15 Mayıs 2017 Pazartesi

İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın


İsrail ve Türkiye, Yeter ki Onursuz Olmasın 




Yeter ki Onursuz Olmasın Raproşman
Şanlı Bahadır KOÇ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışmanı.,




  Türkiye ile İsrail arasında bir süredir yaşanan diyalog sürecinin olumlu sonuçlanma ihtimali belirdi. Bu yazıda aradaki meselelerin incelik ve zorluklarını ve sorunları aşmanın potansiyel getiri ve sonuçlarını irdelemeye çalışacağız. İsrail çok önemli, eli uzun ve düşman olmanın akıllıca olmadığı bir ülke. 
Onunla pazarlığımızın özü direk meseleler hakkında olmalı, pazarlık sıkı ve gerçekçi yapılmalı, karşı tarafın beklenti ve ihtiyaçları iyi tahlil edilmeli. 

Anlaşma gerçekleşse bile bunun hemen ve tamamen “ Çiçek Bahçesi ” yaratmayacağı da unutulmamalı.

   Bu yazıda Türkiye ile İsrail arasındaki yakınlaşmanın içeriğini, onu mümkün kılan ve şekillendiren faktörleri, sınırlarını, varsa mahzur, zorluk, getiri, incelik, 
bedel ve risklerinive bu yolda ilerlerken dikkatten kaçırılmaması gerekenleri tartışmaya çalışacağız. “ İki tarafın da barışmakta çıkarı olduğu ” doğru ama bu 
basit ifadenin altında burada ancak bir kısmını ayrıntılandırabileceğimiz “grinin binbir tonu” var ve bu nüanslara ne kadar hakim olursak hem “ Ütülme ” ihtimalini azaltmış, hem de ilişkiyi daha sağlam ve gerçekçi bir temel üzerine inşa etme şansımızı o kadar arttırmış olabiliriz. Arada yaşanan gerilimle ilgili tek değilse bile en önemli şeylerden biri şudur: İsrail 10 Türk vatandaşını bile bile öldürdü ve bu büyük ölçüde yanına kaldı.
   Türkiye İsrail’e yaptığı bu “yanlış”la orantılı bir bedel ödetemedi. Mevcut ve potansiyel siyasi liderlerimizin uluslararası siyasetin bu trajik gerçeği üzerine 
iyi düşünmelerini ve buradan çıkarılacak dersleri içselleştirmelerini umuyoruz ama açıkçası bundan çok umutlu da değiliz.

   Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın lafın arasında söylenmiş olsa da, “İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı var, kabul edelim Türkiye’nin de İsrail’e” sözü doğru,
bariz ve önemli olduğu kadar kimin söylediği düşünülünce birçok İsrailli için yerinden zıplatacak kadar şaşırtıcı da olmalı. Bu söz İsraillilerde Erdoğan’ın
yakınlaşma konusunda ciddi olup olmadığı şeklindeki soru işaretlerini dağıtmış olabilir. Ayrıca İsrailliler Türkiye ile “soğuk savaş”tan sadece “ Soğuk Barış ”a 
değil ilişkileri bunun çok daha  ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler. 

Bir açıdan bakıldığında “elini bu kadar açmanın” belki pazarlık açısından mahzurları olduğu söylenebilirse de bu sözün, aradaki meselelerin teknik boyutu bir yana, ilişkinin düzelme ihtimalini arttıracağı söylenebilir.
   Bilindiği gibi, henüz nihai sonuca varmayan “anlaşma”nın içeriğinde Mavi Marmara’da ölenlerin yakınları için İsrail tarafından 20 milyon dolarlık
bir tazminat fonu kurulması, konu ile ilgili Türk mahkemelerindeki davaların düşmesi, büyükelçilerin karşılıklı olarak dönmeleri, Türkiye’deki Hamas liderlerinden Salih El Aruri’nin ülkeyi terki ve onun kurduğu söylenen “terör” kumanda merkezinin kapatılması, Gazze’ye yönelik ablukanın şekil ve derecesi tam belli olmamakla beraber (sadece Türkiye için?) esnetilmesi var. Ayrıca anlaşmadan sonra, muhtemelen ayrı, teknik ve uzun müzakerelerin konusu olacak İsrail gazının Türkiye’ye ve onun üzerinden başka pazarlara satılması öngörülüyor. Müzakerenin sonucundan bundan kısmen farklı bir sonuç çıkabilir (veyanihai anlaşma sağlanamayabilir) ama şu an ana iskeletin bu olduğu görülüyor. Türkiye’nin Gazze’de yardım dağıtımı, imar ve altyapı faaliyetlerinde alışılmışın çok ötesinde bir rol oynaması ihtimali de bulunuyor. Bu noktada çıplak gözle bakıldığında daha önceki pozisyonlarına göre daha fazla esneyenin Türk tarafı olduğu söylenebilir.

Yukarıdaki içerik daha çok İsrail merkezli kaynaklardan çıktığı için bu resmin müzakerenin gidişatını kısmen eksik veya yanlış yansıtıyor olabileceği ihtimalini de dikkate almak zorundayız. Bu haberlerin ilk ve daha çok neden karşı taraftan geldiği de üzerinde konuşulmaya değer olabilir.



   Dış politikada esneklik, çeviklik, yaratıcılık ve pragmatizme karşı olmamız söz konusu değil.

Ama barışma masasına “muhtaç”,” köşeye (ve kuyruğu) sıkışmış” olarak oturuyor görünmekten de rahatsızız. Dış politikanın doğasında diğer aktörlerle,
(aynen 19. Yüzyıl Avrupa balo salonlarında aristokrat kadın ve erkeklerin dans ederken eş değiştirmelerinde olduğu gibi) yakınlaşma, uzaklaşma ve sonra tekrar yakınlaşma var. Ama acaba Türkiye her barışma seansına biraz daha zayıf, her tura manevra alanı biraz daha daralmış olarak giriyor olabilir mi? Bu kadar sık ve keskin manevra yapmak “stratejik çeviklik”e mi işaret, yoksa giderek daralan manevra alanında her dümen kırışta daha fazla ödün vermeye mi? Yakındadönecek bir yer de kalmayabilir mi? Bu soruları muhalif liderlerin Salı toplantıları tadında bulanlar olabilir ama belki de tamamen temelsiz de değillerdir. 

   Erdoğan ABD ile İncirlik ve AB ile göçmenler konularında anlaştıktan sonra şimdi de İsrail ile arayı düzeltmeye çalışıyor.

Belki bunlar birbirinden kopuk, gündemin, şartların ve çıkarların dayattığı adımlar olarak görülebilir. Ama acaba Erdoğan Başkanlık konusunu zorlayacağı 
görülen 2016’da bu üç aktörle “barışık olmayı,” dış gelişmelerden ayrı ve belki de bağımsız olarak içerideki gündemi nedeniyle de amaçlıyor olabilir mi? 
Öyle değilse bile bu dış aktörlerin bu ihtimali göze alacakları tahmin edilebilir.

Şimdi, acaba bu üçlü bu dönemde Türkiye’ye yaklaşımlarında, 

1) Koordineli hareket edecekler ve ortak bir pozisyon belirleyecekler mi? 
2) Erdoğan ile kısa vadede iyi geçinmenin onun Başkanlık şansını arttıracağını düşünecekler mi? 
3) Düşünürlerse bunu kabul edilebilir ya da arzu edilir bulacaklar mı? 
4) Erdoğan’ı hazır iç gündemi nedeniyle kendilerine “muhtaç” yakalamış hissederlerse aradaki pazarlığı yukarıdan açmaya (ve tabii kapatmaya) çalışacaklar mı?

Yani Erdoğan’ın başkanlığını kabullenmek şartıyla Türkiye’den başka konularda “ilave kolaylıklar” alabilirler mi? 

Bu soruların pratikte ne kadar anlamlı olduğunu açıkça bilmiyoruz. Bu nedenle onların şimdilik spekülatif –ve sorumsuz- egzersizler olarak kabul edilmesini rica 
ediyoruz.
Yalnızlığın değerlisi olur mu bilinmez ama bazı durumlarda gereklisi olabilir: Bazen stratejik çıkarlarınızı korumak için yapmanız gereken şey başkalarının 
hoşuna gitmeyebilir. Böyle durumlarda başkalarının mırıldanma, homurdanma ve hatta tehditlerine rağmen “doğru” şeyi yapmanın sonucu yalnızlık olabilir. Olabilir diyerek kesin konuşmamak ve açık kapı bırakmak istiyorum çünkü her olayı şartları, bağlamı, zaman içindeki gelişimi ve eldeki imkan ve seçenekler le değerlendirmek gerekir. 



Bunları dedikten sonra yalnızlıkla ilgili şu noktalara da dikkat etmeli:

1) Yalnızlık bir alışkanlık haline gelmemeli.
2) İşin diğer aktörlerin bize karşı özellikle de askeri olarak birleşmelerine yol açmamasına ve bizi “ Yerde Tekmelemeye” kadar gitmemesine dikkat etmeli. 
3) Yalnızlık sadece bizi direk ve ciddi olarak ilgilendiren konular için göze alınmalı, 3. Taraflar, İnsani meseleler ya da iç politika amaçlı manevralar için değil. 
4) Yalnız kalacak ve bunun için bir bedel ödeyeceksek bu konuda içeride olabildiğince geniş bir konsensüs olmalı. 

< İsrailliler Türkiye ile “ Soğuk Savaş ” tan sadece “ Soğuk Barış ”a değil ilişkileri bunun çok daha ötesine taşıma ihtimali olduğunu düşünmeye de başlamış olabilirler.  >

Tabanı ne kadar geniş olursa olsun tek bir parti bu konuda “ Ben Yaptım oldu ” demekten kaçınmalı. Muhalefet partileri de iktidardan gelen her girişime 
otomatik olarak karşı olmamalı ama konu hakkında doğru, ayrıntılı, zamanlı (eskimemiş) ve belki de periyodik bilgi, sağlıklı işleyen istişare kanalları ve
eleştiri ve uyarılarının samimi olarak dikkate alınmasını talep etmeli. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri düzeltmek için temel taleplerinin Gazze’nin elektriği,
suyu, ambargonun kalkması ve Mescid-i Aksa ile meseleler olması doğru ve normal değildir.

Bunların hiçbiri Türkiye’yi direk ilgilendiren meseleler sayılamaz. Bu konulara ilgisiz olalım demiyorum elbette ama bunlar önceliklerimizin tepesinde
yer almamalılar. İsrail’den öncelikli olarak istediğimiz şeyler somut, milli ve gerekli şeyler olmalı.

  Bu örnekte de görüldüğü gibi Türkiye’nin dış politikasında ciddi bir “bencillik açığı” vardır. Bencil – ve elbette rasyonel- olmayan dış politikalar yürüten devletler, eğer ABD gibi çok büyük hata yapma lüksleri yoksa, bir gün “yolun kenarına itilebilirler.” Ülkenin sınırsız olmayan maddi ve entelektüel kaynakları akılcı –ve acımasız- bir öncelikler sıralamasına göre hasredilmelidir. Bu tür eleştiriler çok yapıldı ama iktidarın bunları dinlemeye niyeti olmadığı ve seçmenin de en azından yüksek sesle bu konuda onu zorlamadığı ve cezalandırmadığı görülüyor. Ama bu durum bizi bu temel doğruyu bıkmadan tekrarlamaktan alıkoymamalı.

  O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden Israil’in üstüne “o kadar çok” gitmek hatalıydı, ama “ Sopayı yedikten sonra ” da aynı şekilde değilse bile çok da zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu. 

Bu yapılamadı.

Şimdiyse arayı düzeltmek istemek yanlış değil. Ama bunu doğru yapmakla yapmamak arasında çok fark olabilir. Mesela madem Hamaslı liderin
sınırdışı edilmesi müzakerenin bir parçası o zaman sadece sözde bile kalsa PKK’nın da ismi geçebilir, “.. ve PKK gibi terör örgütlerine karşı işbirliği” gibi. (Buna cevaben şu karşı argüman gelebilir: İsrail’in PKK ile ilişki içinde olduğuna dair bir kanıt yok ki? 
  Ayrıca bu iki kelimeyi aynı cümlede yan yana telaffuz etmek ileride maazallah bu ilişkinin gerçekleşmesi ihtimalini arttırabilir”). 

Bir de şu var: İsrail çok uzak olmayan bir gelecekte tekrar Gazze’de yüzlerce kadın-çocuk öldürürse ne yapılacak? Çok sanmıyorum ama Türkiye ile
bu yeni yakınlaşma İsrail’i o tür bir şey yapmaktan alıkoyabilir mi?

Netanyahu İran nükleer anlaşması konusunda Obama ile girdiği bilek güreşini kaybetti. İşin peşini uygulama safhasında da pek bırakmayacaktır
ama durum bu. Ayrıca ABD’deki Yahudi toplumunda özellikle gençler arasında İsrail’den belli bir kopuş ya da en azından ona karşı artan bir ilgisizlik
var. İsrail Avrupa ile de işgal altındaki topraklarda üretilen ürünlere yönelik uygulamalarda  görüldüğü gibi şu an için henüz sınırlı ve sembolik
ama zamanla tırmanabilecek ve tüm İsrail ürünlerini içererek ciddi hale gelebilecek sorunlar yaşıyor. Mısır’da darbenin olmasıyla İsrail bir
parça rahatlamıştı ama burada da Sisi’nin durumu çok parlak değil. Suudilerin yaşadığı ekonomik sorunlar Sisi’ye yaptıkları desteği sınırlayabilir ve
bu da Mısırlı generalin hayatını zorlaştırabilir. İsrail’in içinde değişik şekillerde hem Batı yakası, hem Doğu Kudüs ve hem de İsrail’deki Arap vatandaşları
içeren ağır çekim ve sınırlı bir mini intifada (ya da onun gibi bir şey) yaşanıyor.

Ambargo Hamas’ı Gazze’de güçten düşürmüş değil ve Abbas ve diğer Fetih liderlerinin sorunları nedeniyle Hamas’ın alternatifi İran yanlısı İslami
Cihat veya IŞİDvari başka örgütler olabilir. İsrail, Gazze konusunda otoritesini tanımış ve ona rağmen hareket etmeyen “sınırlı sorumlu” bir Türkiye
ile Gazze ve hatta Hamas meselesine makul bir çözüm bulma ihtimali olduğunu düşünebilir.

Ayrıca, İsrail gazının Türkiye dışındaki hatlardan satılması belki imkansız değil ama bunun ciddi ilave ekonomik bedelleri olacağı açık. İran ile Türkiye
arasındaki mevcut sorunlu ilişkiler de İsrail’in Ankara ile bu ülkeye karşı somut işbirliği imkanları yaratabilecek türden bir ilişki hayal edebilmesini
mümkün kılıyor olabilir. Suriye meselesi henüz İsrail’i Türkiye kadar yormuyor, üzmüyor ve tedirgin etmiyor ama orada da konuşulacak şeyler olabilir. 

   Moskova’nın Suriye’ye gelmesi potansiyel olarak manevra özgürlüğünü kısıtlayabileceği için bizim kadar olmasa da İsrail için de bir soru işareti. 
İsrail, İran’dan korkan ve Obama tarafından ortada bırakıldığına inanan Körfez’deki muhafazakar Arap rejimleriyle de arayı ama açık ama kapalı düzeltiyor ve bu önemsiz değil ama bu ülkelerin toplamının askeri ve ekonomik potansiyeli Türkiye kadar etmeyebilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yahudi devletinin hem Avrupa ile hem de kısmen Yahudiler de dahil olmak üzere  ABD ile ilişkilerinde ileride daha da ciddi hale gelebilecek kopuşlar yaşanmaya başladı. Kamuoylarını da kapsayan bu kötüleşme belki ileride düzelebilir ve İsrail Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle yakınlığını arttırarak kendince buna hazırlanmaya çalışıyor ama tabii bunlar bölgedeki bir Türkiye ile arayı düzeltmenin önemini azaltmıyor.

Kısacası İsrail’in de Türkiye ile arayı düzeltmek için bazı nedenleri var.

İsrail bulduğu gazı bölgenin en önemli pazarı olan ve yakınlığı nedeniyle daha az maliyet yaratacak Türkiye’ye satmaktan memnun olur. İsrail bir gaz anlaşmasının Türkiye ile ilişkileri daha istikrarlı ve sağlıklı temellere kavuşturabileceğini de hesaplayabilir. Ayrıca bunu yüksek sesle telaffuz
etmeseler de Ankara’ya gaz satmanın ona karşı değeri abartılacak kadar olmasa da bir güç ilişkisi yaratmasını da umabilirler. Tabii bu arada İsrail’in
Ankara’nın Rusya ile sorun en sorun yaşadığı ve gaz ile ilgili endişeleri olduğu bir anda boru hattı kartını öne sürmesinin ne kadar “akıllıca” olduğu da açık. İsrail ve Rum gazının en ekonomik olarak Türkiye üzerinden piyasalara ulaşacağı elbette sır değildi.

  Ama İsrail ile “ Barışmanın ” boru hattı gibi somut bir getirisi olacağı düşüncesini Rusya’ya karşı sıkışmış Erdoğan’ın zihnine ona en cazip gelecek anda  somutlaştırarak sokmak İsrail açısından gerçek bir zamanlama becerisi. Hep söylüyoruz diplomasi ve dış politika, başka şeylerin yanında, nüansların 
biriktirilmesi, zamanlama, hesap yapma, karşıdakini tanıma meselesi. Tabii bu konuda uzun ve teknik müzakereler yapılacak ve sonuç alınacağı da garanti
değil. Ama Türkiye artık bu konuda “çengele takılmış” sayılabilir. Bunu bir eleştiri olarak ifade etmiyoruz ama “bu işin bittiği şeklinde” bir havaya
girmek ileride Türkiye’ye teknik ve mali müzakerelerde gerekenin ötesinde ödünler vermeye sevk edebilir.

  Rusya ile uçak krizi yaşanmasaydı da İsrail ile Türkiye arasında daha önce başlamış diyalog muhtemelen devam edecek ve belki de ilerleyecek ve hatta “müspet” bir sonuca varacaktı ama herhalde bu kriz Ankara’nın ilişkileri düzeltme yönündeki ihtiyaç ve isteğini arttırmış ve bu konudaki tereddütlerini azaltmıştır. İsrail’in bu durumu bir fırsat olarak mı göreceği yoksa Ankara’nın “zayıf ” konjonktürel durumunu pazarlık masasında kullanmaya mı çalışacağı çok belli değildir. İsrailliler, Erdoğan’ın kendilerine geçici olarak ve tamamen samimi olmayan bir şekilde mi döndüğünü, sadece yaşadığı bölgesel sıkışıklıktan onu kurtaracak ferahlatıcı bir penceremi aradığını, yoksa İsrail ile gerçek bir barışma
konusunda “samimi” olup olmadığını merak ediyorlardır.

Özellikle gaz boru hattı konusunda stratejik bir adım atmadan önce bundan emin olmak isteyebilirler. 

< O zaman bizi birinci dereceden ilgilendirmeyen davalar yüzünden İsrail'in Üstüne " O kadar çok " Gitmek hatalıydı, ama " Sopayı yedikten
sonra " da aynı şekilde değilse bile çok da Zayıf olmayan bir karşılık vermek gerekiyordu.  >

   Benzer sorular Türkiye tarafından da sorulabilir. Çok sanmıyorum ama ya yarın İsrail Türkiye’ye, “bak bana ihtiyacın olduğunu itiraf ettin, ama sandığının aksine ben sana muhtaç değilim, en azından senin bana olduğun kadar çok ve ivedi olarak değil” derse? Böyle demez tabii ama vücut dili ve müzakere anlayışıyla böyle “konuşabilir” mi? Belki, ama herhalde kendisi açısından daha akıllıca olan bu hep açık kalmayabilecek fırsat penceresi herhangi bir nedenle kapanmadan ondan istifade etmektir. İsrail ayrıca ilişkilerdeki bu potansiyel düzelmenin Mısır, Rum Kesimi ve Yunanistan ile gelişen ilişkilerini nasıl etkileyeceğini hesaplamaya çalışacak ve kısmen bu aktörlerin telkin ve çekincelerini de dikkate alabilecektir.

Çıplak gözle görülen ilişkiyi düzeltmeye daha fazla ihtiyaç duyan ve bunu daha çok isteyenin Türkiye olduğudur. Bu bir sorundur ama aşılmaz bir engel de değildir meğer ki İsrail bu durumu abartılı şekilde kötüye kullanmasın. Türkiye İsrail ile ilişkileri düzeltme adımını kendini bu kadar sıkışmış hissetmeden atsa bu “ Barışmanın Pazarlığını ” daha güçlü yapabilirdi. Buna karşı da belki denebilir ki, ”diyalog zaten biz çok sıkışmadan önce  başlamıştı. Ayrıca şu anda kendimizi çaresiz ve İsrail’le barışmak zorunda hissettiğimiz doğru değil.” Bu arada ikincil ama belki önemsiz olmayan bir soru: İsrail Türkiye ile Rusya arasındaki çatışmanın kendine alan yarattığını gördükten sonra acaba bu ilişkinin tekrar yoluna konmasını ister mi?

İsrail ile diyalog ve ilişkinin yeniden tesisi Türkiye’ye

1) Yeni enerji hatları “ İhtimali, ” 
2) Turizm ve ticaret gibi ekonomik konularda Rusya’dan kaynaklanan kayıpları kısmen de olsa telafi imkanı,
3) Gazze konusunda sınırlı da olsa insani bir başarı sağlanırsa bunun Ankara’nın bizim sağlıklı olanın çok ötesinde diye düşündüğümüz “ Prestij açlığını ” kısmen yatıştırması, 
4) Belki İsrail ile  başta Suriye olmak üzere Kürt meselesini de içeren konularda stratejik diyalog kurma fırsatı verebilir.
Ayrıca nükleer anlaşmadan sonra artık İsrail’den askeri bir operasyondan korkmasına gerek kalmadıysa da 
5) İran’ın yüzünde bu yakınlaşma nedeniyle tedirginlik ifadesi görmek son dönemde bu ülke ve onun yerel müttefiklerinden darbeler yiyen  Ankara’yı memnun edecektir. 
6) İsrail ile “düşmanlık” ilişkisinden çıkılması ABD’deki Türkiye ve Erdoğan karşıtı havayı da belki ve bir parça dağıtabilir. 
7) Ayrıca Türkiye ile sorunlu bir İsrail’in bölgede Kürtlerle ilişkili gelişmelerde Ankara karşıtı sonuçları olacak pozisyonlar alması ve açık veya gizli hamleler yapması daha az muhtemeldir. 
8) İsrail ile diyalog ve işbirliği kapılarının açılması ve ilişkinin daha pozitif bir renge bürünmesi, Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarının paylaşımı konusunda ileride yaşanabilecek ve bizi sadece Rum kesimi ve Yunanistan ile değil potansiyel olarak İsrail ile de hem de askeri düzeyde karşı karşıya getirebilecek sorunların daha yumuşak şekilde aşılmasını sağlayabilir. 
9) Bu arada birçok kesimde bu yıl sonuca ulaşılabileceği yönünde bir hava oluşsa da bizim hala tereddütlü olduğumuz Kıbrıs konusundaki bir çözümün
de bölgenin enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden taşınma ihtimalini güçlendireceği söylenebilir. Düşünülürse belki bu listeye eklenebilecek
başka küçük veya dolaylı maddeler daha bulunabilir. Ama gözden kaçırılmaması gereken yukarıdakilerin ikinci haricindekilerin, 

1) Somut ve kesin olmamaları, 
2) Nihai etkisinin cüzi olabileceği,
3) En iyi ihtimalle bile gerçekleşmelerinin zaman alacağı ve 
4) Müspet sonuç vermek için iki ülke içinde ve bölgede başka şeylerin yaşanma (ma) sına bağlı olmalarıdır. Örneğin yeni bir intifada ilişkiyi “tekrar birinci kareye döndürebilir”.

Ayrıca her şey yolunda gitse bile iki ülkenin bazı temel konulardaki bakış açısı, öncelik ve çıkarları arasındaki farklılık ortadan kalkacak değildir.

Böyle bir şey elbette gerekli de değildir. 
Bir bakış açısına göre iki ülkenin konuşması, düşman olmaktan çıkmaları ve birbirlerinin ayaklarına basmaktan kaçınmaları bile önemli olabilir.


Ocak’16 • Sayı: 85 21. YÜZYIL DERGİSİ


***

Kerkük Kürdistan'a Bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer!


  Kerkük Kürdistan'a Bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer! 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
26 Mart 2017 Pazar
Cahit Armağan Dilek
cadilek9011@gmail.com

   Kerkük Yeniden Gündemde... 


   Gündem de ama Türkiye'nin gündeminde değil. Kerkük'teki fiili işgalini resmileştirmek anlamında Barzani'nin, bu işgale ve tarihi Türkmen şehrinin Kürdistan'a bağlanmasını önleyebilmek için seslerini duyurmaya çalışan başta Irak Türkmen Cephesi Başkanı Erşat Salihi olmak üzere Iraklı Türklerin gündeminde.  Ama Iraklı Türklerin  sesini Türkiye'de duyan yok. 

Öyle ki Kerkük'te Barzani'nin bayrağının resmi dairelerde göndere çekilmesine Türk Dışişleri sadece "yadırgadık" diye tepki gösterebildi. Türkiye'nin 
yadırgadık açıklamasına Kerkük Valisinden Ankara ve İstanbul'da göndere çekilen Kürdistan bayrağının Kerkük'te de göndere çekilmesi sizi niye rahatsız ediyor, bu Türkiye'nin işi değil cevabı geldi ama Türkiye'den buna hiçbir karşılık verilemedi. Halbuki BM bile Kerkük'teki bu gelişmenin çok tehlikeli boyutlara 
ulaşabileceğinden endişe duyduğunu açıkladı. Çünkü Irak anayasasına aykırı olarak, tarihi ve sosyolojik gerçeklere aykırı olarak Kerkük'ün demografik 
yapısı zorla değiştirildi şimdi de bu fiili duruma hukuki kılıf yaratılmaya çalışılıyor. 

   21 Mart'ta Nevruz gerekçesiyle Kürt asıllı KYB üyesi Kerkük Valisinin isteğiyle Kerkük'te kale ve resmi dairelere Kürdistan bayrağı çekildi. Şimdi bunun sürekli 
hale gelmesi için 28 Mart'ta Kerkük İl Meclisinde oylama yapılacak. Kürt üyelerin çoğunlukta olduğu Meclis'te bu önerinin geçmesi bekleniyor. Tabi bu 
bayrak krizin yanında ikinci planda kalan bir konu var ki o da resmi dil ile ilgili. Yine Kerkük Valisinin talimatıyla Arapça'dan sonra Kürtçe ikinci resmi 
dil oldu. Türkmenlerin yani Iraklı Türklerin kendi topraklarında yok sayıldığı bu ortamda belki de en önemli baskı Türkçe üzerine yapılmış oluyor. 

   Nitekim Prof.Dr. İlber Ortaylı 26 Mart'ta Hürriyet gazetesindeki köşe yazısında bu gelişmeyi "Kerkük'te Türkçe evin içine hapsediliyor" diye tanımlamış.  
Bu durum hemen olmasa bile Türkçeyi yani dilini kullanamayan Türklerin Türk kimliğinin yok edilmesi sürecinin başlamış olduğu anlamına da gelir. İlber 
Ortaylı yazısında Irak'ın kuzeyinde 2 milyon civarında Türk nüfusu olduğunu söylerken bugün elden giden Kerkük yanında Kürt Bölgesel Yönetiminin başkenti olan Erbil'in de bir Türk şehri olduğunu vurguluyor.

Bağdat'tan gelen son haber İbadi'nin Kerkük'te Kürdistan Bayrağının çekilmesine devam edilmesi nedeniyle Kerkük'e merkezi bütçeden verilen ödeneğin 
gönderilmeyeceği yönündedir. Görünen o ki Bağdat yönetimi de Kerkük konusunda yani Kerkük'ün Bağdat'ın elinden gasp edilmesini önleme bağlamında Barzani ile savaşmak gibi bir niyeti yok. IŞİD'ten kurtarıyoruz gerekçesiyle Kerkük'ü İşgal eden Barzani ve Peşmergeleri şimdi de Kürdistan bayrağı çekerek bunu Resmileştiriyor. Bağdat yönetimi de muhtemelen ABD'den gelen telkinlerle (kendi aranızda savaşmayın IŞİD'e odaklanın)  Kerkük'ü Barzani'ye bırakmış gibi davranıyor. Böyle bir anlaşmanın Musul operasyonu başlamadan yapılmış olması da büyük ihtimal. 

Ama her şey böyle gerçekleşecek anlamına gelmiyor. Şii olmalarına rağmen milliyetçilik yani Iraklılık duyguları ağır basan Maliki ve Sadr gibi 
siyasetçiler ve tabi ki İran'ın Irak'ın bölünmesi anlamına da gelecek Kerkük'ün el değiştirmesine seyirci kalması beklenmemelidir. Nitekim geçen haftalarda 
Kerkük'te İran'a yakın KYB Peşmergelerinin petrol sahalarını basıp üretimi bir süreliğine engellemeleri bunun bir işaretidir. Bu olayda KYB Peşmergelerinin PKK ile işbirliği yaptığı da bilinmektedir. Aynı işbirliği (İran-KYB-PKK) Sincar bölgesinde de vardır. Ayrıca PKK'nın Barzani yönetimine yani KDP Peşmergelerine meydan okumasının arkasında bu işbirliği vardır. Çünkü İran hiçbir şekilde Türk hükümetinin mutlak desteğini almış Barzani'nin bağımsızlık ilan etmesine sıcak bakmamaktadır. 

İşte böyle bir ortamda Neçirvan Barzani'nin iki gün önceki "bu yıl içinde bağımsızlık referandumu yapacağız" açıklamasını da yukarıda belirtilen 
gelişmeler çerçevesinde okumak gerekir. Bu açıklamanın arkasında muhtemelen Kerkük'ün kendi yönetimlerine bağlanacağına ilişkin bir garanti ya da beklenti 
var gibi gözüküyor. Kerkük petrollerine sahip olacak Barzani bağımsız bir devlet için gerekli ekonomik kaynağa da sahip olmanın hesaplarını yapmış olmalı ki bu 
açıklamayı yapabiliyor. 

İran değişik gerekçelerle Irak'ın bölünmesine, Barzani'nin bağımsızlık ilanına karşı duruyor olabilir. Ama İran'dan önce Türkiye bu bölünmeye, Kerkük'ün el 
değiştirmesine ve Barzani'nin bağımsızlık hayallerine en sert şekilde karşı durması gerekiyordu.  Çünkü Irak'ın bölünmesi İran için olmasa bile Türkiye için 
hayati bir konu. Aslında Türkiye'nin geleneksel politikası bu yöndeydi. Ancak 2008'lerde başlayan açılım politikalarıyla birlikte Türk hükümetinin Barzani 
politikası da neredeyse yüzseksen derece değişti. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Türk hükümetinin Barzani yönetimini kabullenip stratejik ortak haline 
getirmesinin bir benzerinin Suriye'de PYD bağlamında gerçekleştirmesini teşvik ve telkin ediyorlar. Barzani ile Türk Hükümeti arasındaki ilişkilere bakınca bu 
konuda da çok iyimserler. 

Bu durum o ülkelerin açıklamalarına ve raporlarına da yansımış durumda. Yani görünen köy kılavuz istemiyor ve Irak'taki senaryonun Suriye'de de yaşanması 
olasılığı giderek artıyor. Hal böyle olunca Türk hükümetinin Kerkük'te başlamış kabullenmesi ve geri çekilmesi bu hızla devam ederse Kerkük'ün düşmesi an 
meselesidir. Bunu Suriye kuzeyindeki gelişmeler takip edecek ve Suriye'de bölünecektir. Bundan sonraki hedefin ise Türkiye olması kaçınılmazdır. 

Türk hükümeti bu gelişmeleri dikkate alarak hızla bütün bir Ortadoğu politikasını yeniden belirlemelidir. Bölgede olaylar çok hızlı gelişmektedir. El Bab'ı alalım sonra bakarız, Menbic'i halledelim sonrasına bakarız, Rakka çözülsün gelişmelere göre karar veririz diyecek bir yaklaşım doğru değildir. 

Çünkü Türkiye Menbic'e odaklanırken bölgenin diğer noktalarında askeri-politik operasyonla durmamaktadır. Sahadaki gelişmeler o kadar hızlıdır ki 16 Nisan'dan sonra duruma bakacağız yaklaşımı bölgede kaybetmeyi göze almaktan başka bir şey değildir.

İşte tam da bunun için Türkiye'nin Bekasının güvenliği Kerkük'ten başlar. 
Kerkük Düşerse Irak'ın kuzeyi ve Suriye'nin kuzeyi Düşer. 
Sıraya Türkiye'yi alır. 
Yani Kerkük düşerse Türkiye düşer! 
Bu sadece bir slogan değil bir gerçektir. 
Dolayısıyla Ankara'da, İstanbul'da, Kerkük'te olanlar protokol kuralları gereği 
göndere bayrak çekilmesinden çok çok ötede Türkiye için bir beka sorundur. 
Çünkü bu, Irak'ta başlayacak bölünme ve parçalanmanın Türkiye'yi de vurmasıdır. 


Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Rakka’ya Menbiç Modeli Operasyon


  Rakka’ya Menbiç Modeli Operasyon; 



Türkiye Dışarıda, ABD-PKK/YPG İşbirliği Zirvede! 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
28 Ekim 2016 Cuma
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com


Hoşgeldiniz; Bugün 15 Mayıs 2017 Pazartesi  


   ABD Savunma Bakanı Rakka operasyonunun birkaç hafta içinde başlayacağını 
açıkladı. İngiliz ve Fransız Savunma Bakanları da benzer açıklamalar yaptı. 
Açıklamaların hepsine birden bakılınca ABD Rakka operasyonunu Menbic formuluyle yapacak gibi yani ABD sözde Arap ağırlıklı SDG ile yani YPG ile yapmak üzere hazırlık yapıyor. Yani Rakka’ya Menbic tipi operasyon geliyor…. ABD’nin bunu seçmesinin ana nedeni bu modelin Menbic’te uygulayıp başarılı olmasındandır. 

Nitekim ABD liderliğindeki IŞİD operasyonlarının komutanı Korg. Townsend de 
Rakka operasyonunu YPG ağırlıklı bir yapı olan SDG ile yapacaklarını söyledi. 
Anılan general Türkiye’nin rolünün ne olabileceğinin ise Türkiye ile 
görüşüldüğünü söyledi. 

25 Ekim’de 13 ülkenin savunma bakanları Paris’te toplanmış ve Musul ile Rakka operasyonlarını görüşmüştü. Söz konusu görüşmenin yapıldığı masada daha önce çağrıldığı belirtilmesine rağmen Türkiye yoktu maalesef. 26 Ekim’de NATO Savunma Bakanları toplantısı öncesinde ABD ve Fransız Savunma Bakanları üçlü toplantıda MSB Fikri Işık’a muhtemelen önceki günkü toplantıda görüşüp karara bağladıkları konuları anlattılar. Görüşmeler sonrasında MSB Işık’ın açıklamalarına bakılırsa tatmin olmuş gibi konuşuyordu. 

Özellikle Musul operasyonunda Türk savaş uçaklarının Musul operasyonu hava görev emrine dahil edilecek derken, ki bu mutlaka fiilen operasyona katılacağı 
anlamına gelmiyor çünkü son kararı Bağdat verecek, Musul operasyonu bağlamında istenenin alındığı havasındaydı. Dolayısıyla Rakka operasyonu ABD liderliğinde YPG ağırlıklı SDG ile yapılacak. Böyle bir ortaklığa en üst seviyede daha önceleri yapılan açıklamaları (PYD/YPG varsa Türkiye olmaz) hatırlarsak 
Türkiye’nin fiilen katılmasını beklememeliyiz ama Türk üslerinin koalisyon 
ülkelerince kullanılması mümkün olacaktır. Ama buna rağmen Rakka operasyonunun bu şekilde gerçeklemesi çok da kolay değil. Çünkü YPG’nin Rakka operasyonuna katılmak için şartları var. Aslında çok istekli değiller ama muhtemelen ABD’den bekledikleri ödülü(!) alabilmek için ABD’ye bir iyilik daha yapacaklar, yapmak zorundalar. YPG’nin şartı kendisi Rakka operasyonuna katılmışken Türkiye’nin PYD/YPG’yi vurmaması, Menbic, Tel Abyad ve CB Edoğan’ın söylediği gibi belki Afrin gibi yerlerde TSK’nın operasyon yapmaması, yani geri bölgelerinin emniyette olmasını istiyorlar. Bu da doğrudan Fırat Kalkanı Harekatının nasıl gelişeceği ve El Bab’ı kimin kontrol edeceğiyle ilgili. Bu konuda yaklaşık bir ay önce yazdığım yazıda ABD’nin Rakka operasyonu için şartının TSK’nın YPG’yi vurmaması olduğunu söylemiştim. Çünkü Amerikalılar böyle bir çatışma ortamının Rakka operasyonunun güvenliğini ve başarısını tehlikeye atacağını düşünüyor. Bu şu demek; Rakka operasyonu yapılıncaya kadar taraflar mevcut pozisyonunu koruyacak ve bulundukları yerleri IŞİD’e karşı güçlendirecek! Mevcut pozisyondan kast edilen de Fırat’ın batısında Cerablus-Azez hattı genişliğinde ve Menbiç-El Bab’ı da alan 45 km derinliğindeki bölgedeki durum. ABD Savunma Bakanının geçen hafta Türkiye ziyareti sonrasında Pentagon’dan yapılan resmi açıklamaya, ABD’nin IŞİD özel temsilcisi Brett McGurk’ün koalisyon ülkelerine gönderdiği 21 Ekim tarihli mektuptaki ifadelere, ABD Dışişleri sözcüsü Kirby’nin son açıklamalarına ve özellikle Fırat Kalkanı harekatı ile El Bab bölgesindeki çatışmalara ilişkin twitlerine bakılırsa ABD’nin ne istediği çok net belli oluyor. O da tam olarak yukarıda belirttiğimiz “mevcut pozisyonların korunması ve sağlamlaştırılması”. 

Bütün bunlara göre ABD şunu demek istiyor. Tüm koalisyon üyeleri ve yerel güçler IŞİD’le mücadeleye odaklanmalı, bu bölgede elde edilen kazanımları konsolide etmeli, sağlamlaştırmalıdır, Suriye’deki yeni hedef Rakka’dır, oraya 
odaklanılmalıdır, yeni hedef Rakka’dır, El Bab’ı unutun. ABD, Rakka operasyonuna katılan YPG’yi şehrin kuşatılmasında (ve belki gerekirse kurtarılmasında) kullanılmasını ve aynı Musul’da olduğu gibi şehir kurtarıldıktan sonra Sünni  Arap grupların kontrolüne bırakılmasını vaad ediyor. 26 Ekim’de ABD ve Fransız Savunma Bakanlarıyla üçlü görüşme yapan MSB Işık “Musul ve Rakka kurtarıldıktan sonra yerel unsurların kontrolüne bırakılacak, bunda mutabıkız” dedi. Tabi bunlar şimdilik söz, yazılı bir doküman ortalıkta yok, dolayısıyla belki aylar sürecek operasyon sonunda ne olur kimse bilemez ve de geçiş debenyimler gösteriyor ki muhtemelen Türkiye’ye verilen sözler yerine gelmez. Bakınız, Menbic operasyonu! Verilen sözlerin ne olduğunu gördük… Ama mevcut planlamaya yani ABD’nin vaadlerine gelirsek, El Bab konusunda tarafların mevcut pozisyonu korunacak yani kimse oraya doğru hareketlenmeyecek. Ama birisi, özellikle TSK-ÖSO, aksi davranırsa çok ilginçtir muhtemelen Rusya/Suriye kuvvetleri devreye girecek ve bu hareketlenme önlenecek, bu da test edildi. 24 Ekim’de Suriye helikopterleri El Bab’a yönelen ÖSO’yu vurdu. Çünkü geçen hafta Suriye ordusundan Türk savaş uçaklarının düşürüleceği, Fırat Kalkanı harekatının işgal olarak görüldüğü engellemek için herşeyin yapılacağı açıklandı. Rusya’dan da bölgedeki çatışmalardan kaygı duydukları ve TSK’nın operasyonuyla vurulan PYD/YPG’lilerin siviller olduğunu ifade eden açıklamalar geld. 26 Ekim’de ise yeni bir açıklama vardı. Suriye ordusundan değil ama Suriye ordusunun yanında savaşan gruplar (muhtemelen İranlı milisler, Hizbullah vs) adına yapılan açıklamada “eğer TSK-ÖSO bulundukları yerden daha güneye inerlerse vuracağız” deniyordu. Diğer taraftan Suriye ordusunun Fırat Kalkanı birliklerinin mevcut konumlarından daha güneye inerse müdahale etmek üzere El Bab’ın güney batısında 8-12 km mesafede tertiplendikleri bilgileri de medyaya yansıyor. Peki Rusya/Suriye tarafı neden böyle davranıyor? Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde başlayan iyileşmenin Türkiye-Suriye ilişkilerine yansımamış olması belki de ilk sebep olarak söylenebilir. Fırat Kalkanı harekatı başladığından buyana Rusya Türkiye’nin Şam yönetimiyle ilişki kurarak bu işi yürütmesini telkin ediyor. Ancak bu konuda kamuoyuna yansıyan somut bir gelişme yok. Aksine, yukarıda bahsettiğimiz Suriye helikopterlerinin ÖSO’yu vurması ve Suriye ordusundan gelen sert ve tehdit içeren mesajlar var. Sınır ötesindeki bir operasyonu, özellikle bugünkü uluslararası askeri-politik konjonkürde sadece “ben tehdit görüyorum, 
yapacağım diyerek” tek taraflı yapmanız ve yapsanız da sürdürebilmeniz mümkün değildir. Bundan hayır yapamayız, yapmayalım bekleyelim demek istemiyoruz. 

Ama uluslararası ortamı hazırlamanız, belli başlı tarafların zımni de olsa desteğini almanız gerekecektir. Ayrıca diğer ülkeler arasındaki gizli özel pazarlıklar olabileceğini de dikkate almanız gerekir. Bu bağlamda Suriye üzerinde her ne kadar karşı taraflarmış gibi gözükseler de ABD ile Rusya arasında genel bir mutabakat olduğunu, Suriye-Irak topraklarının bazı nüfuz etki alanlarına bölünmüş olabileceğini unutmamalıyız. Suriye’nin karşı koyuşunu da bu bağlamda okumakta fayda var. Bu arada Rusya’nın son NATO kararları çerçevesinde Karadeniz bölgesinde kara, deniz hava kuvvetleri bağlamında daimi NATO güçlerinin konuşlanması kararları bağlamında Türkiye’yi güvenilir göremeyeceğinden Türkiye ile Suriye’de şu aşamada hemen bir askeri işbirliğine girmesini beklemek de hayal olacaktır. Bunun sonucu olarak o bölgede TSK-ÖSO ile PYD/YPG ABD tarafından pozisyonlarını korumaya zorlanırken ve Rakka operasyonuna odaklanmışken Suriye ordusu El Bab’a doğru hareketlenip Menbic-Afrin boşluğunu kapatabilir. Yukarıda belirttiğimiz Türkiye-Suriye anlamasının sağlanamadığı bir ortamda bu hamle Suriyeli Kürtleri kendi kontrolünde tutmak isteyecek Şam yönetimi için PYD/YPG’ye sunulacak bir havuç olacak, yani PKK koridorunun tamamlanmasını sağlayacaktır. Peki Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Dışişleri Bakanının son günlerdeki açıklamalarını (Bab’ı ve Menbic’i alacağız, Afrin’e de müdahale ederiz, Rakka’ya da yöneleceğiz) nereye koyacağız derseniz, onun cevabı da muhtemelen ABD’nin Türk karar vericileri ikna kabiliyetine bağlı. Eğer Türkiye ABD ile bir şekilde anlaştıysa kamuoyuna verecekleri cevap ABD’nin ifade ettikleriyle uyumlu olacaktır ve şöyle diyebileceklerdir: “Elde edilen istihbarat bilgilerine istinaden Rakka merkezli tehdit acil ve önceliklidir. Bu tehdit bağlamında öncelikle Rakka’daki IŞİD’in izole edilmesi konusunda anlaştık. Sahadaki gelişmeler nedeniyle öncelik Rakka’nın kuşatılması ve şuana kadar IŞİD’ten kurtardığımız bölgeyi sağlamlaştırmaktır.”. Bu mealde bir cevap verilebileceğinin emareleri de yine ABD Savunma Bakanının ve Korg. Townsend’in açıklamalarında var. Buna göre ABD Rakka’da yaptığı bir operasyonda Türkiye’de saldırı yapmayı planlayan bir IŞİD’liyi öldürmüş! Ayrıca IŞİD Rakka’da Batı ülkelerinde kısa süre içinde gerçekleştirmek üzere saldırı hazırlığındaymış! Yani ABD’ye göre Rakka’nın kuşatılması harekatı onun için acil ve öncelik kazandı. Müttefiklerini de ikna etmiş gözüküyor. CB Erdoğan’ın ABD Bşk. Obama ile yaptığı nispeten uzun görüşme de bu bağlamda önemli. Bu görüşme Kobani’de YPG’ye Ekim 2015’te havadan silah yardımı indirilmesi ile Peşmerge koridoru açılması öncesindeki görüşme, Temmuz 2015’te İncirlik Mutabakatına yol açan görüşme, Mayıs 2016’da Menbic operasyonunun önünü açan görüşme kadar önemli. 

Çünkü Rakka ve Fırat Kalkanı operasyonunun nasıl gelişeceğinin ana hatlarıyla 
Obama-Erdoğan telefon görüşmesinde karara bağlanmış olabileceğini 
söyleyebiliriz. Yani, IŞİD operasyonlarından sorumlu Amerikalı Korg. Townsend’in Rakka operasyonuna YPG’nin katılmasına karar verildiğini ve bu konuda Türkiye ile görüşmelerin devam ettiğini açıklaması, Savunma Bakanlarının görüşmesi ve açıklamalarından sonra yapılan bu görüşme Rakka Operasyonu/Fırat Kalkanı harekatı bağlamında ne yapılacağına ilişkin son kararın gözden geçirilerek son halinin verilmesi içindi muhtemelen. Zaten Beyaz Saray’dan Obama-Erdoğan telefon görüşmesi hakkında yapılan açıklamaya bakılırsa da bunları görmek mümkündür.

 Bütün bunlar şunu göstermektedir. ABD Suriye bağlamında bir kez daha tercihini yerel güç, sahadaki en iyisi dediği PKK/YPG lehinde kullanmıştır. Türkiye benzer hataları peşpeşe yaptığından en haklı olduğu durumlarda bile sonuç 
alamamaktadır. Ekim 2014’te Ayn el Arab (Kobani)’ta PYD’ye havadan askeri yardım indirilmesi ile peşmerge koridorunun açılmasıyla aslında ABD-PYD/YPG 
işbirliğinin önünün açıldığı öngörülememiştir. Türk üslerinin IŞİD karşıtı 
operasyonlarıyla açılmasıyla buralardan kalkan savaş uçaklarının IŞİD’le 
mücadele yaparken bir tarfatan PYD/YPG’ye hava desteği verilmiş olacağı 
önemsenmemiştir. Menbic operasyonuna bir şekilde PYD/YPG’nin katılmasına zımnen de onay verdikten sonra bunun devamının geleceği öngörülememiştir. Şimdi de Rakka’da yine PYD/YPG’nin karadaki esas güç olmasının önüne geçilememiştir. Bu bağlamda yapılması gereken ana hamle şu olmalıdır. Türkiye Suriye’de IŞİD karşıtı operasyonları Rusya ve Suriye ile birlikte ele almalıdır. Rakka operasyonu ABD liderliğinde değil Rusya destekli Suriye ordusunca yapılmalıdır. 

Aksi durum yani şimdi olduğu gibi ABD liderliğindeki operasyonla IŞİD Suriye’den temizlense bile ABD’nin kendi koalisyonunun kurtardığı bölgeleri Şam yönetimine bırakmasını beklemek hayaldir. Bu konuda Ocak 2016’dan buyana yazdığımız yazılarda ve TV programlarında açıklamalarımız vardır ve buralarda ifade ettiklerimiz kısaca “Suriye’nin bölünmesi” tehdidir. Bu bölünmenin Suriye ile sınırlı kalmayacağı ve Türkiye’ye taşınacağı da ortadadır. Yani ABD liderliğinde IŞİD tehdidin bertaraf edilmesi Türkiye’yi rahatlatmayacak bilakis daha büyük bir tehdit yaratacaktır. Ve Türkiye Şam yönetimiyle işbirliğini geciktirtikçe, karşılıklı güven ortamını yaratamadıkça Suriye de özellikle Fırat Kalkanı bağlamında karşı tedbirlerini alabilecek, bu durum Türkiye’yi bölgede yeni açmazlara sürükleyebilecektir. Not: Bu yazı sahadaki ve masadaki gelişmeler den elde edilen öyle veya böyle bir şekilde ABD’nin planlarının uygulanacağı izlenimi çerçevesinde yazılmıştır. 

Ama eğer ABD ile Türkiye anlaşamadıysa, Türkiye ABD’nin planlarına uymayacaksa, Türkiye’nin söylediklerini hayata geçirip geçiremeyeceği konusu ise ayrı bir yazı konusudur, Türkiye’nin Irak ve Suriye’de uygulamasına yönelik bir alternatif politika önerisi ayrı bir yazıda ele alınacaktır. 

Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur!

  

Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur! 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Obama Aldattıysa Trump da aldatıyordur!
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com
21 Nisan 2017 Cuma

   Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, El-Cezire kanalına verdiği söyleşide; Trump’ın telefon görüşmesinde ABD’nin PKK, YPG ve PYD’ye yönelik politikasını 
değiştireceği yönünde bir söz verip vermediğiyle ilgili soruya Erdoğan “Zatendaha önce bu konuda yani terör örgütlerine karşı bizim ortak dayanışma 
içerisinde bir çalışmamızın olması gerektiğini söylemişlerdi. Şimdi yapacağımız görüşme, artık bunun tamamen yüz-yüze görüşmede detaylandırılması olacaktır ve orada tabii biz birçok belgeleri de kendilerine sunacağız. Daha önceleri de PKK’yla ilgili konuda mutabakatımız var idi. Obama döneminde de bu konuda 
mutabakat vardı fakat Obama maalesef PYD ve YPG konusunda bizleri aldatmıştır ama şu andaki yönetimin aynı durumda olacağına ihtimal vermiyorum” diye yanıt verdi.[1]

TRUMP ERDOĞAN’I "REFERANDUM ZAFERİ" NEDENİYLE KUTLADI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması Trump’ın 16 Nisan referandumu sonrasında hem Cumhurbaşkanlığı hem de Beyaz Saray sitesinde yazılan ifadeyle “ Referandum Zaferini ” kutlamak üzere telefon etmesinden sonra geldi.  Bu Trump-Erdoğan arasındaki ikinci telefon görüşmesiydi. İlki Şubat 2017 başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’ın başkan olarak göreve başlamasını kutladığı telefon görüşmesiydi. Özellikle ilk telefon görüşmesinden sonra Türk hükümetinden ve hükümete yakın medyadan ABD aleyhinde açıklama ve haberlerin yapılmadığını görüyoruz.

ABD Dışişleri ve Pentagon sözcüleri 17 Nisan’daki basın toplantılarında referandum ile ilgili yorum yapmak için AGİT'in raporunu bekleyeceğiz derken 
aynı saatlerde Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı arayıp tebrik ettiği Cumhurbaşkanlığı kaynaklarınca Türk medyasına duyuruldu. Cumhurbaşkanlığı 
sitesine 18 Nisan günü konan bilgi notunda Trump'ın kazandığı "referandum zaferi" için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı kutladığı, ayrıca Suriye, IŞİD ve terörle 
mücadele konularının da görüşüldüğü yazılıyordu. Aynı gün ilerleyen saatlerde Beyaz Saray sitesinde de görüşme duyurusu yapıldı ve açıklamadaki ifadelerin 
Cumhurbaşkanlığı sitesindeki ifadelerle birebir örtüştüğü görüldü.

Referandum üzerindeki şüphelerin gittikçe arttığı bir ortamda kendi sözcüleri bekleyeceğiz, netleştiğinde konuşacağız dediği anlarda Trump'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı araması çok ilginçti. Ve bu husus Amerikan medyasında da Trump'a yönelik eleştiri konusu oldu. Nitekim bu çelişkiler Beyaz Saray sözcüsüne tekrar sorulduğunda "Trump'ın Erdoğan'ı araması sonuçları kabul ettiğine gelmiyor" cevabı geldi. Ama internet sitesindeki “referandum zaferi” kutlaması ifadesi orada duruyor.

PEKİ TRUMP GERÇEKTEN NEDEN ARADI?  

Referandumun geçici sonuçları Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar partisinin istediği yönde gözüküyordu ama %50’nin az bir farkla geçilmiş olması, bundan da kötüsü YSK’nın yasalara aykırı karar ve uygulamaları nedeniyle 16 Nisan halk oylamasının meşruiyetinin sorgulanması, AGİT ile Avrupa ülkelerinin referanduma şüpheli yaklaşımı dikkate alındığında Trump’ın telefonunun kutlamadan da öte başka bir anlam taşıdığını söyleyebiliriz. Sanırım CB Erdoğan ve iktidarın referandum sonuçlarının yarattığı ortamda bir nevi sıkıştığını gören Trump bunu fırsata çevirmek istedi. Telefonda gerçekten kutladı mı bilemeyiz ama yapılan resmi açıklamalara göre bir kutlama olduğunu kabul etmek durumundayız. Ama telefon görüşmesine dışarıdan bakıldığında Trump’ın telefonunun Erdoğan yönetimine destek algısı yarattığı kesin. 

TRUMP BİRŞEYLER İSTEDİ Mİ?

Ancak böyle tartışmalı bir ortamda gelen bu desteğin (ya da destek algısının) karşılıksız olmayacağını ve Türkiye’ye bir bedelinin olabileceğini görmeliyiz. 
Trump’ın bugünlerde Suriye politikasını, IŞİD’le mücadele kapsamında Rakka planını açıklaması beklenmektedir. İşte Trump'ın özellikle PYD/YPG bağlamında 
Türk kamuoyunun benimsemeyeceği bir planı  resmen açıklaması bu bedelden biri olabilir. Bu bir bedeldir çünkü böyle bir kararın Türkiye’nin bekası ve 
güvenliğine çok büyük olumsuz etkileri ve sonuçları olacaktır.  Aslında sahada zaten ABD-YPG işbirliği ve ortaklığı artarak devam etmektedir. Obama yönetiminin Rakka’yı YPG ile kurtarma planı Trump yönetimince de benimsenmiş gözükmektedir.

OBAMA VE TRUMP DÖNEMİNDE NELER OLDU?

Evet, ABD’nin YPG/PYD’ye fiili açık desteği Obama yönetimi tarafından başlatılmıştır. YPG ile ortaklığın temelleri Obama döneminde atılmıştır. IŞİD 
özel temsilcisi McGurk’ün Ayn el Arab (Kobani) ziyaretiyle PYD/YPG’nin siyasi olarak tanınması Obama döneminde olmuştur. Ama aynı McGurk, Trump yönetiminde de görevine devam eden ender kişilerdendir. Obama YPG’nin Menbic’i terk edeceği sözü vermesine rağmen bu sözü tutmamıştır.

Ama Türkiye’nin El Bab sonrası Menbic’e yönelebileceği ihtimaline karşı Menbic’e daha fazla YPG’li yerleşmesini, daha fazla Amerikan askeri ve Amerikan askeri 
teçhizatı konuşlandırması, hatta Türk ordusunun önünde tampon bölge oluşturması Trump zamanında gerçekleşmiştir. YPG’lilerin Amerikan uçak/helikopteriyle havadan indirme operasyonuyla Fırat’ın batısına yeniden geçişi ve Tabka’da operasyon başlatması yine Trump zamanında olmuştur. Suriye kuzeyinde Fırat’ın doğusunda kurulan Amerikan üssü sayısı 7’yi bulmuştur. Bunlardan Kobani güneyinde bulunan bir hava alanı savaş uçaklarının iniş kalkışına müsait olması için alt yapısının geliştirilmesi (İncirlik yerine kullanılma hedefiyle) yine Trump zamanında yapılmaktadır.

Rakka operasyonunda kullanılacağı gerekçesiyle YPG’ye yönelik eğitim dahil askeri yardım yine Trump zamanında katlanarak artmıştır. PYD/YPG bölgesindeki 
Amerikan askerinin sayısı yine Trump zamanında Obama dönemindekinin en az iki katına çıkmıştır.   

SONUÇ OLARAK

Bütün bunlardan sonra Trump’ın ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda yıllardır Irak ve Suriye’de yaptığı yatırımı ve projelerini yok sayması ve Türkiye’nin 
hoşuna gidecek kararlar alması beklemek çok da mümkün değildir. Zaten sahadaki gelişmeler de bunu göstermektedir. Trump'ın Obama'dan temelde farklı bir politika izleyeceğine inanmak gelişmeleri, ABD'nin bölgedeki politikalarını stratejilerini doğru okuyamamak olur.

Buna göre eğer PKK, PYD/YPG konusunda Obama Türk hükümetini aldattıysa Trump da koltuğuna oturduğu ilk günden buyana aldatıyordur… Ama bu gelişmeleri ve olayları sadece aldatma olarak tanımlamak ve suçu karşı tarafta görmek doğru değildir. Çünkü herşey herkesin gözü önünde olmaktadır.  

[1] http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/erdogandan-obama-itirafi-aldatildik-1805263/

Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

***

Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken...


Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken... 

Cahit Armağan DİLEK ...


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                           
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
09 Eylül 2015 Çarşamba
Cahit Armağan Dilek 
cadilek9011@gmail.com


Hoşgeldiniz; Bugün 15 Mayıs 2017 Pazartesi  


  Süleyman Şah Türbesinin ve buradaki Türk toprağını koruyan askerlerimizin güvenliğinin IŞİD terör örgütü tehdidi altına girdiği gerekçesiyle türbenin 
Türkiye-Suriye sınırına 200m mesafedeki Suriye Eşme'sine 22 Şubat 2015 tarihindeki Şah Fırat Operasyonuyla nakledilmesiyle ilgili olarak yazdığım 
makalede (Şah Fırat Operasyonunun Türkiye Açısından Stratejik Sonuçları ve Etkileri-12 Mart 2015) şöyle demiştik:  

...Gelişmeler göstermektedir ki Türkiye Ortadoğu'da hızla geri çekilmekte ve kendi sınırları içine hapsolmaktadır. Aslında Türkiye'nin bölgeden çekilmesi 
çözüm süreci hatta daha da öncesindeki açılım politikalarının açıklanmasıyla başlamıştı...  

...Irak'ın kuzeyinde Kerkük'ü, tartışmalı bölgeleri ve petrol sahalarını işgal edip Barzani'nin bağımsızlık açıklamalarına sessiz kalarak onay vermiş olduk. 
Böylece Kerkük, Musul ve dolayısıyla Irak'tan çekildik... 

...Suriye'de ise Türkmenler üzerinden olan ilişkilerimiz IŞİD'le birlikte kopmuş, Türkmenler tamamen kendi kaderlerine terk edilmişti. Suriye ile tek 
somut bağımız olan Süleyman Şah topraklarını kendi kararımız ve isteğimizle terk etmekle de Suriye'den tamamen çekildik. Bakmayın Süleyman Şah türbesinin sınırımızın hemen yanındaki Suriye Eşme'sine getirilmesine, Türkiye artık kendi sınırlarının içine çekilmiştir...

...Zaten var olan PKK terör örgütünün yanı sıra IŞİD terör örgütü de tehdidi çekilen Türkiye'nin peşinden Türkiye'nin içine gelmiştir... Türkiye bu hareketle 
görünüşte IŞİD tehdidinden kurtulmuştur ama aslında bu sefer de uluslararası IŞİD koalisyonunun baskısı altına girmiştir...

...Türkiye'nin caydırıcılığını ortadan kaldıran bu pazarlık süreçleri Türkiye'yi sadece Ortadoğu'dan sınırları içine çekmekte kalmadı eş zamanlı olarak 
Türkiye'nin içinde de devleti batıya doğru bir çekilme eğilimine soktu. PKK açılımı ve özellikle 2013 başında başlayan pazarlık süreci (PKK eylemsizliğine 
karşı TSK/polisin pasif konuma gelmesi vs) ülkenin doğu ve güneydoğusunda devlet uygulamaları yapan iradenin fiilen devletten PKK terör örgütüne geçmesinin önünü açtı. Böylece AKP iktidarı ve dolayısıyla T.C. devleti genel anlamda ülkenin batısına sıkışmış oldu.PKK artık hem Türkiye'nin içinde hem Irak'ın kuzeyinde ve son olarak artık Suriye'nin kuzeyinde adeta Türkiye'yi çevrelemiştir...

Bugünkü Türkiye... Doğu/Güneydoğu'da PKK hakimiyeti, IŞİD terörü ve yabancı askeri kuvvet yığınağı 

Bugünkü Türkiye, yaklaşık 6 ay yaptığımız yukarıdaki değerlendirmenin maalesef doğru olduğunun ve gerçekleştiğinin artık resmen herkes tarafından kabul edildiği bir Türkiye'dir. Suriye'nin kuzeyindeki 110 km.lik bir bölüm hariç Kürt koridoru fiilen ve resmen gerçekleşmiş, Türkiye bunu kabullenmiştir. PKK terör örgütü doğu ve güneydoğunun hemen hemen bütün illerinde hakimiyetini özerklik ilanlarıyla pekiştirmiş, talepleri resmen kabul edilmezse ayaklanma 
başlatacaklarını açıklamıştır. Bütün resmin gerçekleşmesinin çözüm sürecinin yarattığı ortamla sağlandığını hem PKK hem devlet itiraf etmektedir. PKK 
elebaşlarından Bayık, 31 Ağustos 2015'te Foreign Policy dergisinde yayımlanan röportajında "2 yıllık çözüm süreci boyunca savaşa hazırlandık, bölgede sivil 
görünümlü silahlı milis yapı kurduk" demiştir.

Çözüm sürecinin PKK terör örgütünün Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda paralel devlet yapısı kurmasına nasıl ortam hazırladığını, PKK'nın Türkiye'yi bölmek üzere ayaklanma hazırlıkları yapmasına fırsat yarattığını, bugünlerde yaşanan terör saldırılarının hazırlıklarına çanak tuttuğunu ve bütün bunların AKP 
iktidarının gözleri önünde ve bilgisi dahilinde olduğunu itiraf eden beyanlarını Prof. Dr. Ümit Özdağ'ın 04 Eylül 2015'te Yeniçağ gazetesindeki köşe yazısında 
net olarak bulabilirsiniz. Devletin en üst makamlarındakilerin açıklamalarına göre Türkiye beka sorunu yaşayan, doğu ve güneydoğusu bir terör örgütünün 
hakimiyetinde olan ve T.C. devletinin kamu düzenini geçerli olmadığı, terör örgütünün her an bir ayaklanma başlatabileceği, memurları o bölgeden kaçan yani devlet bölgeyi terk ediyor görüntüsü yaşayan bir devlet konumundadır.

Bugünkü Türkiye sadece topraklarının bir bölümünde PKK terör örgütünün hakimiyet kurduğu bir ülke değildir. Yazımızın en başında söylediğimiz gibi IŞİD terör örgütü de artık Türkiye'nin bir gerçeğidir ve IŞİD kendi terör tehdidinin beraberinde başta ABD olmak üzere koalisyon ülkelerini de Türkiye'ye 
getirmiştir. Şah Fırat operasyonuyla Ortadoğu'dan tamamen çekilen, caydırıcılığı azalan Türkiye hem kendi toprakları üzerinde hem de Ortadoğu bölgesinde 
oyunun dışına itilmektedir. 

Bunun son halkasını İncirlik Mutabakatı ile IŞİD koalisyonu ülkelerine Türk askeri üslerinin açılması oluşturmuştur. 

Yazılı olmayan imzasız bir mutabakatla Türk toprakları yabancı ülke askeri kuvvetlerine açılmıştır. İncirlik Üssü'nün açılması kararını açıklarken Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu " bütün kararları ABD ile ortak vereceğiz, ABD'den başka hangi ülkelerin askerlerinin geleceğini de yine ortak karar vereceğiz" diyerek T.C. devletinin egemenliğiyle ilgili kararların yabancılara paylaşılacağını sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi rahatlıkla açıklıyordu. Ama gelinen nokta gösteriyor ki egemenliği paylaşılması değil adeta devri ve hatta Türkiye'nin işgaline yol açacak bir sürecin önünün açılması söz konusu. 

Nasıl mı? İşte o gelişmeler.

ABD, IŞİD'le mücadele için komşularının ve bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndermesini planlıyor!

IŞİD terörünü, Türkiye'nin IŞİD koalisyonuna katılması ve Suriye'de IŞİD’e karşı operasyonlara başladığı bir dönemde bununla iç içe olan bir gelişme nedense 
Türkiye'de hemen hemen hiç konuşulmadı. Bu gelişme ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin 02 Eylül 2015'te CNN'e verdiği röportajdaki açıklamalarıydı. Kerry 
şunları söyledi: "Suriye'de IŞİD'i yenmeye yardım etmek için Ortadoğu güçlerinin Suriye'ye asker göndereceğinden eminim. Doğru zaman geldiğinde Suriye'nin bazı komşularının sorumluluk üstlenmesini bekliyorum. Bunun nasıl olacağına ilişkin detayları bölgedeki diğer ülkelerle görüşüyoruz. Sahada bazı kuvvetlerin bulunmasına ihtiyaç var ve uygun zamanı geldiğinde bunların orada olacağına ikna oldum. Bölgede bunu yapma yeteneği olanlar var.".  Kerry hangi ülkelerin kara gücü göndermeye ikna edildiği konusunda ilave bilgi vermedi ancak "Amerikan Başkanının açıklamaları ve direktifleri çok nettir ki Amerikan askerleri bu denklemin içinde yer almayacaktır" açıklamasını yaptı.  

Konuyu yakından takip edenler için Kerry'nin açıklamasından sonra potansiyel adaylar olarak Türkiye, S.Arabistan ve bazı Körfez Arap ülkeleri öne çıkmakta dır. Kerry'nin bu açıklamasının ABD'nin Rusya ve S.Arabistan ile yürüttüğü ve Esad'ın başka bir ülkeye gönderilmesiyle de sonuçlanabilecek şekilde Suriye'de siyasi çözümü arayan görüşmelere başlanmasının ele aldığı bir döneme denk gelmesi de dikkat çekici. Kerry bu röportajından hemen sonra S.Arabistan Dışişleri Bakanı ile görüşmüştür ki bu da S.Arabistan Kralının 3 günlük bir ziyaret için Vaşington'a gelmesinin hemen öncesinde olması nedeniyle kritiktir.

IŞİD'le mücadelede Irak'ta Irak Ordusu ve Peşmerge ile kara savaşı yapacak kuvvet ihtiyacı karşılanabilecektir. Ancak Suriye'de bu konudaki ihtiyaç devam 
etmektedir. Eğit-donat projesi fiyasko ile sonuçlanmış, resmen kabul edilmese de ABD tarafından rafa kaldırılmıştır. ABD açısından Suriye'deki tek kara gücü 
PKK/PYD'dir. Belli bir aşamadan sonra (Kürt koridorunun oluşması)  PYD'nin daha güneylerde kullanılması mümkün olmayacağından başka kara güçlerine ihtiyaç vardır. Buna ikna olan ABD şimdi Suriye'nin komşularının ve bazı bölge ülkelerinin asker göndermesinin planlarını yapmaktadır. Amerikan askerleri 
Suriye'ye ayak basmayacak, sıcak çatışmaya girmeyecektir, ama ABD diğer ülkelerin askerlerine komuta etmeye hazırlanmaktadır.

Yine anlaşılan o ki bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndermesi söz konusu olduğunda bunun liderliğinin S.Arabistan tarafından yapılması büyük ihtimaldir. 
Ne de olsa S.Arabistan Yemen'de böyle bir tecrübe yaşamaktadır. Her ne kadar şimdilerde Yemen'de büyük bir sivil felaket yaşanıyor ve bu trajedi ne Türkiye 
ne de dünyada gündeme gelmiyor olsa da S.Arabistan'ın "üst akıl"lar tarafından bu günler için hazırlandığını söylemek hiç de abartı olmayacaktır. Diğer 
taraftan TBMM'den geçen tezkereye dayanarak Türkiye üslerini IŞİD'e karşı operasyonlara açmış, bu üslere ABD haricinde Körfez'deki Arap ülkelerinin de 
uçak konuşlandıracağı açıklanmıştı. Kerry'nin bu açıklamasından sonra görülmektedir ki bölge ülkeleri Türk üslerini sadece hava operasyonları için 
değil Suriye'ye geçecek kara kuvvetleri personeli için de kullanmalarının öngörülmüş olması büyük ihtimaldir. Türk topraklarının Suriye'deki sözde ılımlı 
muhaliflere eğitim dahil lojistik destek için kullanıldığı zaten bilinmektedir.

Böylece Türkiye uzunca yıllar süreceği ta en başından belli olan IŞİD'le mücadele bağlamında topraklarında yıllarca sürecek bir yabancı asker varlığını 
barındırmak zorunda kalacaktır. Bu durum Türkiye'nin Pakistanlaştırılmasının bir başka veçhesini oluşturmaktadır. Şöyle ki: Bölge ülkelerinin, bölgedeki devlet 
dışı aktörlerin, Batılı güçlerin herhangi bir şekilde ve nedenle Türkiye'nin Suriye veya Irak'a kara gücü göndermesini istemediğini biliyoruz. Çünkü bütün bu 
aktörler "Türkiye girerse bir daha çıkmaz" sendromu yaşamaktadır. Dolayısıyla Türkiye'nin fiilen asker göndermeden ama çatışmanın tam içindeymiş gibi sürecin içinde yer alması, gerek yabancı ülkelerin askeri kuvvetlerini gerekse Suriye'deki sözde ılımlı yerel güçleri desteklemesi ve tabi ki bu savaşın maddi ve manevi tüm maliyetini bölüşmesi istenecektir. Bu bağlamda Türkiye'nin topraklarının ve üslerinin ileri harekat ve lojistik üs gibi kullanılması, gerektiğin de yabancı askerlere ev sahipliği yapması beklenecektir. Bu da aynen Afganistan'da savaşan NATO ve diğer uluslararası güçlere lojistik destek için 
topraklarını ve üslerini açması ama bunun karşılığında Taliban ve El Kaide'nin Pakistan'ı hedef almasından farklı gelişmeyecektir. IŞİD Türk topraklarında 
zaten var olan yandaş/hücreleriyle bunu Türk güvenlik güçlerine karşı yapacak, Türkiye genelinde sivillere karşı da terör saldırıları gerçekleştirecektir.

Bu söylediklerimizi bir komplo teorisi gibi göreceklere öngörülerimizi desteleyecek başka bir açıklamayı dikkatlerine sunarak açıklayıcı olmaya çalışalım.

ABD büyük bir askeri güçle Türkiye'ye yerleşiyor! İşgal mi, IŞİD'le mücadele mi?

Kerry'nin açıklamalarıyla eş zamanlı olarak ABD'nin Ankara Büyükelçisi John Bass'ın röportajı 03 Eylül 2015 tarihinde CNNTürk'te yayımlandı.  Büyükelçi Bass röportajında ağırlıklı olarak IŞİD'le mücadele ve Türkiye'nin PKK operasyonlarına ilişkin soruları cevapladı.  Röportajı yapan gazeteci Hande Fırat'ın "Amerikalılar İncirlik'te ne kadar kalacak?" ve "Ne kadar büyüklükte bir güç gelecek Amerika'dan?" sorularına Büyükelçi Bass'ın verdiği cevap ise Kerry'nin öngördüğü şekilde bölge ülkelerinin Suriye'ye kara kuvveti göndermesi öngörüsünü teyit etmesinin yanında, ABD askeri kuvvetlerinin Türkiye'de yerleşmesinin IŞİD'le mücadeleden çok Türkiye'yi işgale dönüşebileceği kaygısını ortaya çıkarması açısından çok netti. İşte o sorulara verilen cevaplar:"Süre konusunda ise; üstünde uzlaştığımız hedefe ulaşmak için, yani DAEŞ’i zayıflat mak ve nihayetinde yenilgiye uğratmak için ne kadar zaman gerekirse, o kadar burada kalacağımızı düşünüyoruz.  O nedenle, bu konuya belli bir zaman dilimi açısından değil, belirlenen hedefler açısından yaklaşıyor uz...  DAEŞ’e karşı askeri operasyon yürütecek ABD ve diğer potansiyel koalisyon güçlerinin zaman içinde Türkiye’de hatırı sayılır büyüklükte bir varlığa sahip olacağını ve önemli katkılarda bulunacağını tahmin ediyoruz. Kurulacak yapı askeri harekatın nasıl gelişeceğine ve DAEŞ’e karşı en etkili çözümün gerekliliklerinin ne olacağına bağlı olacak...".

Anlaşılan o İncirlik Mutabakatı (bazı gazeteciler köşe yazılarında referans ve isim vermeden imzalı olduğunu yazsa da Dışişleri Bakanlığının bu konudaki tek 
resmi açıklaması 07 Ağustos'taki Dışişleri sözcüsü açıklamasıdır ve ona göre de ortada yazılı imzalı bir mutabakat yoktur) ucu açık bırakılmış, ne süre ne de 
askeri ekipman/silah/uçak/personel sınırlaması içermemektedir. Halbuki AKP hükümetinin TBMM'den aldığı yetki bir yıl sürelidir. AKP hükümeti neye 
güvenerek, neye dayanarak ve bir sonraki TBMM kararının ne olacağını bilmeyerek ABD'ye böyle açık bir çek verebiliyor, anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. 

Eğer ABD ileride bu konularda sınırlamalarla sorunlarla karşılaşacağını düşünse (ki geçmişte 1 Mart tezkeresi tecrübesi var, tezkere geçmeden Türkiye'ye gelen 
Amerikan askeri kuvvetlerinin yaşadığı sorunlar var ki bunun çuval olayına yol açtığı tezleri oldukça kabul görmektedir) Büyükelçinin tarifiyle "hatırı sayılır" bir askeri gücü Türkiye'ye yığmaz, dolayısıyla çok sağlam güvenceler almış olmalılar. Hatırı sayılır bir askeri kuvvet tanımlaması da ilginç. 
Büyükelçi muhtemelen kendisinin söylediği istihbarat gerekçesinden ziyade Türk toplumundan fazla tepki çekmemek için askeri kuvvetin rakamsal büyüklüğünü 
açıklamıyor ama Türkiye'ye yerleşecek yabancı askeri kuvvetin oldukça büyük olacağını söylemeliyiz, çünkü hatırı sayılır bir askeri kuvvet görmezden 
gelinecek, etkisi olmayacak bir kuvvet olmayacaktır. 

Bu durum ise ABD'nin gerçek niyeti hakkındaki şüpheleri artırmaktadır. ABD aslında başka bir şeye mi hazırlanmaktadır?Kamuoyunun konuya dikkatini 
çekebilmek için kısaca şunu söyleyebiliriz. Büyükelçinin röportajdaki açıklamalarında Türkiye'de PKK terör örgütüyle tekrar müzakere masasına 
oturulmasına yönelik baskıcı ifadeleri, Suriye'nin kuzeyinde PYD'ye toz kondurmayan değerlendirmeleri var. Hal böyle olunca yine daha önceki 
yazılarımızda söylediğimiz gibi IŞİD eliyle bölgeyi dizayn etmeye çalışan ABD'nin, bu bağlamda IŞİD'le mücadele ediliyor görüntüsü altında nihai hedefi 
bağımsızlık olan ancak ilk etapta Suriye ve Türkiye'de özerk Kürt bölge yönetimlerinin oluşumunu izlemek, denetlemek, kontrol etmek ve gerekirse 
müdahale edebileceğini göstermeye yönelik bir baskı unsuru yaratmak için bölgedeki askeri varlığını artırmayı planmış olması büyük ihtimaldir. Bir taşla 
birden fazla kuş vurmayı yaklaşımını benimsemiş ABD'nin vurmayı istediği kuşlardan birisinin belki de en büyüğünün bu olduğunu düşünmek için 
gerekçelerimiz ve şüphelerimiz yeterince vardır. Çünkü Büyükelçi Bass "üzerinde anlaştığımız hedefleri gerçekleştirinceye kadar Türkiye'deyiz, bırakıp gitmek 
gibi bir niyetimiz yok" mealinde ifadeler kullanıyor. Çünkü Bass hatırı sayılır kuvveti anlatırken harekatın nasıl gelişeceğine ve IŞİD'e karşı en etkili 
çözümün gerekliliklerine atıf yaparak Kerry'nin doğru zaman geldiğinde bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndereceğini de adeta teyit etmektedir.

Peki Türkiye olarak biz ABD'nin hatırı sayılır askeri güçlerle bölgeye dönmesine yol açan IŞİD stratejisine ne kadar hakimiz, yönlendirme yapabiliyor muyuz, 
ABD'nin bu stratejisinin yada bunun üstündeki stratejisinin "end state"nin (nihai durum yani Suriye, Irak, Türkiye coğrafyasında neler öngörüyor, nasıl 
yapılar planlıyor vs) ne olduğunu, bu projenin kapsamını biliyor muyuz? Cevabı kocaman bir "hayır". İşin can sıkıcı yanı ise içeriğiyle ilgili hiçbir şey bilmediğimiz Türkiye'nin bekasıyla doğrudan ilintili bu projenin en önemli safhalarının Türkiye'yi yöneten AKP iktidarının verdiği açık çek ile yapılacak olmasıdır. Ancak görünen şu ki Rus tehdidi nedeniyle (Kırım'ın işgali, Ukrayna'nın de facto bölünmesinden sonra) Doğu Avrupa, Baltık ve Kuzey Avrupa ülkelerinin topraklarını Amerikan askerlerine ve savaş makinelerine açmasıyla söz konusu ülkelere yığınak yapan ABD, IŞİD tehdidi bahanesiyle ve Türkiye'nin davetiyle şimdi de Türkiye'ye yerleşiyor. Kaygı şu ki bu yerleşme sürekli bir hal alacak şekilde gelişmektedir. Eğer bu şekilde devam ederse bu Türkiye'nin kendi eliyle topraklarını Amerikan işgaline açması demektir ki kabul etmek mümkün değildir.

Türkiye'nin bölünüp işgal edilmesinden bahsederken başka yazılarda detaylıca incelenmesi gereken başka konular (Karadeniz'de sürekli ABD varlığı, Ege'de 16 
adanın Yunan işgalinde olması, Doğu Akdeniz'de Kıbrıs'ın elimizden kaymakta olması ile münhasır ekonomik bölge/enerji mücadelesinin kaybedilmekte oluşu) 
olduğunu burada önemli bir not olarak kayıt altına almalıyız ve nihai değerlendirmede yukarıda bahsedilenlerle birlikte ele almalıyız.


Sonuç olarak;

Burada yazdıklarımız Türkiye IŞİD'le mücadele etmesin anlamında değildir ama yazdıklarımız Türkiye'nin karar mekanizmasının içinde olmadığı, end state'ni 
(nihai durum) bilmediği bir projeye dahil edilmekte olduğunu bunun da Türkiye'nin çıkarlarını ve bekasını tehdit ettiğini, hatta Türkiye'nin işgaline 
yol açabilecek şekle dönüştüğünü ortaya koymaktır. Türkiye iki terör örgütü tehdidiyle karşı karşıyadır. Bunlardan PKK çözüm süreciyle birlikte yaptığı 
savaş hazırlıklarını hareket geçirmiş ve Temmuz ayının başından buyana 70'den fazla asker/polisimizi şehit etmiştir. IŞİD ise henüz topraklarımız üzerinde 
aktif bir terör saldırısı başlatmamıştır. Hal böyleyken ve PKK Türkiye açısından öncelikle tehditken Batı dünyası Türkiye'ye"PKK terör örgütüyle müzakere, IŞİD 
terör örgütüyle mücadele" dayatmasında bulunmakta, adeta Türkiye'nin güvenlik politikasını kontrol altına almak istemektedir.

Türkiye mevcut durumda PKK terör örgütüyle mücadele ederken Suriye'de savaşan taraflar arasında yer almadan da IŞİD'le mücadele edebilecek imkan ve kabiliyettedir.Buna da PKK terör örgütüne yönelik operasyonlarını sürdürürken Türkiye'nin içindeki IŞİD yapılanmasını ve mevzilenmesini tespit edip çökertmekle başlayabilirdi. Sınır hattının hemen üzerinde askerimizin IŞİD tarafından şehit edilmesi halinde de şimdi yaptığı gibi koalisyonun (ABD'nin) 
tutumunu beklemez, tezkere gerektirmeyen uluslararası hukukun kendisine tanıdığı meşru müdafaa ve sıcak takip hakkını kullanarak karadan ve havadan girerek sınırın hemen dibindeki IŞİD hedeflerini vurup dağıtabilirdi. Ama Türkiye IŞİD'in yurt içindeki yapısını/hücrelerini çökertecek operasyonları yapmadığı 
gibi 01 Eylül 2015'te sınır hattı üzerinde askerimizin IŞİD tarafından şehit edilmesinden sonra meşru müdafaa ve sıcak takip hakkını da kullan(a)mamıştır. 

Bu durum şunu göstermektedir: Türkiye terör örgütleriyle mücadelede kendi stratejisini (eğer varsa) uygulayamamakta, dış yönlendirmelere ve dayatmalara 
maruz kalmaktadır. Bunun sonucunda da aynı şimdi olduğu gibi topraklarının işgaline dönüşebilecek şekilde ucu açık, sınırlamaları olmayan bir mutabakatla 
ve sahibinin ABD olduğu IŞİD'le mücadele stratejinin öngördüğü bir yapıya ve projeye dahil olmak zorunda hissetmektedir. Bütün bu gelişmeler Türkiye'nin 
ulusal güvenliğini ve bekasını bugüne kadar hiç olmadığı kadar tehdit altına almaktadır. Çünkü Türkiye gözümüzün önünde bölünüp işgal edilmektedir... 


Cahit Armağan Dilek
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com


***