31 Aralık 2017 Pazar

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM BÖLÜM 3

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM  BÖLÜM 3


E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Açıkları varsa, bunlar giderilir, denetimi iyi olarak yapılırsa, olabilir yani. Konu 150-200 bin kişilik bir özel güvenlik kuvveti 
doğdu diye yorumlamak biraz bence aşırı oldu, çünkü o güvenlik kuvveti 
Ankara'nın Karum'undan, Armada'dan tutun, bilmem nereye kadar, yani Türkiye sathına yayılmış ve birimleri ikişer, üçer kişi. Benim oturduğum sitede de Onur Güvenlik var, işte 6 kişilik bir heyetle vardiya usulü orayı koruyor, o da bir güvenlik. Onlarla bunu biraz karıştırmamak lazım gibi geliyor bana.

ALİ GÜLBAHAR- Bu konuya münhasır olarak bir şey daha ilave etmek istiyorum: Şu noktada size katılıyorum, yani şöyle bir tespit var benim de: Sokağın bu ülkenin sorunlarına sahip çıkma, çözüm arama, cevap bulma anlamındaki standardı, bu sorunun sahiplerinden daha yüksek şu anda. Eğer bu doğruysa, o fark kendini sokaktan dayatacaktır, yani çözümün sokakta aranması halinde iç müdahale en örgütlü kesiminden gelir sokağın, yani o anlamda bir potansiyel tehlike olabilir. Bu ülkede biz şunları da gördük, yani en azından benim yaklaşık 20 yıllık kamu tecrübemde de. Bu tür model örgütlenmelerin daha sonra daha 
sofistike örgütlenmelere bir anda insan kaynağı sağlaması anlamında, hadi bakın, bunlar zaten bu eğitimi almışlar, savunmayı biliyorlar, yarı askeri, yarı 
militer güçlerdir, hadi bunları asker yapalım, polis yapalım veya polis benzeri 
bir şey yapalım, yetki verelim; bu olabilir, bu doğaldır, yani sözünü ettiğiniz 
şeyin böyle bir tehlikesi var. Bu anlamdaki tehlikelere ben de katılıyorum, bu 
doğrudur; ama silahlanma anlamında, kontrolü anlamında bence şu an şu gün 
itibariyle bir problem olduğunu sanmıyorum. 

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Beyefendiye çok katılıyorum. 

Bir de, lise mezunu kaydı var biliyorsunuz yasada, özel güvenlik görevlisi 
olabilmek için lise diplomasını ibra edip, ondan sonra da eğitim alıyor, o 
eğitimini de valilik polis vasıtasıyla, jandarma vasıtasıyla imtihan ediyor, 
ondan sonra birer de belge veriyor. Ayrıca, eğer valilik uygun görüp de, 
bunların silah taşımasına uygun diyorsa, bölgesinde, yani o bölgeyi de, mesela 
bizim barajın inşaat bölgesini, terörün tam ortasındadır, Şakir Paşa da çok iyi 
bilir, onun bölgesini sınırlıyor, bu bölgenin içinde ancak silah taşıyabilirsiniz diyor. O bölgenin dışına silah taşıdığınız zaman, ruhsatsız silah taşımış gibi size muamelede bulunuyor. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Paşam, o zaman ne yapıyorsunuz, biliyor musunuz? Benim bölgemde bu güvenliği sağlasın, nöbeti bitince de ben bunu PKK'lının eline teslim edeyim, silahsız olarak gitsin, keklik avlansın demeye geliyor bir bakıma da.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Şimdi yani…

OSMAN NURİ EYÖVGE- Şey etmeyin, ben bu konuya fazla şey değil. Burada bir sonuç cümlesi kullanacağım: Yukarıda saydığım kanunların dışında, Ceza Kanununda, Ceza Usul Kanununda, Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda yapılan değişiklikle, devletin elini, kolunu bağlarken, Şemdinli olayları dolayısıyla Hakkari Valisinin deyimiyle, mahalli liderlerin, yani HADEP'li belediye başkanlarının her dediğinin yapıldığı bir ortamın yaratılması vesile oluştu. HADEP'li belediye başkanı elini kaldırmıştır, millet ayaklandırmıştır, elini indirmiştir, millet durmuştur. Bunu Sayın Başbakan da görmüştür.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Burada bir şey söyleyebilir miyim?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Evet.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Orada HADEP'li belediye başkanının oradaki halkı kontrol altında tutması konusu, çıkan yerel kanunun belediye başkanına verdiği yetkiden mi kaynaklanıyor, yoksa o belediye başkanının o halk üzerindeki daha değişik bir otoritesinden mi kaynaklanıyor?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Daha değişik otoritesinden. Ama şimdiki mevzuatla da, yeni yaratılmak istenilen bu mevzuatla da, bunun hukuki ortamı yaratılmak isteniyor, altyapısı yapılmak isteniyor.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Hukuki olarak da zaten güç kazandıktan sonra bunu daha rahat bir şekilde yapar demek istiyorsunuz.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Şunu ekleyebilir miyim, ona da cevap verirsiniz. Vali Beyin beceriksizliğinden de olmuş olabilir mi?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Doğrudur.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Yani hiçbir riski göze almamış, elinde orada komando tugayı var, bilmem jandarması var, her bir gücü var, o bölge özel bölge içinde, hiçbir şey kullanmamış. Ben valime de soracaktım, size de müsaadenizle sorayım: Iğdır'ın nüfusu ne kadar Sayın Valim?

MUSTAFA TAMER- 70 bin civarında.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Tunceli'nin nüfusu 86 bin, şehir merkezi 24 bindir, 
bunun 16 bini -Şakir Paşam son rakamları daha iyi bilebilir- yerli, kalan 8 bini 
memur, komanda tugayı, asker, yani bizler. Diğerleri 16 bin. Eğer bizim 
yetiştirdiğimiz doktor unvanlı valilerimiz, yetiştirmek için bu kadar çaba sarf 
ettiğimiz valilerimiz 20-30 bin kişiyi yönetemiyor mu yani, oralarda yönetim 
sorunu çıkıyor. Yetkisini mi kullanmıyor, kullanmak mı istemiyor? Bunları da 
değerlendirmek lazım.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Paşam, İl İdaresi Kanununda bir hüküm var, valinin güvenlikle ilgili görevlerini saymış; şunu yapar, şunu yapar diye bir madde var. Vali gerekli gördüğü diğer bütün tedbirleri alır. Bu hüküm nedir? Bu hüküm, 
inisiyatif kullanmaktır. Sokağa çıkma yasağı ilan edebilir, silahları 
toplayabilir, yani o inisiyatifi valinin kendisinin kullanması lazım. Hatta bu 
maddeyi açmak istediler, maddeyi açarsanız, kendi kendinizi sınırlarsınız. Başka 
bir örnek vereceğim: Diyarbakır Valisi, bu son vali, Diyarbakır'a gittiği gün, 
Hevsel Bahçelerinde operasyon yapıyor emniyet ve jandarma güçleri. Emniyet 
müdürü valiyi havaalanında karşılıyor, vali diyor ki, "sizin o operasyonunuzu 
tasvip etmiyorum"

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Daha ne olduğunu bile bilmiyor.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Bilmeden. Göreve başlıyor, biliyorsunuz, toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkında bir kanun vardır,o kanuna göre belirli alanlarda ancak toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılır ve güzergâhı da var, "Ben kaldırdım, bütün güzergâhları da kaldırdım" diyor. Sözlü olarak şunu diyor: "PKK bayraklarıyla yürüseler, PKK lehine slogan atsalar, yine bir şey yapmayacaksınız" Bu vali Avrupa Birliğine en uygun vali olarak lanse ediliyor ve hatta Avrupa Birliği heyetinde başmüzakereci yardımcısı olarak atanması da söz konusu bu valinin. 

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- O görevi iyi yapabilir de efendim, valiliği yapamadığı muhakkak. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Takdirlerinize bırakıyorum.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Benim ölçüme göre öyle.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Benim meslektaşım, ben takdirlerinize bırakıyorum.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yalnız konu şöyle: O valiye de fazla suçlamada 
bulunmayın. Tanımam, etmem, ama sistem böyle, yani sistem ne istiyorsa vali de ona göre hareket ediyor. Orada Şemdinli olaylarında, oradaki o cenaze kaldırma konusunda 10 bin kişi, 30 bin kişi, bazılarına göre 40 bin kişinin toplanıp, yürümesi konusunda vali bir tedbir alır, ortalığı yakıp, yıktırabilirdi, ama istenen o değil. İstenen, kavga çıkmasın, hadise olmasın, iğdiş edilmesi, 
ortalık velveleye verilmesin, ama ne yaparlarsa yapsın. Bayrakla da yürüsün, 
bilmem neye de küfretsin, devletin aleyhine de çalışsın, her şey olsun, ama 
hadise çıkmasın. Sonunda da bu hadisesiz bir şekilde sonuçlandırılmıştır diye 
televizyonlarda, haberlerde, gazetelerde defalarca da başarıymış gibi ifade 
edildi. Eğer bu hadise değilse, neresi hadisedir bilmiyorum. Hadise, oradan iki 
tane jet uçağının geçmesi oldu, hadise o oldu, öbürleri hadise değildi. Neler 
oldu, onlar hadise değil, çünkü arzu edilen bu. Her şeyi yumuşak bir şekilde 
kabullenmek, bunun tepki vermesine, üstüne gidilmesine engel olmak ve ortada 
hiçbir şey yokmuş, Türkiye sükunet içerisinde her şeyin üstesinden gelebilir bir 
vaziyettedir diye dışarıya ve içeriye karşı lanse etmektir, konu budur. Sistem 
bunu arzu edince, oradaki vali ne yapsın? Vali tutup da, o gün sokağa çıkma 
yasağını ilan etseydi, iki saat içerisinde o valiyi görevden alırlardı. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Daha iyiydi ama.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Vali de zaten görevden alınmayayım diye, ne ona ses çıkartmıştır, ne de ona. Orada asker de görev yapamamıştır, vali de görev yapamamıştır, kimse görev yapamamıştır, çünkü görev yapması istenmiyor ondan orada, sistem bunu arzu ediyor.

OSMAN NURİ EYÖVGE- O zaman orada oturulmaz Paşam, istifa da bir erdemdir.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Tabii.

Ondan sonra da Hakkari'deki bilmem ne olayında valiyi aldılar, yerine bilmem 
neyi verdiler, bir şeyler oldu, bir sürü bir sürü şeyler. 

Buyurun efendim, katkılarınızı ve sorularınızı bekliyoruz.

ETHEM AKAY- Olaya biraz teorik açıdan bakmakta fayda var, çünkü somut olaylardan bir neticeye ulaşmak bana göre biraz zor. Günümüzde bu sorunların temelinde ne var, ilk önce bunu tespit etmek lazım. Bir fotoğraf var, bu fotoğrafın arkasını görmemiz lazım ki, bu fotoğrafı iyi anlayalım, ona göre de çözüm üretebilelim. Bir defa, dünyada devlet kavramı bir tartışma halini açalım. Bu devlet kavramının içerisinde devletin işlevleri tartışma konusu. Bunun içerisinde ne var? Kamu hizmeti kavramı, bizim de söylediğimiz her şey bu kamu hizmetiyle bağlantılı bir şey. Kamu hizmeti kavramındaki bir değişiklik söz konusu. Bu kamu hizmeti kavramındaki değişiklik aynı zamanda devletin, yani merkezi idarenin işlevinin ne olması gerektiği, mahalli idarenin veya idarelerin işlevinin ne olması gerektiği sorununu gündeme getiriyor. Bu sorunun cevabını iyi verdiğiniz takdirde ve bununla bağlı olarak, oluşturulacak sistemin, siyasi sistemin ve sizin muhafaza etmek istediğiniz veya muhafaza edip, daha geliştirmek istediğiniz sistemlerin uyumlaştırılmasını nasıl sağlayacağımız sorunu var. 
Türkiye şu bir gerçek, artık klasik anlamdaki kamu hizmeti kavramı bitti, yeni 
bir kamu hizmeti kavramı var. Bu kavramın Türkiye'ye veya ülkemizdeki 
tartışılmasının sebebi, Avrupa Birliği meselesi var, Avrupa Birliğinde artık 
kamu hizmeti kavramını kullanmıyorlar. Evrensel hizmet, evrensel hizmetin 
dışında kalan hizmet alanları bu rekabete açılacak, devlet de kendisi 
çerçevesinde bu rekabetin içerisinde yer alabilecek, ama asıl aktör olamazsın 
diyor. Bu çerçevede içerisinde ekonomik alanda devletin küçülmesi,
 özelleştirilme vesairenin arkasında yatan sebeplerden biri bu. Artık devlet
 birtakım alanlardan elini çekmek zorunda. Elini çekerken, ama devlet olma
 vasfını kaybetmemek lazım, işte bizim sorunumuz bu. Devlet olarak bazı 
alanlarda küçülebilirsin vesaire, ama orada kural koyma, koyduğun kuralı adam 
gibi denetleme, o kurala da riayet etmeyenin cezasını vermeme gibi bir lüksün 
olamaz. Eğer birisi Türkiye Cumhuriyetinde, Türkiye cumhuriyetinin en kutsal 
değerlerine saldırıyorsa, kim olursa olsun, en acımasız şekilde cezalandırılması 
lazım. Dünyanın hiçbir yerinde buna müsamaha edilmez.Fransa'dan örnek vereyim:
 Fransa'da FIS olayında, FIS'in başında bir yerde namaz kılarken gördüler, tak
diye vurdular. Yargısız infaz diye ertesi gün gazete şey yaptı, bitti olay;
devlet budur, devlet otoritesini gösterecek. Ceberut devletten taraftar 
değilim, ama devletin vatandaşa hak ve hürriyet tanıması gerekir, bu anlamda
mahallileşmeye taraftar olabiliriz, fakat devletin koymuş olduğu kuralların
dışına çıkıldığı zaman, onun da cezasını verilmesi lazım.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Denetimi kaldırdılar mı Avrupa Birliğinde?

ETHEM AKAY- Denetim kalkmaz.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ama bizde tamamen kaldırıyorlar.

ETHEM AKAY- Ben oradaki kamu hizmeti kavramıyla, mesela şu anda Türkiye'deki tartışılan noktalardan bir tanesi, kamu hizmetinin, özellikle ekonomik alandaki bölümünün tedrice ne yapılması, özel sektöre geçmesi. Özel sektöre geçirilirken de, bunun özelleştirme yöntemi vesaire, birtakım yöntemler şey yapmış. Bu siyasi iradenin tercihi, bu siyasi iradenin tercihine bir şekilde saygı duymak lazım. Niye? Demokrasi kültürü gereğince. Ancak şunu da söylüyorlar: Hem Avrupa Birliğindeki, hem dünyadaki gelişmelerde, hem de biz teorik anlamda şunu söylüyoruz: Ekonomik alandan çekilebilirsin, ama çekildiğin alanda boşluğun yaratılmasına sebebiyet verecek bir ortam yaratamazsın, o anlamda kurallarını koymak zorundasın, kurallarını koymak yetmez, o kuralları denetleyeceksin. Denetleme sonucunda da gereken müeyyideyi uygulayacaksın. Kitaplarda hep şu söylenir: Merkezi idarenin faydası bu, sakıncası bu, işte mahalli idarenin faydası bu, sakıncası bu. Ben şuna inanıyorum: Güçlü bir merkezi idare iradesi olması lazım. Bu çerçeve içerisinde birtakım hizmetlerin yürütülmesinin mahallinde olmasına taraftarım, ama bu mahallinde olmanın yöntemi ne olmalıdır? İki yöntem olur, dekonstraksiyon dersiniz, ya desantralizasyon, yani merkezdeki yetkiyi sizin temsilciniz olan kişilere verirsiniz, valiye verirsiniz, kaymakama verirsiniz veya desantralizasyon dediğimiz, bu mahalli idarelere verirsiniz. 

Türkiye'de bunun hangisi yerinde olur? Bu kurallar demokrasi geleneğinin 
yerleşmiş olduğu ülkelerde, ekonomik refahın da belirli bir noktada olduğu 
yerlerde iyi netice verir. Biz teorik anlamdaki sıkıntımız bu. Teorik anlamdaki 
doğru olan şeyi, Türkiye'nin şartlarıyla uyumlu hale getiremiyoruz. Türkiye'nin 
şartlarını göz önünde bulundurmak lazım. Türkiye'de ekonomik refah belirli bir 
noktaya gelmeden, Türkiye'de devletiyle sorumlu olan insanların bir şekilde 
yaratıldığı yere siz yetki veremezsiniz, verdiğiniz zaman intihar edersiniz, 
dünyanın hiçbir yerinde kimse vermez. Mesela, Fransa'da desantralizasyon 
dediğimiz olay, tedricen vermişler, yıllara sarih olarak veriyor, 30-40 sene 
içerisinde veriyor ve teker teker bir yetki veriyor, üç sene, beş sene 
uygulaması sonucunda ortaya çıkan sorunu çözüyor, ikinciyi yapıyor. Biz burada 
bir yanılgı içerisine girdik. Denildi ki, yerelleşeceğiz, hizmetler daha iyi 
olacak, kalitesi artacak, verimlilik olacak, kamu kaynaklarının etkin, verimli 
kullanılması sağlanacak vesaire vesaire. Güzel şeyler, söylem olarak güzel 
şeyler, ama siz o yetkiyi kime vereceksiniz? Bilgisi onu yapmaya yeterli olmayan bir kimseye, ehil olmayacak ve kötü niyetli olacak, bir de sistemle sorunu olacak; böyle bir yetki verilmenin arkasında ya o yetkiyi verenin bir 
cehaletinden bahsedilir veya başka şeyinden bahsedilir, bilemiyorum. Mesela, 
Fransa'da en sonunda diyorlar, tamam, biz yetkileri verdik, birtakım gelirlerini 
sağlıyor vesaire vesaire. Netice itibariyle diyor ki, devletin ülkesi ve 
milletiyle bölünmez bütünlüğüne ilişkin bir faaliyet veya bir olay olduğu zaman, 
vali her türlü önlemi alır, anayasasına koymuş. Biz olaya şu açıdan bakıyoruz: 
Tamam, yetkileri verelim, iyi demokratikleşeceğiz, Avrupa Birliği bunu söylüyor 
vesaire vesaire. Avrupa Birliği falan bunu da söylemiyor, Avrupa Birliği kendisi 
bunu söylese, oluşturmak istediği hukuk sisteminde niye merkeziyetçiliğe 
gidiyor? Biz karşı tarafın mesajını iyi anlamamız lazım. Yanlış mesajı algılama 
yöntemiyle yanlış neticelere ulaşırız. 

Bu çerçeve içerisinde yapılmış olan şeylerin bir kısmında hak veriyorum, olması 
gerekir diyorum, fakat zamanlama doğru değil. Doğru kararı verirsiniz, fakat 
vermiş olduğunuz kararın uygulanmasında doğru zamanı seçmezseniz, yanlış netice alınır. Az önce işte valinin basiretsizliğinden bahsedildi. Belki vali çok iyi 
yönetmiş, iyi kararlar almış, ama aldığı kararı uygulaması gerektiği zaman 
uygulamamış, 5 saat sonra uygulamışsa, o kararın bir ehemmiyeti kalmaz. 
Türkiye'de de bu işler kamu hizmeti anlayışına uygun olarak yeniden yapılanmaya ihtiyaç var. Bu yeniden yapılanmada şeffaflık da olacak, katılım da olacak vesaire, ama bunun zaman içerisine yayılması gerekir. Birdenbire 
demokratikleşeceğiz, sorunları çözeceğiz argümanıyla yola çıkarsak, kötü 
neticelenecek. Bana göre de, şu anda Türkiye'nin bulunduğu fotoğraf bu.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Müsaade ederseniz, bir ara verelim.

İKİNCİ OTURUM


E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Kaldığımız yerden devam edelim. En son açıklama, biraz da işin doğru noktası gibi geliyor insana, yani bir taraftan demokratikleşme açılımları, bir taraftan merkezin hantal yapısından mahalli yapılanmaya, yani ademimerkeziyete, diğer bir yerel yönetimlere, yerel yetkilere doğru bir gitmenin faydalı olacağı, ancak bunun zamanlamasının, yerinin çok iyi tespit edilmesi lazım geldiği, eğer bu olmadığı takdirde, iyilik yapayım derken, doğru sonuçlara ulaşayım derken, ülkenin bütünlüğünden, birliğinden, merkezi 
otoritenin ortadan kalkmasına kadar uzanan bir yelpaze içerisinde güvenlik 
zafiyeti ve bütünlük zafiyeti içerisine girebileceğimiz de ifade edildi. 
Fransa'daki örnekler de verildi. Fransa'daki örneklerin bunların yedire yedire 
yapıldığı, bir tanesinin yapılıp, iki üç yıl beklenip, uygulamadan doğan 
aksaklıkların tespit edilip, onları giderici önlemlerin alınıp, ondan sonra 
devam edilip, daha sonra bir sonraki aşamaya geçildiği de ifade edildi. Tabii 
ki, Türkiye'nin şimdiki durumuna baktığımız zaman, Türkiye'de hem dışarıdan kötü niyet var, hem de buna hizmet eden içeriden kötü niyetli kişiler var. İkisi bir araya geldiği zaman, böyle bir yapılanmanın birdenbire ortaya çıkması, ülkenin hakikaten bütünlüğünü ortadan kaldırır ve dibine dinamit koyar. O zaman ne yapmak lazım? Onu tespit etmemiz gerekiyor. Mevcut yapı biraz da bozuldu, yani belki eski yapı, bu kanunlar çıkmadan önce, valiliklerde illerde çok başlılık durumu ortaya çıkmadan önce, bundan 10 yıl öncesi, 5 yıl öncesindeki yapı doğru dürüst işletilseydi, belki bugünkünden daha iyi olacaktı. Hem yapı bozuldu çeşitli kanunlarla, hem de yeniden bir idare şekli de ortaya konulamadı, böyle garip bir şekilde bir idare şekli var. Öbür taraftan da, federalleşmeye kadar uzanan bir süreçte gidebilecek birtakım yerel yönetimlerin yetkilerini artırmak, bölgesel yönetimler ortaya çıkartmak gibi birtakım düşünceler de var. O bakımdan, o zaman Türkiye olarak bizim şu anda ne yapmamız lazım? Çıkan 
kanunları mı geri almamız lazım, ek kanunlar mı çıkarmamız lazım, mevcut sistemi mi muhafaza etmemiz lazım, bunu mu iyileştirmemiz lazım, yoksa hakikaten biraz önce kötü niyetli kişiler de olduğuna göre, kötü de niyet olduğuna göre, öbür türlü sisteme geçmenin mahzurlarını mı çıkıp anlatmamız lazım? Bunlar üzerinde kafa yormamız gerekiyor. Bunlarla ilgili sorularınız ve yorumlarınız varsa, onları alalım müsaade ederseniz. 

ÜNSAL AKTAŞ- İsmiyle müsamahama, beyin fırtınası diye toplandık, vaktimizi 
buraya teksif etmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla biraz sevimsiz de olabilir, suya 
sabuna dokunuyor diye de telakki edilebilir, içe dönük bir yaklaşım olarak da 
kıymetlendirilebilir. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Zaten beyin fırtınasında fikirlerin biraz da uçuk 
olması, insanların kafasını çalıştırmaya ve bazı şeyleri düşünmeye sevk 
ettiğinden, sınırları ve duvarları olmayan düşünce merkezi burası da zaten, onun için serbest.

ÜNSAL AKTAŞ- Ethem hocanın devlet noktasında altını çizdiği ve Sayın Başkanın da sistem diye bir atıf yaptığı noktada söz almayı yeğledim, o çerçeveyle sınırlı 
kalmaya çalışacağım, ama heyetimizin farkı fark edesi noktasındaki, biraz 
ölçüleri aşabilirim, katkı olacağı ümidiyle.

4 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM BÖLÜM 2

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM  BÖLÜM 2



OSMAN NURİ EYÖVGE- Atma.

MUSTAFA TAMER- Atmazsan ne yapacaksın?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Atma, bir yerde tıkansın.

MUSTAFA TAMER- Atmadığın zaman bitti devlet, zaten bir şey yok.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Tıkansın.

MUSTAFA TAMER- Ne yapacaksın, yani yol ayrımına gelmişsin. İl özel idaresinin 
parasına, diyelim ki 30 kişilik il genel meclisinde 25 tane HADEP'li hâkim, senin vali olarak orada bir yetkin yok ki, ne yapabilirsin?

OSMAN NURİ EYÖVGE- O zaman yetkiniz yoksa, valilik de yapmayın beyefendi.

MUSTAFA TAMER- Neticede diyeceğim şu: Fiilen sistemi mevcut haliyle muhafaza ederek, çürütmeye devam etmenin yanında, acil tedbirler alıp, "oralarda neler yapılabilir?" konusunun iyi araştırılması lazım. Bence olağanüstü hal bölge valiliği sadece güvenlik mülahazalarıyla değil, ekonomik ağırlık olarak devam ettirilseydi veyahut da kaldırılmasaydı. GAP İdaresi var, şu anda devam ediyor, neden Ankara'da oturuyor bu adam? Bölge valiliğini ekonomik valilik şeklinde dönüştürüp, o bölgeye süratle nüfuz etmek lazım. 


Özetle demek istediğim şu Komutanım: Mevcut yapıyı aynı şekilde muhafaza etme bence yeterli değil, çünkü öteden beri bu araştırmalar söz konusu, ta Osmanlıdan beri geliyor. Yeni bir model ortaya çıkarıp, ama tabii, ulusal devlet, güvenlik ve bizim ulusal bütünlüğümüz, idarenin bölünmez bütünlüğü ilkeleri çerçevesinde yeni arayışlara açık olmakta fayda var. Teşekkür ederim.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Soruları ve katkıları bekliyoruz efendim. Buyurun efendim.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Efendim, ilk soruyu size soracağım, ikinci soruyu da Sayın Tamer'e soracağım. Ümit Bey de aynı şeyi söyledi, siz de söylediniz; telaffuz ettiğiniz federalizm, nihai şekillenme mi, bir ara geçiş mi? Şu anda soruyorum: Üniter yapıda da, federal yapıda da bir üst idare var. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Anladım ben. Bundan sonra Türkiye'nin bizim ifade etmeye çalıştığımız konu, şu anda il idaresine, yani illere göre bir yönetim 
vardır. Ancak gerek Avrupa Birliği giriş sürecinde ve gerekse bu süreci 
destekleyen iç dinamikler, yerel yönetimlere daha çok yetkiler vermek suretiyle, 
merkezle olan bağı mümkün olduğu kadar hafifletmek.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Ayrılığın altyapısı.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Evet, dolayısıyla ayrılığın altyapısını oluşturmak ve bu altyapılar vasıtasıyla bölge valilikleri de tesis etmek suretiyle, o alt yapılar içerisinde federatif bir yapıya doğru gitmek ve bu federatif yapıları zaman içerisinde güçlendirmek; şu anda bizim gördüğümüz manzara bu. Bunu bir ara geçiş olarak kabul etmek, zaman ilerledikçe, şartlar müsait oldukça bu federal bölgelerin kopma noktasına gelip, daha sonra da kopmasını temin etmek; tarif etmeye çalıştığımız manzara bu. "Biz idareyi iyileştiriyoruz" derken, ülkenin bütünlüğüne zarar verecek bir uygulama içerisine girmeyelim, bunun tehlikeleri var, bunları nasıl önleriz, bunun için uygun hareket tarzı nedir diye bir araştırma içerisindeyiz.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Şimdi Sayın Tamer'e sormak istediğim, biyografisini görmedim, 
lisans eğitiminiz hukuk mudur acaba?

MUSTAFA TAMER- Bu kitabın arkasında var, Siyasal Bilgiler.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Siyasal Bilgiler Kamu Yönetimi Bölümü.

MUSTAFA TAMER- Evet.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Bunu şunun için sordum: Anlattıklarınızı dinlerken, bu bölgesel 
yapılanmaların meri hukuktaki yerini merak ettim, anayasal dayanağı var mı diye sormak isteyeceğim. Ethem hoca idare hukuku doçentidir, şüphesiz o çok daha vukufla söyleyecek. Türk devlet sisteminde merkezi yönetimle taşra teşkilatı arasındaki ilişkilerin nasıl düzenlendiği malum. Bu sözünü ettiğiniz sistem buna oturuyor mu, bunun dışına çıkıyor mu, tüm anayasanın ruhunun değişmesi icap edecek mi? 

SALONDAN- Edecek.

SAVAŞ ÖZDAĞ- O zaman nasıl söyleyeyim, anayasal iradeyi arayacağız. Bu mümkün olabilecek mi, yani Meclisten sadece bir kanunun oylanmasıyla bu 
söylediklerinizin hayata geçmesi sanıyorum mümkün olmayacak, değil mi?

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Ondan sonra ek kanunlar falan çıkması gerekiyor, anayasayı zorluyor.

SAVAŞ ÖZDAĞ- Acaba değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hükümler arasına bu giriyor mu? Sınırlı bir anayasal irade dahi bunları hayata geçirmeye yetmez 
diyebilir miyiz, yani kurucu irade deriz ya, anayasayı ilk yapan irade, o anlamda bir irade gerekiyor mu? Merak ettim. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Belediye Kanunu hakkında, Özel İdare Kanunu hakkında Anayasa Mahkemesinde davalar sürmekte ve anayasaya aykırılıktan açılmış bir davadır. 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Muhalefet partilerinin şeyi.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Hatta Cumhurbaşkanının açtığı davalar da var.

MUSTAFA TAMER- Ben söylemiştim, anayasamıza göre il sistemi asıldır, bölge 
istisnaidir. Dolayısıyla Bölge Valiliği Kurulması Hakkındaki Kanun, bu nedenle 
anayasaya aykırı bulunduğu için, yeni bir kanunla kaldırıldığını biliyoruz. 
Neticede bu İçişleri Komisyonu Raporu var, bu kitabı baktığınız zaman, 58 nci 
sayfada var. İçişleri Komisyonu 1984 yılında "İl sistemi asıldır, yeni bir 
kademe yaratılmaktadır, bölgesel kuruluşlara yasal dayanak getirilmeye 
çalışılmaktadır. Neticede danışma meclisinin ve diğer kurumların getirdiği 
düzenlemeler anayasaya aykırıdır" diye rapor vermiş. Bölge uygulaması fiilen 
var, ama ben dediğim gibi, fiilen bölge kurulması asıl olmuş, il teşkilatı 
istisna gelmiş, ama anayasaya göre asıl olan il teşkilatıdır, bölge istisnaidir, 
sadece sınırlı kalması lazım. Mevcut eğilim de, mevcut hükümetin şeyine de 
baktığımızda, esasında bu bölgesel kuruluşları kaldırmaya çalışmaktadır; Köy 
Hizmetlerinde olduğu gibi. Ama bunları kaldırmaya gücü yeter mi, yetmez mi 
bilemiyorum tabii.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Paşam, ben bu konulara çok daha değişik bir açıdan bakmak istiyorum. 1982'de bölge valiliği, o ihtilal hükümetinin bir şeyi, genelge gibi bir metinle kurulmuş bir şey, onu ben bölge valili anlamında görmüyorum. Bölge valiliği anlamında ilk kuruluş Olağanüstü Hal Bölge Valiliği Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname. Cumhuriyet kuruluşundan bu yana üniter devleti sonuna kadar savunurken, ilk yarayı bu Olağanüstün Hal Bölge Valiliği Kararnamesiyle aldı. Bu kararname, Doğu ve Güneydoğu'da birtakım iller bu bölge valiliği kapsamına dahil edildi ve Türkiye'de ayrı bir idari yapılanmaya gidildi, üniter devlet ilk büyük yarayı Bölge Valiliği Kanunuyla aldı. Daha sonra AKP'nin iktidar olması birlikte birtakım kanunlar geçilmeye başladı. AKP mecliste anayasayı değiştirecek bir çoğunluğa sahip olduğu halde, anayasayı değiştirmeksizin, çıkardığı bu kanunlarla, anayasanın rejimiyle kurumların çatışma noktasına getirilmesine sebebiyet verdi; anayasal rejim veya üniter devlet ile kurumları çatıştırır hale gelmiştir. Ben şöyle yorumluyorum: Erbakan'ın deyimiyle, kanlı mı olacak, kansız mı olacak? Kurumlarla rejim arasında yaptırılmak isteniyor. Bu kanunların en önemlisi, Kamu Yönetimi Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanun. Bu kanunla devlet bir şirket, kamu hizmeti bir mal, vatandaş ise müşteri şeklinde tarif edilmek edilmektedir. Tekrar ediyorum, devlet bir şirket, kamu hizmeti bir mal, vatandaş ise müşteri olarak tarif edilmektedir. 

Bu çıkarmak istedikleri kanunların hemen hepsi tercüme kanunlardır. Şuna bakmak lazım: Bu kanunları en başta savunan kişi Başbakanlık Müsteşarı. Başbakanlık Müsteşarının gerek anayasa, gerekse idare hukuku açısından hiçbir nosyonu yoktur. Başbakanlık Müsteşarı bir işletme profesörüdür. İşletme profesörü olduğu için, kamuyu da bir işletme olarak görme eğilimindedir. 

Bu kanun, Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri Hakkındaki Kanunu bir sundular, 
tepkiler üzerine geri çektiler. Geri çektiler, ama ne yaptılar? Diğer kanunlara 
serpiştirmeye başladılar. Bunlardan en önemlisi, kalkınma ajanslarının kuruluş 
ve koordinasyonu ve görevleri hakkında bir kanundur. Bu kanun yeni çıktı, daha 
Cumhurbaşkanı imzalamadı bu kanunu. Bu kanun ilk sevk edildiğinde İngilizce 
ismi, o İngilizce tam karşılığı olan, "bölgesel kalkınma ajansı" ifadesi 
kullanılmıştı, bölgesel niteliğini de özellikle vermişlerdi. 

Daha sonra Özel İdare Kanunu çıkarıldı. Bu Özel İdare Kanunu, aslında Prens 
Sabahattin'in ademimerkeziyet ve hür teşebbüs felsefesinin Cumhuriyet  felsefesine karşı zafer kazanmasından başka bir şey değildir. Tekrar ediyorum,  
Özel İdare Kanunu, Prens Sabahattin'in ademimerkeziyet ve her teşebbüs
felsefesinin Cumhuriyet felsefesine karşı zafer ilanıdır. 

SALONDAN- Hangi prens Sabahattin?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ademimerkeziyeti ilk savunanlardan. İl kademesinde yönetsel federalizm, il özel idarelerini merkezi sisteme karşı özerk kılarken, kurduğu borçlanmaya ve ihale imtiyaza dayalı çalışma sistemiyle, küresel mali 
merkezlere, imtiyaz arayıcılara bağımlı kılmaktır. Bu özellikle küreselleşme 
sürecinin ancak yerleşmeyle, yerelleşmeyle yürütülebileceğini çoktan ilan etmiş 
olan küresel reform felsefecileri tarafından açıklanmış özelliklerden ibarettir. 
Şimdi bu kanunla başka kurum ve kuruluşlara verilmeyen mahalli müşterek 
nitelikteki her türlü görev ve hizmeti yapar hükmü getirilmektedir. Değil mi 
Sayın Tamer?

MUSTAFA TAMER- Evet, durduruldu Anayasa Mahkemesinde.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Bu maddeyi de, sınırları açık olarak belirtilmeyen bir yerel yönetim biçimi oluşturulmaktadır. Sınırı yok bunun. Yurtiçinde ve yurtdışında mahalli idareler ve mahalli idare birlikleriyle karşılıklı işbirliği yapılmasına karar vermek yetkisi il genel meclislerine tanınmıştır. Bu hüküm ile mahalli müşterek ihtiyaç kavramı dışına çıkılmış ve merkezi idarenin dışında yabancı ülkelerin idareleriyle ilişki kurma ve yapılanmaya gitmeleri yolu açılmıştır. 

Yine, kanunun 22/B maddesiyle, il özel idaresine verilen görevlerle ilgisi 
olmayan siyasal konularda karar alırsa, İçişleri Bakanlığının bildirisi, 
Danıştay kararıyla feshedilmektedir özel idareler. Fakat bu hüküm ile il genel 
meclisinde siyasi konuların görüşülmesinin aslında yolu açılmış bulunmaktadır. 
Karar vermeyi engelliyor, ama görüşmeyi engellemiyor, görüşmenin yolu açılmış bulunuyor. Söz konusu hüküm, siyasi konularda karar alınmasını engellemekte, ama siyasi konuların görüşülmesine mani olmamaktadır. Ayrıca görevleri arasında bulunan konularda siyasi kararlar alınabileceğini de hükme bağlamış bulunmaktadır. Örneğin, eğitim alanında, il genel meclisi toplantılarında laiklik, anadil ve benzer konularda görüşme yapılıp, karar alınması da olağan hale gelecektir, "Anadilde eğitim yapacağız" diyecektir. Bu kanun ile merkezin illerdeki temsilcisi olan valilik kurumu ya tamamen etkisizleştirilmekte ya da seçimle gelmesi sağlanarak, merkezin temsilcisi olma niteliğinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir; ya seçim, ya şimdiki gibi etkisiz bir valilik. 

Sayın Tamer çok güzel söyledi, ilde belediye başkanı var, özel idare başkanı 
diye niteleniyor, il genel meclisi başkanı var, tokmak bunların elinde, davul da 
valinin omzunda, vali de encümen başkanlığı görevini yapıyor. Encümen eskiden haftada bir toplanırken, şimdi buna karşılık il genel meclisi yılda iki defa 
toplanırken, şimdi il genel meclisi her ay toplanır. Özel idarelerde daimi 
encümene de ihtiyaç kalmayacak, her ay toplandığına göre, genel karar organı da il genel meclisi olduğuna göre, o kararı verecek, vali de sadece onların verdiği kararları yürütecek. İkinci tercih, il genel meclisinin başkanı vali seçimle 
gelecek olursa, o zaman kopmanın yolu daha da çabuklaştırılacak, çünkü seçimle gelmiş kuvvetli bir vali il genel meclisinin başında, istediği her türlü kararı alabilir. 

Bu yasa, anayasamızın 123, 127'nci maddelerindeki üniter devlet yapısını 
düzenleyen maddelerin hepsine aykırıdır. Bu nedenle de iptal edilmesi büyük 
ölçüde imkân dahilindedir. Aslında Cumhurbaşkanlığının bu yasayı geri 
göndermesi, il özel idaresi düzenlemesi ve öbür kamu reformu taslak tasarı yasa metinlerini gözden geçirmek için bir fırsattır. Ancak bu iktidar bu uyarıları 
dikkate alıp, değerlendirmek yerine, aynı metni birkaç değişiklikle yetinerek 
Türkiye Büyük Millet Meclisine yeniden sunmayı uygun gördü ve kanunlaştırdı. 

Sadece Özel İdare Kanunu değil, üniter devlete karşı diğer bir kanun Büyükşehir Belediye Kanunu. Gerek bizde, gerekse diğer ülkelerde idari bir birim kurulurken, üç tane önemli kriter var; iktisadi şartlar, coğrafi şartlar ve kamu hizmetlerinin gerekleri. Büyükşehir Belediye Kanunu bu üç kriterin üçü de göz ardı edilmiş, pergel metodu denilen bir metot getirilmiştir. Ne bu pergel 
metodu? Valilik binası merkez kabul edilmek suretiyle, nüfusu 1 milyona kadar 
büyükşehirlerde yarıçapı 20 kilometre, nüfusu 1 milyondan 2 milyona kadar olan büyükşehirlerde yarıçapı 30 kilometre, nüfusu 2 milyondan fazla olan 
büyükşehirlerde yarıçapı 50 kilometre olan dairenin sınırı büyükşehir
belediyesinin sınırını oluşturmaktadır. Hükümet konağının üzerine koyuyor
pergeli ve çeviriyor. İstanbul ve Kocaeli için ise, mülki sınırları ilin idari
sınırlarının tamamını belediye sınırları haline getiriyor. Başka bir deyişle, 
İstanbul ve İzmit'te Bizans'ı yeniden ihya ediyorlar. Bu kanunla yalnızca belde
ve belde sakinleriyle oynanılmakla kalınmayıp, halihazırda mevcut Köy Kanununa rağmen ve bu kanuna aykırı biçimde, bu sınırlar içinde kalan köyler bir anda mahalle oluşturdu. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Şu Bizanslaşmak ve Bizans'ı yaratmak, yani belediye sınırları ile il sınırlarının birleşmesi suretiyle Bizanslaşma konusunu açar mısınız?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ben biraz açayım, biraz da Şakir Paşama açması için şey edeceğim. Jandarma ve polisin görev alanlarını belirtirken, jandarma daha çok kırsal kesimde, polis ise belediye hudutları içerisinde görev alıyor. Benim 
orada bir bakıma kastetmek istediğim şey şu: İzmit ve İstanbul'da jandarma 
çıkarılmak istenilmektedir. Jandarmanın çıkarıldığı İstanbul ve İzmit'te 
politize olmuş bir polisle hangi yeraltı ve yerüstü dünyalarının kurulacağını da 
ben sizin takdirinize bırakıyorum Paşam. Belki biraz katı oldum, ama altında 
yatan amaç budur. 

SALONDAN- Şimdi mevzie gireceğiz, gidip evde şimdi mevzi yapacağız, savaşmaya hazırlanacağız.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Efendim, ben hem kendim silahlanıyorum, hem milleti de silahlanmaya teşvik ediyorum; suç olduğunu bile bile. Ayrıca, Sayın Valiye bir şey daha soracağım: İl Özel İdaresi ve Belediye Kanunun en önemli tanımlarından biri, mahalli mahiyetteki müşterek ihtiyaç. İstanbul'da ve İzmit'te mahalli mahiyetteki müşterek ihtiyaçların tanzim ve tespitiyle mükellef iki şey var, bir büyükşehir belediyesi, bir de özel idare. Eğer İstanbul Büyükşehir Belediyesi "bütün bu mahalli mahiyetteki ihtiyaçları ben karşılayacağım" dediği takdirde, İstanbul'da ve İzmit'te özel idareye gerek kalacak mıdır?

MUSTAFA TAMER- Özel idarenin fiilen yapması gerektiği konusunda görevler 
sayılmış kanunda. Dolayısıyla özel idarenin görev alanına girip de, örneğin 
milli eğitim, örneğin gençlik spor, örneğin çevre, örneğin köy hizmetlerini bir 
tarafa bırakmıyoruz, bu konular devam edecek, yine özel idarenin kendi 
görevleri.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Hayır, devam etmeyecek. Kanunda onları koymuş, ama kanunun ana felsefesi, mahalli mahiyetteki ihtiyaçlar. 


MUSTAFA TAMER- Ama onu Anayasa Mahkemesi durdurdu.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Dur bakalım ne çıkacak, daha sonra ne çıkacak.

Ben birkaç başka şey daha söylemek istiyorum: Sadece mahalli idare mevzuatıyla sınırlı kalmıyor bu çabalar, mesela bir dernekler kanunu çıkardılar, dernekler, benzer amaçlı derneklerde, siyasi partilerde, işçi ve işveren sendikalarında ve meslek kuruluşlarından yardım alabilirler ve adı geçen kurumlara maddi yardımda bulunabilirler. Bununla da kalmayıp, yine dernekler yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan ayni ve nakdi yardım alabilirler; bu hüküm de getirildi. 

Ayrıca, son dönemde teftiş dönen müfettiş arkadaşlarımın belirttiği bir konu 
var, bu da özel güvenlik teşkilatı kurulmasına dair bir kanunla ortaya çıkan bir 
şey. Özel güvenlik teşkilatıyla da, tahminen 150-200 bin kişilik güvenlik 
güçleri dışında silahlı bir güç yaratılmak isteniyor. Diyarbakır Belediyesini 
teftiş eden müfettişlere şu söyleniyor: Belediyenin önünde özel güvenlik 
teşkilatı duruyor. Polis içeri girecek. "Hayır, giremezsiniz. 
Burada özel güvenlik teşkilatı var" diyor. 

SALONDAN- Nereye bağlı?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Özel güvenlik teşkilatı tamamen şirket esasında kurulu bir teşkilat. 

SALONDAN- Ama sözleşme olması lazım herhalde.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Kanunu var. Kanun şirketler özel güvenlik teşkilatı 
kurabilirler diyor. 

SALONDAN- Ama yasada ne diyor? İstediği an denetler diyor. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Denetleme şeyi var. Ama yetkilerini aşarak, şimdi bakın, 
polise, jandarmaya vermediğiniz yetkileri, Karum'a gidin, "sizi arayacağım" 
diyor. Arama yetkisi yok bu adamın. Diyarbakır'da da diyor ki, "siz 
giremezsiniz, burada özel güvenlik teşkilatı vardır" Maalesef, denetimi…

SALONDAN- İçişleri Bakanlığı yapıyor, o yetkisi var, kanuna göre var.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Kanuna göre var da, yapılmıyor.

SALODAN- 2495 sayılı Kanun. 

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Ben bizzat bu işle uğraştığım için, Tunceli'de üç tane baraj yapıyor benim mensubu bulunduğum firma. Güvenlik gücü kurduğumuz zaman, mesela o buyurduğunuz şirket, belediyenin korunması, bunların silahlanma müsaadesini valilik veriyor. Valilik onlara silah taşıma müsaadesi vermiyor zaten, onların şeydeki güvenlik görevlilerinin, sizin ifade ettiğiniz, Migros'taki, şuradaki, buradaki, hiçbir tanesi silahlı değildir.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ama büyük işletmelerde silahlı.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Büyük işletmeler dediğiniz, valilik ve jandarma, 
Tunceli'de olan, eğer "bunların güvenliğinin silahlı olmasına ihtiyaç var, şu, 
şu silahları alabilir" derse, o yetkiyi de yönetmeliğin 13 üncü maddesine göre 
Genelkurmay'a soruyor. Genelkurmay bütün MİT'e, şuraya, buraya, "bu firmanın geçmişi, geleceği nasıldır, bu adamlara silah verirsek devlet aleyhine kullanır mı?" diye tetkik ediyor, "evet" diyor valilik ondan sonra, "bunlara silah 
verebilirsiniz" diyor, ondan sonra silah veriyor ve silahları da mümkün mertebe 
sınırlı ölçüde. Mesela, bizim firmamıza makineli tüfeği vermedi. Mesela, ben 
havan topu da isteyebilirdim, yani nasıl olsa ben orada güvenlik komutanlığı 
yaptım diye, havan topu da iyi olur diyebilirdim, ama bunların hiçbirini uygun 
görmedi. Mesela, gidip gelmek için zırhlı araç istedim, "yok, sizin bölge içinde 
kalacağı için size zırhlı araç da vermiyoruz" dedi. Zırhlı araçtan kastım, o 
silahlı falan, var yani, onları kastettim, onlar uygun görülmedi. Olay bu 
şekilde. 

OSMAN NURİ EYÖVGE- Paşam, burada bir küçük saptama daha yapacağım: Bu kanunda mütekabiliyet esasına göre yabancı şirketler de Türkiye'de güvenlik şirketi kurabilirler. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Yalnız, bir şey daha var. Biraz önce "polis giremez" dediniz, yani belediye özel güvenlik şirketiyle anlaşmış ve oranın güvenliğini almış, polis bir konuyla ilgili girmek istiyor, polise dur diyor. Emin misiniz bundan?

OSMAN NURİ EYÖVGE- Eminim.

SALONDAN- O yetkisi olduğu için değil.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Yetkisi olmadığı halde diyorum. 

ALİ GÜLBAHAR- Söylediğiniz bir fiili durum olabilir, ama yasal olmadığı bir 
gerçek, çünkü sadece silahlanma konusunda değil, benim bildiğim kadarıyla, yani bildiğim için söylüyorum, güvenliği sağlanacak olan şirketlerin türlerine göre güvenlik elemanı sayısını da saptıyor il koordinasyon kurulları. Dolayısıyla o sizin sözünü ettiğiniz güvenlik örgütlenmesi, mevcutlara alternatif bir 
örgütlenme değil, yani orada bir fiili durum yaratılmış olabilir, yasası vardır, 
tebliği vardır, 2495 sayılı Yasa, sonradan birtakım ilavelerle yasa numarası 
değişti, onu bilmiyorum, ama özü değişmedi, özü itibariyle yine aynıdır ve 
silahsız güvenlik anlayışı esastır o kanunda.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ama silahlı güvenlik de var.

ALİ GÜLBAHAR- Var tabii. Örneğin, BOTAŞ için böyledir, hatta beyefendinin 
söylediği gibi, kariyerler falan da alınıyor, uzun menzilli silahlar, otomatik 
silahlar, gece görüş dürbünleri.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Ama yeni bir silahlı güç oluşturuluyor. Polis ve jandarmanın dışında bir silahlı güç.

ALİ GÜLBAHAR- Çok aşırı bir tespit gibi geliyor bana.

MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- 1980 yılında sıkıyönetim eşgüdüm toplantısındayız Ankara'da, o zaman Necdet Üruğ 1. Ordu Komutanıydı, "benim askerim falanca bankanın emniyetini sağlamakla görevli değil, özel güvenlik kuvvetleri kurulsun, korusun" dedi. Ne oldu? Eğer siz bunu bu şekilde müsaade de etmezseniz, o zaman sağlamak durumundasınız; işin bir de bu tarafı var. Daha sonra bu özel güvenlik kuvvetleri yayılmaya başladı.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Peki, size şunu söylesem katılır mısınız? AKP iktidarıyla 
beraber, sermaye el değiştirdi, bürokrasi el değiştirdi, bu değişen sermaye 
kuruyor bu şirketleri. Bu sermayenin menşeine bakarsanız, biraz tereddütler 
hasıl olmaz mı?

MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- Olur tabii, oluyor zaten.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Biraz da onu kastediyorum.

E. Tümg. YAŞAR KARAGÖZ- Şuna katılıyorum: Silahsız olması silahlı olmasından 
daha tehlikeli derseniz, ona katılırım. Güruh önünüze çıktı, silah 
kullanabiliyor musunuz? Şu ortamda Türkiye'de bu güruhu zaptetmek için silah 
kullanabiliyor musunuz? Yetkiniz var mı? Yetkimiz var, ama kullanamıyoruz. 
Neden? Baskıdan kullanamıyorsunuz. Zaten bir de kendi milletiniz, demokratik 
ortam diyorsunuz. Bu işte herkesin … ben olsam ben de ederim. 

HÜSEYİN DURAN- Bu silahlı özel kuvvetleri bir yerde ihtiyaçtan doğduğunu 
biliyorum, çünkü her yere güvenlik kuvvetleri yetişemiyordu Güneydoğu'da. 
Haberleşme merkezleri, yansıtıcılar gibi, dağ başındaki telsizlerle yetişemediği 
zaman, bunların eğitimi, denetimi ve atışları da gene kontrolü yine resmi 
güvenlik kuvvetlerindeydi. Bu denetim sıkı bir şekilde uygulanırsa, bunların 
mahzurları asgariye indirilir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM BÖLÜM 1

TÜRKİYEDEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM  BÖLÜM 1


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
BEYİN FIRTINASI
http://www.21yyte.org/arastirma/ekonomik-arastirmalari-merkezi/2007/09/08/5957/beyin-firtinasi
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
15 Şubat 2005 Salı 
TÜRKİYE'DEKİ MERKEZİ YÖNETİM, YEREL YÖNETİMLER, BÖLGESEL ÖRGÜTLENME, FEDERALİZM
KONUK: MUSTAFA TAMER,

BİRİNCİ OTURUM

I- GİRİŞ


Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ- Çok değerli misafirler; 
"Türkiye'de Merkezi Yönetim, Yerel Yönetimler, Bölgesel Örgütlenme, Federalizm" konulu toplantıya hoş geldiniz.


Tabii, Türkiye ve federalizm deyince bile, insana ürpertici geliyor, ama ne yazık ki böyle bir konuyu da tartışmamız gereken bir sürece doğru itiliyor. 
Federalizm Türkiye'de üstü örtülü olarak işleyen bir süreç hâlihazırda. Ne yazık ki, gereken önem de bu konuya verilmiyor. En son çıkan Bölgesel Gelişme Yasasını incelediğimizde ki, federalizmin "güzel" örneklerinden biri, Türk basınında 2,5 santimetrelik bir yer aldığını görüyorsunuz. Bugün bu konuyu etraflı olarak incelemek için bir araya geldik. Aramızda Mustafa Tamer Bey var, kendisi merkez valisi, ama merkez valisi olmanın ötesinde bu konuyu bilimsel olarak incelemiş ve doktora tez konusu yapmış bir insan, yani meseleyi iki açıdan da biliyor. Uygulamadan geldiği için gayet iyi biliyor, meselenin içerisinde, bir de meselenin teorik çerçevesini bilimsel bir araştırma konusu yapmış durumda. 


Bizim toplantı şeklimiz, önce kendisini dinlemek, sonra kendisine yönelteceğimiz sorular olacak, soruları cevaplandıracak ve tabii bu arada yapacağımız katkılar olacak.Bu konuşma tamamen banda alınıyor, kapalı bir toplantı olmasına rağmen ve daha sonra sizlere deşifre edilerek metni dağıtılacak. 
Hepinize tekrar hoş geldiniz diyorum ve Sayın Valim sözü size bırakıyorum. 

Buyurun. 

II- MUSTAFA TAMER'İN DEĞERLENDİRMELERİ: 

Değerli Başkanım, değerli katılımcılar; hepinizi saygıyla selamlıyorum. İsmim Mustafa Tamer. Ben en son Iğdır Valisi olarak görev yaparken, 3 senedir de 
merkez valisi olarak görev yapıyorum. Daha önce, birer tane sizlere takdim edeceğimiz kitaplardan da görüleceğe üzere, il özel idaresiyle bir çalışmam 
olmuştu ve "bölge valiliği ve kalkınma" diye Devlet Planlama Teşkilatı tarafından bir eserimiz basılmıştı. Değerli hocamızın bana tevdi ettiği görev 
gereğince, sizlerle birlikte kısa bir süre fikir olması açısından neler bu konuda söylenebilir, vaktinizi almadan arz etmeye çalışacağım.


Bunun için her şeyden önce, Türkiye'de merkezi idarenin taşra teşkilatının nasıl bir gelişme seyri içerisinde olduğunun öncelikle ele alınmasında fayda vardır 
diye düşünüyorum. Tarihsel gelişimini mutlaka hepimiz biliyoruz, ama kısaca şöyle bir bakmakta da yine fayda var. Türkiye'nin idari yapısı bildiğiniz gibi, 
bölgemizdeki diğer ülkelerle birlikte köklü bir geçmişe sahip. Her şeyden önce, örneğin İran'daki gibi, bizim de devlet yapımız 2 bin, 3 bin senelik, belki daha 
fazla. Anadolu'ya Türklerin göçünden itibaren bizim idari teşkilatlanmamız, bölgemizdeki komşularımız ve diğer ülkelerle birlikte, İran, Roma, Bizans, 
Salsani, Abbasi gibi, değişik imparatorlukların etkisinde altında kalarak şekillene gelmiştir. Netice itibariyle Selçuklu da uçbeylikleri, eyalet 
beylikleri, emirlikler şeklinde bir örgütlenme görüyoruz. Anadolu Selçuklu yapılanması bu şekilde Osmanlıya da sirayet etmiştir. Osmanlı da bildiğiniz 
gibi, beylik döneminden itibaren eyalet, zaman zaman sancak, daha sonra livalar, kazalar, kariyeler, köyler şeklinde çok standart olmayan ve zamana göre değişen bir yapılanmanın varlığını görüyoruz. Bu Cumhuriyete kadar devam eden bir gelişme süreci içerisindedir. 


Özellikle Osmanlıdaki yenileşme hareketleriyle birlikte, Tanzimat Fermanı ve ıslahat çalışmaları sırasında, daha çok ülkedeki geri kalmışlığın veyahut da 
çöküşün nedenleri, yönetim organizasyonunun eksikliğine bağlandığı için, daha çok yönetimde yeniden yapılanma şeklinde bir çalışma sistemi benimsenmiştir. 
1864 yılında hidayeyi umumiye vilayet nizamnamesi, 1871 yılında yine genişletilerek devam etmiş. 1913 yılında Osmanlıların genel idare-özel idare 
şeklinde çıkarılan geçici kanun muvakkat, biliyorsunuz son zamanlara kadar yürürlükteydi, 1913 yılında il özel idareleri şeklinde devam etmiştir. 1850'li 
yıllarda kurulan belediye de, bizim yönetim sistemimize katılan bir ithal rejim bize göre. 


Bizde yerel yönetim birimi olarak kendi bünyemizden çıkan bir sistem değil. Bizim bünyemizde gerçi yerel yönetim benzeri örgütlenmeler var, vakıflar var, 
mahalli hizmet birimi olarak. Mahalle yönetimi var, yine halkın müşterek ihtiyaçlarını karşılayan, kendi yapımıza uygun. Bir de lonca sistemleri bizim 
yerel yönetim benzeri uygulamalarımız olmakla birlikte, daha çok bu mahalli idareler, yani yerel yönetimler Batıdan bize gelen ithal rejimler olarak
görülmekte.


Cumhuriyet dönemine geldiğimizde, 1921 Anayasası ve 1924 Anayasasında il yönetimine ve taşra teşkilatlanmasına, özellikle 1921 Anayasasında geniş yer 
verildiğini görmekteyiz. 1962 Anayasası, 1982 Anayasasında taşra yönetiminin hangi ilkelere göre şekilleneceği belirlenmiş. Bu ilkelere baktığımızda, 
merkezden yönetim, yerinden yönetim ilkesi var, idare kuruluş ve görevleri bir bütündür diyor. Aynı şekilde idari vesayet var, yetki genişliği var. Ayrıca 
bugün de üzerinde çok durulan, idarenin bütünlüğü temel ilkelerden biri. Merkezi idarenin taşra teşkilatlanması, mevcut gelişmelere bağlı olarak iki şekilde 
geliyor. Biri il sistemi, diğeri de fonksiyonel sistem. Bizim idari yapımız bildiğiniz üzere Fransa'dan büyük ölçüde etkilenmiştir. Fonksiyonel sistem bölge 
örgütlenmesi dediğimiz, daha çok Kıta Avrupa'sında, Amerika ve İngiltere'de gözüken bir yapılanma. Teknolojinin ve uzmanlaşmanın gelişmesi sonucunda ortaya çıkan bir yapılanma söz konusu. 1961 Anayasasında ve 1982 Anayasasında il temel alınırken, bölge istisnai bir örgütlenme olarak yer almış, ama uygulamada bölge sistemiyle il sistemi birbirine karışmış vaziyette. Teknik ve uzmanlaşmanın ilerlemesi sonucunda yetkiler daha çok bölge kuruluşlarına kaymış. Netice itibariyle karmaşık bir yapı söz konusu. Daha sonra bucak yönetimleri biliyorsunuz, fiiliyattan kalkmış vaziyette, ilçeler temel hizmet birimi olarak devam ediyor. Netice itibariyle bizim sistemimiz ikili bir yapı olarak günümüze kadar gelmiş durumdadır ve bugün ne bir yapı olacağı konusunda ayrıntılı çalışmalar mevcut Hükümet tarafından bir ekip kurulmak suretiyle devam ettirilmektedir.


Bölge konusu önem taşımaktadır. Bölgesel düzeyde örgütlenmeler il sisteminde iki türlüdür. Birincisi; il yönetimine baktığımızda, kapsayıcı valilik var. Bir de, 
sınırlı valilik diye bir sistem var. Kapsayıcı sistem Fransa'da, sınırlı valilik sistemi de daha çok İtalya'da, valiler sembolik şekilde görev yapmaktadırlar. 
Bölge düzeyinde yönetici, yönetim mekanizması iki şekilde olmaktadır. Birincisi, kurul tipi yönetim şekilleri vardır. İkincisi de, yönetici tipi. Kurul tipi 
şeylere baktığımızda, bir kurul olmakta veya ekip olmakta veya koordinasyon kurulu olmakta veya valiler toplantısı veya birlik şeklinde kurul tipi 
organizasyonlar var, bölge düzeyindeki mekanizmalarda. İkincisi de, yönetici tipi örgütlenmede ise, bir planlama örgütü veyahut da koordinatör valilik veya 
bölge valiliği veyahut da büyük il sistemi şeklinde ikili bir yapı var, yani birincisinde bir çalışma grupları, kurulları oluyor, ikincisi de tek kişiye 
bağlı bir yönetim şekli söz konusu. Bizim kendi sistemimizde bölge yönünde geçmişte çeşitli uygulamalar olmuştur. Bunlara baktığımızda, örneğin 1927 
yılında dört ilde uygulanan, dört il merkezli, 20 ilde uygulanan genel müfettişlikler söz konusu ve 1949 yılında çıkarılan İl İdaresi Kanunuyla genel 
müfettişlikler kaldırılmıştır. Daha çok asayiş mülahazalarıyla kurulan bu yönetim Erzurum, Edirne, Elazığ ve Diyarbakır illerinde, bir müddet de 
Anadolu'da kurulmuş ve kaldırılmış. Bir diğer uygulama, koordinatör valilik. Örneğin, Düzce, İzmit, Sakarya depreminde, depremin sevk ve idaresinden sorumlu deprem koordinatör valiliği kurulmuş. Bir diğer bölge uygulaması, olağanüstü hal bölge valiliğidir. Bozulan asayişi temin amacıyla, biliyorsunuz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da bazı illerle ilgili yakın zamanda uygulanan bir sistem. 

Ayrıca sistemi tamamen değiştiren, fakat uygulama şansı bulmayan önemli bir hukuki çalışma da, 12 Eylül rejimi sırasında kurulan bölge valiliği, 71 sayılı 
Kanun Hükmünde Kararnameyle kurulmuştur ve bölge valiliği Türkiye'de gerçekten tamamen yeni bir yapılanmaya gitmiştir, merkezle il arasında yeni bir kademe ve burada anormal, sekiz bölgeye ayrılmış. Mesela, Erzurum Türkiye'nin ¼'ünü içine alan bir bölge sistemiyle, 15 ile bağlı, bir ucundan bir ucuna 600-700 kilometre olan büyük bir yapılanma getirmiş. Ama iktidarın el değiştirmesi sonucunda, ilk genel seçimlerde Anavatan Partisinin iktidarı zamanında bu yönetimler Türkiye Büyük Millet Meclisinde uygun görülmeyerek, kaldırılmıştır.

Baktığımızda, bölge esasının daha çok planlama kaynaklı olmasının yerinde olacağı, bölgesel planlamanın esas alınması gerektiği şeklinde çeşitli görüşler 
kalkınma planlarında, yıllık programlarda dile getirilmiş, siyasi partilerin kendi programlarında, hükümet programlarında dile getirilmiştir, ama plan 
maalesef kendini uygulayacak bölgesel ve taşraya sirayet edecek bir yapılanmaya gidememiştir. Plan sadece kalkınma planları, merkezde karar alınan, merkez tarafından uygulanan bir yapıdan ibaret kalmıştır. Neticede baktığımızda, Avrupa Birliğinin yeni sürecinde Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı, Yerel Topluluklar ve Yönetimler Arasında Sınırötesi İşbirliği Çerçevesi Sözleşmesi ve diğer buna benzer bütün metinlerde görüyoruz ki, yerel yönetimlerin temel alınması ve taşranın büyük ölçüde merkezden ziyade, merkezin taşra örgütünden ziyade, yerel yönetimler ağırlıklı olması yönünde çeşitli telkinler gözümüze çarpmaktadır. 

Örneğin, Avrupa'daki bazı ülkelere şöyle bir baktığımızda, Fransa'da Mitterand'dan sonra bölgesel örgütler yerel yönetim temeline dayandırılmış. 
İtalya'da yine, üniter devletin korunması için, faşist rejime kaymaması açısından yine bölgesel örgütlenme ön plan çıkarılmıştır. Fransa'da da yine aynı 
şekilde yarı eyalet şeklinde bir sistem söz konusu. Daha önce 50 yıllık diktatörlükten önce biliyorsunuz, Katalanya'da, Bask'ta, 1930'lu yıllarda 
özerklikler ilan edilmiş ve ulusal bölünmezliği yumuşatılmış yarı feodal bir sistemle Fransa'ya korumaya çalışmıştır. Netice itibariyle, dünyadaki
gelişmelere paralel olarak, Avrupa'da da, örneğin Korsika'da, Bask'ta, Britanya özerkleşme kıpırdanmaları söz konusu ve bunlar daha çok bölgesel ve özerk
yönetimlerin bir araya gelmesiyle oluşmaya çalışmaktadır. 

Türkiye'ye geldiğimizde, son yıllarda özellikle sanayileşmeye baktığımızda, İstanbul, İzmir, Ankara ve Adana gibi yerlerin yanında, hemen bu illerin komşusu biçimindeki İçel, Kocaeli, Kırklareli, Tekirdağ ve Sakarya gibi birtakım yerlerin yeni alternatif sanayi merkezleri olarak çıktığını görüyoruz. Aynı şekilde, Anadolu kaplanları dediğimiz, Gaziantep, Çorum, Afyon, Kayseri, Kahramanmaraş, Karaman ve Denizli gibi yerlerde, devletin daha çok katkısı olmadan kendi kendine gelişmeler söz konusu; bunları hepimiz biliyoruz. 

Yeni bir göç yapılanması var. Bu gelişmelere bağlı olarak, Ankara, Bursa, İstanbul, İzmir, asıl göç alan merkez olmakla birlikte, yeni dönemde Antalya, 
Diyarbakır, Batman, İçel, Adıyaman, Urfa ve Van'a da yoğun bir göç olduğunu görüyoruz. Türkiye'deki bu yeni sanayileşme, bilimsel anlamda bilgi teknolojisi, 
haberleşme, ulaşımdaki gelişmeler sonucunda âdeta sistem bir alabora olmaktadır. 

Biliyorsunuz, köylerden şehirlere doğru nüfus göçü söz konusu ve mevcut idari sistem bu yükü taşıyamamaktadır, yani mevcut elbiseler bu bedene dar gelmektedir. 


Bu arayışlar içerisinde bölgesel örgütlenme konusunda çeşitli çalışmalar yapılmıştır. "Bölge bize terstir, biz bölgeye karşı çıkıyoruz" gibi kesin görüş 
bence doğru değil, çünkü zaten fiilen bölgesel anlamda çalışmalar var. Neler var? Mesela, ben size, daha çok ekonomik içerikli olmakla birlikte, GAP Projesi, 
bir bölgesel çalışmadır, Doğu Anadolu Projesi var, DAP dediğimiz, Devlet Planlamanın gündeminde olan, DOKAP dediğimiz, Doğu Karadeniz Bölgesi, Yeşilırmak Havza Geliştirme Projesi, Kızılırmak Havza Geliştirme Projesi, Marmara Bölgesel Planı ve Doğu Akdeniz Bölgesel Gelişme Planı. Bir de, Konya'nın bu konuda bir çalışması var. Bunlar aynı zamanda birer bölgesel çalışmayı gerektiren konular bana göre. Netice itibariyle bir arayışın ürünü. O nedenle bölgesel kuruluşlar yoktur, bizim amacımız mülki idare esas olsun… Mesela, ben bir mülki idare amiri olarak meslek taassubuyla buna yaklaşırsam, bölgeye karşı çıkıyorum; ama fiilen bir bölge teşkilatının olduğunu söylersem, yanlış olmak diye düşünüyorum, çünkü bölge gerçektir, Türkiye'nin realitesidir, ama bunun nasıl şekilde, en etkisiz şekilde olacağı konusunun iyi planlaması, tasarlanması lazım. 

Birkaç şey daha söyleyip, konuşmamı bitirmek istiyorum: Türkiye'de bölgesel çalışmaların daha çok üzerinde durulduğu konular, dil konusunda, bölgesel 
örgütlenme, teknik anlamda ulusal saiklerle bölgenin olsun veya olmasın şeklinde karşı çıkmalar söz konusu. Taşradaki yapılanmaya baktığımızda, idari birimler teknik olarak artması gerekirken, büyümesi gerekirken, alan olarak, nüfus olarak, bizde tam tersi bir gelişme söz konusu, küçülme söz konusu. Benim 2 sene önce en son almış olduğum bilgilere göre, mesela 128 tane ilçe il olmak için müracaat etmiş ve 592 tane belde veya nahiye gibi yerler de ilçe olmak için İçişleri Bakanlığına müracaat etmiş. Gerçi son yıllarda bu hız kesildi ve gündemden kalkmış gibi gözüküyor, ama halkın yine de bu konuda bir baskısının olduğu inkâr götürmez. Çünkü sadece ekonomik, sosyal, kültürel saiklerle değil, siyasi düşüncelerle ve diğer saiklerle il olma, ilçe olma gibi, bir gecede 103 ilçenin kurulduğunu biliyoruz. Bakanlıktan giden 15-20 ilçe teklifi komisyonda 50-60'a, Genel Kurulda 103 ilçeye çıkmıştır. Bunları 1989 yılında hepimiz yaşadık. Türkiye'de yerel yönetimlerin taşra teşkilatının bu kadar ele alındığı ve neticede gelişigüzel yapılandırıldığını hepimiz biliyoruz, ayrıca bunu 
söylemek de gereksiz bence. Bölge konusunda neler yapılabilir? Türkiye'de bence bir öneri olarak, illerde yeni yapılanmada İlhan Özay isimli bir meslektaşımız değişik bir valilik yapılanması olabilir, politik vali, yani politik, hükümetin de şimdiki tasarısında var. Hükümetle gelip, hükümetle gidecek, seçimle gelmiyor, politik, yani belli kadrolar politikayla irtibatlanır, hükümetle gelme, hükümetle gitme atamayla olabilir şeklinde bir öneri vardı. Bir 
koordinatör valilik önerisi var ayrıca, yani koordinatör vali Devlet Planlama Teşkilatı merkezli olacak ve müsteşarlığa bağlı bir sistemle bu iş olabilir diye 
düşünülüyor. Uygulamada getirilen öneriler bunlar, benim savunduğum bir görüş değil de, tartışılan konular olarak arz ediyorum. 

Bir diğeri de, mevcut yapıyı değiştirmeden, kötüleştirmeden iyileştirilebilir. Mesela, il ve ilçeler sayısı azaltılabilir, yani mevcut sistemlerde yönetim 
birimlerini kaldırdığınız zaman halk tepki verir, ama ileri bir kademeye götürürseniz halk bundan memnun. Mesela, ili ilçe, ilçe il yapmak, ili daha üst 
kademeye götürmek. Baktığımız zaman, 900 civarında büyük yerleşim yeri var Türkiye'de. Bu bir çalışmada da üçlü bir kademe öngörülüyor. Büyük il,
büyütülmüş sistem diyoruz buna, 700 civarında ilçe olsun, 100 civarında ikinci kademe il olsun, 20 civarında büyütülmüş il olsun şeklinde bir öneri söz 
konusu. 

Bir başka öneri de, bölge valiliği olarak şey yapılıyor. Bu bölge valiliği dediğim gibi, 1982'de uygulamadan son anda vazgeçilen bir sistem. Kuvvetli bir 
bölge valisi uygulaması. Atamayla geliyor, ama merkezi hükümetin tamamen her türlü yetkisini taşrada kullanan, emniyet, asayiş, ekonomik, sosyal, kültürel 
her konuda yetki sahibi bir yönetim modeli. 

Beşinci bir sistem de, Eyalet Valiliği. Tamamen bu federe devlet ve seçimle gelen, âdeta mini hükümet şeklinde, Almanya'daki gibi veya Amerika'daki gibi 
veya İsviçre'deki kantonlar gibi, kendi parlamentosu, hatta yargı görevi olan bir sistem. Bunlardan hangisinin ön plana çıkarılacağı konusu tabii tartışma 
götürür. Bunlar olmayabilir de, yani bizim ülkemiz için bunlar olsun gibi benim bir önerim şeklinde bir yaklaşımım yok, ama tartışılan konular bunlar. Mülki 
idare ve taşra teşkilatı bölgeyle ilgili baktığımızda, çeşitli çıkarmalar mümkün. Bunlardan bir tanesi, şu tespiti yapabiliyoruz ki, bizim mevcut yapımız 
Osmanlı kökenlidir, Osmanlıya dayanıyor. İkincisi, genellikle valilik mülki idare sisteminin, taşra sisteminin, merkezi idarenin taşra uzantısının 
işletilmesi için İçişleri Bakanlığına değil, Başbakanlığa bağlanmasının daha uygun olacağı, çünkü hükümetin veya devletin temsilcilerinden bir yönetici. 
Gerçi bizim meslek mensuplarımız, kusura bakmayın, size de şey yapıyorum, ama buna karşı çıkarlar, "Bakanlık olarak, İçişleri Bakanlığı olsun" filan. Ama 
öteden beri istenilen Başbakanlığa bağlanmasının daha organik olacağıdır, çünkü hükümetin taşradaki yansıması. Bucaklar fiilen 800-900 civarındaki, bucaklar 
kalkmış durumda. Zaten görev yapan bucak müdürü de kalmadı. İlçeler taşrada temel hizmet birimi ve ilçeler vazgeçilmez, ancak ilçelere kaynak aktarılması 
gerekir. İl sistemi maalesef şu anda yürüyemez bir halde. Yetkiler son çıkan kanunlarla birlikte iyice karmaşıklaştı, ilin çok iyi tarif edilmesi lazım. 
Anayasada bölge kuruluşları istisna olarak öngörülmesine rağmen, fiiliyatta bölgeler asıl, iller istisnai hale gelmiş vaziyette. Mesela, bir Köy Hizmetleri 
Genel Müdürlüğünün kaldırılması için bir sürü kıyametler koptu. 1987 yılında bu idareler politik oldukları için de, özellikle sendikaların çok güçlü olması, 
bütçelerinin yüzde 70-80'inin bu personel giderlerine ayrılması sonucunda, gayri rantabl olan bu idarelerin kaldırılması çok güç gözükmektedir. Politikayla da 
çok fazla iç içe oldukları için, kaldırılırken bir sürü problem çıkmaktadır. 

Bunlardan bir tanesi, bölge planlaması Türkiye'de ihmal edilmiştir. Acaba bölge 
uygulaması yapmamak ayrılıkların temeli de olabilir. Tersten düşünmek lazım, 
yani bölgelerdeki gelişmişlik düzeyini ve dengesizliğini gidermemek de 
ayrıcalığın bir nedeni, yani bölge kurmayalım, ama mevcut yapıyı da böyle 
koruyalım derken, sistem giderek kendisini tersine götürebilir mi; bunu da bir 
düşünmekte fayda var.

Demokratik yerel yönetim, tamamen demokratik yerel yönetim sistemi Türkiye'de uygulanabilir mi? Bana göre, bunun için henüz erken. Eyalet sistemi Türkiye için geçerli bir sistem mi? Değil. Dolayısıyla seçimle gelen ve atamayla gelen yönetim modelinin, Türkiye'nin belli bir gelişmişlik seviyesine ve o seviyeye uygun bir vatandaş tipi yetiştirinceye kadar ertelenmesinde fayda var.

Merkezdeki politikacı iki hususu taşraya vermiyor; birisi kaynak, parayı, 
ikincisi personeli. Personel ataması ve kaynak kendisinden taşraya verildiği 
zaman, ayağına kimsenin gelmemesi gibi bir şey söz konusu herhalde. 

Türkiye'nin 2000 yılında tespit ettiği, 2023 gelişme stratejisi, 2010'lu 
yıllarda bölgesel güç, 2023 yılında küresel güç olma gibi çok büyük iddiaları 
olan bir yaklaşımımız var. Fakat bu amaçların gerçekleştirilmesi için, bizim her 
şeyden önce dünyadaki gelişmelere paralel olarak, yönetim yapımızı da yeniden 
şekillendirmemiz gerektiği kanaatindeyim. 

Mevcut sistemde, mevcut kamu yönetimi reformuna baktığımızda, özellikle kamu yönetimi temel kanunu çıkmadı biliyorsunuz, bununla birlikte il özel idaresi, belediyeler, büyükşehir belediyeleri, mahalli idare birlikleri kanunları 
Meclisten geçti, uygulama imkânı buldu. Belediye Kanunuyla ilgili çeşitli 
çekinceler söz konusu. Cumhurbaşkanlığı tarafından geri çevrilmesi sırasında, 
Belediye Kanununda bazı hususların idarenin bütünlüğüne, üniter devlet yapısına, idari vesayete aykırı olduğu, dolayısıyla bunların anayasamız açısından da kabul edilirliğinin olamayacağı belirtilerek, Meclise gönderilmişti. Biliyorsunuz, Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartında "merkezi yönetim koordine etsin, temel ilkeleri, standartları belirlesin, taşrada yerel yönetimler genel yetkili olsun" şeklinde bir ilke var. Dolayısıyla özerk yönetimler taşrada istediği konuda 
kendisini görevli saysın, genel yetki taşrada olsun, özel yetkiler merkezde 
tadat edilsin, sayılsın deniliyor. Fakat bizde Belediye Kanununun 4 üncü 
maddesinde, "mahalli müşterek nitelikteki başka bir kurumlara bırakılmayan 
görevleri belediyeler yapabilir" diye bir hüküm konulmuştu ve bu en son Anayasa Mahkemesinin durdurmuş olduğu, yürütmenin durdurulması için verdiği karardan, iki maddenin biridir. Bu madde çok tehlikeli, çünkü belediye istediği zaman kendisini bir konuda yetkili addedebiliyor, âdeta bir yerel parlamento gibi. Tabii, bu Anayasanın mevcut yapısı değiştirilmeden, uygulama imkânı bulması mümkün değil.

İl özel idarelerine baktığımızda, il özel idareleri, valilik kurumuyla özel 
idarenin seçilmişlik olayında bir karmaşa söz konusu. Biz eskiden baktığımızda, 
il özel idaresinde bir tek vali vardı, şimdi valinin yanında bir ikinci kişi 
genel meclis başkanı var, üçüncü kişi genel sekreter var, yani üç tane. Geçen 
bir ile gitmiştim, üç tane ayrı otorite, üçü birbirinden bağımsız, yetkiyi 
bölmüşler, kim ne kadar yetkili belli değil. Dolayısıyla gücü az bir idare, ama 
yetkisi paylaşılmış, zayıflatılmış bir yönetim söz konusu. Merkezi yönetimi 
küçültmeden, taşraya bu yetkileri devretmeden, oradaki kişilerin yetkilerini 
artırmak bir şeyi çözmüyor. Rahmetli meslektaşımız demişti, Recep Yazıcıoğlu 
Bey, Allah rahmet eylesin, "Ankara en güzel yatırım yapılacak yer" diyordu. 
Binlerce insan giriyor çıkıyor Ankara'ya, otobüs işletmeciliği, lokantacılık, 
otelcilik, emlak, minibüsçüler, yani yeme içme barınma hizmetlerine yatırım 
yaptığınız zaman zarar etmezsiniz, çünkü Ankara bu kadar hantal bir yapıda, 
klasik 1940'lı yılların merkezi olan yer yetişmiyor, şimdi Eskişehir Yoluna 
doğru büyüyor. Merkezi küçültmeden taşrayı etkin hale getirme imkânı yoktur. 

Netice itibariyle, "taşrada bölge uygulaması olur mu, olmaz mı?" konusunun çok 
iyi tartışılması lazım. Bence, güvenlik mülahazaları, ulusal bütünlük, aynı 
şekilde hizmet gerekleri, bundan başka emniyet, asayiş, üniter devlet yapısı, 
dış politika, geleneksel yapı, tarihi geçmiş gibi konular dikkate alınarak, 
Türkiye'nin bu konuda karar vermesi lazım, çünkü mevcut il sistemi yetersiz, 
bölge kuruluşları da belki sakıncalı, ama buna ilişkin uygulamalar söz konusu. 
Biraz önce değerli hocamız açılış konuşmasında arz ettiler, bölge kalkınma 
ajansları gibi belli yapılanmalar var, ama bu da bir bürokratik, yeni bir 
bürokratik kademe olmaktan öteye gidecek bir sistem değil, çünkü her sıkıntıda 
yeni bir idare şekli kurulması sadece yapıyı biraz daha hantallaştırmaktadır. 
Bence sadeleştirmek, taşraya devretmek ve bunun demokratikleşmeyle paralel bir kültür olarak yerleştirmek gerekir. 

Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

III- TARTIŞMA

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Bugünkü toplantının maksadına bakmamız lazım. Bugünkü toplantının maksadı, Türkiye'de mevcut yönetim nasıl, bu yönetimi mevcut şartlara cevap veriyor mu?

Bir de, yeni çıkan Kamu İdaresi Yasası var; çıkmadı da, taslak halinde. Bunda 
bazı zorlamalar var, işte Başbakanlık Müsteşarının koordinesinde bu iş 
hazırlanmıştı. Bu yeni çıkan tasarı veya çıkacak olan kanun tasarısı, acaba bir 
dış baskılar sonucunda mı hazırlandı, yoksa uygulamadan doğan, Türkiye'nin 
ihtiyaçlarından mı ortaya çıktı? Bu Avrupa Birliği giriş süreciyle paralel 
olarak, bunlar da yürürlüğe girdiği zaman, Türkiye'yi bekleyen tehlikeler neler, 
Türkiye bir federalizme doğru mu gider, bu federalizme gitmesi konusunda 
birtakım önlemler almamız mı gerekiyor, acaba Türkiye neden bu konuda birtakım zorlamalarda bulunuyor, niçin federatif bir yönetime doğru itilmek isteniyor. 

Bütün bunların, soruların cevaplarını verip, bunlardan korunmak için Türkiye'ye 
özgü, şu andaki yönetim tarzının aksaklıkları ortaya çıkarılıp, bunlar nasıl 
düzeltilir, ancak bunlar düzeltilirken de, yerel yönetimlere inisiyatif vermek, 
yetkiler vermek suretiyle onların yerel konularda daha etkili ve bağımsız duruma doğru gidip, federalizmi destekler ve federalizmi yaratır biçimde ulusal 
bütünlüğü bozucu tarzda gelişmelerine de nasıl engel olabiliriz? Bugünkü 
toplantının maksadı bu. O bakımdan Valimden özetle şunu ifade etmesini
istiyorum, yani kendi ifadelerini bir sonuca bağlamamız lazım. Şu andaki 
yönetim ve idare şekli Türkiye için uygun bir idare şekli midir? Aksayan 
taraflarını düzeltmek için hangi tedbirleri almamız lazım?

Bir de, gerek dış baskılar sonucu, gerek Avrupa Birliği giriş sürecinin ortaya 
çıkartmış olduğu bazı zorlamalar ve bir de içeriden kamu idare yasası 
çıkartıyorum deyip, federalizme doğru giden yolu açmak isteyenlerin yapmak 
istedikleri, uygulama sonucunda Türkiye'yi bekleyen tehlikeler neler, bunlara 
karşı nasıl tedbir almamız lazım? Bunu çok özet olarak, zaten konuşmalarınız 
içinde parça parça vardı bu, sadece o kısmını bir tekrar ederseniz, ondan sonra 
müsaade ederseniz, sorularla konuyu açmaya devam edelim. 

MUSTAFA TAMER- Teşekkür ederim. Biz bir Türk kamu yöneticisi olarak, öteden beri mevcut sistemin hantal olduğunu, yürümediğini, karmaşık olduğunu savuna gelmekteyiz. Yeni arayışlar içerisinde, sürekli kamu yönetimi, MEHTAP 
Raporundan, idarenin yeniden düzenlenmesi ve diğer çalışmalar, KAYA Projesinde çeşitli öneriler getirilmiştir. Bizim üzerinde durduğumuz konu, ulusal bütünlük, dış politika ve diğer konular bir tarafa, dar anlamda söylediğimiz zaman…

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞL- Onları bir tarafa atamıyoruz.

MUSTAFA TAMER- Oraya geleceğim. Taşrada ne olsun? İl mi olsun, bölge mi olsun, bu tartışıla gelmektedir. Anayasal açıdan baktığımızda, il temelli bir yapılanma söz konusu. Anayasayı değiştirmediğimiz müddetçe, bölgesel örgütlenme Türkiye'de mümkün değil. Bu yerel mi olsun, merkezi idareye atanmış, seçilmiş şekilde de özetleyebiliriz, bu şekilde mi olsun şeklinde bir tartışma var. Tabii, bu konular, biraz önce bazı örnekler vermeye çalıştığım gibi, çok çeşitli öneriler getirilmiştir bilim adamları ve yöneticiler tarafından. Kesin bir neticeye varılmış bir yargı söz konusu değil. Kesin olan şu ki, fiiliyatta bir sistem 
sorunu var taşrada. Bakıyorsunuz, bir ilde ordu birlikleri var, üniversite var, 
bölgesel kuruluşlar var, büyük hastaneler var, büyük ekonomik tesisler var. 
Mesela, yerel yapılanmalara baktığımızda, İstanbul İli Bilecek İli'nin 32 katı 
büyüklüğünde bir nüfusa sahip. Erzurum İli veyahut da Konya İli, diyelim ki bir 
başka ilin 13 katı büyüklüğünde toprağa sahip, yani İstanbul'la Hakkari aynı 
kanunla yönetiliyor; il idaresine göre baktığımızda, belediye olarak da öyle. 
Kanunlar zorluyor sistemi. Mesela, İstanbul'da köylere ilişkin hizmet götüren 
Köy Hizmetleri Birliği kaldırıldı, ben şimdi izliyorum, köylerin yolları bir 
türlü açılamıyor İstanbul'da. Neticede bir yeri alıp, bir yere koymak çok zor. 

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Nereye gitti bunlar?

MUSTAFA TAMER- Nasıl?

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Köy Hizmetlerinin sahip olduğu imkânlar.

MUSTAFA TAMER- Sadece Kocaeli ve İstanbul ilinde Köy Hizmetleri Genel 
Müdürlüğünün taşra birimleri belediyelere devredildi, diğer illerde valiliklere, 
özel idarelere verildi. Şimdi İstanbul'da köyler 40 gün, 30 gün, hatta 20 gün 
kapalı olan köylerden bahsediliyor. Taşrayı hafif bir şekilde değiştirdiğiniz 
zaman, sistem buna alışkın değil. Büyükşehir belediyeleri var, hadi bölgeden 
vazgeçiyoruz, ama zaten bölgeleşmişler. Valilikler İstanbul'da şimdi merkezi 
hükümetin şeyinde başka bir hükümetin varlığı fiilen söz konusu, ekonomik olarak merkez olmuş. Bunları böyle biz eyalete karşıyız, federalizme kayarız şeklinde karşı çıkarak da çözemeyiz, biz bunlara çözüm bulmak zorundayız. İl sistemini veyahut da yapılandırmayı değiştirmemiz lazım. Bu öneriler o kadar çok kaypak ki. Mesela, Fransa'da bölge yönetimi yönetsel karakterlidir, yani ekonomik ve yönetim saikleriyle oluşturulmuştur. Bunların parlamentosu yoktur, meclisleri vardır, ama yargı yetkisine, zabıta yetkisine sahip değil, ama İtalya'da ve İspanya'da bu şekilde daha çok eyalet yapılanması söz konusu, yani bizim 
sistemimiz Fransa'ya yakın olduğu için, mevcut ekonomik problemlerin, sosyal, 
kültürel problemlerin çözümü için taşrada yeni bir arayışa gitmekte fayda var. 

Buraya geldiğimiz zaman hassas nokta. Ben biraz önce dedim, mevcut yapıyı bu şekilde koruduğumuz zaman, acaba ayrılık tohumlarını da ekiyoruz, bir de o var. 

SAVAŞ ÖZDAĞ- Affedersiniz, yeniden yapılanma gerçek ihtiyaçtan kaynaklanıyor, dışarıdan dayatma söz konusu değil.

MUSTAFA TAMER- Hayır, öyle bir şey demiyorum. Türkiye'nin mevcut yapısında bir dağınıklık var, bir zorlama var, bu kesinlikle var; yani mevcut sistem, yani bir cümle var kitapta, bu elbise bu bedene dar geliyor. Bunu böyle bir tespit olarak koyduğumuz zaman, dışarıdan Türkiye'ye birtakım şeyler yaptırılıyor mu? Kamu Yönetimi Temel Kanunu çerçevesinde baktığımızda, Türkiye'de şunlar var 
deniliyor: Performans açığı var, stratejik açık var, mali açık var, bir açık 
daha var, dört açık; stratejik açık, performans açığı, mali açık, güven açığı. 
Stratejik açık nedir? Hedefimizi göremiyoruz. Performans açığı nedir? Verimli, 
etkili bir idare yok. Mali açık, sürekli açık veren bir bütçe. Güven açığı da, 
yolsuzluklar var deniliyor. Bunların çözümü için de biz, yani değişim yönetimi 
için yönetimde değişim diye, Başbakanlık sitesine girdiğin zaman bir çalışma 
var, ben onu çıkarttım onu internetten. Sayın Ömer Dinçer'in başkanlığında 
yapılan çalışmaların özünde bu var. 
Biz üç şey yapacağız diyor, "özelleştireceğiz, yerelleştireceğiz, sivilleştireceğiz" 

Özelleştirme nedir? 

Devletin elini eteğini ekonomiden çekeceğiz. Yerelleştirme nedir? Bütün 
yetkileri taşraya devredeceğiz. Sivilleştirme nedir? Demokratik olması açısından 
sivil toplum kuruluşlarını, STK'ları ön plana çıkaracağız diye bir mantıkla bu 
işi yürütüyorlar ve bununla ilgili olarak mevcut Belediye Kanununda, Büyükşehir 
Belediye Kanununda, İl İdaresi Kanununda bunu parça parça yerleştirmeye 
çalıştılar. Örneğin, İsviçre'de, İspanya'da, İtalya'da uygulanan eyalet  sistemleri nin bir uygulaması. Mesela, halkoylamasına gidilmesi, bizde de bunu 
koydular. Belediye Kanununda bir hüküm var, diyor ki "belediye başkanı anket 
yapabilir, halkoylaması yaptırabilir" diyor. Biliyorsunuz, Ankara'nın trafiğiyle 
ilgili bir halkoylaması yapıldı, yargı konusu oldu. Halbuki şimdi kanuna bunu 
koydular. Mesela, Belediye Kanununda bir hüküm var, "yapar veya yaptırır, 
gördürür" diyor. Ne demek bu? Bütün işleri özel sektöre gördürebilir diyor. 
Bunlar parça parça yerelleşmeye gidişin işaretleri. Dediğiniz gibi, kalkınma 
ajanslarının kurulması da öyle, ama bir bütün halinde, bunlar bu şekilde olar 
gibi bir yaklaşım henüz söz konusu değil. Benim şahsi kanaatime göre, mutlak 
suretle dış baskılar gerektiriyor değil, ama biz istesek de, istemesek de, bir 
yapılanmaya gitmemiz gerekiyor.

E. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- İhtiyaçtan kaynaklı.

MUSTAFA TAMER- İhtiyacımız var, ama dış bizi bölecek gibi, böyle bir önyargılı 
saikle de buna yaklaşıp, mevcut yapıyı iyice muhafaza haline getirmenin de bir 
anlamı yoktur. Mutlaka arayış yapmak lazım. Örneğin, İstanbul için özel bir 
yönetim şeyi kurmak lazım, yani artık İstanbul'da vali var mı, yok mu bilen yok.

OSMAN NURİ EYÖVGE- Zaten bu kanunla kuruldu.

MUSTAFA TAMER- Fiilen bölge var, yani "İstanbul valisi kim?" diye sorun, kimse 
bilemez, ama İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı aynı zamanda başbakan oluyor Türkiye'de. Hangi büyükşehirde belediye başkanı varsa, Türkiye'nin cumhurbaşkanı olarak görüyor kendisi. Bir fiilen yapı var, biz bunu tarif etmemiz lazım; önemli olan budur. Bölge gereksizdir, bölgeye geçilmesin şeklinde bir önyargı, yok biz Türkiye'de merkezi hükümeti güçlü tutacağız, ulusal bütünlüğü tutmak için tekil devlet, üniter yapı diye diye, taşrayı hantal hale getirdiğiniz 
zaman, taşrayı yetkisiz, imkânsız, kaynaksız bıraktığınız zaman gelişemeyiz. 
Onun için bana göre merkez koordine etmeli, standartlar belirlemeli, 
denetlemeli, ulusal bütünlük açısından koymalı, klasik, liberallerin söylediği 
gibi, dış politika, savunma, adalet, şu, bu, ama taşraya bunu devretmek lazım. 
Ama Türkiye'de bu sistem nedir? Ben dedim ki, ithal rejimler bu rejimler bize, 
100 sene, 150 sene. Biz 2-3 bin dolarlık bir insan tipiyle yetiştiğimiz bir 
ülkedeki vatandaş tipiyle, 30-40 bin dolarlık ülkelerin uyguladığı rejimleri 
aynen uygulayamayız. Kendimize göre bir geçiş planı çerçevesinde bir zaman 
dilimi içerisinde, okuma-yazma oranı, vatandaşın kültürel, sosyal 
alışkanlıklarının geliştiği bir seviyeye vardığımız zaman, ekonomimiz de üç beş 
kat ilerlediği zaman ancak bu sistemler uygulanabilir. Bana göre, bölge idaresi 
kaçınılmazdır, desek de demesek de fiilen olmuştur. Geleceğin yönetimleri yerel 
yönetimlerdir, bunları görmek lazım. Bunları görürken de ülkenin tekil 
devletini, temel bütünlüğünü, ulusal bütünlüğünü göz ardı etmeden ve mevcut 
sistemi daha da çürüterek, belki de b şekilde aksi yönde davranarak bölgesel 
bölünmelere, mesela güvenlik mülahazalarıyla kurulan bölge valiliği sadece 
jandarma, polise, askere havale edildi, ne oldu? Güneydoğu'ya girilemez hale 
geldi şimdi. Fiilen Güneydoğu'da devlet şu anda, devlet memuru, vatandaşın hâkim olduğu, biz de çalıştık, HADEP'li belediye meclisleriyle çalıştık, adamlar 
istediği kararı alıyor, istediği köye yardım yapıyor, sende imza atıyorsun. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

30 Aralık 2017 Cumartesi

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Hoşgeldin, DUATEPE
Aboneliklerim
Amerika Araştırmaları Merkezi
Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı? 
Şanlı Bahadır Koç
Amerika Araştırmaları Merkezi
ajp1914@yahoo.com
31 Temmuz 2015 Cuma

ABD ile görüşmeler ve anlaşma nihayetlenmiş değil tabii ama henüz ABD'den somut olarak ne aldığımızı anlamak kolay değil. Şu anda görünen ABD PYD'den vazgeçmiş veya vazgeçecek gibi değil, bahsedilen bölgeyi ve sivilleri korumak ve Esad'ı vurmakla ilgili herhangi bağlayıcı bir taahhüde girmeyi reddediyor. Adı bir kere telaffuz edildikten sonra ABD’nin artık İncirlik’i de cebe atacağını 
varsayabiliriz. PYD'nin söz konusu bölgeye girip girmeyeceği bile belli değil. 
Ayrıca bu bölgede sadece siviller ve muhalifler için havadan ve dışarıdan 
korumayla istenilen düzeyde bir korunma sağlanabileceği şüpheli. ABD’nin 
Türkiye'nin istediği grupların buraya hakim olmasını kabul edip etmeyeceği 
meçhul. PKK-PYD’ye "yine açığa düştünüz, ABD yine sattı sizi” denecek bir şey henüz yok. 

Bu arada anlaşmanın varlığının belli olmasından sonra yerli ve yabancı medyaya 
çelişkili, muğlak ve havada denebilecek bazı bilgi, değerlendirme ve demeçler 
yansıdı. Bunların kısmen tarafların pazarlık pozisyonlarını güçlendirmek için 
sızdırıldığı ve manipüle edildiği düşünülebilirse de, tarafların gerçekten 
anlaştılar mı, varılan ön mutabakattan farklı şeyler mi anladılar, biri öbürünü 
ya da bizi kandırıyor mu, yoksa kervan yolda mı dizilecek, bu tam belli olmadı. 
Bu yazı yayınlandığında resim bir parça daha netleşmiş olabilir ama müzakere 
sürecinin haftalar ve hatta daha uzun sürmesi de sürpriz olmaz çünkü aslında 
tarafların pozisyonları, amaçları, öncelikleri ve olayları değerlendirmeleri 
arasında önemli farklar var. Türkiye’deki koalisyon görüşmeleri, PKK ile yeni 
çatışma durumu, ABD-İran anlaşmasının geleceği ve IŞİD’in bölgede yaratmaya 
devam ettiği yıkım da olayların seyrini etkileyebilecek ve araya sürprizler 
sokuşturabilecek faktörler arasında.

PKK

“Çözüm süreci” denilen şeyin ve çatışmasızlığın PKK’ya ne kadar yaradığı artık 
herkes için açık olmalıdır. Bunun neden ve şekillerini daha önce yazmıştık. Daha 
çok demokrasi, açılım, müzakere ve süreç PKK’yı zayıflattı mı, güçlendirdi mi? 
Efendim? Demek ki, liberal şablonlar, planlar ve teoriler her zaman doğru 
çıkmıyormuş değil mi? PKK en son 2011’de vurulmuştu. Örgütü böylece kendi haline bırakmanın onun palazlanması, eğitim, siyasi yayılma, alan kontrolünü ele geçirme, meşrulaşarak yabancı ortaklarla bir kısmı gizli bile olmayan ilişkiler 
geliştirme, sadece kendi seçmeni değil halkın geneli gözünde de imajının kısmen rehabilite etme, ona oy vermenin sadece Batı’daki Kürtler için değil “Nişantaşı ve Cihangir’deki beyaz Türkler” için bile kabul edilebilir bir şey haline 
gelmesi gibi sonuçları oldu. Bunların çoğu kolaylıkla tahmin edilebilirdi. PKK 
arada ayrıca kahraman, kadın ve hatta çevre hakları savunucusu oldu. 
Türkiye'nin, o da şimdi değil ileride, PKK'yla yapabileceği müzakereyi en 
azından önemli bir süre için çatışmasızlık olmadan yürütebilmesi gerekiyor. 
“Türkiye PKK'ya ölçülü, orantılı ve kısa cevap vermeli" diyenler ciddi şekilde 
yanılıyor. NATO’nun da Türkiye’ye orantılı ve sınırlı tepki vermesinin istenmesi 
anlaşılır gibi değildir. Bir terör örgütüne askeri tepki verirken, eğer 
sivillere zarar verme de söz konusu değilse, neden ölçülü olunsun ki? Ayrıca 
örneğin ABD tarihte kendisine yapılan hangi saldırıya sadece orantılı cevap 
vermiştir? PKK sana tokat attığında senin ona sadece tokatla karşılık vereceğini 
bilirse ve sen bunu caydırıcılık sanırsan çok -çook!- tokat yersin. Türkiye'nin 
PKK’ya karşı haklı, gerekli ve ertelenemez nefsi müdafaası güçlü, orantısız, ucu 
açık olmalı. Bu çatışmada insiyatif bizde olmalı, çatışmanın temposunu –elbette 
tamamen değil ama büyük ölçüde- biz belirleyebilmeliyiz ve “tırmandırma 
hakimiyeti” (“escalation dominance)” Türkiye’de olmalı. PKK’nın bu çatışma 
safhasından ciddi yara, kayıp ve gerilemeyle çıkmaması bizim için yenilgi olur. 
Büyük ölçüde kendine fazla güvenerek başlattığı bu çatışmadan sonra PKK’nın 
Türkiye’ye karşı aynı şeyi bir daha aklından bile geçirmemesi gerekiyor. Tabii 
bunları böyle ifade etmek kolay da nasıl başaracağız bunu? Ve tabii PKK’nın da 
eli armut toplamıyor. Ayrıca unutmayalım PKK için ne kendi ne ortadaki ve ne de karşıdaki insan hayatının önemi var. Bu “iğrenç” bir şey ama bu tür bir 
mücadelede belki de önemli bir avantaj da onun için. 

Bu nedenle başlangıçta şunu sormalıyız kendimize, gelecekte, belki de yakın 
gelecekte yaşanabilecek büyük çaplı askeri ve sivil kayıplara rağmen bu 
mücadeleyi sürdürmek istiyor muyuz gerçekten? Çünkü eğer işi yarı yolda 
bırakacak ve tekrar 1. kareye döneceksek o zaman bütün bu insanlar bir hiç için 
ölmüş olur. Çatışmanın amacının PKK’yı masaya getirmekle sınırlı olması 
gerektiğini söyleyenler de yanılıyor. Çünkü aslında PKK zaten pazarlıktan 
kaçıyor sayılmaz. Sorun onun (aslında anlaşılır bir şekilde) Türkiye’nin 
mücadele etme iradesini kaybettiğini düşünmesinde ve bunu masada kendince 
kazanımlara tahvil etme isteğinde. Operasyonların amaçları arasında kamu 
otoritesinin şüphe bırakmayacak derecede tekrar tesis edilmesi gerekiyor. Bu 
otoritenin hem de göz göre göre kaybolması AKP’nin belki de en büyük hatasıydı. 

Artık AKP’nin bölgedeki tabanı ve liderleri de bunu açıkça belirtip şikayet 
ettiklerine göre bu konuda ciddi olduklarını umabiliriz. Bunun dışında PKK’nın 
askeri olarak ülke dışına çıkarılması da gerekiyor. Türkiye’nin artık PKK ile 
örgütün silah tehdidinin gölgesi altında taktik düzeyde olanlar hariç esaslı 
hiçbir müzakereye girmemesi gerekiyor. 

PKK liderlerinin yarına sağ çıkamayabileceklerinden korkmaya başlamaları hem bu ara amaçlara ulaşmak ama hem de makul nihai sonuca varmak için gerekli. PKK verdiği alt düzeyde kayıpların yerini çok zorlanmadan doldurabiliyor. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusu bunu daha uzun süre mümkün kılabilir. O nedenle PKK’lı militanları öldürmek tek başına örgütün moral gücünü, amaçlarını, taleplerini ve bunlara ulaşma umudunu azaltmıyor. Terörle mücadele literatüründe liderlerin ortadan kaldırılmasının terör örgütlerinin gücü, devamlılığı, talepleri ve performansına nasıl etki yaptığı konusunda farklı görüşler var. 

Bize göre PKK liderlerini hedeflemeyen, hatta buna öncelik vermeyen bir 
mücadelenin sonuç alması çok zor olur. Bayık ve ekibinin kalbine korku salmadan onları makul bir müzakere kıvamına sokmak neredeyse imkânsız. Bunun için de liderleri sürekli takip etmek, onlarla ilgili anlık ve nokta istihbarat 
üretebilecek durumda olmak gerek. Bu kolay değil ve şimdiye kadar Türkiye’nin bu yeteneği geliştirememiş olması gerçek bir skandal. MİT ve askeri istihbaratın 
başına getirilecek kişilerden belki de ilk önce PKK liderlerine yönelik 
istihbaratın geliştirilmesi istenmelidir. Bu sağlandığında da, PKK ile o anda 
müzakere ediyor bile olsa yüksek değerde hedef tespit edildi mi vurmaktan 
kaçınmamak gerek. PKK'nın her saldırısı ya da tehlikeli hamlesine misliyle 
karşılık verebilecek istihbarat, ateşgücü, koordinasyon ve kararlılığa sahip 
olmamız gerekiyor. Bu arada tabii dağa çıkmanın yaz kampına gitmek olmadığı, 
gidenlerin beyninin kayaların üstünde yapışıp kalabileceğini düşündürmek de 
önemli. Ama bölgedeki insanlarda oluşan, “bu savaşı PKK’nın kazanacağı”na dair algının kırılması ise hayati. Sonuçta PKK’nın askeri varlığının sonlandırılması 
elbette müzakereyle olacak ama bu kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Şunu kabul edelim, Türkiye’nin bu savaşı kaybetmesi özellikle yapageldiği hata ve 
eksikliklerde ısrar ederse ciddi bir olasılıktır. Bu aşamada Türkiye’nin uzun 
bir süre müzakereden bahsetmemesi gerekiyor. Müzakere konusunu çok çabuk ve istekle dile getirmek karşı tarafa bizim savaşma irademiz, sabrımız, kayıp 
vermeye ve acıya dayanıklılığımız konusunda arzu edilmeyen olumsuz sinyaller 
gönderiyor. Hâlbuki Suriye ve Irak’ta eli dolu olan ve işi tırmandırırsa ABD ile 
girdiği yeni ilişkiyi riske edecek olan taraf PKK. Türkiye şu anda askeri dikkat 
ve enerjisini büyük ölçüde PKK’ya odaklayabilir. Elbette IŞİD de var ve 
Suriye’deki “bölge”yle ilgili olarak gireceğimiz taahhütler de askeri yükler 
getirecek ama onlar ikincil önemde. Sonuçta PKK için ne kendi ne de bu taraftaki insan kaybının önemi var. O yüzden liderlerin peşinden gidip onlara ölüm korkusu salmak gerekiyor. Yani ceviz ağaçlarının altında yayılıp meyve yerken korkmalı PKK liderleri ki masaya geldiğinde makul olsunlar. Tabii sadece bu değil ve bu da kolay bir şey değil ama gerekli ve mümkün. Liderlere yönelik nokta, vur-kaç komando operasyonları lazım, bunun için de eğitimli, çok çok iyi eğitimli personel, cesaret (çünkü riskli) ve tabii nokta ve anlık istihbarat. Önümüzdeki dönemde MİT’in artık barış istihbaratından önce savaş istihbaratına odaklanması gerekiyor: Hedefler, ilişkiler, toplantılar, şemalar, siyasi ve askeri planlar, adresler, kamplar, eylem hazırlıkları, hücreler, silah sevkiyatları, elektronik haberleşme, para transferleri, düşünme biçimleri ve karar alma mekanizmaları istihbaratı. PKK’nın üst düzey yetkililerine yönelik istihbarata önem verilmesi gerekiyor. IŞİD Türkiye’ye ABD’ye olduğundan daha büyük bir tehdit mi? Evet. Ama PKK da, hem IŞİD’e göre hem de tüm radikal örgütlerinin toplamının ABD’ye olan tehdidinden daha büyük bir tehdit Türkiye için. Bu kadar basit, adeta matematik kadar kesin ve açık bir şeyi anlamak o kadar eğitimli anlı şanlı entelektüel için niye bu kadar zor oluyor? IŞİD bu oyunda sadece karakter oyuncusudur (“tecavüzcü Coşkun”?), tabii engellenmelidir, etkisiz hale getirilmelidir. Ama Türkiye için esas büyük uzun dönemli tehdit o değildir. Ona bakarak ve odaklanarak PKK’yı gözden kaçırmanın açıklaması olamaz.

Bu arada Türkiye’de kurulacak hükümetin bu mücadeleyi kararlılık ve ustalıkla 
sürdürecek türden olması da çok önemli. Bu nedenle PKK ile mücadeleyi önemseyen partilerin mevcut tercihlerini gözden geçirmeleri gerekebilir. Bu konuda son olarak şunu söyleyelim: Türkiye "iyi  insan" olarak PKK’yı yenemez. Savaşı kazanmak için PKK’ya karşı zalim, şımarık, dengesiz, küstah ve kinci olmalıyız. 

Bunlar kulağa hoş gelmeyen sıfatlar olabilir ama başarı için gereklidir. PKK’nın 
başarılı olma umudunu kırmalıyız, ki şu anda bu tarihi olarak en zirve 
noktalarından birinde, belki de yükseğindedir. Başarılı olmanın ahlaki getirisi 
bu belki rahatsız edici sıfatların önemini azaltacak ve onları affettirecektir. 
Zayıflık, yavaşlık, erteleme, kararsızlık, gevşeklik, sabırsızlık, yumuşaklık, 
unutkanlık, bağışlayıcılık gibi şeyler çatışmanın uzamasına ve çok daha fazla 
insanın ölmesi veya hayatının mahvolmasına neden olmaktadır.  İşte tam bu 
nedenle terörle mücadelede teröriste karşı yumuşak olmak sadece teknik değil 
ahlaki bir kusurdur da. “İyi olmaktansa korkulan ve saygı gören olmalıyız.” 
Yoksa bu kavgayı ya kaybederiz ya da sonuçlandıramadan çok kayıplar verir ve acı çekeriz.  İlk jest ve şirinlikte hemen yine çözüme dönecekmiş gibi davranmayalım ve dönmeyelim. PKK ile mücadele konusunda HDP dışındaki partilerin aralarındaki tüm husumet, şüphe ve görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebilmeleri ve temel konularda anlaşabilmeleri gerekiyor. Bunu yapamazlarsa da bu konuda kimin hangi pozisyona sahip olduğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve seçmenin de sandıktaki tercihini belirlerken bunu biliyor olması iyi olur. 

HDP

HDP’nin şiddeti desteklememesi, ki bunun doğruluğu bile tartışılır, yeterli mi? 
Şiddete net, aktif ve istikrarlı bir biçimde karşı çıkması da gerekmiyor mu? 
HDP’nin “elinde silah yok.” Burada hukuki bir suçlamanın hazırlığı anlamında 
değil analitik olarak soralım. HDP’nin PKK’dan farklı hangi konuda neyi var, 
talep, pozisyon, prensip, amaç ve felsefe olarak? HDP, PKK’yı “dinliyor” mu? 
Kullanıyor mu? En önemlisi onun kurduğu fiziki ve psikolojik baskıyla oy alıyor 
mu? HDP, PKK’dan bağımsız mı? Farklı mı? Ona yardım ediyor mu? Ondan yardım alıyor mu? HDP’nin hızlı ya da yavaş bir şekilde çözümün içeriği konusunda PKK’dan farklılaştığı iddia edilebilir mi? HDP PKK’yı eleştiriyor mu? Ona silah bırakma çağrısı yapıyor mu? PKK eylemlerini kınıyor mu?  Seçim sürecinde Demirtaş’a şu sorular tekrar tekrar sorulmalı değil miydi? PKK’ya yönelik eleştirileriniz neler? Onlarla direk görüştüğünüzde de bunları söylüyor 
muydunuz? Hiç PKK’dan emir aldınız mı? Bu arada acaba PKK ile yapılan 
görüşmelere 1) HDP dışındaki partilerin ortak oluşturdukları talep ve 
pozisyonlarla çıkılabilse sonuç ne olurdu? Hatta bu görüşmelerde diğer parti 
temsilcileri de gözlemci olarak katılsa bu teknik ve lojistik olarak imkansız mı 
olurdu? Görüşmeler bu şekilde yapılsa ve yine sonuç çıkmasa bu “çözümsüzlük” 
Türk tarafı için çok daha meşru ve silahlı mücadeleye başvurmak daha kolay, 
erken, güçlü ve etkili olmaz mıydı? Bunlar birçok kulağa masal gibi gelebilir 
ama bizce daha çok “devlet adamlığı yaratıcılığı eksikliği” olarak görülebilir.

Barzani

Bu arada Barzani kendi otoritesini giderek daha açıktan sarsan PKK’dan tehdit 
algılama, Ankara’yla kendi açısından hayati enerji ve ticaret ilişkisi, Bağdat 
ile yaşadığı gerilimlerden bunalma ve hatta İran’ın artan etkisinden duyduğu 
rahatsızlık gibi nedenlerle son krizde Türkiye’ye destek verdi. Sonuçta PKK’nın 
davranışlarının savunulamayacak türden olması da bir faktör olabilir. Ama 
PKK’dan sadece askeri değil artık belki siyasi olarak da çekinen Barzani’nin 
bazı durumlarda bu tavrını değiştirmesi de şaşırtıcı olmaz. 

Bir de Barzani’nin içinde yaşadığı iç ve dış sıkışıklıktan tüm açmaz, zorluk ve risklerine rağmen bağımsızlık kartını çekerek çıkmayı denemesi ihtimalini de göz önünde tutmalı. 
Hatta belki bunun için kafasında bir takvim belirlemiştir de Türkiye’ye açık 
desteği bununla ilgilidir. Düşük de olsa bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye’nin 
PKK karşısında sözlü destek aldığı Barzani’ye nasıl tepki vereceğini önceden 
kararlaştırması doğru olabilir. Bu cevabın olumlu olmaması gerekir diye  düşünüyoruz ama bu konu belki üzerinde biraz düşünmeyi tartmayı gerektirebilir. 

PYD

ABD’lilerin ikili görüşmelerde PYD-PKK ilişkisi –aslında birliği- konusu 
açıldığında tam ne dediklerini bilmek ilginç olurdu. Tabii burada konunun 
ayrıntılı olarak konuşulduğu ve kendileriyle istihbarat bilgilerinin 
paylaşıldığını varsayıyor ve bunun henüz -hala!- olmadığını düşünmek bile 
istemiyoruz. Acaba bu toplantılarda bize, “sunduğun kanıtlar yetersiz” mi 
deniyor,  “eskiden öyleyse bile bunlar artık PKK değil, sen de fazla uzatma” mı? 
Yoksa iki örgütün aslında aynı şey olduğu kabul ediliyor ama sadece IŞİD’e karşı savaşan başka etkin güç olmadığı için bu durumu kabullenmemiz gerektiği mi? 

Washington’daki basın toplantıların katılan muhabirlerin sözcüleri bu tür 
sorularla açması belki enteresan yeni tartışmalar ve gerçeklerin kapısını 
açabilirdi. ABD’nin kendisinin de bilmemesi mümkün olmayan PYD-PKK birliği 
konusunda yeterince sıkıştırılmış ve utandırılmış olmamasını Türk devleti ve 
medyasının ciddi boyutta ortak bir ayıbı ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. 
Konuyu uzatmak istemiyoruz ama örneğin Obama’nın kendisinin bu yönde bir soruya ABD’nin pozisyonunu bizim lehimize az da olsa esnetmeden ve bazı itiraflarda bulunmadan cevap ver(e)meyeceğini zannediyoruz. Tabii burada bununla ilişkili şu başarısızlığı da hatırlayalım: Washington Post gibi gazetelerde ABD’nin üstünü çizdiği radikal Suriyeli grupların sözcüleri bile kolaylıkla dertlerini anlattıkları yazılar yayınlatabilirken (kaçırdıysak lütfen affola) Türkiye’nin resmi temsilcileri ya da Türk uzman ve yazarların Türkiye’nin IŞİD, PKK, PYD, terörle mücadele, Suriye gibi konulardaki pozisyon, iddia, öneri, eleştiri, uyarı ve savunmalarını  içeren tek bir yazı yayınlanmamış olmaları acıklıdır. 

(Bu arada tam bu yazı yayına hazırlandığı sırada Davutoğlu’nun Washington Post gazetesinde Türkiye’nin terörle mücadele pozisyonunu anlattığı yazısı çıktı, 31 Temmuz 2015). Bu durumun Türkiye’ye duyulan ön yargı gibi mazeretlerle açıklanması mümkün değildir. Türkiye PYD konusundaki imaj savaşını şu anda ciddi olarak kaybetmiş durumdadır. Bu konuda dünyanın önyargılı olduğu doğruysa bile bizim de iyi bir performans gösteremediğimiz söylenebilir. PYD’nin Esat karnesi, PKK ile ilişkisi, yaptığı etnik temizlik, tüm şirin ve ultra ilerici görüntüsü altında Barzani’ye yakın Kürtlere bile alan bırakmaması, yaptığı suikastlar ve tehditler yeterince anlatılamadı.      

ABD’ye şunu kameraların önünde açıkça sormalı değil miyiz? Sen şimdi bu PYD’nin PKK olmadığına ve Türkiye’ye karşı hiçbir şekilde şiddete başvurmayacağına “kefil” misin? Değil misin? O halde beni ne hakla engelliyorsun? Tabii burada akla şu soru da geliyor: Türkiye ABD’ye PYD’ye ilişmeyeceğinin sözünü verdi/verecek/vermeli mi gerçekten? Gerçi, PYD’ye, şu aşamada askeri bir harekât yapmanın, 

1) Bu örgütün dünyada “şirin” bir imaja sahip oluşu, 
2) Bize şu an için ivedi bir saldırı tehdidi olmayışı, 
3) Bunun da etkisiyle Türkiye’nin saldırgan ve kavgacı taraf olarak görülme riski, 
4) Bölgedeki ABD varlığı ve ABD’nin PYD’yi korumak için neler yapabileceğinin açık olmaması, 
5) PYD’yi vurmanın Ankara’nın IŞİD’in koruyucusu olduğu yolundaki temelsiz ama yaygın kanıyı daha da güçlendirme ihtimali ve 
6) Aslında Türkiye’nin de yüzlerce kilometre genişlikte yeni bir cephe açmaya askeri, siyasi ve psikolojik olarak hazır olmaması gibi nedenlerle denenmemesi / ertelenmesi anlaşılabilir. 

Ama bize göre Türkiye PYD konusunda kendini bağlayıcı bir taahhüde girmemelidir. ABD PYD’ye PKK ve Türkiye ile ilgili olarak ne kadar baskı yapıyor? Ama aslında bir de şu var: PYD’nin şu anda “uslu ve cici” görünmeyi başarabilme si bizim için iyi bir şey midir? PYD açık verse ve gerçek doğası ve niyetini kussa bizim için daha iyi değil mi? PYD hem ABD desteğini korumak hem de kendine ikinci bir cephe açmamak için şu aşamada PKK dışı görünmeye çalışacak ve Türkiye’ye ilişmeyecektir. Biz de “bu PYD bize saldırmıyor, iyi çocuklar bunlar, özyönetim, kadın askerler” vs diyecek “faydalı olağan aptallar” olacaktır. Eğer bunun geçici ve yanıltıcı bir sessizlik ve huzur olacağına inanıyorsak o halde ne 
yapmalıyız PYD’nin gerçek yüzünü kusması için?

Türkiye kendisine karşı aktif silahlı eylemlere katılmış PYD üniformalı 
PKK’lıları isim isim ayrıntısıyla biliyor mu? Türkiye’nin elinde kaç PYD’linin 
kaydı var? Bu kayıtla ne kadar ayrıntılı? Bu teröristlerin database’i ne kadar 
özenli tutuluyor, ne kadar güncel, ayrıntılı, kullanışlı ve analitik? Ne kadar 
sık kullanılıyor? MİT PKK-PYD ilişkisini somut olarak dokümante edemiyorsa ne 
için var diye sorası geliyor insanın. Kadro, doktrin, amaç, lider, strateji, 
kumanda sistemindeki benzerlik ve hatta birliği, aradaki haberleşmelere 
dayanarak kanıtlamak ve ABD’nin ve dünyanın önüne koymak ve bunu gecikmeden yapmak gerekiyor. Gerçi ABD (zaten halihazırda sahip olması gereken bu istihbaratla yüzleştiğinde bile pişkinliğe vurarak, “haklı olabilirsin, ama napalım bu işler böyle, bu arkadaşlara ihtiyacım var, alış bu duruma” diyebilir. 
Hatta neredeyse kesinlikle böyle diyecektir. PKK-PYD ilişkisi kanıtlanıp ABD 
önce utandırılıp sonra bunlarla iş tutmaktan vazgeçirilmeye mi çalışılmalı, 
yoksa bu hiç ya da çok denenmemeli mi? ABD PYD’den vazgeçebilir mi? 
Vazgeçmeyecekse ilişkileri germeye değer mi? ABD’yi bu konuda zorlamamanın onu PYD’den tamamen vazgeçirmesi değilse bile ona telkinde bulunmaya ve onun davranışlarını sınırlamaya zorlaması ve desteğini sınırlaması gibi faydaları 
olabilir. Geçen yazıda söylediğimiz gibi bu aşamada ABD’yi -o da bir parça- 
suçlu hissettirmekten fazla şeyler ummak doğru olmayabilir. 

Bu arada, Türkiye’de bazılarının sandığı gibi, IŞİD’e karşı Türkiye’nin gönülsüz 
ve sınırlı da olsa desteği PYD’nin sağladığından daha önemli mi gerçekten ABD 
için? Bundan emin olmayalım. Kaldı ki, artık Türkiye IŞİD’e karşı aktif 
mücadeleye katıldıktan ve İncirlik’i operasyonlara açtıktan sonra kolay kolay 
burada geri adım atamaz. Ama ABD dolaylı ve imalı olarak da olsa şunu diyebilir: 
“PYD yerine seni seçmemi istiyorsan onun ‘yerde’ yaptığını yapabilmen lazım. Yok bunu bana veremiyorsan o zaman kusura bakma ben PYD ile ilişkimi devam 
ettiririm. En fazla İncirlik karşılığında bunun ölçek ve alanını sınırlayabilirim. O da benle çok sıkı pazarlık yaparsan. Gevşek olursan onu da unut.”

Bir de şu soruyu soralım ki peşin hükümlü olduğumuz, değişime ve umuda tamamen kapalı olduğumuz düşünülmesin:  PYD PKK’dan esasta, kalıcı ve müspet şekilde farklılaşabilir mi? Bu ne olursa mümkün olabilir? Bunu en etkili nasıl talep, teşvik ve tespit edebiliriz? PYD PKK geçmişinden sıyrılabilir ve artık PKK’lı değil gibi düşünüp hareket edebilir mi? Daha ileri gidelim, PKK’nın kendisinin şimdi PYD’nin olduğu iddia edilen türden “cici” bir şekle bürünmesi mümkün olabilir mi? Son hafta içinde yaşanan olayların gösterdiği ise bunun çok düşük ihtimal olmasının yanında zaten PKK’nın kendisi tarafından da istenmediğidir. 

Şu aşamada PYD konusunu kabullenmek ve zamana bırakmak dışında bir yol yok gibi düşünülebilir. PYD rahat mı bırakılmalı? Peki rahat bırakmanın parametreleri ve kuralları ne olacak? Türkiye PYD’ye aşılmasına kesinlikle tahammül göstermeyeceği açık bazı çizgiler çizmeli, hem coğrafi hem aktvite hem de söylem olarak. Bunlar aşıldığında da ABD dahil hiçbir gücün PYD’nin hem de orantısız sertlikte cezalandırılacağını engelleyemeyeceği bilinmeli. PYD konusunda sürekli iddia, talep, uyarı, sınırlama, ceza ve mühlet verme gibi yollarla uyanık, ihtiyatlı, tetikte, aktif  ve talepkar olmak mümkün ve gerekli. PYD’nin Türkiye’ye karşı dokunulmazlığı de fakto, de jure ve hatta zımnen dahi olmamalı. PYD tarafından Türkiye’ye yapılabilecek en ufak saldırının çok sert karşılık bulacağı açık olmalı. PYD’nin ilerleyen askeri kapasitesine yönelik operasyonlar yapılmalı. Hatta bazen sırf Türkiye’nin caydırıcılığını periyodik bakıma almak için ve rakibi çaresiz hissettirmek için kaprisli olunmalı ve “incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle” kaprisli bir şekilde PYD vurulmalı ve ABD’nin varlığına rağmen burada patronun kim olduğu hatırlatılmalı. 

Gerçi bu tür önerilerin Türk karar alıcılar tarafından uygulanmayı bırakın 
anlaşılabileceğinden bile umutlu değiliz. 

Düşmanı çaresiz bırakma, tüm umutlarını tüketme amaçlı bu tür adımlar kendileri için fazla riskli, anlamsız ve gereksiz bulunacaktır.   



Uzman Hakkında

Şanlı Bahadır Koç
Amerika Araştırmaları Merkezi
ajp1914@yahoo.com


Uzmanın Diğer Yazıları

  Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?  
  Kuzey Suriye’de İmarlı Kelepir Kantonlar: PYD ile Modus Vivendi Nasıl Olmalı?  
  Türkiye-İran-Suudi Arabistan Üçgeninde Rekabet ve İşbirliği 
  PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler 
  Türkiye, ABD, İran ve Barzanistan  
  Stratejik Dehlizlerde Derinlik Sarhoşluğu: Bir AKP Dış Politikası Eleştirisi  
  Ukrayna Krizi: ABD Hegemonyasının Sonunun Başlangıcının Sonu?  
  ABD’nin Orta Doğu’dan “Doğum İzni”  
  Bin Ladin’in Öldürülmesi Üzerine 15 Kısa Not 
  Türkiye Beşar’a Ne Demeli? Suriye'de “52 Cuma” Reformsuz Geçmez 
  Amerika-Sonrası Dünyanın İlk Krizi: Libya 
  Türkiye Libya’da Ne Yapmalı? 
  Bahreyn’e Suudi Müdahalesi 
  “Demokratikleştiremediklerimizden misiniz?”: Orta Doğu’daki Değişim Dalgasının 
  Neden, Şekil ve Olası Sonuçları 
  Enerji ve Güvenliği Üzerine Notlar 
  Arşivden - Ermeni Tasarısına Karşılık ABD’ye Niye ve Nasıl Sert Karşılık 
  Vermeli? 
  Çay Partisi: "İki Ucu Keskin Kılıç" 
  Ara Seçimlerin ABD Dış Siyasetine Muhtemel Etkileri 
  Füze Savunması Üzerine 20 Soru ve 5 Seçenek 
  Obama Ekibinde Yaprak Dökümü - Beyaz Saray’dan Kaçış mı? 
  Alon Liel: "Erdoğan Kürt Devletine (Eyaletine) Hazır" 
  Mullen’ın Ankara Ziyareti 
  Financial Times Haberinin Türk-Amerikan İlişkileri Üzerine Düşündürttükleri 
  Bay Netanyahu Washington’a Gitti: Böyle mi Olacaktı, Obama? 
  Rus Casusluk Olayı: "John Le Carre mi, Austin Powers mı?" 
  “Mahalleye Hoş Geldin”:Türkiye’nin Orta Doğu’da İlk Günü - Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ 
  Nükleer Takas: Müttefiklerimiz Yenildiği İçin Biz de Yenik mi Sayılacağız? 
  İSRAİL-ABD GERİLİMİNİN ESAS NEDENİ “İRAN MESELESİ” Mİ? 
  ABD Irak’tan Çekilirken Riskler ve Hesaplar 
  OBAMA ORTA DOĞU BARIŞI KONUSUNDA ŞEREFLİ MAĞLUBİYETTEN FAZLASINI İSTİYORSA 
  Obama’nın Nükleer Cazibe Taarruzu: Bardağın Üçte Biri Dolu 
  ABD-İsrail İlişkilerinde “Tektonik Kayma” mı? 
  Orta Doğu Barış Süreci ve ABD: “Yanlış Giden Neydi?” 
  Irak Seçimleri: Sonun Başlangıcı, Başlangıcın Sonu 
  ERMENİ KARAR TASARISI ÜZERİNE NOTLAR, YORUMLAR VE ÖNERİLER 


Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        canlı tv
 Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 


***