31 Ağustos 2018 Cuma

ABD’NİN İRAN OYUNU

  
ABD’NİN İRAN OYUNU 



 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü     
 22 Şubat 2010 Pazartesi
ABD’NİN İRAN OYUNU
Prof.Dr.Sait Yılmaz* tarafından yazıldı.
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Danışma Kurulu Üyesi; BÜSAM Müdürü;
saityilmaz@beykent.edu.tr

İran Devlet Başkanı Ahmedinejad’ın nükleer silahlarda kullanmak için gerekli olan uranyumu zenginleştirme programını açıklaması ile ABD, İran’a karşı yeni 
hamlelere girişti.


ABD; Çin, Rusya Federasyonu ve AB ülkeleri ile telekonferans yöntemi ile yeni yaptırımları görüşürken, Suudi Kralı Faysal'ı da yakın markaja aldı. 2006, 2007 
ve 2008 yılında BM Güvenlik Konseyi'nde (BMGK) ABD baskısı ile alınan kararlar kapsamında, zaten pek çok ekonomik ve ticari yaptırım süreç içinde İran'a 
uygulanmaktadır. Gelinen aşama bunların daha da sertleştirilmesi için bu kararın önündeki en büyük engel olarak görülen ve İran ile dostluğu bir zaruret olan 
Çin'in ikna edilmesi gibi gözüküyor. Bunun için de Suudi kartı devreye sokulmaya çalışılıyor. Konu sadece nükleer diplomasi olmanın ötesinde ABD tarafından uzun zamandır kurgulanmakta olan kriz yönetiminin ve psikolojik savaşın bir parçasıdır. Bu makalede; ABD'nin İran oyununu ya da oyun içinde oyunları sorgulayarak, Türkiye için buradan çıkarılması gereken dersleri ve yapmamız gerekenleri sorgulayacağız.

ABD'nin İran Oyunu; ABD ve İran ne yapmak istiyor?

1979 İran Devrimi'nden bugüne ABD-İran ilişkileri oldukça çalkantılı dönemlerden geçti ve bugüne kadar iki ülkenin sık sık birbirlerini savaş ile tehdit etmeleri ve bunun emarelerini her fırsatta vermeleri alışılageldik bir durum oldu. Konu ne İran'ın demokratik bir ülke olup olmaması, ne terör silahını kullanması, ne de son zamanlarda nükleer silahlara sahip olma tehlikesidir. İran, nükleer silah tehdidinden vazgeçse de öncesinde olduğu gibi ABD'nin İran ile ilgili hevesleri devam edecektir. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın gülücükler dağıtan pozu ile dünya ülkelerini İran'a karşı ortak eyleme çağıran tavrı göründüğü kadar masum ve insani değildir. ABD, İran petrollerini ve güneydeki Hürmüz Boğazını kontrol etmeyi gözüne kestirmiştir. Gerisi teferruattır yani gerekçesi zaten bulunacaktır. On yıllardır ABD, İran'a bir müdahale için gerekli uluslararası kamuoyunu bilincini ve kendisine meşruiyet sağlayacak argumanları sıcak tutmakta ve bunun için sahip olduğu imkânlar ile Şer Ekseni'nin bir parçası olan İran imajını canlı tutmaktadır.

Peki, ABD'ye tam da istediği gibi bu argümanları veren İran ne yapmaktadır? Tabii ki Ahmedinejad olmasa da ABD onun yerine başka bir Ahmedinejad 
getirecektir. Tıpkı Irak'ta ki Saddam gibi adamlar olmalı ki ABD müdahale edebilsin. ABD'nin on yıllardır sürdürdüğü bu krizi tırmandırma ve müdahale 
planının farkında olan İran gibi ülkelerin ABD gibi büyük konvansiyonel kuvvetler karşısında başvurabileceği ancak iki silah bulunmaktadır. Bunlar konvansiyonel tehdidin menzilinin altında ve üstünde kalan terör ve nükleer silahlara başvurmaktır. İşte tam da asimetrik tehdit ve güç dengesi dediğimiz 
şey budur. ABD, müdahale için kapıya geldiğinde yani güneyden İran'ı kuşattığında büyük bir hava akını ve füze savaşı başlayacaktır. ABD, İran'a 
karadan girerse büyük zayiat vereceğinin ve yenileceğinin farkındadır. Bu füze savaşının gereği olarak 'füze kalkanı" projesi geliştirildi ve yerleştirilmeye 
çalışılıyor. İran'ın nükleer silahı kimi vuracaktır; tabii ki İsrail'i. İran'ın bu caydırıcı gücü edinme gayreti İsrail kadar ABD'deki Yahudi lobisi ve onlarla 
ayakta kalabilen ABD yönetimini endişelendirmektedir.

Gelinen aşamada ABD, İran'ın uranyumu % 20 zenginleştirme kararından sonra bu aşamada daha da etkili ve sert yaptırımlar arayışındadır. Peki, ABD hangi 
yaptırımların peşindedir? Hillary Clinton'a göre; sıradan insanlar zarar 
görmeyecek hem ekonomik izolasyon olacak, hem de insanlar zarar görmeyecek (kimi kandırdığını sanıyorsa), ama İran hükümeti ve özellikle de İran devrim 
muhafızları hedef alınacaktır. Bunu Türkiye, örneğin Irak'ın kuzeyine planlasa 
ABD hemen Türkiye'nin tutumunun demokratik olmadığını ve bize teröristlerle 
görüşmeler yapılması gerektiğini, söylerdi. ABD'nin şu aşamadaki hedefi, askeri, 
ekonomik ve enerji yaptırımları ile İran'ın enerji ve ithalatı ve ihracatını 
dizginleyerek, İran ekonomisine zarar vermektir. Muhtemelen ABD, bunu Irak 
Savaşı öncesi olduğu gibi bilgisayar oyunları ile bol bol oynamıştır ve vereceği 
zararı hesap etmiştir. Ancak ABD istihbaratı hesap yapmakta iyi olmakla 
birlikte, sosyal ve kültürel istihbaratta oldukça zayıftır. Eğer sürpriz bir 
askeri operasyonla İran'a zarar vereceğini ve caydıracağını düşünüyorsa, gene 
çok fena yanılıyor.

Çin'in Enerji Denklemi ve ABD

Yeni yaptırım kararının BMGK'dan çıkması için Çin'in evet demesi lazım. Gelinen 
aşamada Rusya bu işe ikna edilmiş gözüküyor. İran, Çin'in 32 milyar dolarlık 
ticaret ortağı, bundan da önemlisi Çin'in ekonomik büyümesi için en uygun enerji ihracatçısı ülkedir. İşte bu aşamada, ABD, sözde Çin'in İran'a bağımlılığını 
azaltmak için Suudi Arabistan'ı devreye sokarak, bu ülkenin garantisi karşısında 
BMGK'da "evet" oyu istiyor. Ancak Çin için işler, ABD'nin basına yansıttığının 
ötesinde, bu kadar basit değildir. Çin, Hürmüz Boğazını kontrol eden ABD nedeni ile zaten Araplar yerine coğrafi yakınlık da göz önüne alınarak İran'ı enerji alanında ithalatçı ülke seçmiştir. ABD'nin diğer yandan Çin Denizi'ne gelen enerji yolu üzerindeki Malakka Boğazı'nı tutuyor olması Çin'i ikinci defa bir 
boğumla karşı karşıya bıraktığından Çin ulusal güvenlik stratejisi yıllardır 
Orta Asya üzerinden Orta Doğu'ya ulaşacak bir stratejiye yönelmiştir. Bu 
nedenle, Çin-Rusya Federasyonu-İran işbirliği bu stratejinin temeline 
yerleşmiştir. Irak'ın bölünmesi ile güneyde kurulacak Şii Devleti aynı zamanda 
Çin'in yolunu Arabistan'a ulaştıracak yegâne formül olarak görülmektedir.

Hem güneydeki deniz yolları üzerinde ABD tarafından kuşatılan, hem Tayvan sorunu ile hemen ötesinde ABD kaynaklı büyük bir tehdit hisseden ve tüm savunma gayretlerini ABD ile olası bir hesaplaşma için geliştiren Çin'in bir günde ABD dostu olup, İran'ı da bir kalemde silmesi beklenemez. Çin'in endişeleri ABD'nin finosu Suudi garantisi ile giderilemez. Her ne kadar öne çıkmasa da Rusya'nın da bu denklemin bir parçası olduğu ve şimdilik aldıkları ile yetindiği 
unutulmamalıdır. Üstelik ABD yakın zamanda Tayvan'a 6.4 milyar dolarlık silah 
satarak ve Dalay Lama ile görüşerek ne kadar dost (!) olduğunu hatırlattı ya da 
aba altından sopa gösterdi. Korkunun ecele faydası yoktur. Bugün İran'ın başına 
gelecekler yarın Çin'in başına da gelecektir. Amerika'daki think-tank 
merkezlerinin on yıldır orta vadede İran'a müdahale, uzun vadede Çin'i bertaraf 
etme üzerine senaryolar çalıştığını biliyoruz. Pek çok yerde İran-ABD ve 
Çin-ABD'de savaşlarının kapsamı da bu çalışmalarda yer aldı[1].

Şimdilik Çin hem oyalıyor, hem de pazarlığı yüksek tutuyor. Bir yandan İran'ın 
güneydoğusundaki doğal gaz yatakları için İran ile anlaşma yaptı, diğer yandan 
ABD'ye, "İşi diplomasi ile çözelim, sabır!" diyor. Çin, ABD'nin garantisine ve 
hele Suudi pasına pek güvenmiyor. Gelinen aşamada Çin önemli bir test 
safhasındadır; ya bugüne kadar uluslararası kamuoyu önünde zar zor sağladığı 
prestijini ve uzun vadeli çıkarlarını korumak için ABD'ye hayır diyecek, ya da 
kısa vadede durumu kurtarmak için ABD'ye evet deyip, bir gün sıranın kendisine gelmesini bekleyecektir. Görüldüğü gibi ülkelerin dostu yoktur, çıkarları vardır. ABD ve Rusya bölge politikaları için gizliden gizliye nasıl anlaştı ise Çin de belki bir yerde anlaşacaktır. Ama mutlaka Çin bunu ABD'ye pahalıya 
satacaktır. Buraya kadar olanlardan ders alması gereken ülkelerin başında 
Türkiye gelmektedir. Türkiye, tıpkı karanlık Suudi rejimi gibi ABD'nin bir 
işareti ile hareket eden ve kendi çıkarlarını unutmuş bir ülke konumundadır.

Türkiye; Almadan Veren Ülke,

Suudi Arabistan'ın gülünç durumuna bakalım. ABD işaret veriyor, Suudi Arabistan yapıyor. Hedef başka bir Müslüman ülke, peki nerede İslam birliği hayali kuranlar? Hâlbuki bu ülke, Orta Doğu'nun en demokrasi dışı, barbar rejimine sahiptir. Peki, neden kimse Suudi Krallığı'ndan demokrasi istemez. Çünkü söz konusu olan ABD çıkarları ise geride kalan her şey lafta kalmıştır. Orta Doğu ve enerji kaynakları söz konusu olduğunda önemli olan o ülkenin ABD vesayeti altında olmasıdır. Şimdi Türkiye'nin bu krizdeki durumunu özetleyelim. 
Amerikalıların tam da Türkiye'nin ve Suudilerin müttefikliğine uyan bir atasözü 
vardır; "Oltadaki balık, yem istemez." Türkiye de Suudi Arabistan gibi almadan 
veren, işaret edilen bir ülkedir. Körfez ve Irak Savaşı'nda kaybettiklerimizden 
ya da telafi edemediklerimizden bahsetmiyorum. Türkiye'nin ele geçirildiğinden, 
kendi çıkarlarını koruyamayacak şekilde bir tuzağa düşürüldüğünden dem vuruyorum.

ABD tarafından Türkiye'nin iç ve dış parametreleri öylesine ele geçirilmiş ki 
Türkiye, çantada keklik bir ülke konumuna getirilmiştir. Örneğin İran ile ilgili 
ABD istekleri karşısında da yıllardır olduğu gibi Türkiye'ye pratikte değeri 
olmayan, sadece Türk kamuoyunu uyutan vaatler sunulmakta ama bu kartlar hiç kapanmamaktadır. Nedir bu kartlar; Ermeni Soykırım Yasasının ABD Senatosu'ndan geçmemesi, PKK'ya karşı destek sözü, Türkiye'nin AB üyeliğinin desteklendiği, Kıbrıs'ta (Rum tarafından açıktan desteklenmeyerek) barışçı bir çözümün desteklendiği gibi sözden öteye gitmeyen, pratikte bir değeri olmayan vaatler. Peki, İran ile ilişkilerimiz bozulursa neler kaybederiz? Nabucco, İran gazı olmadan yürümez ve bu ülke ile yaptığımız gaz anlaşmaları da biter. Irak'ın 
kuzeyi ile ilgili Türkiye-İran-Suriye anlaşması çöker. Orta Asya Cumhuriyetlerine Türkiye'den giden TIR yolu kapanır. ABD, bunları telafi eder mi? Hiç sanmıyoruz. Üstelik halen uygulanan yaptırımlar gereği İran ile iş yapacak firmalara 20 milyon dolar sınırı getirilmişken ve AB ülkeleri, Çin ve Rusya bu sınıra uymuyorken, Türkiye'ye engel konulmaktadır.

Türkiye'nin çıkarları nedir ve nasıl korumalıdır? Türkiye ile İran arasında bazı 
siyasi sorunlar vardır ama bunlar İran'a yani komşu bir ülkeye karşı bir 
düşmanca eylemi desteklememizi gerektirecek şeyler değildir. ABD bu coğrafyadan bir gün tamamen gidecek, İran'daki rejim de bir gün değişecektir ama bizim İran halkı ile tarih önünde hesaplaşmamızda başımız dik olmalıdır. Üstelik İran'ın bölünmesi ya da kaosa girmesinin bize hiç faydası yoktur. Olsa olsa Büyük Kürdistan hayali kuranların vardır. İran'ın batı sınırındaki 7 milyonluk Kürt eyaleti ile birleşmek ve İran'ın kaynaklarını tıpkı Irak'ta olduğu gibi ele 
geçirmek isteyenlerin çıkarı vardır. Türkiye'nin çıkarı statükonun korunması ve 
güçlü devlet yapıları içinde bölgesel güvenliğin teröre ve bölücü hareketlere 
imkân vermeyecek şekilde geliştirilmesidir. Ama bir İran müdahalesi kaçınılmaz 
olursa da Türkiye kendi çıkarlarını koruyacak ve telafi edecek fırsatları kendi 
yaratmalı ve kullanmalı, yani proaktif olmalıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, ABD ve İran denkleminde devam eden süreç bir kriz yönetim 
sürecidir. Dünyayı yönettiğini sanan tek hegemon güç yani ABD, "hedef ülke" 
belirliyor, diğer ülkelere ne yapması gerektiğini söylüyor, ikna için başka 
ülkeleri zorluyor. ABD'nin uzun zamandır devam eden İran'a karşı kriz 
yönetiminde hem yaptırımlar sertleştirilerek İran ile ilgili gündem sıcak 
tutuluyor, hem de uluslararası ortam İran'a karşı bir müdahaleye hazırlanıyor. 
Bu müdahalenin sadece zamanını bilmiyoruz. Ama dikkat edilmesi gereken husus şudur; İran hedef olarak seçilmiştir, müdahale için zaman kollanmaktadır, krizi isteyen İran değil ABD'dir. İran'a müdahale veya İran'ın anarşi içine girmesi Türkiye'nin yararına değildir. Türkiye olarak önce yakamızı sıkan ABD 
boyunduruğundan kurtulmalıyız. Türkiye, artık Hamas'a, sözde İslam dünyasına 
sahip çıkacağına kendi çıkarlarına sahip çıkmalı, önceliğini Irak'ın kuzeyindeki 
oluşumu yok etmeye vermeli, İran'da dahil diğer ülkelere vereceği her desteği 
pahalıya satmalıdır. Görüldüğü gibi ülkelerin dostu değil çıkarları vardır.

[1] Bkz: Sait Yılmaz, Ulusal Savunma Strateji, Teknoloji, Savaş, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2008, s. 545-549.


Uzman Hakkında
Sait Yılmaz

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
sait.yilmaz@yeditepe.edu.tr

Uzmanın Diğer Yazıları

  İsrail’in Kıyamet Senaryosu 
  Orta Doğu’da Kovboy Diplomasisi 
  ABD Çöküyor... 
  Türk-Yunan Savaşı Ne Zaman? 
  CIA ve Analiz 
  Ermenistan’da neler oluyor? 
  Suriye’de Şimdi Neler Olacak? 
  NATO-Rusya Savaşını Kim Kazanır? 
  Bizi Kim, Neden ve Nasıl Takip Ediyor? 
  Rus Suikast Kültürü 
  Sahipsiz Türkçülük ve Türk Dünyası 
  40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı İçin Notlar 
  Suriye’de Bir Çözüme Ne Kadar Yakınız? 
  Afrin Harekatı ve Türkiye’yi Bekleyenler 
  Savaş ve Kahramanlık Üzerine: Kimler Kahraman Olabilir? 
  Orta Doğu’da Rus Realizmi ve Türkiye 
  Rusya İle İlişkilerin Askeri Matematiği 
  Küresel Sermayenin Kudüs’teki İzleri ve Siyonist Plan 
  Kuzey Kafkasya’nın Çalınmış Savaşları 
  21. Yüzyılda İstihbarat 
  Afrika’da Terör ve Sessiz Savaşlar 
  Kuzey Kore Gerçekleri 
  Devlet Adamı ve Kriz Yönetimi 
  Post-Modern İstihbarat 
  Rusya Örtülü Operasyonlarının Dönüşümü 
  ABD-İran Savaş Senaryosu 
  Transatlantik ilişkiler ve Ortadoğu’nun NATO’su... 
  Ortadoğu’da İngiliz İstihbaratı; 1914-1918 
  Suriye'deki İç Savaşın Gerçek Yüzü ve Türkmenler 
  Gelecek 25 Yıl; Büyük Avrasya Projesi (BAP) 
  Türk-Yunan Sorunlarının Neresindeyiz? 
  (H)iç Güvenlik Paketi Bizleri Nasıl Etkileyecek, Hükümetin Hedefi Ne? 
  Ortadoğu’daki Kuzey Kore: Suudi Arabistan 
  Dünya Orduları 2015’e Nasıl Girdi? 
  Ermeni İddiaları ve Gerçekler 
  Aselsan Cinayetlerinin İzini Sürmek... 
  Küresel Terörün Geldiği Aşamayı Nasıl Okumalıyız? 
  Fransa’daki Terör Olaylarının Anlamı 
  2015'e Girerken Uluslararası Güvenlik Ortamı 
  Yükselen Güç Türkiye Masalı 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/abd/2010/02/22/3530/abdnin-iran-oyunu


***

İSRAİLİN ŞİFRELERİ

İSRAİLİN ŞİFRELERİ,




















Prof.Dr.Sait Yılmaz 
16 Ağustos 2018 

 1930’lardan beri, Siyonistler Filistin’deki Arap toplumu karşısında var olma tehdidi ile karşı karşıya olduklarını düşünüyorlardı. 1948 yılında İsrail devleti kurulduğunda, Arapların savaşmak için ittifak kurması ile bu tehdidin arttığını değerlendirdiler. Ülke küçük olduğundan düşmanlarının üstesinden tamamen gelemezdi. Sürekli tehdit ve savaş ortamı, İsrail’i proaktif olmak yerine gelişen olaylara göre reaktif olmaya itti. İsrail stratejisini temelinde1; ülkenin varlığını korumak, mümkün olduğu kadar çok toprak parçası ele geçirmek, büyük bir süper güç ile ittifak yapmak ve Arap dünyası çevresinde devletler ve çeşitli gruplar ile ortaklıklar kurmak vardı. Bunlar taktik işlere yardım etti ama ortada İsrail politikasına rehberlik edecek açıkça ifade edilmiş bir stratejik eylem planı yoktu. Türkiye ile ilişkilerinin bozulması ise “çevre doktrini”ni tamamen çökertti. 

 İsrail’in Güvenliği.. 

 Ülkede başbakanlık Herzog, Livni ve Netanyahu arasında dönüyor. Ülke siyaseti Laik-Siyonist, dinci-milliyetçi, ultra-ortodoks ve Arap gibi kutuplaşmalar yaşıyor2. İsrail’de kurulan hükümetlerin koalisyon olması da uzun dönemli düşünmek yerine çeşitli partilerin farklı önceliklerini dikkate alan kısa dönemli politikalara odaklanılmasına neden oldu. İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi bu amaçla kuruldu ama yaşanan sürekli tehdit ortamı daha çok askeri çözümlere yönelik politikalarla uğraşmak zorunda kalıyor. Stratejik hedeflere ulaşmak için ABD’nin kullanılması, politikaların birlikte formüle edilmesi gerekli görülüyor. Yerel seviyede (Batı Şeria, Gazze, Kudüs vb.) problemlerin çözümü kadar, komşular, bölgesel ve küresel kapsamda işler için de ABD diplomatik desteği gereklidir. 

 İsrail, 1948’de kurulduğunda 650 bin Musevi’nin etrafında 27 milyon Arap yaşıyordu. 1948’den sonra başka ülkelerden 3 milyon Musevi göçmen geldi ve bugün ülke nüfusu milyona ulaştı. 1948’de 156 bin Arap yaşarken, bugün sayıları 1.6 milyona ulaştı. Sürekli şiddet ve roket-füze ateşi tehdidi, İsrail’i her an tetikte tutan ve kaynaklarını harcayan bir rutin olmaya devam ediyor. İsrail’e yönelik tehditler arasında yaklaşık 1000 km. ötedeki İran’dan beklenen nükleer/füze tehdidi, Lübnan sınırından Hizbullah, Gazze’deki Hamas ve Suriye sınırından muhtemel Cihatçı tehdidi sıralanabilir. İsrail böyle çalkantılı bir stratejik ortamda siyasi olarak izole edilmiş bir şekilde yaşayamaz. İsrail’in patronu Ortadoğu’daki İslamcıları yöneten ve bölgedeki güç dengesinin dizginlerini elinde tutan ABD’dir ve yalnızlaştıkça bu ülkeye daha bağımlı hale gelmektedir. 

 Sıradan bir İsrailliye göre İran liderleri ülkelerini yok etmek için her şeyi göze alabilecek insanlardır. Ahmedinejad’ın “İsrail, haritadan silinmelidir” sözleri bu düşünceye kanıt olarak kullanılmaktadır. İran’ın eski başkanlarından Haşimi Rafsancani 2001 yılında yaptığı Kudüs Güçleri konuşmasında şöyle demişti; “İslam dünyası İsrail’in sahip olduğu silahlarla layıkı ile donatıldığında, kolonicilik stratejisi mat olacak.. Bir atom bombası İsrail’in olduğu yerde bir şey bırakmayacak, ama aynı ülke Müslüman dünyasına da benzer şekilde zarar verebilir.” İsrail için mesaj açıktı; İran bombayı edinirse, Müslüman ülkeler ile İsrail’e karşı koalisyon oluşturacaktır.” Yani iki taraf arasında nükleer hesaplaşma olursa, Müslüman dünyasına İran buna liderlik edecektir. Nihayetinde İsrailli planlayıcılar, nükleer riski oldukça az bulsa da tolere edilemez görüyorlar. Ancak, İsrail’in İran’a yönelik önleyici saldırısı karşılıksız 
kalmayacak, savaş çıkarma riski olacaktır. 

 İsrail ve ABD.. 

 ABD’nin İran stratejisi ‘çevreleme’ iken, nükleer korkusu nedeni ile İsrail’in ‘önalma’dır. İsrail, İran’ın amacının ülkeyi yok etmek olduğunu, küçük olan topraklarında iki ya da üç bombanın buna yeterli olacağını düşünmektedir. Üstelik tek tehdidin İran değil, etrafındaki hemen hemen tüm ülkeler olduğunu değerlendirmektedir. Bu yüzden önce 1981’de Irak’ın nükleer program tesislerine saldırdı. Bölgedeki ülkelerin barışçı amaçla da olsa nükleer program geliştirmesi İsrail tarafından varlığına yönelik potansiyel bir tehdit olarak görülmekte ve müdahale etme hakkını tek taraflı kullanmakta yani haydutça davranmaktadır. İsrail’in bu histerisinin altında kutsal kitaplarından Haggadah’ta yer alan ve okullarda öğretilen şu ifade bulunmaktadır; “Her nesilde, bizi yok etmek için çalışacaklardır.” Ortaokul’da öğrencilere Holocaust öğretilir ve toplama kamplarına gezi düzenlenir. 

 Arap-İsrail çatışması, İsrail’in kurulmasından bugüne 70 yıldır devam ediyor. Prensip olarak dört muhtemel yol var; çözüm, yıpratma, etnik temizlik ve asimilasyon. İsrail, 1948’de 700 bin, 1967’de ise 300 bin Arap’ı işgal ettiği topraklardan çıkarmıştı. Bu bir etnik temizlikti. Çözüm konusunda ‘bölünme’ artık geçerli bir seçenek değildir. İsrail’in “bir ülke” vizyonu ise arkasında etnik asimilasyon beklentisi taşımaktadır3. Aşındırma, İsrail stratejisinin ana unsuru idi ama başarısız oldu. İsrail, barış yolu ile asimilasyona devam etmektedir4. Araplara göre, Ortadoğu’daki problemlerin temelinde, Filistinlerin kendi devletlerini kuramaması yatmaktadır. Obama döneminin Amerikalı ulusal güvenlik yetkileri ve askerler İsrail muadilleri ile aynı düşünmüyorlardı. İsrail, ABD’nin Arap düşüncesinden etkilenerek problem çözmeye çalıştığına kızmakta ve ayrı bir Filistin devleti kurulsa bile bölgenin sorunlarının aynı şekilde devam edeceğini iddia etmekteydi5. 

 İsrail’in temel ve kaçınılmaz jeopolitik gerçeği; güvenlik ihtiyaçlarının askeri kabiliyetlerinin dışında olması yani dış güçlere bağımlı olmasıdır. Bu bağımlılık sadece askeri yetenekler bakımından değil Arap dünyasına karşı dış politikasının yürütülmesinde daha geniş bir zemin ihtiyacı için de gereklidir6. İsrail için güvenlik devletin hayatta kalma meselesidir ve etrafındaki tehditlere karşı jeopolitik gerçekleri, karmaşık diplomatik ilişkiler ve askeri hazırlıkla birlikte harmanlamalıdır. Netice itibarı ile İsrail küçük ve zayıf bir devlettir ve onun 
gücü komşularının zayıflığından gelmektedir. Bu yüzden, sürekli ABD yardımına ve diplomatik desteğine ihtiyacı vardır. Trump gelene kadar İsrail, hem ABD’nin bölgesel stratejisi üzerindeki kontrolünü hem de Washinton’un siyasi sürecindeki kontrolünü kaybetmiş, Amerikan yardımları daha gönülsüz hale gelmişti7. 

 Sonuç.. 

 İsrail şimdilerde stratejik olarak emniyetli bir durumda; Suriye iç savaşla meşgul, Lübnan kırılgan, Ürdün ve Mısır ile ilişkiler iyi, kendi arasında bölünmüş Filistinliler ise etkisizdir. Bu durumun kısa zamanda değişmesi beklenmemektedir. İran senaryosu için gene ABD atına binmek istemektedir. İsrail, durumun her an değişebileceği ihtimalini değerlendirerek proaktif davranmaya çalışmaktadır. İsrail’e göre Obama yönetiminin bu sorunlara diplomatik çözüm bulmaya kalkması saflıktı. İsrail’e göre İran’ın yapmak istediği nükleer programını kapatmadan ekonomik yaptırımlardan kurtulmaktı. ABD ve Avrupa’nın askeri güce başvurmadan sorunları çözme mantığı ümitsiz isteklerdi. Trump yönetimi ile birlikte İsrail, kendi anladığı ve istediği oyuna geçti. 

DİPNOTLAR;

1 Brent Sasley, Israel's Real Problem: It Has No Strategy, Texas University, (July 18, 2014). 
2 Leon Hadar, Netanyahu vs. Israel's WASPs: The Battle for Zionism, Wikistrat, ( January 30, 2015). 
3 Ali Abunimah, One Country: A Bold Proposal to End the Israeli-Palestinian Impasse, Metropolitan Books, (New York, 2006), 57. 
4 Curtis F. Jones, Peace Through Assimilation, (August 4, 2006). 
5 Richard L. Russell, Why Israel Worries, (May 6, 2014). 
6 Reva Bhalla, The Israeli Periphery, Stratfor, (Dec 11, 2012). 
7 George Friedman, Israel's New Strategic Position, Geopolitical Weekly, (December 3, 2013). 

***

SURİYE ÜZERİNE OYUNLAR TÜRKİYE VE AKP.,

SURİYE ÜZERİNE OYUNLAR TÜRKİYE VE AKP.,
























22 Haziran 2011 Çarşamba
Suriye Üzerine Oyunlar Türkiye ve AKP
Sait Yılmaz* tarafından yazıldı.

*Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, 
 saityilmaz@beykent.edu.tr

Suriye’deki ayaklanma hareketleri, gerek ülke içinde devam eden silahlı şiddet hareketlerinin artması, gerekse Türkiye sınırına biriken göç dalgası ile 
birlikte kritik bir safhaya girmektedir.

Suriye'nin bugüne gelmesindeki olayların başlangıcını 2000 yılında Beşar Esad'ın iktidara geldiği döneme kadar geri götürmeliyiz. Londra'da göz doktoru eğitimi 
almış olan, modern eğilimli Beşar Esad daha iktidara gelir gelmez babası Hafız Esad'a göre daha esnek bir yönetim tarzı izleyeceğinin mesajlarını vermiş ve 
'Şam Baharı' olarak adlandırılan bu yeni dönem, o zamandan başlayarak Suriye sızmak isteyen Batılı istihbaratçıların iştahını kabartmış, muhalif gruplar bu 
dönemde hareketlenmeye başlamıştı. 2003 yılında başlayan Irak Savaşı sonrasındaki dönem Suriye üzerindeki oyunların ve muhalif hareketlerin daha da sistematik hale gelmeye başladığı gelişmelere sahne oldu. Mart 2011'de başlayan üçüncü dalga ise, Tunus'ta başlayan ve Libya'da kanlı bir biçimde devam eden Büyük Orta Doğu'yu dönüştürme projesinin önemli bir kavşağıdır. Bu projede Türk hükümeti olarak hareket eden iktidar partisi AKP'nin aldığı rol ve ABD'nin operasyon partisi[1] olma konumu özellikle Suriye sahnesinde belirginleşti. Bu makalede, bu rolün Suriye üzerindeki kapsamı ve olası sonuçları üzerinde duracağız.

Suriye'deki Resim..

Tıpkı Irak gibi Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılan topraklar üzerinde kurulan 
ve sınırları cetvelle çizilen suni devletlerden biri olan Suriye, 1920-1946 
yılları arasında Fransa mandasında kaldı. 1947 yılından itibaren ülkeyi Alevi 
azınlığın iktidarı olarak adlandırılan Baas Partisi yönetmeye başladı. Irak'ta 
Saddam döneminde iktidardaki Baas Partisi Sünni'lerin elinde iken, Suriye'de ki 
Baas Partisi Şii'lerin elinde olagelmiştir. Yaklaşık 23 milyon olan bugünkü 
nüfusunun ancak %11-12'sini Aleviler, %67-70 ise Sünniler oluşturmaktadır. Diğer gruplar arasında İsmailliler %1,5, Dürziler %3-5, Hıristiyanlar %14-15 olarak dikkati çekmektedir. Suriye'deki Kürt nüfusu 300 bin ile 1,5 milyon arasında veren çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Golan, Lazkiye çevresi, Şam ve Halep'te önemli bir Türkmen nüfusu bulunmaktadır. Suriye demografisinin dikkati çeken yönü işsizlik ve özellikle Sünni Araplar ve Kürtler arasındaki yüksek nüfus artış hızıdır. Suriye'de 10-24 yaş arası gençler toplam nüfusun %36.3'ünü oluşturmaktadır. Kişi başına gelir 2.400 dolar civarındadır.

Mart 2011'de başlayan dalganın en önemli özelliği 1982 Hama olaylarından sonra muhalifler tarafından rejimi değiştirmek için şiddet olaylarına tekrar 
başvurulmasıdır. Üstelik Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapatılması, olağanüstü halin kaldırılması, barışçıl gösteri hakkının yeniden düzenlenmesi gibi önemli muhalif isteklerini yerine getiren reform çabalarına rağmen şiddet olaylarının ve gösterilerin devam etmesi; bizzat Beşar Esad'ı hedef alan bir rejim değişikliği için düğmeye basıldığının göstergesi olarak kabul edilebilir. 
Bununla beraber, muhalefeti kimin temsil ettiği oldukça muğlaktır. Toplumun 
farklı kesimlerinden destek alıyor olsa da göstericilerin en çok iktidarı ele 
geçirmek isteyen Sünni Araplar arasından çıktığı ilk tespittir. Daha pragmatik 
davranmak isteyen Kürtler ise kontrollü davranarak, kendi haklarını geliştirecek 
her taraf ile anlaşma bekleyişindedirler. Sünni Arap iktidarından çekinen 
Hıristiyanlar da, Kürtler gibi bekle-gör politikası izlemektedirler. Dürzîler 
ise tarafsız kalmayı tercih etmektedirler. Esad'ın tek belirgin desteği 
Alevilerden gelmektedir. Beşar Esad iktidarının en güçlü yanı Ordu (özellikle 
üst kademeler) ve istihbaratı güçlü bir şekilde elinde tutmasıdır.

Der'a, Şam, Humus, Banyas, Rastan ve Bayda gibi yerlerde muhaliflerin etkin 
olduğu ve meydana gelen şiddet olaylarında onlarca eylemcinin öldürüldüğü ve 
binlercesinin tutuklandığı bildirilmektedir. Olaylar genellikle Türkiye sınırına 
uzak olmakla birlikte göçmen akımı özellikle Hatay'ı seçmektedir. Türkiye ile 
Suriye arasında 877 km. kara sınırı bulunmaktadır. Hatay bölgesinde sayıları gün geçtikçe artan göçmen sayısı ve Batının yakın ilgisi ister istemez bize Irak'ın kuzeyinde 1990'lı yıllarda meydana gelen gelişmeleri hatırlatıyor. Aynı kanserli bölgenin Türkiye-Suriye sınırında da yayılması ve hatta tüm Türkiye sınırlarını sarması yadsınamaz bir ihtimaldir. Söz konusu göçmen akınının neden Türkiye sınırlarına yakın bir yerde hem de aylar öncesinden yabancı basın bölgede yerleşerek hazırlandığı ve neden NGO'ların kapıda beklediği iyi sorgulanmalıdır. 
Türkiye ile Suriye arasındaki muhtemel bir Kürt kuşağının Irak'tan sonra Arap 
dünyası ile Türkiye'nin fiziki bağını tamamen koparacağı unutulmamalıdır.

Türkiye ne Yapmaya çalışıyor?

Haziran 2000 ayı içinde Hafız Esad'ın ölümü, 13 Haziran 2000 tarihinde 
Cumhurbaşkanı Sezer'in de bu cenaze törenine katılması ile Türkiye-Suriye 
ilişkileri düzelme yoluna girmiştir. 2003 yılından itibaren Suriye-Türkiye 
ilişkileri ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda olumlu noktalara gelmiştir. 2005 
yılında ABD'nin Suriye Muhalefet Lideri adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri'nin 
Türkiye'ye gelişine zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onay vermemişti. 
Ancak, AKP, iktidara geldiği günden beri devlet olarak değil devletin kimi 
unsurlarını yedeğine almış bir operasyon partisi olarak hareket etmektedir. Yani 
AKP'nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. 
Bugün Türkiye adına uygulanan politikalar iktidar partisinin bir kısım 
danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım 
yapılanmalardan ibarettir. Daha açık olarak muhalefet, asker, devlet güvenlik 
kurumları ve dışişleri bakanlığının büyük kısmı hükümetin çevirdiği dolapların 
ne tam olarak farkındadır ve ne de destekçisidir. Bu Gazze'ye düzenlenen 
operasyonlar için de böyleydi, Libya için de böyle oldu, Suriye için de 
böyledir. Askerlerin hükümet uygulamalarına sağladığı destek yasak savma 
kabilinden, geçiştirme tedbirlerdir. NATO kapsamında Libya için gönderilen 
askeri destek dış kapının boşa dönen tokmağıdır.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun birkaç 
danışmanı ile oluşturduğu politikaların arkasında sanıldığı gibi yüzyıllık 
devlet kültürümüz değil, başka devletlerin yönlendirmeleri ya da hesapları 
vardır. 2003 yılı sonrasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği'nin kötürüm 
hale getirilmesi ve Dışişleri Bakanlığı'nın by-pass edilmesi iç politikada 
olduğu gibi dış politikada da AKP hükümetine dış güçlerle birlikte bağımsız 
manevra alanı sağlamıştır. Bunun son adımı ise Ocak 2011'de Başbakanlık Kriz 
Merkezi Yönetmeliği'nin iptali olmuştur. AKP'nin Büyük Orta Doğu yönündeki 
niyetleri daha Irak Savaşı esnasında Irak'ın kuzeyindeki gelişmelere ulusal 
çıkarlar yerine, sözde daha büyük mercekten yani Orta Doğu penceresinden bakma motivasyonu ile başlamıştır. Bugün de ülke çıkarları yerine, din esaslı 
Kürtlerle ve Araplarla birlikte "Mezopotamya Vizyonu" AKP'nin başta Dışişleri 
Bakanı Davutoğlu olmak üzere hayali olmuştur[2]. Tıpkı Irak'ta olduğu gibi 
Suriye'de de Sünni Araplar üzerinden bir strateji izlenmektedir. Nitekim Sünni 
algı nedeni ile bugün Hatay ve Adana bölgesinde yaşayan Aleviler de Suriye'ye 
karşı olumsuz tutumdan etkilenmiş ve gösterilere başlamışlardır. Türkiye, 
gerçekten ülke çıkarları yönünde hareket etmiş olsa idi öncelikle Suriye'deki 
istikrarsızlığın kendi lehine olmadığı gerçeğinden hareket ederdi.

AKP, Batı hegemonya siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurlarından birisi 
ve suç ortağı, Batılıların Büyük Orta Doğu Projesi için içten kolaylaştırıcı 
(facilitator) olarak seçtikleri ve imal ettikleri bir operasyon partisidir. 
Batılılar, Türkiye'den sonra Orta Doğu'nun diğer ülkelerini de bir bir 
dönüştürürken, yabancı basında, AKP'nin Türkiye'yi bölgesel güç yaptığı hatta 
Osmanlı İmparatorluğu'nun yeniden kurulabileceği pompalamaları yapılmaktadır[3]. 
Ancak, muhafazakârlığın milliyetçi vasfına sahip olmayan İslamcı AKP'nin uzak 
hayalinde Osmanlı değil, "Müslüman İmparatorluğu" bulunmaktadır. Şimdi AKP'nin Suriye'de çevirdiği dolapları gözden geçirelim;

- Batılı güçlerin AKP ile birlikte Suriye'yi tanıma ve yoklama döneminde 2011 
Mart'ına kadar Başbakan Erdoğan, Suriye'yi eleştirmediği gibi ona yaklaştı ve 
böylece oluşan güven ortamında vizeler kaldırıldı, geçişler kolaylaştı. Bu dönem 
boyunca Suriye ile ilişkilerin yegâne Türk tarafı AKP yöneticileri idi. 
Wikileaks belgelerinde AKP-Suriye yakınlaşmasının İran'ı bölgede yalnız bırakmak amacına matuf olduğunun AKP yöneticilerince itiraf edilmesi anlamlıdır. Bu kapsamda, İran-AKP yakınlaşmasının da başından beri samimi bir içerik taşımadığı, AKP'nin sık gördüğümüz iki yüzlülüğünün açık kanıtı oldu.

- Nisan 2011'den itibaren gösterilerin artması ile birlikte Erdoğan'ın söylemi 
birden değişmeye başladı. Dışişleri Bakanı, Başbakanın özel temsilcisi, MİT 
Müsteşarı ve bazen Başbakan doğrudan telefon görüşmesi ile Beşar Esad'ı 
reformlar (!) konusunda ikna dönemine girdi. Kaddafi gibi Esad'ın da pabucu 
kolay bırakmayacağının anlaşılması üzerine, Batılıların empoze ettiği Suriye 
karşıtı atmosfer içinde Erdoğan, Beşar Esad karşıtı bir duruş ile doğrudan 
Suriye halkına hitap etmeye başladı. Suriye'den Türkiye mülteci akını başlatıldı 
ve Türkiye kapılarını açtı.

- Suriye'deki çatışmalar devam ederken ülke televizyonu Sana News'de "gelişmiş silahlar taşıyan eylemcilerin üzerinde Türk pasaportları ve sim kartları 
çıktığı" haberi yer aldı. 14 Haziran 2011 günü ise Press TV, Türkiye'yi ABD ve 
İsrail ile birlikte silahlı gruplara lojistik ve teknik destek vermekle suçladı. 
Müteakiben, AKP-Şam ilişkileri çatışma dönemine girdi ve "daha fazla sessiz 
kalamayız" diyen Erdoğan, Suriye'deki muhalif gruplara İstanbul ve Ankara'da 
imkânlar tanımaya başladı. Suriye'den yeni talep "insani davranmıyor" gerekçesi ile Beşar'ın kardeşi Mahir'in feda edilmesi idi.

- Sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vardı. Gül; "Suriye'yi günlük istihbaratla 
takip ediyoruz. Sivil-asker en kötü senaryolara karşı hazırlığımızı yapmış 
vaziyetteyiz" dedi. Gül, Beşar Esad'ın gayretlerine "yetmez" dedi ve isteklerini 
sıraladı. Gül'ün bahsettiği askeri seçeneklerin ne olduğu belli değil ama Kara 
Kuvvetleri Komutanı'nın Hatay bölgesine ziyareti bu kapsamda gönüllü bir desteği temsil etmiyor kanaatindeyiz. Kayda değer diğer bir tepki ise Cumhurbaşkanı danışmanları Erşat Hürmüzlü'nün "Suriye'de devrimlerin kaçınılmaz olduğu, BM'den Şam hükümeti aleyhine bir karar çıkarsa Türkiye'nin bu kararı destekleyeceğini ve ülkede barış isteniyorsa tek yolun demokrasi olduğu" açıklamasıdır.

Görüldüğü gibi Türkiye, bir anda demokrasi ve insan hakları şampiyonu olarak 
ortaya çıkmakta ve komşu bir ülkede rejimin değişmesi gerektiğini ifade etmekte, ülke yönetimine baskı yapmakta, böylece dolaylı olarak halkı isyana teşvik etmekte, muhalif grupları kendi ülkesinde toplamakta, akıl vermektedir. Türk televizyonlarındaki etki ajanlarına bakarsanız, Suriye'de demokratik, insan 
haklarına saygılı ve özgür bir toplumun gelişmesi tüm Orta Doğu'nun ve 
Türkiye'nin hayrınadır. Genel seçimler sonrası rahatlayan AKP, şimdi Suriye 
konusunda daha da aktif bir politika izlemektedir. AKP, Batı adına hem rejim 
değişikliklerini ucuza getirmek için hedef ülke liderleri üzerinde "ikna edici" 
rol üstlenmekte, hem de istedikleri fiziksel ve meşruiyet desteği sağlamaktadır. 
Sadece ülke içinde değil, dış politikada AKP, bir operasyon partisi niteliği 
kazanmıştır. Ancak, AKP'nin bu operasyonları ne planlayacak ne de uygulayacak 
bir beyin takımı ve kadrosu vardır. ABD-AB-AKP ilişkilerinin tam bir 
panoramasının çıkarılmasının sadece Türk ulusal güvenliği için değil, başta 
komşularımız olmak üzere uluslararası güvenlik için de önemli bir ihtiyaç haline 
geldiğini kaydetmeliyiz.

Sonuç Yerine..

Türkiye'nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi onun kendi iç dinamiklerine saygı 
göstererek, kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destek vermek ve işbirliği yapmak olmalı idi. Bugün ise Suriye'deki gerginliklerin nihayetinde ya Beşar Esad bir şekilde çatışmaları kontrol altına alarak, yönetimini devam ettirecek ya da bu çatışmalar bir süre daha devam ederek, mevcut iktidarın yer değiştireceği bir kaos ortamına girilecektir. Ortaya 
çıkacak sonuç hiç de bazılarının iddia ettiği gibi demokratik ve modern Suriye 
olmayacaktır. Esasen ne Batı, ne de Türkiye'nin hesapları bunun üzerine 
değildir. Batılılar ve özelde İsrail, Esad rejimini değiştirerek Batıya müzahir 
bir Suriye yönetimi ile İran'ı yalnız bırakma ve Büyük Orta Doğu'da bir kaleyi 
daha ele geçirme peşindedir. Ancak, her iki durumda da Türkiye kaybeden tarafta olacaktır. Beşar kazanırsa Türkiye, bir kuzudan bir aslan yaratarak gerçek bir düşman kazanacaktır. Artık, Beşar'ın Türkiye aleyhine her hareketi kendine göre meşru bir gerekçe taşıyacaktır. Beşar kaybederse, kazanan ABD, Fransa ve İsrail olacak, ortaya çıkan yeni kaotik rejimde Kürtlerin konumu Türkiye'nin başka bir baş ağrısı olacaktır. Kısaca, BOP'da sıra yavaş yavaş bize gelmektedir. Ulusal çıkar odaklı olmayan ve Batılılarla hareket eden bir yönetimin ülkeyi sürükleyeceği uçurum ancak bölünmedir. AKP+C, çok zayıf ve her an bozulabilecek iç ve dış dengeler üzerinde hareket etmektedir ve bugün gelinen aşamanın bir bozguna dönüşmesi çok zor değildir. Operasyon partileri, operasyonlar için vardır; günü gelince oyun biter, piyonlar torbaya girer.


[1] Operasyon Partisi kavramı Merdan Yanardağ'ın "Operasyon Partisi (Bir ABD Projesi Olarak AKP)" isimli kitabından esinlenerek kullanılmıştır.

[2] Gürkan Zengin: Hoca Türk Dış Politikası'nda "Davutoğlu Etkisi", İnkılap Kitabevi, (İstanbul, 2010), s.154.

[3] Newsweek: Osmanlı Canlanabilir, 14 Haziran 2011.


Uzman Hakkında

Sait Yılmaz
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
sait.yilmaz@yeditepe.edu.tr


Uzmanın Diğer Yazıları

  İsrail’in Kıyamet Senaryosu 
  Orta Doğu’da Kovboy Diplomasisi 
  ABD Çöküyor... 
  Türk-Yunan Savaşı Ne Zaman? 
  CIA ve Analiz 
  Ermenistan’da neler oluyor? 
  Suriye’de Şimdi Neler Olacak? 
  NATO-Rusya Savaşını Kim Kazanır? 
  Bizi Kim, Neden ve Nasıl Takip Ediyor? 
  Rus Suikast Kültürü 
  Sahipsiz Türkçülük ve Türk Dünyası 
  40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı İçin Notlar 
  Suriye’de Bir Çözüme Ne Kadar Yakınız? 
  Afrin Harekatı ve Türkiye’yi Bekleyenler 
  Savaş ve Kahramanlık Üzerine: Kimler Kahraman Olabilir? 
  Orta Doğu’da Rus Realizmi ve Türkiye 
  Rusya İle İlişkilerin Askeri Matematiği 
  Küresel Sermayenin Kudüs’teki İzleri ve Siyonist Plan 
  Kuzey Kafkasya’nın Çalınmış Savaşları 
  21. Yüzyılda İstihbarat 
  Afrika’da Terör ve Sessiz Savaşlar 
  Kuzey Kore Gerçekleri 
  Devlet Adamı ve Kriz Yönetimi 
  Post-Modern İstihbarat 
  Rusya Örtülü Operasyonlarının Dönüşümü 
  ABD-İran Savaş Senaryosu 
  Transatlantik ilişkiler ve Ortadoğu’nun NATO’su... 
  Ortadoğu’da İngiliz İstihbaratı; 1914-1918 
  Suriye'deki İç Savaşın Gerçek Yüzü ve Türkmenler 
  Gelecek 25 Yıl; Büyük Avrasya Projesi (BAP) 
  Türk-Yunan Sorunlarının Neresindeyiz? 
  (H)iç Güvenlik Paketi Bizleri Nasıl Etkileyecek, Hükümetin Hedefi Ne? 
  Ortadoğu’daki Kuzey Kore: Suudi Arabistan 
  Dünya Orduları 2015’e Nasıl Girdi? 
  Ermeni İddiaları ve Gerçekler 
  Aselsan Cinayetlerinin İzini Sürmek... 
  Küresel Terörün Geldiği Aşamayı Nasıl Okumalıyız? 
  Fransa’daki Terör Olaylarının Anlamı 
  2015'e Girerken Uluslararası Güvenlik Ortamı 
  Yükselen Güç Türkiye Masalı 


Copyright © 2018. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

  
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2011/06/22/6207/suriye-uzerine-oyunlar-turkiye-ve-akp


***

LİDER, DEVLET YÖNETİMİ VE İMPARATORLUK KURMAK

LİDER, DEVLET YÖNETİMİ VE İMPARATORLUK KURMAK





















YAZAR: Prof. Dr. Sait YILMAZ


KATEGORİ: 
Stratejik Araştırmalar Merkezi, Konu Bazlı Araştırmalar, Makaleler ve Belgeler, Eğitim, Birey ve Toplum Farkındalığı, Stratejik Araştırmalar Merkezi, Konu Bazlı Araştırmalar, Makaleler ve Belgeler, Küresel/Bölgesel Nüfuz Mücadeleleri, Makale

Giriş..

Ülkeler açısından tarih, insan karakterlerinin devlete verdiği rolü oynar. Politikacılar ve bilim adamları, dünyayı genellikle içgüdülerine, bazı büyük adamların düşüncelerine dayanan varsayımlarına ve entelektüel birikimlerine göre algılarlar. Devlet adamlarını literatür ve sanata bakışı farklı olabilir. Mao, kültür devrimini yapabilmek için tüm kitapları yaktırmakla işe başlamıştı. Bir devlet adamının hayatımızın her kategorisini çok parçalı ama bir bütün olarak görmesi ancak edebiyat ve sanat bilgisi ile mümkün olur. Yüksek politika düşünceleri ve devlet adamlarının eylemleri, insan doğasının çeşitli yönlerine hitap eder ve edebi dehalar bunları keşfedecek çok önemli yollar bulmuşlardır. Siyasi ortamdaki aktörler ve olayların arkasındaki dramayı anlamanız, derin düşünmeniz ve gerçekçi sonuçlar çıkarmanız entelektüel birikim ile mümkün olur. John Maynard Keynes; “Kendilerini entelektüel çalışmalardan muaf tutan pratik insanlar genellikle ölmüş bir ekonominin esiridir” demişti. Dünyada büyük düşünen büyük devletler olduğu gibi küçük düşünen büyük devletler ya da büyük düşünen küçük devletler vardır. Tarih ve coğrafya kadar devlet adamlarımızın kalibresi ve vizyonu, halkın kimi seçtiği ya da razı olduğu da geleceğinizi belirler.

Lider Kimdir?

Gerçekte liderler ne piyon ne de kendilerini ve ülkelerinin kaderinin tam hâkimidirler. “Hangi liderler uluslararası politikaya etki ederler?” sorusu daha önce üzerinde çalışılmış zor bir konudur. Bakıldığı zaman Mustafa Kemal Atatürk, Winston Churchill, Franklin Roosevelt, İndira Gandi olmasaydı dünya bu kadar böyle olmazdı diyebileceğimiz liderler yanında; Adolf Hitler, Josef Stalin, Mao Zedong, George W. Bush gibi hiç olmasa daha iyi olurdu dediklerimiz de var. Ancak, iyi ya da kötü bu liderleri ortaya çıkaran ve izledikleri politikalara iten şey yaşadıkları iç ve dış çevre ile olaylar olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Nitekim Abraham Lincoln bunu şu sözleri ile itiraf etmişti; ‘Ben olayları kontrol ettiğimi iddia etmiyorum ama olaylar beni kontrol ediyor[1].’ Tarih yazarken liderler bahsetmeden olayları açıklayamıyoruz. Siyasi davranışın evrimi ile ilgili çalışmalar yenidir ama şimdiden çok önemli öngörüler ortaya konmuştur. Bazı çalışmalar liderleri aktif ya da pasif olmalarına, bazıları da çalışma ortamına pozitif ya da negatif bakmalarına göre sınıflandırdı[2]. Liderler de sıradan insanlar gibi düşüncesizlik, belirsizliğe tolerans, farklı görüşleri dinlemeye isteklilik, inatçılık, güven hissine göre farklı yerlerde olabilirler. Kendine güven, daha istikrarlı bir kişilik ile politikalara daha doğrudan etki eder. Daha güvenli hisseden liderler daha riskli anlaşmalar yapabilirler.

Geçmişten bugüne gücü elinde tutan önderler, siyasiler, elitler ve daha altta toplanan iş adamları, toplum önderleri ve bilgi yayıcılarının arka plandaki görevi geleneksele dayanan hınç mekanizmasının verimliliğini artırırken, kişisel güçlerini artırmaktır. Her şey denetim altına alınmalıdır ki, tehditler savuşturuluncaya kadar bu üstün görev dev bir gözün acımasız bakışlarına tam bir teslimiyet içinde devredilebilsin[3]. Burada bu kişileri aynı hedefe yönelten ortak bir amaç veya bir ideoloji vardır. Kuvvetli bir ideoloji bir biri ile uyumlu kararlar alınmasına etki edebilir. Aynı ideolojiye sahip kişiler aynı politikaları destekleyecektir. Negatif liderlik otokrasiye doğru bir evrim içindedir. Bu kapsamda, siyasi davranışın evrimi ile ilgili dört öngörünün farkında olmalıyız[4].

(1) Öncelikle ülke liderleri normal insanlar değildir. En alttan hiyerarşinin en üstüne gelene kadar önemli yollardan geçmişlerdir. Onları yukarıya taşıyan kendine özgü ya da diğerleri ile benzer bazı davranışları olmuştur. Bunların bir kısmı olumludur. Örneğin kararlılık liderliğin merkezindedir. “Zehirli şef” dediğimiz, kibir ve astlarını küçük görme gibi negatif özellikleri de olabilir. Liderler uzaydan gelmez, bizim günlük hayatımız içinde kartları iyi oynamak için odaklanmış ve acımasız olabilen kişilerdir. Beyinleri diğerlerinden farklı çalışır.

(2) Liderlerin kendilerine olumlu imaj verme eğilimi vardır. İhtirası, cesaretini ve kendine güvenini artırır ve durumu kontrol ettiği illüzyonu yaratır. Böylece risklere ve kayıplara bakmaksızın cesaretle yürür. Bazen daha sakin ve bürokratik gözükse de daima böyle değildir. Diğerleri sadece blöf yaparken, o cesareti ile istediğini alır.

(3) Liderler herkese hükmetmek için mutlak güç isterler. Bu tür güç; paradan, ailesine, dostlarına ve destekçilerine yardıma kadar her türlü suiistimali ona açar. Bunu bir kez başardı mı, bir daha kaybetmekten tiksinirler. Güç beyinde ödül döngüsü yaratır, daha fazlasını istemeye devam eder.

(4) Liderliğin evrimi esnek, ittifakçı stratejilere götürür. Liderler, her zaman ve her durumda doğal olarak işbirlikçi veya saldırgan değildir, onların davranışları duruma göre şekillenir ya da abartılı hale gelir. Problemin önemli parçası ülkenin rejiminin onlara bu büyük ihtirasları hayal edecek ve gerçekleştirecek gücü verip vermediğidir. Bu özellikle onlara meydan okuyacak bir taraf olmadığı zaman daha da önemlidir. İşbirliği, amaçları gerçekleştirmede işe yarar ama saldırganlık hem daha iyi hem de ucuzdur. Ancak, bütün bunlar onu meşru ve mazur kılmaz ancak anlamamıza yardım eder.

Amerikalı yazar Irving Kristol’e göre[5]; “İster demokrasi, oligarşi, aristokrasi, monarşi ya da tiranlık olsun tüm siyasi rejimler  doğal olarak geçişlidir.. bütün rejimlerin istikrarı zamanın bozucu güçleri tarafından yoldan çıkarılır.” Dolayısı ile rejimler beslenmeli, güçlendirilmeli, korunmalı, restore edilmeli ve hatta cilalanmalıdır. Farkında olmamız gereken otokratlar tarih boyunca hep olmuştur, hep aramızdadır ve onlara karşı hazır olmalı, fırsat vermemeliyiz. Güç, kaza ya da hata ile gelmez, tıpkı hayatta kalma güdümüz gibi içimizde yaşıyor.

Devlet adamlarının kişisel özellikleri ile ilgili pek çok çalışma var. Bunlardan bazıları sistematik olarak onların politika tercihlerine, bazıları işine ve dünyaya bakışına odaklanmaktadır. Atatürk, pozitivist bir lider olarak akılcılığa dayanan, bilimsel bakış açısına sahipti. Onun devlet adamı özellikleri; öngörü, mantık, meşruiyet ve aksiyon adamı olmak şeklinde sıralanabilir. Meşruiyet anlayışının temelinde her zaman kanunlara saygı içinde hareket etmek vardı. Dikkati çeken diğer örnekleri sıralayacak olursak; ABD başkanları içinde Woodrow Wilson çok inandığı bir konuda karşı çıkılırsa havalara sıçrardı,[6] Johnson ve Nixon, çocukluklarında yaşadıkları patalojik aşağılanma korkusu yüzünden Vietnam konusunda tuzağa düştüklerini iddia ediyorlardı[7].  Bill Clinton, iktidara geldiğinde Soğuk Savaş bitmişti ve ilk yıllarında dış politikaya ilgisi çok azdı ve tecrübesi de yoktu. George W. Bush ise Truman gibi kararlı olmayı ya da öyle gözükmeyi seviyordu. Ancak, yanında çalışanlarla uzlaşmak konusunda sorunlar yaşadı, farklı görüşlere pek tahammülü yoktu. Almanya başbakanı Angela Merkel, çok ihtiyatlı ve egosu olmayan biri, eski Doğu Almanya’da büyüdüğünden şüpheci ve çok dikkatli bir kişilik edinmişti.

Devlet Yönetimi..

Bütün siyasi liderler devlet işlerinde aynı değildir. Bazıları kendi zihniyetlerine, prensiplerine bağlıdır, kimileri kısa öngörülü, fırsatçı ve halkın tamamı yerine belirli bir sektörün çıkarlarına daha önem veren bir anlayış içindedir. Demagog devlet adamları kamunun iyiliği için çalışır gözükür ama büyük ölçüde kendi özel amacına hizmet etmektedirler[8]. Demagoglar, insanların kıskançlık, korku ve ümit hislerini kendi gayesiz kariyeri için kullanmaya çalışır. Geleneksel devlet yönetiminde “liyakat” yerine daha çok üst makamların “bende”si, “hizmetkâr”ı veya koşulsuz “kul”u olmak önemlidir[9]. Bu tür yönetimde, siyasal sistem kamu gücü ile toplumsal yaşamın hemen her alanına karışır, nüfuz eder. Sistemin merkezindeki otoriter lider, toplumla birlikte tekil bir tarihsel macera içindedir. Bir lider hangi şekilde iktidara gelirse gelsin, çoğu zaman kendi içgüdüsü yeni ve başka bir şey yapmaya eğilimlidir, eskisi ile aynı bilgileri aldığı halde yeni bir yol seçer. Danışmanları da yeni politikaya avukatlık etmenin kendileri için daha iyi olacağını düşünür. Ancak, bir kere yola girilince bundan sapmak zamanla zorlaşır.

Devlet Başkanının Kimliği Dört kanal ya da Mekanizmadan sisteme etki eder.

(1) Öncelikle Uygulanan politikalar ve tercihler onun dünyaya bakışı, değerleri ve inançlarını yansıtır. Eğer kendisine ait değilse, onun yerine düşünen birileri onayını sağlamıştır.

(2) Tıpkı her birimiz gibi başkanın da kendine ait Kişisel özellikleri ve tarzı vardır. Yapılan çalışmalar bir liderde olması gereken “beş büyük” kişisel özelliğe dikkat çekiyor; tecrübeye açık olmak, dürüstlük, dışa dönüklük, sempatiklik ve duygusal istikrar[10].

(3) Uluslararası Kamuoyu da Lideri farklı açıdan izler ve onda farklı fırsatlar ve tehlikeler görür. Örneğin Bush’un kötü mirası sonrası Obama, karakteri ve söylemleri ile diğer ülkeler için daha çalışabilir bir Lider olarak görülmüştü.

(4) Liderin Yetenekli olması da Politikalarına etki eder. Yetenekli olanlar; İç siyasi gelişmeleri iyi okur, Kamuoyunu karşısına almaz ve Koalisyonlar kurar. Bazıları Hükumet Mekanizmasını daha iyi kullanır. Bunun karşılığını daha az bürokratik engel, çeşitli kurumların kendi başına politika izlemesini önlemek şeklinde alır.

Siyasi düzenin mimarı bir kişi ya da iktidar değil, toplumdur. Topluma rağmen kurulan düzen meşruiyet sorunu yaşar. Tarihte de kendilerini “büyük” diye niteleyen devletlerin parlak görüntülerinin arkasında iyi tahkim edilmedikleri görüldü. Baskıcı bir rejimle sağlanan itaatin arkasında maskeli yüzler ve sadakatler vardır ve denetlemeyen alana geçtiklerinde maskelerini çıkarırlar. Toplumu tamamen kucaklamayan, birliktelik için dönüşüm sağlamayan bir siyasi yönetim diktatörlüğe çıkar[11]. Siyasi gelişme, büyük ölçüde hukuku yansızlaştırma ve dünyevileştirme işinin sonucudur. Siyaset, bir toplumdan meşru otoriteye dayanmak suretiyle yapılan varlık ve değer dağıtma faaliyetidir[12]. İnsan kabalıklarının, kaynak noksanlığı ve yer darlığının olduğu her yerde, ”yavaşlık felsefesi” olarak adlandırılabilecek bir öğretiyi uygulamayı zorunlu kılar. Maddi kaynakların az olduğu yerde, bu noksanlığı tinsel öğretilerle telafi etmek, dışarıya dönük bir ilginin, iştahın biraz da içe dönmesi ve hatta farklı aktarımlarla dengeleme çabası daha anlaşılır olur. Kanaatkârlık, özellikle yoksulların hayatta kalması için gerekli bir mizaç halini alır.

İmparatorluk Kurmak..

Dünya değişir ama insanlar değişmez, bu yüzden açgözlülük ve çıkar çatışması dolayısı ile savaşlar ve şiddet hiç bitmez. Güç, uluslararası politiğin aracıdır ve dünyadaki her biyolojik yaratık gibi insanlar ve devletler de güç ister. Ekonomik, soysal ve siyasi hayatımızın kumaşı bu olguya göre dokunmuştur. Yaptırım uygulayacak bir dünya düzeni olmadığından devletler birbirlerini avlar ya da cezalandırır. Eski zamanlarda düzen içinde, hanedanlar değişir, yeni gelen meşru bir sistemi kurma iddiasında olurdu. Anarşi döneminde kabileler, hanedanlıklar, imparatorluklar sürekli güç ve yeni kaynak arayışı peşinde kendilerine yeni düşmanlar bulmuş, yeni yerler işgal etmişti. Geleneksel meşruiyet anlayışında temel unsur “kutsallık” oldu. Roma İmparatorluğu tüm uygar dünyayı tek bir yasa sistemi altında birleştirmeye çalışmış, Hıristiyanlık ve İslam da dünyaya Tanrı’nın evrensel egemenliğini yerleştirmeyi amaçlamıştı.  

M.Ö.509’da eski Roma’da 244 yıllık monarşiye ve kraliyet yönetimine son verilerek, anayasal cumhuriyet kurulmuştu. Kralın yürütme gücü iki hâkime (daha sonra konsüller olarak adlandırıldı) bağlı çifte yetkili bir otoriteye verildi. Böylece otoritenin keyfi davranmasının ve tiranlığın önüne geçmek istediler. Yargıçlardan açık, yazılı ve laik yasalar istediler. Oluşturulan yönetim biçimi 467 yıl yaşadı. 350 yıllık dönemde halk istikrarlı bir şekilde yaşadı ancak ardından rejim uzun bir kriz dönemine girdi. Devlet yönetiminin esası güç dengesi, farklı grupların haklarının verilmesi ve korunması, özgürlük anlayışıdır[13]. Bunların hepsi Roma Cumhuriyeti’nde vardı ama zamanla hepsi çözüldü ve rejim kayboldu. İstikrar demokrasinin önüne geçince Romalılar monarşiye döndü ve yeni Sezarlar ortaya çıktı. Tarihin ilk yazılı Anayasası olan Magna Carta da 1215 yılında İngiltere Kralı John’un keyfi yönetimini önlemek için hazırlanmıştı. Ülkelere düşen kral olma merakında olanların önünü kesmek, kişisel çıkarları ve keyfi idaresi için devleti ele geçirmek isteyenleri en başından taviz vermeden eleyecek bir anayasal sistem ve uygulama gücü getirmektir.

Yükselen bir güç, Kaçınılmaz olarak yerleşik bir gücün kimi alanlarına el atmaya başlar ve onun er ya da geç büyümesini engellemeye çalışacağından kuşkulanır. Genişleme ve sömürü merakı ile başlayan imparatorluk kurmanın zorlukları vardır.

(1) Öncelikle askeri olarak güçlü olmalı ve ittifak içinde bile olsa savaşların asıl yükünü çekmelidir.

(2) İmparatorluk, işgal ettiği ülkeyi doğrudan yönetemez. Tıpkı İngilizlerin Hindistan’da, Almanların Fransa’da ve Polonya’da, Amerikalıların Afganistan ve Irak’ta yaptığı gibi, orada kendi istekleri doğrultusunda ama yerel bir yönetim kurmalıdır. Bu ise destekleyen imparatorluğun kaynaklarını bitirebilir.

(3) Uluslararası güç dengesindeki yerinin her zaman risk altındadır. Gücünüzün hep sınırları vardır ve rakipleriniz sizin karşınızda güç dengeleri kuruyordur. Her imparatorluğun gücünün sınırları vardır. Örneğin, Romalılar ve İngilizler gibi Amerikalıların da ana sınırlaması demografidir.

(4) Öte yandan savaşlar beklenen siyasi sonucu vermeyebilir ve işgal edilen ülkede dolaylı bir savaş içinde yıkıcı bir döneme girilebilir. İmparatorluğun her coğrafi bölgede müttefik ve ortaklara ihtiyacı vardır. Bunları destekleyecek bütçesi de olmalıdır.

İmparatorlukların bu yüzden bir oyun kitabı vardır ve genellikle şu sıra izlenir[14];

(1) Diğer ülkelerin davranışlarını şekillendirmek için ekonomik teşvikler kullanmak.

(2) Tereddüt eden ülkelere ekonomik yardım yapmak.

(3) Askeri yardım yapmak.

(4) Danışmanlar göndermek.

(5) Karşı koyamayacağı güç göndermek.

Dört ve beşinciyi idare etmek ustalık işidir çünkü askeri güce gerek kalmadan çözüm idealdir. Ama danışmanlar sorunu çözemiyorsa o zaman acil olarak ezici askeri güçle çözülmelidir. Roma lejyonerleri seyrek kullanılırdı ama bir kez gittiklerinde sonuç alırlardı.

Sonuç..

Bir ülkenin körleşmesi, düşünce adamlarının ortadan kaybolması ya da iyi düşünürlerin yetişmemesi ile alakalıdır. Özellikle dış politikada işlerinin yolunda gitmemesinin temel nedeni liderlerin büyük düşünme kabiliyetlerinin ve devlet adamlığının kifayetsizliği ile doğrudan alakalıdır. Bu sadece kendileri değil arkalarındaki danışmanlar, bu işe soyunmuş daireler, medyadaki yazar ve düşünürler, düşünce ve araştırma merkezlerinin kalitesi özetle aydın meselesi ile de ilgilidir. Ülkenin yeni seçilen liderlerinin görevi yeni büyük stratejiler uydurmak değil, devam eden büyük stratejileri yeni stratejik ortama uygun hale getirmek, sürdürülebilirliğini sağlamaktır. Ülkenizin yüzyıllardır devam eden tarihi ve coğrafi gerçekleri vardır ve zaten ne yapmanız gerektiğini size söylemiştir. Bu gerçekleri görmezden gelmek, kişisel sübjektif vizyonlar ile değiştirmek; ülkeyi irrasyonel yollara sokmanıza ve felaketine neden olur. Geçtiğimiz otuz yılda devlete ve bürokrasiye karşı takınılan tavır egemenliğin çok yönlü erozyonuna neden oldu. Şimdi yeni bir çağın başındayız ve Batının üstünlüğü sona ererken, gelecek konusunda tahminler yapılıyor. Egemenlik dağıldıkça dünyayı devletler ile yönetme fikri de dünün hayali haline geliyor. Yeni yüzyılda ülkeler; maddi çıkarlarını gözeten (ekonomiyi öne alan) proaktif ve ihtiyatlı bir diplomasi, yeni güvenlik ortamının gereklerine görevlere göre dizayn edilmiş teknolojik olarak üstün bir ordu ve daha entelektüel bir devlet adamlığına ihtiyaç duyuyor.

[1] Robert Harris, As Macmillan Never Said: That’s Enough Quotations, Telegraph, (4 June 2002).

[2] James David Barber, The Presidential Character: Predicting Performance in the White House, Englewood Cliffs Prentice Hall, (New Jersey, 1972). 45.

[3] Doğu Batı Düşünce Dergisi, Küresel Şiddet, Yıl: 20, Sayı: 80, Mart, Nisan, Mayıs 2017.

[4] Dominic Johnson, Bradley A. Thayer, Why Man Seeks Power, Oxford University, (April 1, 2014).

[5] Matthew Continetti, The Theological Politics of Irving Kristol, National Affairs No.36, (Summer 20014).

[6] Alexander George, Juliette George, Woodrow Wilson and Colonel House: A Personality Study, John Day, (New York, 1956), 88.

[7] Blema Steinburg, Shame and Humiliation, Presidential Decision Making on Vietnam, University of Pittsburgh Press, (Pittsburgh, 1996), 213.

[8] Peter Harris, How David, Cameron Could Save His Legacy, Clements Center for History, Strategy and Statecraft, (May 19, 2015).

[9] Cemil Oktay, Siyaset Bilimi İncelemeleri, Alfa Yayınları, (İstanbul, 2012), 55.

[10] Jeffery Mondak, Personality and the Foundations of Political Behavior, Cambridge University Press, (New York, 2010), 85.

[11] Barrington Moore, Demokrasinin ve Diktatörlüğün Toplumsal Kökenleri, Çev.: A.Şenel, İmge Kitabevi, (2016), 145.

[12] David Easton, An Approach to the Analysisof Political Systems, World Politics, Vol.9, No., (Apr., 1957), 383-400.

[13] Robert W. Merry, Sands of Empire Missionary Zeal, American Foreign Policy, and the Hazards of Global Ambition, Simon &Schuster, (2010), 92.

[14] George Friedman, Coming to Terms With the American Empire, Geopolitical Weekly, (April 14, 2015).


http://ankaenstitusu.com/lider-devlet-yonetimi-ve-imparatorluk-kurmak/


***

ABD GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKALARI – 2010

  ABD GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKALARI – 2010 
























Prof. Dr. Sait Yılmaz* 
ABD GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKALARI – 2010
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
19 Temmuz 2010 Pazartesi

  Amerikan Hegemonyasının temel kuramı olan Realizm;

İkinci Dünya Savaşı'ndan bugüne Modernizm düşüncesi temelinde; 1980'lerden 
itibaren siyasi olarak demokrasi, Ekonomik olarak kalkınma (development) ve 
1990'lardan itibaren ise kültürel kod olarak ise iletişim (diyalog) projesi adı 
verilen üç alt konsept ile pratikte uygulama alanı buldu. Bu üç proje ülkeleri 
içten ve dışarıdan saran 'ağ stratejisi' ile pratiğe geçmiştir. 
Amerika, hükmetmeyi değil, kontrol etmeyi amaçlar. Soğuk Savaş sonrası ABD'nin yeni vizyon arayışları içinde sırası ile George H.W. Bush'un "Yeni Dünya Düzeni (The New World Order)", Clinton'ın "Küreselleşme (Globalization)" ve oğul Bush'un "Terörizme Savaş Esnasında Hegemonya (War on Terror)" veya "Demokratik Realizm" anlayışının yerini 2008 seçimleri ile birlikte Obama'nın "Yeni İdealizm (The New Idealism)" vizyonu aldı. Obama dönemi yeni güvenlik stratejisi ve Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporu (QDR 2010)'un yayınlanması ile artık Obama'nın niyetlerini daha iyi sorgulayabiliriz.

Yeni ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi

ABD Başkanı Obama'nın kalem aldığı ve imzaladığı yeni ABD güvenlik stratejisi 
daha cümlesinden "ABD'nin dünya üzerindeki tarihi rolünden, evrenselleştirme 
iddiasından, Amerikan çıkarlarına bağlılığından ve demokrasinin öneminden" dem vurarak işe başlıyor[1]. Sunuş bölümünde Amerikan politikalarının özünde bir değişiklik olmadığını anlıyor, sadece yeni dönemde 'nasıl' olacağı konusunda 
yeni bir şeyler bulma arayışına giriyorsunuz. Genel bir özet yapacak olursak, 
Obama önceliği içeriye; ekonominin düzeltilmesine, iç güvenliğin daha sıkı 
koordinasyonuna ve ABD'nin dışarıda bir şeyler yapabilmesi için iç 
mekanizmaların daha iyi kurgulanmasına vermiş durumdadır. Dışarıya yönelik 
iddialarında bir değişiklik olmamakla birlikte işi ucuza getirmek için ortaklara 
dayanma, müttefiklerle paylaşma gibi unsurlar yanında daha çok yumuşak güce 
dayanmak için diplomatlar, NGO'lar, sivil toplum ve özel sektör arasında yeni 
bir kurgu arayışı öne çıkmaktadır. AB Komisyonu Başkanı Barosso'nun yakın 
zamandaki şikâyetlerini haklı çıkaracak şekilde Avrupa ile ilişkilere hemen hiç 
değinmemektedir.

Ulusal güvenlik stratejisinin odak noktasını 21. yüzyıldaki çıkarlarını daha 
etkili bir şekilde sağlamak için Amerikan liderlik (hegemonya) kurgusunu 
yenilemek oluşturmaktadır. Bir yandan içeride bu kurgu yenilirken dışarıda 
Amerikan çıkarlarına uygun şekillendirmeler devam edecektir. İçeride yapılması 
gerekenler sırası ile: ekonominin uzun vadeli bir gelişme sağlayacak düzlüğe 
çıkarılması; anavatan güvenliği ve ulusal güvenlik yapılarının her seviyede 
entegrasyonu; dünya üzerinde demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi (bildik) argumanlar üzerinden (Amerikan etki ve kontrol sistemini yaymak için) daha kuvvetli bir yapılanmaya gitmek ve bu yapının diğer uluslararası kurumlar ve ortaklar (ülkeler) ile bağlarını güçlendirmek. Söz konusu uluslararası kurumlar içinde NATO, BM, IMF ve Dünya Bankası (WB) adları öne çıkarken ülkeler arasında üç grup ayrımı belirgindir. Birinci grupta önem verdiği; Çin, Hindistan ve Rusya, ikinci grup ise artan önemleri ile Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya'dır. ABD'nin bölgesel politikaları için önemli olan üçüncü grup içinde Pakistan ve Türkiye öne çıkmaktadır. Türkiye için Sayfa 42'de Obama özel bir cümle kullanmaktadır; "Türkiye'ye (özellikle bölgesel ortak çıkarlarımız için) 
angaje olmaya devam edeceğiz." Artık nasıl anlarsanız anlayın!

Amerika önceliğini anavatan (iç) güvenliğine vermekte ve en önemli tehdit olarak nükleer silaha sahip İran ve Kuzey Kore'nin adını söylemektedir. Daha sonra sırayı El Kaide almaktadır. Müteakiben, Irak, İsrail-Filistin çatışması ve 
Müslüman ülkeler ile ilgili beklentileri gelmektedir. Güvenlik stratejisinin 
ilginç olan bölümü ulusal kapasitenin geliştirilmesi için öngörülen eylem 
planıdır. Bu bölümde: dünya üzerinde askeri üstünlüğün korunması; diplomatik ve ekonomik vasıtalara daha çok yatırım yapılması; istihbaratın asimetrik tehditler için zamanında bilgi sağlaması; ulusal güvenlik, yardım programları ve (yumuşak güç) mekanizmalarının eğitimi, yenilenmesi ve güçlendirilmesi üzerinde durulmaktadır. Beyaz Saray'daki Anavatan Güvenliği ve Ulusal Güvenlik Konseyi organlarının birleştirildiği ifade edildikten sonra bekleyen yenilikler 
aşağıdaki gibi sıralanmaktadır;

Savunma; Terörle mücadele ve istikrar operasyonlarına öncelik, Amerikan gönüllü sisteminin yaşadığı sıkıntıların aşılması için yeni özendirmeler.

Diplomasi; Hükümetler, uluslararası kuruluşlar, NGO'lar, think-tank'ler, 
üniversiteler ve sivil toplum ile ilişki için yeni hünerler geliştirilmesi.

Ekonomi; Doların değeri, ticaret, dış yatırımlar, bütçe açığı, enflasyon, 
verimlilik ve rekabet gücünün korunması için kalkınmış ülkelerle işbirliği.

Kalkınma; Küresel ekonominin istikrarı için gelişmekte olan ülkelere yardım (!) 
için ekonomik araçlar ve finans kuruluşları ile angaje olmak.

Anavatan Güvenliği; Tehditlerin önceden belirlenmesi, yasal olmayan girişlerin önlenmesi ve terörist bağların ortaya çıkarılmasına odaklanılacaktır.

İstihbarat; Stratejik istihbarata önem verilerek istihbarat toplumun 
kabiliyetleri artırılacak, dış istihbarat servisleri ile işbirliği yapılacaktır.

Stratejik iletişim; Amerikan çıkarlarını geliştirmek ve meşruiyetini sağlamak 
için özellikle kültürel alanda projeler geliştirilecek, ikna kabiliyeti artırmak 
için medya dışında yeni metotlar bulunacak.

Amerikan Halkı ve Özel Sektör; Amerikan değerleri korunurken, özel sektörün yardımıyla diğer ülkelerdeki özel sektör, NGO'lar, vakıflar ve sivil toplum kuruluşları ile yeni fırsatlar, şeffaflık ve bilgi temini için bağlar geliştirilecektir.

ABD Savunma Stratejisi 2010

QDR 2010'a[2] baktığımızda ilk dikkati çeken şey ABD kafa karışıklığının devam 
ettiği oldu. Bunda QDR 2010'un Şubat ayında Ulusal Güvenlik Stratejisi'nin ise 
Mayıs ayında yayınlanmış olması etkili olabilir. Kafa karışıklığının iki önemli 
belirtisi daha önceki QDR'dan farklı olarak Amerikan ordusu için öngörülen 
dönüşüm yerine 'kuvvetin evrimi' terimi kullanılması, bütçeye temel teşkil 
edecek 'kuvvet ölçeği' için muğlak ifadelerin arkasına saklanılmasıdır. QDR 
2010'un ana hatlarını; devam eden kuvvet yapısı dönüşüm çalışmaları, ordu 
personelinin durumunu iyileştirme, Silahlı Kuvvetlerin ABD içi ve dışı organik 
ilişkilerinin geliştirilmesi ve özellikle iş dünyası ile ilişkilerde reform 
çalışmaları oluşturmaktadır.

Amerika'nın savunma öncelikleri: bugünün savaşlarında üstün olmak (Irak ve 
Afganistan'ı tarif diyor ama kazanmak demiyor); (nükleer) çatışmayı önlemek ve caydırmak; rakipleri (büyük güçleri) yenmeye hazırlanmak ve pek çok ihtimalat (doğal afetler, kırılgan ülkeler vb.) bölgesinde başarılı olmak; (asker 
sıkıntısı yaşanan) gönüllü gücünü muhafaza etmek ve geliştirmek. Amerikan 
çıkarlarının tarif ettiği öncelikli coğrafyalar olarak Orta Doğu ve Güney Asya 
seçilmiştir. Ancak, önceki QDR'larda olduğu bu coğrafya ile ilgili düşünceler ve 
kuvvet projeksiyonu üzerine bağlantılar verilmemektedir. Sadece, Afganistan için El Kaide ile baş edilmesinde Pakistan'ın önemine vurgu yapılmaktadır. Irak'ta ise Irak güvenlik güçlerinin eğitilmesinin önemine değinilirken, nasıl bir Irak ve Orta Doğu konusunda açıklama için zaman erken bulunmuştur. Obama da bu konuya değinemediğine göre anlaşılan Orta Doğu ve Irak ile ilgili gelişmeler oldukça derindir.

Kuvvet yapısı ile ilgili olarak Kara Kuvvetlerine istikrar operasyonları 
öncelikli görev gösterilirken, Deniz Kuvvetlerine açık denizlerde kaybol veya 
müttefik gemilerle gez denilmekte, en büyük gelişme ve öncelik Hava 
Kuvvetleri'ne kaydırılmaktadır. Hava Kuvvetleri için büyük miktarda beşinci 
nesil savaş uçağı temin ederek uzak menzilli ve girilmesi zor bölgeleri vurma 
kabiliyeti geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun dışında özel kuvvetler, ISR 
(istihbarat, gözetleme, keşif) kabiliyetleri ile siber, elektronik ve haberleşme 
gayretlerinin geliştirilmesine vurgu yapılmaktadır. Amerikanın ordusunun 
dönüşümü ile ilgili önemli kararlar DDG-1000 destroyerleri, Geleceğin Muharebe 
Sistemleri vb.) 2011 bütçe çalışmalarına bırakılmaktadır. Amerikan savunma 
yatırımları için; döner kanatlı uçaklar, insansız hava araçları, patlayıcılara 
karşı sistemler, özel kuvvetler, sivil işler, dil ve kültür uzmanlığı ve 
güvenlik yardımları alanına dikkat çekilmektedir.

Sonuç yerine: "Allah'a Uzak, Amerika'ya Yakın Olmak"

Bir Fransız düşünür Amerikan politikalarını yorumlarken şöyle demişti; "Zavallı 
Meksika, Allah'a ne kadar uzak, Amerika'ya ne kadar yakın!". Bunu söylerken 
şüphesiz Meksika'nın içinde olduğu badireler kadar, Meksika'nın başına çorap 
örmeyi kendi güvenliğinin gereği sayan, yanı başındaki Amerika'ya atıf yapmakta idi. Bugünün yeni Meksikaları arasında Pakistan ve Türkiye de var. Bu ülkelerin güvensizliği Amerika için işlerin yolunda gitmesi demek. Bizlere düşen ise demokrasi ve küresel (!) çıkarlar adına bize biçilen rollere ve olup-bitenlere 
razı ve destek olmak. Obama ile de değişen bir şey olmadığı, ABD derin 
devletinin Obama ile ya da onsuz her zaman kendi yolunda gideceği açıktır. ABD, ne dünya üzerindeki hegemonya rolünden ne de evrenselleştirme (Amerikanlaştırma) merakından vazgeçmiştir. Obama ile sadece ABD'nin ekonomi ve güvenlik yapılanmasını gözden geçirme gibi öncelikleri ortaya çıkmıştır. Kısaca ABD'de para ve insan kaynağı sıkıntısı vardır ve kaynaklarını daha dikkatli kullanmak zorunda hatta ucuza getirmek istemektedir. Bunun için de Türkiye gibi bölgesel çıkarlarının payandaları ikna edilmelidir.

Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Müdürü, 
saityilmaz@beykent.edu.tr

[1] The White House: U.S. National Security Strategy, May 2010, Washington.

[2] U.S. Department of Defense: Quadrennial Defense Review Report, February 
2010,



Uzman Hakkında
Sait Yılmaz

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
sait.yilmaz@yeditepe.edu.tr

Uzmanın Diğer Yazıları

  İsrail’in Kıyamet Senaryosu 
  Orta Doğu’da Kovboy Diplomasisi 
  ABD Çöküyor... 
  Türk-Yunan Savaşı Ne Zaman? 
  CIA ve Analiz 
  Ermenistan’da neler oluyor? 
  Suriye’de Şimdi Neler Olacak? 
  NATO-Rusya Savaşını Kim Kazanır? 
  Bizi Kim, Neden ve Nasıl Takip Ediyor? 
  Rus Suikast Kültürü 
  Sahipsiz Türkçülük ve Türk Dünyası 
  40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı İçin Notlar 
  Suriye’de Bir Çözüme Ne Kadar Yakınız? 
  Afrin Harekatı ve Türkiye’yi Bekleyenler 
  Savaş ve Kahramanlık Üzerine: Kimler Kahraman Olabilir? 
  Orta Doğu’da Rus Realizmi ve Türkiye 
  Rusya İle İlişkilerin Askeri Matematiği 
  Küresel Sermayenin Kudüs’teki İzleri ve Siyonist Plan 
  Kuzey Kafkasya’nın Çalınmış Savaşları 
  21. Yüzyılda İstihbarat 
  Afrika’da Terör ve Sessiz Savaşlar 
  Kuzey Kore Gerçekleri 
  Devlet Adamı ve Kriz Yönetimi 
  Post-Modern İstihbarat 
  Rusya Örtülü Operasyonlarının Dönüşümü 
  ABD-İran Savaş Senaryosu 
  Transatlantik ilişkiler ve Ortadoğu’nun NATO’su... 
  Ortadoğu’da İngiliz İstihbaratı; 1914-1918 
  Suriye'deki İç Savaşın Gerçek Yüzü ve Türkmenler 
  Gelecek 25 Yıl; Büyük Avrasya Projesi (BAP) 
  Türk-Yunan Sorunlarının Neresindeyiz? 
  (H)iç Güvenlik Paketi Bizleri Nasıl Etkileyecek, Hükümetin Hedefi Ne? 
  Ortadoğu’daki Kuzey Kore: Suudi Arabistan 
  Dünya Orduları 2015’e Nasıl Girdi? 
  Ermeni İddiaları ve Gerçekler 
  Aselsan Cinayetlerinin İzini Sürmek... 
  Küresel Terörün Geldiği Aşamayı Nasıl Okumalıyız? 
  Fransa’daki Terör Olaylarının Anlamı 
  2015'e Girerken Uluslararası Güvenlik Ortamı 
  Yükselen Güç Türkiye Masalı 

***