağıdakileri gösterebiliriz: 

. hangi nedenle tarihsel gelişmenin mezolitik veya protoneolit aşamasının başlarında, yani yüz bin yılları kapsayan paleolit döneminde toplama ve avcılık faaliyeti ile uğraşan kişiler nispeten kısa zaman sürecinde bitki ve hayvanların domestikasyon olunmaları yönünde ilk adımlarını atmış, ortak yaşam tarzından bireysel faaliyete eğilim göstermiş, ok ve yayı keşfemiş ve genellikle yeni 
yaşam tarzına yönelmişler?; 

. hangi nedenle neolit çağında önceleri avcılığa ve toplamcılığa ağırlık veren, daha çok göçe eğilimli olan topluluklar kısa zamanda yerleşik hayat tarzına geçmiş, hayvancılıkla meşgul olmuş ve sulamaya dayalı büyük tarım işletmeleri kurmayı başarmışlar, çömlekçiliği ve metalurjiyi keşfetmişler? [1, s.63]; 

 . hangi nedenle ilk uygarlıklar döneminde ilk şahsiyetler, yani hükümdarlar ve yüce rahipler meydana gelmiş, yazı keşfedilmiş ve destanlar oluşturulmuş, toplumda iyerarşik yönetim sistemi kurulmuş ve insanlar bilimle uğraşmaya başlamışlar?; 

. hangi nedenle "zaman oku” döneminde (K.Yaspers) ilk bilginler, peygamberler ve filozoflar meydana gelmiş, yani tarihte ilk defa olarak özgür düşünce sahipleri kendi öğretilerini oluşturmuştur? Neden insanlık tabulardan uzaklaşmış ve mitololik dünya görüşünün sınırlarını geçmeyi başarmıştır? 

Tarihi süreçte marheleli olarak küresel çapta önemli olaylar cereyan etmiştir ve bunun etkisi olarak insanların uzun süre devam eden monoton yaşam tarzında kısa süre içinde temel değişiklikler yaşanmıştır. Bu olayların hangi sebepten meydana gelmesi konusu ise şimdiye kadar detaylarıyla ele alınmamıştır. Daha açık söylersek, eski Sovyet coğrafyasına ait bölgelerde şimdi de ünlü olan 
Marksizm öğretisi yukarıdaki soruları net bir şekilde yanıtlayacak durumda değildir. Bunu kanıtlamak için ilk uygarlıklar döneminde yaşanan olayların Marksist bakış açısından yorumlanmasına bir kez daha deneyelim. 

Marksizmde devletlerin teşekkül etme sebebi böyle açıqlanıyor ki, o dönemde (MÖ 4. binyılda) sulamaya dayalı tarım işletmeleri kurulmuş ve bunun sonucunda elde edilen fazla ürün toplumda sınıfsal tabakalaşmanın oluşmasını gerçekleştirmiştir. Böylece, ilk devletlerin ve hükümdarların meydana gelmesi mümkün olmuştur. Tarihi olayların bu şekildeki geleneksel yorumu ilk bakışta 
mantıklı gözüküyor. Fakat ilk devletlerin neden özellikle MÖ 4. binyıldan itibaren meydana gelmesi sorusu yukarıdaki yorumu çelişkili hale getiriyor. Hangi nedenle bu süreç önceki dönemlerde gerçekleşmemiştir? Bu soruların geleneksel cevabı daha önce büyük tarım işletmelerin olmamasına, bu nedenle fazla ürün elde edilmemesine ve sonuç olarak toplumda sosyal ve sınıfsal tabakalaşmanın 
gerçekleşmemesine dayanıyor. Fakat arkeolojik araştırmalar bu tür yorumu büyük kuşku altına alıyor. Artık uzmanlara bellidir ki, henüz MÖ 6. binyılda Ortadoğu'da büyük kentler mevcuttu (Hacılar, Çatal-Hüyük, Eridu vs.), buralarda tapınaklar inşa edilmiş, toplumda sosyal farklılaşma gerçekleşmiş ve kuşkusuz ki, fazla ürünün meydana gelmesi mümkün olmuştu. Fakat kuşku duyan okuyucuların dikkatini arkeolojik araştırmalar alanında kazanılmış pek yeni olguya çekmek isterdik. 


Nitekim Suriye topraklarında bulunan ve Tel-Zeydan adlandırılan tepelikde 2008 yılında tespit edilen artefaktlar ilk devletlerin meydana gelmesi için gereken temel şartların varlığından haber veriyor. Fakat ilk devletler, bilindiği gibi, VI. binyılda değil, IV. binyıldan itibaren oluşmaya başlamıştır. Bu noktada somut arkeolojik verilere göz atalım: "ABD'nin Chicago Üniversitesi`nin Doğu Enstitüsü 
çalışanları ve onların Suriyeli meslektaşları bu arkeolojik buluntunun, Ubeyd kültürünün (MÖ yaklaşık 5300-4000 yılları arasında mevcut olmuştur) en önemli tarihe kadarki yerleşim yerlerinden birisi olmasına kuşku duymazlar. Artefaktlar bu kentin bakır üretimi ve çömlekçiliğin iyi geliştiği ticaret ve sanayi merkezi olduğunu kanıtlamaktadır. Bu verilere dayanarak burada artık sınıfsal toplum un oluştuğunu söyleyebiliriz. Nitekim imtiyaz sahiplerinin özel mülkiyete sahip olduklarını belirten taş mühürler tespit edilmiştir. Böylece, Ubeyd kültürü Ortadoğu'da sulamaya dayalı tarımın ve merkezleştirilmiş tapınak çiftliklerinin sık sık rastlandığı bir dönemdir. Bu dönemde ilk aşiret başkanları ortaya çıkmış, sosyal eşitsizlik oluşmuştur" [2]. İlginçtir ki, bu tür olguların varlığına 
rağmen, uzmanlar yukarıda belirtilen kentleri "protoşehir" (yani erken kent) gibi takdim ediyorlar ve hala MÖ VI. binyılda kurulan bu büyük kültürleri uygarlık veya devlet olarak kabul etmiyorlar, çünki o dönemde henüz yazı oluşmamış, ilk hükümdarlar ortaya çıkmamıştır. Ama niçin? Bu sorular yanıt bekliyor. 

Belirtelim ki, tarihsel süreçte yaşanmış önemli küresel olayların açıklanması sadece yaygın bilinen felsefi veya sosyolojik kavramlar temelinde yapılmıyor. Bazı durumlarda bu olayların yaşanma sebepleri ekolojik, yani doğal faktörler aracılığıyla anlatılıyor. Nitekim birçok uzmanlar mezolitik dönemde yaşanan küresel değişimlerin nedenini çevresel faktörden hareketle ele alıyorlar. Örneğin, uzmanlar düşünüyorlar ki, pleystosenden holosene geçiş döneminde iklimde yaşanan sıcaklaşma nedeniyle iri hayvanlar (mamutlar vd.) kaybolmuş ve sonuçta, insanlar bireysel avcılıkla meşgul olma zaruretinden oku, yayı keşfetmiş ve yaşamlarında diğer köklü değişiklikler yapmaya eğilim göstermişler. Fakat arkeolojik kanıtlar bu açıklamalara da şüpheyle yaklaşmak için temel oluşturuyor. Nitekim mezolitik döneminde okun ve kemanın yayılmasına sadece küresel ısınmanın rastlanıldığı buzul çevresi topraklarda değil, flora ve faunanın değişmediği sıcak bölgelerde de (yani tropikal ve 
subtropikal bölgelerde) rastlıyoruz. Bununla ilgili bilgilere yay uçluklarının tespit edildiği mezolitik çağına ilişkin Hindistan'da [3, s.156] ve Güney Afrika'da [3, s.182] elde edilen arkeolojik kazılardan (bunlara taştan yapılan geometrik mikrolitler denir) ulaşıyoruz. 

 Fakat tarihsel süreçte yaşanan ve küresel önem arz eden olayların belli teoriler veya doğal etkenler temelinde verilen açıklamaları daha bir ciddi sorunun ortaya çıkması nedeniyle önemini kaybetmiş oluyor. Bahsettiğimiz tarihi olaylar yüz binyıllıkları kapsayan paleolit dönemine göre kısa zaman diliminde gerçekleşmiştir. Somut olarak, insan oğlunun, yani neoantropun yaklaşık 40 bin yıl önce meydana gelmesi kısa bir zaman diliminde (paleolit döneminin toplam süresi ekseninde) yaşandığı için uzmanlar, bu tarihi olayı üst Paleolit devrimi olarak değerlendirmişler [4]. Bu bağlamda ilk defa ünlü ingiliz arkeologu G.Child tarafından nitelendirilen neolitik devrimini de belirtmek gerekiyor. İlginçtir ki, neolitik çağda yaşanan devrimci olaylar sadece arkeologları veya paleo antropologları [5, s.164-165] değil, doğa bilimcilerini de [6] şaşırtmıştır. Belki tarihte yaşanan devrimci olayları diyalektiğin malum kuralı (niceliksel değişmelerin niteliksel dönüşümlere neden olması) temelinde açıklamak mümkündür. Fakat sıradaki soru bu girişimin de başarısız olacağından haber veriyor: tarihi süreçlerin eşzamanlı şekilde, dünyanın çeşitli bölgelerinde ve kademeli şekilde yaşanması hangi sebeple izah edilebilir? Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan ilkel insanların kendi aralarında yaşam tarzının köklü biçimde değiştirilmesi konusunda uzlaşmaya varması ve böylece diyalektiğin malum kuralının gerçekleştirilmesini sağlamaları tasavvur edilemez. Bu bağlamda malum bilimsel kaynaklara müracaat edelim: 

1. Neoantropun (modern bilimsel terminolojide mensubu olduğumuz biyolojik tür hem de "Homo sapiens sapiens" adı ile tanınmaktadır) meydana gelmesi dünyanın farklı bölgelerinde, aynı zamanda yaklaşık 39 bin yıl önce olmuştur [7, s.34; 8, s.37;]; 

2. Mezolitik dönemde domestikasyonun ilk belirtilerinin gözükmesi, okun ve kemanın meydana gelmesi dünyanın çeşitli bölgelerinde (Meksika'da, Tayland'da ve Ortadoğu'da MÖ X-IX. binyıllarda) eşzamanlı olmuştur [9, s.159; 10, s.255; ]; 

3. Neolitik dönemde üretici ekonomiye geçiş (MÖ VII-VI. binyıllar) paralel şekilde, dünyanın farklı bölgelerin de ve birbirinden bağımsız olarak gerçekleşmiştir [3, s.263; 10, s.253-255; 11, s.115; ]; 

4. MÖ IV-III. binyıllarda ilk devletlerin meydana gelmesi eşzamanlı olarak, dünyanın çeşitli bölgelerinde (Mezopotamya'da, Eski Mısır'da, Eski Hindistan'da vs) bağımsız şekilde mümkün olmuştur [12, s.26; 13, s.332; 14, s.42-44; ]; 

5. Zaman oku döneminde (MÖ I. binyılda) ilk peygamberlerin ve filozofların meydana gelmesi paralel şekilde dünyanın farklı bölgelerin de yaşanmıştır [14, s.33]. 

Yukarıdaki örneklerde küresel olaylar arasındaki üç binyıllık fark belirgin şekilde dikkat çekiyor. İnsanlık tarihinde kendini göstermiş ve paralel şekilde tezahür etmiş (belki de önemine göre öncekilerden daha az yankı uyandırmış) olayların sayısını artırabiliriz (örn., üst Paleolit döneminde "paleolitik Venüs"ların yapılması, ilk uygarlıklar döneminde megalitik yapıların paralel şekilde meydana gelmesi vs.), ama örneklerin çoğaltılması karşımıza çıkan soruların cevaplandırılması açısından pek önem taşımaz. Mantıklı şekilde ortaya çıkan aşağıdaki soruyu bir daha belirtelim ve onun cevaplandırılmasına çaba gösterelim: Eşzamanlı biçimde ortaya çıkan ve kademeli şekilde tezahür eden önemli küresel tarihi olayların nedenleri nelerdir? Aslında şu sorunun ayrıntılı, bilimsel verilere dayanan cevabını uzun yıllar yaptığımız bilimsel araştırmalarda [15], uluslararası konferanslardaki konuşmalarımızda [16] ve 2013 yılında Atina şehrinde düzenlenmiş Filozofların XXIII. Dünya Kongresinde yaptığımız sunumda [17] vermeye çalıştık. Yaptığımız bilimsel faaliyete araştırmaların metodolojik yönleri de yansımıştır. Bu bağlamda belirtilen soruların cevaplandırılması açısından metodolojik önem taşıyan ve tarafımızdan ileri sürülen insanlığın entelektüel evriminin yaş devir leştirilmesi tezinin temel maddelerinin bir kez daha ifade edilmesinin uygun olduğunu düşünüyoruz: 

 1. Neoantrop, yani insanlık tek ruh veya kolektif akıl olarak ortaya çıktığı günden şimdiye kadar entelektüel açıdan gelişmektedir; 

 2. Entelektüel gelişim immanent özellik taşımakta ve belirli bir kurala uygun yaşanmaktadır; 

 3. Bu kural insanlığın entelektüel evriminin yaş devirleştirilmesi teziyle ilgilidir; 

 4. Yaş devirleştirilmesi bireyoluş (ontogenez) ve soyoluşta (filogenez) yaşanan entelektüel gelişmenin karşılaştırmalı analizi temelinde yapılıyor; 

 5. Araştırmalar gösteriyor ki, bireyoluşa uygun olarak soyoluşta neoantropun entelektüel gelişimi sürecinde doğal bir şekilde belli yaş dönemleri kendini göstermektedir; 

 6. Yazar tarafından yapılan araştırmalar şu sonucu ortaya koymaktadır ki, insanlık, entelektüel evrimi sürecinde her üç bin yılda "1" yaş büyümektedir [16, s.268]; 

Somut örnekler aracılığıyla yukarıda belirtilen tezleri savunalım. Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor ki, tarafımızdan ilk defa tez çalışmasında öne sürülen [18, s.118-138] insanlığın entelektüel evriminin yaş devirleştirilmesi savından hareketle tarihte tezahür eden önemli küresel olayların eş zamanlılığını ve aşamalı şekilde yaşanmasını çelişkisiz şekilde izah edebiliriz. Şimdi ise ileri sürülen varsayım temelinde belirttiğimiz tarihi olayların yorumunu vermeye çalışalım. Somut olarak mezolitik dönemde yaşanan köklü değişikliklerin gerçekleşmesi nedenini insanlığın kendi entelektüel gelişiminde "9" yaşa ulaşması (eğer 9 rakamını ölçü birimine, yani üç bin yıla çarparsak 27 bin yıl sonucuna ulaşacağız; 39 bin yılından 27 bin yılı çıktığımızta 12 bin yılı, yani MÖ 10. binyılı belirlemiş olacağız) faktörü ile açıklayabiliriz. Nitekim bireyoluş sürecine bakıp J.Piaje`nin düşüncelerinden yola çıkarak söyleyebiliriz ki, 9 yaşındaki çocuklarda üç boyutlu mekan kavrayışının ve eşzamanlılık hissinin oluşması yeteneği kendini göstermektedir [19, s.199]. Soyoluşa göre beşer evladı, tarihi gelişiminin "9" yaşında mekanın "bu yerinden" ve zamanın "şimdiliğinden" kurtarabilmiş ve böylece yaşam biçiminde köklü değişiklikler yapmayı başarmıştır. Bir başka deyişle, soyoluşta mezolitik dönemin insanlarında yeni üç boyutlu statik mekan kavramının meydana gelmesiyle bireyler "güzergah mekan" (A.Lerua-Quran) hissinden kurtularak [3, s.510-511] bireysel avcılığa eğilim göstermişler. Öte yandan, bireyler şimdiki zamandan kurtularak geçmişe bakmayı becermiş ve atalar kültü fenomenini üretmişler. Bu bağlantıda kolektif mezarlıkların özellikle mezolitik döneminden itibaren ortaya çıktığının rastlantı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü geçmişi hatırlatmadan bunu başarmak hiç mümkün değildi. Diğer tarafdan, yabani bitkilerin belirli alanda ekilerek ne zamansa ürün vereceğini anlamak için insanlarda eşzamanlılık hissinin ve statik mekan kavrayışının meydana gelmesi gerekliydi. 

Mezolitden üç bin yıl sonra ve neolitik devrimi olarak adlandırılan tarihsel dönemin olayları yaşanmaya başladı. Ontogenezle karşılaştırma zemininde tespit edebiliriz ki, insanlığın "10" yaşa ulaştığı bu çağında bazı insanlarda soyut (abstrakt) düşünmenin ilk belirtileri ortaya çıkmıştır [20, s.279]. Sonuçta, zamanla kolektif bilinçten kurtulma hesabına bireysel bilincin ve çıkarların ortaya çıkması için entelektüel zemin oluşmuştur. Başlayan bu süreç toplumda sosyal farkların meydana gelmesine yol açmıştır (önce aile ve kabile, sonra ise aşiret reislerinin, aksakallar konseyinin oluşumu). 

Üç boyutlu mekan kavramının tam olarak sağlanması ise sulamaya dayalı büyük tarım işletmelerinin meydana gelmesini mümkün kılmıştır. Fakat devletin ve yazının oluşması için bu entelektüel yetenekler henüz yeterli değildi. Bunun için refleksiya'nın (yansımanın) daha derin tezahürüne ihtiyaç vardı, yani bireyoluşa benzer olarak insanlığın "11" yaşının tamam olması gerekliydi [19, s.202]. Bu tarihi olay ise neolitden üç bin yıl sonra mümkün oldu. Böylece, işte ilk uygarlıklar döneminde kişilik faktörünün ortaya çıkması sonucunda hükümdarlar meydana geldi ve bu olay devletlerin oluşmasına neden oldu. Ayrıca yazının meydana gelmesi için refleksiya'nın, yani spekülatif düşüncenin oluşması gerekiyordu. Bu olay da MÖ 4. binyılın sonundan itibaren gerçekleşti. Bu bakımdan hiç de tesadüfi değildir ki, bilimlerin meydana gelmesi de bu tarihi döneme rastlıyor. Fakat yaşanan entelektüel değişimler sadece birkaç önemli kişiliklerin ortaya çıkması için yeterli olabilirdi. Kişilik unsurunun geniş şekilde tecelli etmesi için, başka deyişle insanlarda bağımsızlık bilincinin oluşması için entellektüel gelişmede "12" yaşın bitmesi, yani biçimsel mantığın tam olarak ortaya çıkması gerekiyordu. Bilindiği üzere, bireyoluşta bu yaş döneminde bireylerin artık tam olarak kişiselleşmesi gerçekleşiyor [21, s.779]. Ayrıca zaman oku döneminde, yani MÖ 1. binyılda insanlığın işte "12" yaşına ulaşması sonucunda ilk filozofların, peygamberlerin, yani kendi adına konuşabilen, toplumu tabulardan kurtarmayı başaran özgür düşünceli insanların tarih sahnesine çıkması mümkün olmuştur. 

Böylece örneklerden anlaşılmaktadır ki, tarafımızdan ileri sürülen insanlığın entelektüel evriminin yaş devirleştirilmesi savı, tarihsel süreçte tezahür etmiş küresel olayların ortaya çıkma nedenleriyle ilgili soruları açıklayacak niteliktedir. Bu sunumda belirtilen soruların cevaplandırılması ve araştırma sırasında somut bilimsel olgulara atıfta bulunulması tarihi olayların anlatımı bakımından insanlığın entelektüel evriminin yaş devirleştirilmesiyle ilgili tezin önemini kanıtlamaktadır. Araştırmamızda tarihsel sürece bir bakış gerçekleştirılmiş ve sosyal gelişimin ilgi uyandıran birçok önemli olayının yaşanma nedenleri açıklanmıştır. 

Önerdiğimiz hipotez insanlık tarihinin birçok gizemli noktasının idrakine fırsat vererek yaşanan tarihi olayların çelişkisiz izahına olanak sağlıyor, onların birbirinden bağımsız, paralel ve kademeli şekilde tecelli etmesini açıklıyor ve sonuç olarak Marksizme ve diğer tanınmış sosyal kalkınma kavramlarına bir alternatif oluşturuyor. 



 ***



Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu


Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu ,



Fatih DURGUN 
İstanbul Medeniyet Üniversitesi, 
fatih.durgun@medeniyet.edu.tr 


Özet 

19. tarihçilik anlayışında büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdi. Tarih profesyonelleşmekte ve bilimsel bir nitelik kazanmaya başlamaktaydı. Bilimsel anlayışın mutlaklığına inanan Aydınlanma düşünürlerinin etkisi altındaki Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans döneminde temelleri sağlam biçimde atılan tarihi Antik, Orta ve Modern çağlar olarak bölme yaklaşımını 
benimsemekteydiler. Ortaçağ tarihi Rönesans’tan beri genellikle olumsuz, karanlık bir dönem olarak görülmekteydi. Bu yaklaşım 19. yüzyıl tarihçiliğine de miras olarak kaldı. Fakat bu dönem aynı zamanda İngiliz, Alman ve Fransız tarihçilerin Ortaçağ kaynakları üzerine eleştirel çalışmalar ve edisyonlar yapmalarına da tanıklık etti. Örneğin, Alman tarihçiler Roma İmparatorluğu’nun 
yıkılışından Rönesans’a kadar Alman tarihi için önemli görülen arşiv malzemesi ve kronikler gibi anlatı eserlerini Monumenta Germaniae Historica başlıklı bir edisyon projesini 1819’dan itibaren yayınlamaya başladılar. Benzer bir şekilde, İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısında, dönemin en önemli tarihçilerinden biri olan William Stubbs’ın yönetiminde Ortaçağ İngiliz kaynakları Rolls Series 
adı verilen bir edisyon projesi çerçevesinde gün yüzüne çıkartılmaktaydı. Bu anlamda, Ortaçağ tarihçiliği profesyonel ve bilimsel bir tarihçilik anlayışının parçası haline gelmekteydi. Bu bildiride, ilk olarak, bu sürecin genel bir değerlendirmesi yapılacaktır. İkinci olarak, Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak biçimlenmesi tartışılacaktır. Tarihsel olarak karanlık kabul edilen 
Ortaçağ’a karşı bu ilginin neden oluştuğu temel sorumuz olacaktır. Çalışmada, Aydınlanma ‘nın rasyonel araştırma ve bilimsel sınıflandırma düşüncelerini esas alan 19. yüzyıl tarihçilerinin kendi dönemlerinde gelişmeye başlayan Romantik milliyetçi düşüncenin etkisiyle milli bir tarih yazımına yöneldikleri ve bu yönelişin de Ortaçağ’a olan ilgiyi arttırdığı vurgulanacaktır. Ortaçağ’da ulusdevletin ve onun değerlerine ait köklerin bulunabileceğine inanan 19. yüzyıl profesyonel tarihçileri için Ortaçağ’ın kendi dönemlerini anlamak ve anlamlandırmak için büyük bir önemi olduğu ve bu bağlamda ilham kaynağı teşkil ettiğinin altı çizilecektir. 

Anahtar Kelimeler: Avrupa, tarih, ortaçağ, aydınlanma, romantizm, profesyonel tarihçilik,Fatih DURGUN , 

Ortaçağ Tarihi Problemi; 

Tarihçiler 20.yüzyılın ikinci yarısından bu yana Ortaçağ kavramının bugün yaygın biçimde bilinen ve kabul edilen şekliyle ‘Karanlık Çağlar’ olarak ilk defa İtalyan şair Francesco Petrarca (1304-1374) tarafından ortaya atıldığını kabul ederler (Mommsen, 1942, ss.226-42). Ortaçağ’ın bu şekilde olumsuz biçimde tasvir edilmesinin nedeni, Petrarca ve dönemindeki diğer düşünürlerin gözünde Ortaçağ’ın Homeros, Aristoteles, Cicero gibi büyük düşünür ve yazarları ortaya çıkardığı düşünülen Antik Çağ ile bu isimlerin yeniden yorumlanmasıyla Petrarca’nın ve çağdaşlarının başlattıklarını düşündükleri, bugün Rönesans Hümanizmi olarak adlandırdığımız kendi modern çağları arasında kalan, bittiğine inandıkları bir dönem olmasıydı. Ortaçağ, tarihsel bir dönemlendirme konusu olarak kendisine yüklenen bu oldukça kötü anlamıyla Rönesans sonrası yüzyıllarda da kullanılmıştır. 

Kavramın tarihçilik açısından bir dönemi ifade edecek şekilde kronolojik kesinlikle kullanılması için ise Aydınlanma’nın erken dönemlerini beklemek gerekecekti. Aydınlanma tarihçiliğinin tipik bir göstergesi olan Evrenselci tarih yazım anlayışı çerçevesinde bir Dünya Tarihi anlayışı geliştirmeye çalışan Alman tarihçi Christoph Cellarius, 1688 yılında yayınlanan eseri Historia Medii Aevi (Ortaçağ Tarihi)’de, her ne kadar eleştiriyor olsak da, genel olarak bugün tarihçiler olarak benimsediğimiz Ortaçağ tarih aralığı olarak Roma İmparatoru Konstantin’in ölümünden İstanbul’un fethine kadar olan dönemi belirlemiştir (Reuter, 2006, ss.19-37). 

Aydınlanma dönemi boyunca da, Petrarca ve ardılları gibi, bu tarih aralığında meydana gelen her olay ve ortaya çıkan her olgu, istisnai hususlar dışında, David Hume’dan Edward Gibbon ve Voltaire kadar tarih eserleri yazan düşünürlerce de olumsuz biçimde ilerlemeye ve modern gelişmeye engel olarak tasvir edilmiştir (Durgun, 2013, ss.283-304). 

19. yüzyıla geldiğimizde bu anlayışın değişmeye başladığı görülür. Romantik milliyetçiliğin Aydınlanma düşüncesinin evrenselciliği ve saf akılcılığı karşısında ivme kazanması Ortaçağ’a olan ilgide artışa neden olmuştur. Romantik tarihsel romanın kurucusu olarak kabul edilen İskoç edebiyatçı Walter Scott (1771-1832)’dan, Fransız Devrimi’nin büyük tarihçisi Jules Michelet (1798-1874)’e kadar 19. yüzyıl Avrupa düşünce tarihinin birçok önemli siması Ortaçağ hakkında olumlu görüşler ileri sürmeye başlamışlardı. Dahası, bu düşünürler için Ortaçağ kendi tarihsel perspektiflerinin ve dünya görüşlerinin ilham kaynağı olmuştur. 19. yüzyıl tarihçiliği de Ortaçağ algısındaki değişimden nasibini almıştır. Bilimsel ve evrensel tarih yazmaya inanan, bu özellikleri itibariyle de Aydınlanma düşüncesinin tesiri altında olan Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans ile şekillenmeye başlayan, 17. ve 18. yüzyıllarda da tarihçiler arasında genel bir kanaat haline gelen tarihi kabaca Antik, Orta ve Modern çağlar olarak üç parçaya ayıran anlayışı kabul etmekteydiler. Fakat bu geleneksel dönemselleştirmeyi benimsemekle birlikte Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli kökleri bulmak için geçmişe dönüş düşüncesinin etkisiyle Ortaçağ tarihine, kendilerinden öncekilerin aksine daha kapsayıcı ve tutarlı biçimde yaklaşmaya başladılar (Iggers, 2003, 23-31). Bu, Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak doğuşunun düşünsel arka planını teşkil ediyordu. 

Mesleki açıdan baktığımızda ise, 19. yüzyıl tarihçilik açısından belirgin bir dönüşüm sürecine tanıklık etmişti. Bu bir yanıyla metodolojik diğer bir yanıyla da kurumsallaşmayla ilgiliydi. Modern Avrupa üniversitelerinde tarih kürsülerinin sayısı artıyor, tarih kürsülerinde Ortaçağ üzerine araştırmalar yapan tarihçiler çoğalıyordu. Tarih bilimselleşip profesyonelleşerek bugünkü şeklini almaya 
başlıyordu. Metodolojik olarak bilimsel ve profesyonel olmak için tarihsel kaynakların neşri ve eleştirel incelemeleri gerekmekteydi. Bu bağlamda, 1819 yılında Alman Ortaçağ tarihi kaynakları Monumenta Germaniae Historica (Alman Tarihi’nin Abide Eserleri) başlıklı bugünde devam eden bir projeyle gün yüzüne çıkartılıyordu. İngiltere’de benzer bir proje 19. yüzyılın ikinci yarısında Rolls 
Series adıyla başlatılıyordu. Başka örneklerle de desteklenebilecek Ortaçağ’a olan ilgideki bu artış Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel olarak şekillenmesini gösteriyordu. Bu veriler çerçevesinde, bu çalışma tarihçiliğin profesyonel bir disiplin olarak biçimlendiği 19. yüzyılda Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin, tarihçilik içinde bir alt disiplin olarak oluşumu ve kurumsallaşmasına yoğunlaşacaktır. 
Romantik milliyetçiliğin doğurduğu siyasal ve düşünsel koşulların 19. yüzyılda tarih metodolojisindeki belge merkezli anlayışla birleşerek profesyonel Ortaçağ tarihçiliğini kurumsallaştırdığı gösterilecektir. 

Romantik Milliyetçilik ve Ortaçağ Tarihçiliği 

Rönesans düşünürleri için ‘Karanlık’ olan Ortaçağ, Aydınlanma dönemi tarihçilerinin düşünce dünyalarında bu niteliğiyle kemikleşmiş, Ortaçağ tarihine ilişkin araştırmalarını sürdürmekle beraber, Gibbon ve Hume gibi Aydınlanma yazarları, Ortaçağ konusundaki yorumlarını içinde bulundukları modern çağda bulunan olumlu ve ileri düzeydeki niteliklerin olmayışıyla şekillendirmişlerdir. Bu 
algının 19. yüzyıl başlarından itibaren Romantik milliyetçi bakış açısı neticesinde derin bir dönüşümden geçtiği görülmektedir. Entelektüel bir hareket olarak tarihi 18. yüzyıl ikinci yarısının Almanya’sındaki Sturm und Drang (Fırtına ve Coşku) hareketine götürülebilecek olan Romantizm akımının 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün bir Avrupa’da düşünceleriyle etkili olan Herder, Schelling ve Fichte gibi Alman düşünürlerinin yaklaşımlarıyla temel özelliklerini kazandığını ve modern dönemde Ortaçağ tarihine yönelik ilgiyi şekillendirdiğini söyleyebiliriz. 18. yüzyıldan itibaren Avrupa toplumlarında kendisini iyiden iyiye hissettiren mekanistik dünya algısına, saf akılcılığa ve kozmpoliten evrenselci dünya görüşüne karşı bir tepki olarak gelişen Romantik akımın mensupları aklın yönlendirici ve tanımlayıcı işlevini reddetmemekle beraber, insanın mekanistik dünya karşısında bireysel ve saf insani duygularını, kendi bireysel bilinçlerini, doğayı ve bireysel imgelemi(tahayyülü) öne çıkarmışlardı. Bireylerin kendilerini mekanistik ve saf akılcı bir düzen karşısında konumlandırmalarını ön gören bu anlayış, yapısı gereği olumlu özellikler atfettiği kavramlar için ilham kaynağı olarak modern öncesi döneme büyük önem vermeyi gerektiriyordu (Halsted, 1969, 1-37). 

Bu anlamda, tarihe verilen Romantik önem Ortaçağ tarihçiliğine olan yoğun ilgiyle (medievalism) Romantik düşünceyi özdeş hale getirmişti. Hatta büyük Alman şair Heinrich Heine (1797-1856) bu konuda ileriye giderek Romantizmi ‘Ortaçağ şiirinin şarkılarda, resimlerde ve sanat eserlerinde, genel olarak sanatta ve yaşamın her alanında yeniden dirilişi’ olarak görmekteydi (Bartlett, 2001, s.13). Heine’nin yorumu abartılı bir tasvir olmakla beraber, Ortaçağ’ın Romantik tarih düşüncesi içinde oldukça belirleyici bir işlevi olduğunu söylemek gerekir. Aydınlanma düşünürleri tarafından dışlanan Ortaçağ, Aydınlanma düşüncesinin evrenselci tarih anlayışı karşısında ulusun kendi kültürü ve tarihi anlamlı bir bütün olarak görüldükçe itibar kazanmaya başlıyordu. Eğer her bir ulusal kültürün kendine özgü canlı ve organik bir gelişme tarihi var ise o zaman bu gelişim içinde Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin bozucu etkilerine maruz kalmamış Ortaçağ tarihinin ulusal tarih açısından saf özellikler taşıyan özelliklerinin vurgulanması gerekiyordu. Her bir ulusun kendi kültür kaynaklarını bağrında taşıyan Ortaçağ, ulusun tarih içinde geliştirdiği kolektif bir bilincin ve değerler sisteminin kökenlerinin bulunabileceği yerdi (Durgun, 2013,ss.283-304). Bu Romantik tarih algısı Almanya özelinde doğmuş olmakla beraber, hem Britanya’da hem de Kıta Avrupa’sında karşılık bulmuştur. Örneğin, 1789 Fransız Devrimiyle birlikte Fransız toplumunun sarsıcı bir değişim sürecine girmesi Fransa’da da Alman Romantizm’inden beslenen bir geçmişe dönüş anlayışını beslemiştir. 19. yüzyılın en büyük Fransız tarihçisi olarak kabul edilen Michelet, Almanya’ya ya gitmiş, Almanca öğrenmiş, bizzat orijinal metinlerinden Herder, Hegel gibi Alman düşüncesinin önde gelen isimlerinin eserlerini okuyarak milli tarih anlayışını biçimlendirmiştir. Fransız Devrimi değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Michelet, tarihsel anlayışında iki noktaya özellikle vurgulamıştır. Bunlardan bir tanesi, Aydınlanma düşünce çizgisi çerçevesinde tarihin seküler bir özgürleşme süreci olarak algılanması, bir diğeri ise Herder’in Romantik tarih anlayışına uygun biçimde ulusun kurumlarının organik ve canlı gelişiminin tarihsel bir bütünlük çerçevesinde anlaşılmasıdır. Bu iki anlayışın bir yönü onu Fransız Devrimi’ni Fransız ulusunun kendini gerçekleştirme ve ulusal birliğe ulaşma konusunda en ileri aşama olduğu görüşüne götürürken, Ortaçağ’da bu ulusal tarihte bir yer edinebilmiştir (Kudrycz, 2011, s.101). Özellikle Geç Ortaçağ’da Fransız devleti ve toplumsal kurumlarının modern Fransa’nın doğuşuna katkı sağladığı ölçüde önemli görülmesi Michelet’in bu bakış açısını yansıtır. 

Ampirik felsefe geleneğine bağlı kalan ve Alman milliyetçiliğiyle idealist felsefe sine her zaman mesafeli bir tutum benimsemiş olan İngiliz entelektüelleri de Romantik akımdan kendilerini kurtaramamışlardır. Henüz birleşememiş olan parçalı yapıdaki Alman devletlerinde ve Fransız Devrimi ile ilişkili bir milliyetçiliğin gelişim gösterdiği Fransa’nın aksine, emperyal Britanya 
aidiyetine bağlı kalan Ada’da Romantik milliyetçilik siyasal bir bakış açısından ziyade mekanistik ve aşırı rasyonalist Aydınlanma kültürüne karşı geçmişe yönelik reaksiyoner bir nostalji biçiminde gelişmiştir. Romantik milliyetçiliğin tarihsel bir anakronizmle edebi eserlere yansıması İskoç romancı Walter Scott’ın yazdığı Ivanhoe (1819) gibi eserlerde gözlemlenebilir (Kudrycz, 2011,ss.65-66). 

Ortaçağ’a yönelik Romantik milliyetçi eğilim Britanya, Almanya ve Fransa örneklerinde göründüğü gibi farklı biçimlere sahip olmakla birlikte, organik bir sürekliliğe sahip ulusal tarih düşüncesine verdiği anlamla Ortaçağ geçmişinin incelenmesi konusunda teşvik edici olmuştur. Ortaçağ milli kültürünün yapı taşları olarak görülen eserlerin büyük bir iştiyakla neşredilmeleri de bu döneme 
rastlar. 5.-6. yüzyıl pagan Cermen kahramanlık hikâyelerine dayanan ve Ortaçağ Almancasıyla yazılmış olan Nibelungenlied (Nibelungen Şarkısı)’nın 1782 yılında modern Almanca edisyonu yapılmış, 11. ve 12. yüzyıllarda derlenen ve eski Fransızcanın en eski edebi ürünü olarak bilinen Ortaçağ epik şiiri La Chanson de Roland (Roland Şarkısı)’ın modern edisyonu 1837’de, yine Eski İngilizce ile yazılan ve 5. yüzyılın sonlarına ait olan Anglo-Saxon epik şiiri Beowulf 1815 yılında yayınlanmıştır (Bartlett,2001,s.18). 

Ortaçağ Tarihçiliğinin Kurumsallaşması 

Romantik milliyetçi akımın ulusun kolektif varlığını temsil eden Ortaçağ’a ilişkin edebi ve tarihsel eserlerin yayınlanmasına yönelik bir yönelime yol açmasının milli devlet politikalarıyla koşut gittiğini söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, Romantik geçmiş ilgisi hem düşünsel hem de kurumsal düzeyde Ortaçağ’ın değerli görülmesine neden olmuştur. Geçmiş hakkında bilgi edinme kaynağı 
niteliğine sahip olan tarih iktidarda bulunanlar için her zaman kendi oluşturdukları düzen ve sistemin dayanağını oluşturacak meşruiyet temelini teşkil etmiştir (Satan ve Şimşek, 2011, s.11). Millet olma bilincinin toplumun bütün katmanlarına sirayet etmesi ve tarihin milli devlet oluşumuna katkıda bulunması gerektiğini düşünen devlet politikalarının en somut ve öncü denilebilecek örneğini Prusya milli eğitim politikalarında görebiliriz. Bu konuda, Prusya-Alman geleneği daha önce de temas ettiğimiz üzere, gerekli kültürel alt yapıyı bünyesinde barındırıyordu. Prusya, Alman devletlerinin birbirinden siyasi, bölgesel ve dini sebeplerle ayrı düştüğü ve Alman devletlerinin Napolyon öncülüğündeki Fransız işgalleriyle sarsıntı geçirdiği bir dönemde merkeziyetçi bürokratik Prusya devlet kültürü etrafında milli bir tarih düşüncesi inşa etmeye girişmişti. Prusya devlet kültürü ve milli tarih anlayışı 1870 yılında Prusya önderliğinde Alman İmparatorluğu’nun kurulmasıyla birlikte Alman milli devlet kültürüne de dönüşecekti. Düşünsel olarak Herder, Fichte ve Schelling gibi Alman Romantik milliyetçilerinin tarih felsefelerinden beslenen Prusya merkezli Alman milli tarih politikası, hem Aydınlanma ‘nın akılcı düşünce kültürüyle beslenen ve hümanist gelenekten haberdar olan hem de güçlü bir milli tarih bilincine sahip gençler yetiştirme projesine sahipti. 1810 yılında kurulan Berlin 
Üniversitesi yüksek öğretim düzeyinde bu projenin öncüsü niteliğindeydi. Modern eğitim felsefesinin kurucu isimlerinden olan Alexander Humboldt’un rehberliğinde kurulan Berlin Üniversitesi Prusya devletinin istediği ölçütlere göre kentli modern değerlerle geleneksel Alman kültürünü bir arada verecek müfredatı hazırladı ve tarih eğitimini de bunun içine yerleştirdi. Prusya Devleti tarafından 1812 yılında çıkarılan yasayla bugün halen Alman Orta Eğitim sisteminin gözde okulları olan Gymansium’lar 9 yıllık Orta Öğretim kurumları olarak kurulmuşlardı. Üniversitelerdeki tarihsel araştırma ruhuna uygun bir hazırlık devresinden geçecek ve milli bilinçle donatılacak nesiller için tarih eğitimi bu seçkin okulların müfredatında da önemli bir yer tutuyordu (Iggers, 2003, ss.23-24) . 

Üniversite tarih eğitimi pedagojik fonksiyonunun yanı sıra uzman araştırma cıların belirli dönemler ve konular etrafında yoğunlaştığı araştırmacı işleve de sahip olmalıydı. Bu anlamda, ulusal tarihin ince noktalarını araştırmaya dayalı bir biçimde örgütlenmeliydi. Modern tarihçiliğin öncüsü olarak kabul ettiğimiz Leopold von Ranke’nin Almanya’nın doğusunda bulunan Frankurt/Oder’de lise öğretmenliği yaparken Üniversite’de teşekkül eden tarih kürsüsünün başına getirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir(Iggers, 2003, s.24). Ranke’nin Ortaçağ üzerine müstakil denebilecek çalışmaları olmakla beraber asıl ilgisinin bugün Yeniçağ ya da Erken Modern diye adlandırdığımız döneme yoğunlaştığını görmekteyiz. Fakat tarihi belgeleri merkeze alan metodolojisiyle (Breisach, 1994, ss.232-234) Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine de dolaysız bir etki yapmıştır. Almanya’da akademik mahiyette Ortaçağ çalışmalarına doğru olan eğilim asıl şekliyle, yani bir Ortaçağ uzmanının üniversitede görev almasıyla Ranke’den sonraki kuşakta ortaya çıkmıştır. Ranke’nin modern tarih çalışmalarına yoğunlaşması dolayısıyla kendinden sonra birçok modern Alman tarihçisine ilham kaynağı olduğunu biliyoruz. Ancak, Ranke’nin Berlin seminerlerinde eğitim görmüş olan ve yine Ranke’nin teşvikleriyle tarih alanında uzmanlaşmayı seçen Georg Waitz (1813-1886)’ı Alman üniversitelerinde Ortaçağ tarihinin profesyonel bir disiplin olarak şekillenmesinde belirleyici rol oynayan isim olarak anabiliriz. 1842 yılında Almanya’nın kuzeyindeki Kiel Üniversitesi’ne ve 1849 yılında da modern kaynak eleştirisi usulüne göre tarihsel araştırma yapmayı şiar edinen 18. yüzyıl Alman tarihçilerinin merkezi Göttingen Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eden Waitz, her ne kadar henüz kati uzmanlaşmanın belirgin olmadığı bu dönemde modern ve antik çağ üzerine dersler vermiş olsa da, araştırma ve yazılarında Ortaçağ tarihinin dışına çıkmamaya çalışmıştır. Waitz’i 19. yüzyıl tarihçiliğinde Ortaçağ tarihçiliğinin Ranke’si olarak adlandırsak hiçte yanlış bir şey yapmış olmayız. Waitz, tıpkı hocası Ranke gibi yoğun biçimde birincil tarihsel kaynak kullanarak Alman Ortaçağ tarihi üzerine çalışmalar yapmış ve 12. yüzyıl sonuna kadar Alman siyasi ve hukuki tarihini incelediği meşhur eseri Almanya ’nın Anayasal Tarihi (Deutsche Verfassungsgeschichte)’ni yazmıştır. Waitz’ı Ranke ile benzer kılan özelliklerden biri onun Ortaçağ tarihini profesyonel tarzda inceleme yönteminin Avrupa Ortaçağ tarihçiliğine yaptığı etkidir. Birçok lisansüstü öğrenci yetiştiren Waitz’ın Gabriel Monod gibi Fransız Ortaçağ tarihçiliğinin 19. yüzyıldaki öncü isimlerinden Waitz’in etkisi altında kalarak çalışmalarını Ortaçağ Fransız tarihine yönelttiğini görmekteyiz. .Monod bugün halen yayınına devam etmekte olan Fransa’nın saygın tarih dergilerinden biri olan Revue Historique’i kurmuştur (Kudrycz, 2011, s.114). Bu örnekte görüleceği gibi, Almanya’daki akademik ve profesyonel tarihçilik yöneliminin 
Ortaçağ tarihini kapsayacak biçimde yaygınlaşması Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesine katkı sağlamıştır. 

Almanya örneğinde görüldüğü üzere, Avrupa’da gerek ortaöğretim düzeyinde gerekse de üniversitelerde tarih eğitiminin verilmesini zaruri gören milli devlet politikaları Ortaçağ tarihinin saygın bir araştırma konusu olmasında etkili olan faktörlerden biridir. Fransız Devrimi sonrası, Devrim’in milliyetçilik ve vatan vurgusu gibi ideolojik özellikleriyle kısa bir süre içinde Dünya tarihinin seyrine yön veren Fransa bu konuda Almanya gibi öncü bir rol oynamıştır. Fransız Devrimi’nin siyasal olarak ön ayak olduğu milliyetçilik düşüncesi geçmişle bugün arasında sürekliliğe dayalı milli tarih yazımı fikrini güçlendirmişti. Bu bağlamda, Aydınlanma döneminde dışlanan Ortaçağ hem akademik bir çalışma alanı olarak ilgi görmeye başladı; hem de oluşmaya başlayan orta öğretim müfredatlarında modern dönemin kurucu unsurlarından biri olarak yer alması uygun bulundu. Bilindiği üzere Fransa’da liseler 1802 yılında açılmıştır. Napolyon’un lyceeleri açmasındaki temel hedef, öğrencilerin Aydınlanma düşüncesine uygun şekilde matematik, aritmetik gibi temel alanlarla, fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerine dair bir eğitim almalarıydı. Pozitif bilimlerin ağırlıklı olduğu müfredatta tarih, edebiyat veya klasik metinlerin incelenmesi gibi klasik hümanist eğitim alanları ikincil düzeyde öneme sahipti. Öyle ki müfredata Napolyon döneminde iyice yerleşen pozitif bilim eğitimi 20.yüzyılın başlarına kadar hakim konumunu koruyacaktı (Gilpin, 1968, s.101). Yine de Fransız milli bilincinin öğrencilere verilmesinin pedagojik bir gerekliliği olduğuna yönelik inanç tarih derslerinin profesyonelleşme sürecine de yol açmıştır. Napolyon’un ardından gelen Restorasyon Dönemi’nde Kamu Eğitimi Komitesi’nin başında bulunan Royer Collard okullarda tarih alanında uzmanlaşmış öğretmenlerin tarih derslerini vermelerini sağlamıştır ( Den Boer, 1998, ss.135-137).

1830’dan itibaren tarih ve coğrafya öğretmenliği için sınavların açılmaya başlanması da bu profesyonelleşme eğiliminin göstergeleridir. Fransız tarihçiliğinin profesyonelleşmesinde tarihçilerin 19. yüzyıl boyunca siyasi görevlerde yer edinmelerinin büyük bir payı vardır. Örneğin, Restorasyon Dönemi’nde milli eğitim bakanlığı da dâhil çeşitli üst düzey görevlerde yer almış olan muhafazakâr siyasetçi Guizot aynı zamanda tarihçi kimliğine sahiptir (Le Goff, 2016, s.26). Fransa’da profesyonel Ortaçağ tarihçiliğinin yerleşmesinde daha önce ismini zikrettiğimiz Gabriel Monod belirleyici rol oynamıştır. Alman Ortaçağ tarihçisi Georg Waitz’den Rankeci metodolojiyi öğrenen Monod, 1868 yılında École des hautes études’de tarih kürsüsüne atanmıştır (Kudrycz, 2011, s.114). 

İngiltere’de profesyonel bir tarihçilik alanı olarak Ortaçağ tarihçiliğinin gelişmesinde Alman ve Fransız ekollerinde gözlemlediğimiz Rankeci metodolojiyle Ortaçağ’a olan Romantik ilginin harmanlanması aynı şekilde belirleyici olmuştur. Oxford ve Cambridge Üniversitelerinde modern tarih kürsüleri 18. yüzyıldan beri mevcut olmakla beraber, yüksek lisans ve doktora düzeyinde tarih araştırmaları ancak 1860’lı yıllarda başlamıştır. Tarihin profesyonelleşmesi, özellikle Almanya örneğine göre geç kalmış olmasına rağmen profesyonel tarihçiliğin gelişim seyri ve bu süreçte Ortaçağ araştırma larının kurumsallaşması benzer nitelikler taşımaktadır. Ortaçağ tarihi Modern ulusal tarihin bir alt alanı olarak görülmüştür. Metodolojik olarak Ranke’nin birincil kaynak araştırmalarının etkisinde kalan ve Ranke’den İngilizce’ye çeviriler yapan İngiliz Ortaçağ tarihçisi ve din adamı William Stubbs, birincil kaynaklar merkezinde bugün halen Ortaçağ tarihçilerinin ellerinden düşürme dikleri The Constitutional History of England isimli akademik tarihçilik ürünü olan eserini kaleme almıştır (Kudrycz, 2011, s.119-125). Stubbs’ın İngiliz Ortaçağ tarihçiliğinin seyrini belirlemesinde 1866 yılında Oxford Üniversitesi Modern Tarih kürsüsüne atanması (Burrow, 2008, s.383) önemli bir aşama olmuştur. Henüz antik ve modern çağ kürsülerinden bağımsız olarak Ortaçağ kürsülerinin olmadığı, Ortaçağ’ın modern ulusal tarihin alt bir alanı olarak görüldüğü bu dönemde Stubbs gibi çalışmalarını Ortaçağ İngiliz tarihine yoğunlaştırmış bir ismin modern tarih kürsüsünün başına atanması Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesi açısından dikkate değerdir. 

Ortaçağ’a Romantik-Milliyetçi düşüncelerle oluşan ilginin kurumsal düzeyde yansımaları üniversitelerde tarih kürsülerinde uzman Ortaçağ tarihçilerinin yer almaya başlamalarının yanında, bu tarihçilerin Ortaçağ tarihi belgeleri neşriyatına girişmelerinde de görülebilir. 1819 yılında, Napolyon’un Alman topraklarını işgalinden sonraki dönemde, Monumenta Germaniae Historica ismiyle Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından takriben Yeniçağ’ın başladığına inanılan 1500 yılı civarına kadar olan arşiv malzemesi ve kronikler gibi birincil tarihsel kaynakların neşrine başlanmıştır. Bu projenin başında arşivci ve tarihçi olan Georg Heinrich Pertz yer almış, 1875 yılından sonra ise görevi Georg Waitz üstlenmiştir (Kudrycz, 2011, s.114). Monumenta, bugün hala yeni edisyonlar la neşredilmeye devam etmektedir. İngiltere’de Kraliyet desteğiyle ve William Stubbs, H.R. Luard ve H.T. Riley gibi tarihçilerin yoğun çalışmaları neticesinde yaklaşık 253 ciltlik Rolls Series 1858 ile 1911 yılları arasında yayınlanmıştır. 

Sonuç 

Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak ortaya çıkışına neden olan iki temel eğilimin olduğunu görmekteyiz. Temelleri Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde atılan eleştirel birinci kaynak incelemesine dayalı metodolojik tarih anlayışı 19. yüzyıl tarihçiliğinin profesyonelleşmesini şekillendirmiş, bilimsel ve objektif tarih araştırması olarak kabul edilen yaklaşım 
Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine yön vermiştir. Ortaçağ tarihçiliğini tarihsel dönemlerin üvey evladı olmaktan kurtaran ise Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli devlet oluşumlarının tarihsel kökenlerini arayıp bulma isteği olmuştur. Birbirine tezat gibi görünen iki farklı düşünsel gelenek olan Romantizm ve Aydınlanma’nın profesyonel bir disiplin olarak Ortaçağ tarihçiliğinin doğmasına yol açması aslında bu disiplinin zenginleşmesini de sağlamıştır. Karşılaştırmalı kültür incelemeleri, folklor çalışmaları gibi sosyo-kültürel tarih alanına giren konular Ortaçağ tarihçiliği profesyonelleştikçe tarihçilerin ilgi odağı haline gelmiş ve anakronizmin bütün olumsuz etkilerine karşın tarihsel süreklilik fikrinin zihinlere yerleşmesini mümkün kılmıştır. 

Kaynakça 

Bartlett, R. (2001). Medieval panorama. London: Thames & Hudson Ltd. 
Breisach, E. (1994). Historiography: ancient, medieval & modern (2nd.Edition). Chicago: The University of Chicago Press. Burrow, J. ( 2008). A history of histories: epics, chronicles and inquiries from Herodotus and Thucydides to the twentieth Century. New York: Alfred A. Knopf. 
Den Boer, P. (1998). History as a profession: the study of history in France, 1818- 1914 (Trans. A.J. Pomerans). Princeton: Princeton University Press. 
Durgun, F. (2013). Rönesans’tan 19. yüzyıla Avrupa tarih yazımında ilerleme fikri, dönemselleştirme ve Orta Çağ Avrupa tarihi algısı. İnsan ve Toplum, 3(6), 283-304. 
Gilpin, R. (1968). France in the Age of the Scientific State. Princeton, Princeton University Press. 
Halsted, J.B. (1969). Introduction. In J.B. Halsted (ed.), Romanticism (ss.1-42). London: Palgrave Macmillan. 
Iggers, G. (2003). Yirminci yüzyılda tarih yazımı: bilimsel nesnellikten postmodernizme (Çev. G.Ç. Güven). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 
Kudrycz, W. (2011). The historical present: medievalism and modernity. New York: Continuum International Publishing Group. 
Le Goff, J. (2016). Tarihi dönemlere ayırmak şart mı? (Çev. A. Berktay). İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. 
Mommsen, T.E. (1942). Petrarch’s conception of the “dark ages”. Speculum, 17 (2), 226-242. 
Reuter, T. (2006). Medieval: another tyrannous construct. In T. Reuter, Medieval polities and modern mentalities (ed. J. L. Nelson). Cambridge: Cambridge University Press. 
Şimşek, A. & Satan, A. (2011). Türkiye’de milli tarihin İnşası. A. Şimşek & A. Satan (Haz.), Milli tarihin inşası (ss.11-28). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 



 ***