2 Kasım 2018 Cuma

TÜRK ASKERİNİN ORTADOĞUDAKİ KÜRESEL PETROL SAVAŞLARINDA YERİ YOKTUR.

TÜRK ASKERİNİN ORTADOĞUDAKİ KÜRESEL PETROL SAVAŞLARINDA YERİ YOKTUR. 



BU OYUNA DUR DİYELİM.

Dr.TahirTamer Kumkale
29 HAZİRAN 2015

Harp zaruri ve hayati olmalı. Gerçek kanaatim şudur; Milleti harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. ”Öldüreceğiz” diyenlere karşı “Ölmiyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lakin, millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1923)
Birkaç gündür istifa etmiş olan ve yeni hükümet kurulana kadar vekaletle göreve devam eden AK Parti yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti sokaklarında Suriye ile savaş tamtamları çalınıyor. Kaynağı belli olan görünmeyen eller ülkeyi paldır-kültür Suriye ile savaşa doğru sürüklemek istiyor..

Medyada çeşit çeşit savaş senaryoları, bilir-bilmez yarım akıllı savaş uzmanlarının(!) ağzından dile getiriliyor.  Doğal olarak yanlış yapılıyor ve kafalar karmakarış ediliyor..

Hükümet askere “Suriye’ye girin” demiş. Asker “yazılı emir istemiş”. Hükümet hemen hazırlayıp yazılı emrini vermiş. Asker Suriye’ye giriş hazırlıkları yapıyormuş v.s…

Önce şunu bilelim. Savaşı askerler değil T.C. Devleti Hükümeti,tüm milli güç unsurlarını kullanarak yapar. Askeri güç, savaşı planlayıp uygulayacak sekiz milli güç unsurundan biridir ve  savaşta en son devreye girerek noktayı koyacak temel unsurdur.

İki ülke arasındaki sorunlar barışçıl metotlarla çözülemeyince bu defa hükümetler savaş açar. Her savaşın mutlaka elde etmesi gereken belirli bir siyasi hedefi olur. TBMM’den savaş açma yetkisini alan hükümet, bu savaşla ilgili olarak seçtiği siyasi hedefi elde etmek için HÜKÜMET DİREKTİFİ hazırlar. Bu direktif askerle birlikte devletin bu savaşta kullanacağı tüm unsurların çok detaylı görev ve sorumluluklarını içerir.

Uluslararası hukuk kuralları ve BM Antlaşmasının temel esaslarına göre hazırlanan bu direktif içinde askerin hedefi somut olarak belirlenir. Bu hedefe nereden ve nasıl gidileceği; hedefte ne kadar kalınacağı; hedef ülkede hangi hukuki kuralların cari olacağı; yapılacak askeri harekata etki edebilecek bölge ve dünya ülkeleri ile hangi angajman kurallarının uygulanacağı; bu harekatın personel, malzeme, teçhizat, iaşe ve ibadesi ile sağlık hizmetlerinin nasıl sağlanacağı ve özellikle bu savaşın iletişiminin nasıl sağlanacağı gibi hususlar  soruya muhatap kalınmayacak kadar açıkça belirtilir. Bunlar tam tespit edilip, muhtemel sonuçları iyi değerlendirmeden yapılacak askeri harekat mutlaka hüsranla ve mağlubiyetle sonuçlanır.

Savaş Hali’nin ne olduğu ve hangi prosedüre uygun olarak ilan edileceği Anayasamızda açıkça belirtilmiştir. Buna göre ülkenin tüm imkanlarının bir savaşa hazırlanması, seferberlik ilan edilmesi ve devam ettirilmesi için barış şartları kanunlarının yetmeyeceği açıktır. Savaş şartlarının zorluğu bilindiğinden çok özel tedbirlerin hızla alınabilmesi için 2941 Sayılı SEFERBERLİK VE SAVAŞ HALİ KANUNU maddeleri yürürlüğe sokularak bazı hürriyetleri kısıtlayan Sıkıyönetim ve Savaş Hali ilan edilir. Doğal olarak bütün bu hazırlıklar belli bir zaman sürecine ihtiyaç gösterir.

Yani medyada çok dillendirilen savaş hali, birdenbire oluşan ve hemen olup-biten bir durum değildir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatının üzerinden 41 yıl geçmiştir. Ve bu harekatı gerçekleştiren Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin savaş hali halen devam etmektedir. Çünkü,  41 yıl önce savaşan tarafların askerleri arasında yapılan Ateşkes Antlaşması, henüz siyaset makamı tarafından kabul edilen Barış Antlaşması ile sonuçlanmamıştır.

Bu işin teknik yönüdür. İlgililer ve yetkililer mutlaka tarih önünde hesap verebilmeleri için bu kuralları işletmek durumundadır. Bu işler doğası gereği gizli yapılır. Yani şimdi basından pek çok çeşidini gördüğümüz savaş planları tamamen spekülasyon ve hayalleri çalıştırmaktan ibaret boş haberlerdir.. Bir bakıma bugün yaşananlar AK Partinin seçim yenilgisini örtecek  kaos ortamının yaratılmasına ilişkin psikolojik harekat operasyonlarıdır.

Şurası bir gerçektir. Bugün Suriye sınırımız boyunca kontrolumuzda olmayan bölge içinde emperyalist küresel güçlerin devrede olduğu tipik bir asimetrik savaş tüm  hızıyla devam etmektedir. Bununla ilgili IŞİD, PKK, KOBANİ, PYD, HİZBULLAH kavramları Türkiye gündeminin değişmez temalarıdır..

Bugün sınırlarımız dışında, oluşmasında Türkiye’nin de büyük günahı olduğu iddia edilen müthiş bir sıcak savaş yaşanıyor. Yıkılması için gün sayılırken, arkasına Rusya-Çin-İran gibi güçlerin desteğini alan Beşar Esad Suriye’de iktidarını sağlamlaştırıyor. Irak ve Suriyeyi parçalamak için batının destek vererek yaşattığı terör örgütleri içinde en güçlüsü olan IŞİD Suriye ve Irak topraklarının büyük bir kısmında hakimiyetini kuruyor.. 

Ülkemizde 2.5 milyon Suriyeli mülteci serseri mayın gibi kontrolsuz ve başıboş dolaşıyor. Elek haline dönen Suriye sınırımızdan geçen mülteciler ülkenin her yanını güvensiz hale getirirken kendine yetmeyen ekonomimizi felç ediyorlar.

Suruç’un güneyinde Suriyeli Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kobani kasabasında IŞİD ve PYD örgütleri kıyasıya savaşıyor. Bölgeden kaçan Suriyeli Kürtler Türkiye’ye sığınıyor. ABD ve müttefikleri “IŞİD’a karşı hareket ediyoruz” bahanesi ile tüm bölgede havadan kurduğu hakimiyetini sürdürüyor.  Yani Irak petrollerinin Akdenize kesintisiz inmesini sağlayacak bir Kürt koridorunun  hazırlanması için batılı güçler tüm imkanlarını kullanıyorlar. Türkiyede buna her şekilde katkıda bulunuyor.

Güney sınırlarımızda durum böyle iken PKK terör örgütü yandaşları; tüm Türkiyede devletin tüzel kişiliğine, bayrağına, Atatürk heykellerine, okullarına, belediye binalarına, devletin araçlarına, bankalarına saldırıyor, yakıyor ve yıkıyorlar. evletle savaşan PKK yandaşları bu yıkımın sebebi olarak Türk askerinin IŞİD’e karşı savaşmamasını gösteriyorlar. Okullar, bankalar ve devlet daireleri kapatılıyor. Bir bakıma Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehir ve kasabalarında fiilen savaş hali yaşanıyor. 

Bugün Türkiyede, tüm özellikleri ile süren Asimetrik Savaştan artık hiç kimse önünü göremiyor. Yetkili ve etkili devlet erkanı ise vatandaşlarını bilgilendirip aydınlatacak yerde anlamsız mesajlarla kafaları bulandırıyorlar.

Geçen 7 yıl içinde Ergenekon, Casusluk ve Balyoz operasyonları ile ordunun komuta kademesi darmadağın ediliyor, İstihbarat ve bilgi edinme kaynakları kanunla elinden alınarak MİT’e bağlanıyor, TSK Genel ihtiyatını teşkil eden Jandarma Genelkurmayın elinden alınarak kaymakam ve valilere bağlanıyor. Bu şartlarda, Türk askeri çözüm süreci adı altında hapsedildiği kışlalarında çevresinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Geçmişte terörle mücadelede başarılı olan tüm birlik komutanlarının önceden oluşturulmuş gizli tanık ifadeleriyle birer birer tutuklanıp hapsedilmelerinin yarattığı moral yıkımının etkileri tüm subaylarının beyinlerinde henüz canlılığını koruyor. 

Özetle, yandaş medyanın tüm örtme çabalarına rağmen Türk halkı ülkenin sürüklendiği batağı görüyor ve geleceğine güvenle bakanların sayısı azalıyor.

13 yıldır tek parti iktidarındaki Türkiye Cumhuriyeti, birbiri ardından yapılan ciddi yanlışlarla tükenmiş ve iflasın eşiğine gelmiştir. Bu şartlarda sınırlarımız dışına asker gönderilmesi, yani Ortadoğudaki sonu gelmeyen sıcak mezhep çatışmalarına dahil olunması taammüden cinayettir. Bu davranış yeni bir dünya savaşını tetikliyerek T.C Devletinin ve Türk milletinin sonunu hazırlayabilir.

Topraklarında bağımsız ve dik duran birlik ve beraberlik içinde 76 milyonluk Türkiye’nin varlığı bu bölgede istikrarın temini için kafidir. IŞİD, PYD ve diğer terör örgütleri Irak ve Suriye’nin iç işidir. Güneyimizde Kürt koridorunun kurulmasını önlemenin yolu Suriye topraklarını işgal etmek değildir. Eğer biz sınırlarımızı her türlü terörist geçişine kapatırsak ve topraklarındaki terör örgütlerine karşı ülke bütünlüğünü sağlamaya çalışan Beşar Esad’da destek olursak onlar kendi topraklarını kendileri korurlar. O topraklar ın korunması için  Mehmetçik kanının dökülmesi gerekmez. Terörü desteklemeyelim o yeter. Bırakalım herkes kendi evinin içini temizlesin. Bizi Suriye’nin bölüp parçalanması değil, istikrarı daha çok ilgilendirmektedir.

Bizim öncelikli işimiz; Suriyedeki ayrılıkçı güçlerle savaş olamaz. Bizim işimiz ülkemiz içindeki ayrılıkçı PKK terörü ile mücadele ederek kaybetmek üzere olduğumuz toprak bütünlüğümüzü sağlamak olmalıdır. Nereye sürükleniyoruz ? sorusu herkesin kafasını kurcalamaktadır. Bunun cevabını yöneticilerimiz halka vermek zorundadırlar.

Ömrü savaş meydanlarında geçen ve kurtuluş savaşını kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk; “Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça harp bir cinayettir” sözleriyle savaş ile ilgili karar alıcılara gereken emri net bir dille vermiştir. Atatürk, bu sözleri bugün hızla sürüklendiğimiz Suriye ile savaş gibi durumları çok önceden görerek söylemiştir. Gazi, burada “harp” sözcüğü ile iki tarafın orduları dahil topyekün tüm milli güç unsurlarıyla her alanda yaptıkları sıcak çatışmayı tanımlamaktadır.

Mahalli çatışmaları kendi milli çıkarları için yönlendiren küresel güçler dışında birbiri ile savaşan devletler bu tip savaşlar sonunda galip gelseler dahi maddi ve manevi çok büyük kayba uğrarlar. Çünkü bu savaşların tek galibi ülkeleri savaşa sürükleyen küresel güç odaklarıdır.

Onlar hep kazanırken sudan sebeplerle çatıştırılan ülkelerin kayıplarının telafisi kolay olmaz. Savaşan milletlerin refah ve gelişmişlik seviyelerinin savaş öncesi durumlara ulaşması ise uzun zamana ve büyük maddi desteğe ihtiyaç gösterir. Doğal olarak bu seviyeye ulaştırılmaları da yine onları çatışmaya sokan güçlerin maddi katkıları ile olacaktır. Yani onlar bu şekilde hem çatışan ülkelerin yönetimleri üzerindeki denetimlerini pekiştirecekler hemde maddi kazançlarını katlıyacaklardır. Ve bu vahşi düzen yüz yıldır değişmeden devam etmektedir.
Küresel odaklar, Suriye ve Türkiye’yi savaştırarak ülkemizi  BOP haritasında gösterildiği şekilde bölmeyi hedefliyorlar. Suriye ile birlikte karşımızda Rusya-İran-Çin ittifakı bulunmaktadır. Türk ordusu IŞİD veya PYD/PKK bahanesi ile Suriye’ye saldırırken Rusya ve İrandan petrol ile doğalgaz sevkiyatının kesilmesi dahi bizim savaşı başlamadan kaybetmemiz gibi bir sonucu doğuracaktır. Burada istenen Türkiye’nin zayıf, güçsüz ve birilerinin desteğine muhtaç halde bulundurulmasıdır.

Küresel güçlerin emperyalist hedeflerine katkıda bulunacağım diyerek bu acı faturayı Türk halkına ödetmeğe kimsenin hakkı yoktur.

Sanal gündemlerle kafası karıştırılan milletimizi adeta algılama yeteneğini yitirmiştir. Oysa tüm olumsuz şartlara rağmen Türk toplumunu yıkıma götürecek  sıcak savaşa dur demek görevi tek tek bu necip milletin fertlerine düşmektedir.

Türk insanı Suriye ile asla  savaş istemediğini her yerde haykırmalı ve olayların kontrolünü kaybetmiş olan yöneticilerini teröristlerle değil, ülkesinin toprak bütünlüğünü savunan Esad yönetimi ile işbirliği yönünde  uyarmalıdır.

Emperyalist saldırıları ancak Türk milletinin hür iradesi ve vicdanından gelen vatan ve millet aşkıyla göstereceği dik duruşlar önleyebilir. Bu maksatla halkımız birilerinin kendisine önder olmasını beklememelidir. Herkes kendi iş ve sosyal çevresinde etrafında olan kendisi gibi düşünenlerle bir araya gelip savaşa doğru bu korkunç gidişe dur demelidir..

İnanıyorum ki Türk milleti tarihten gelen sağduyusu bütün savaş oyunlarını bozacaktır. Atatürk’ün söylemi ile “Muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

Sonuç olarak; Türk Ordusu, tüm sıkıntılarına rağmen mevcut potansiyeli ile bölgedeki savaşın savaşan tarafı değil, aksine savaşı durduracak güç olmak zorundadır. Bu tarihi misyonu başarması için tüm milleti kucaklayacak ve komşularıyla dostluk ilişkilerini yeniden tesis edecek güçlü bir siyasi desteğe ihtiyaç vardır.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net
https://kumkale.wordpress.com

https://kumkale.wordpress.com/2015/06/29/turk-askerinin-ortadogudaki-kuresel-petrol-savaslarinda-yeri-yoktur-bu-oyuna-dur-diyelim-2/


***

15 TEMMUZ SONRASINDA TÜRK ORDUSU KRİZ VE ÇIKIŞ.,

15 TEMMUZ SONRASINDA TÜRK ORDUSU KRİZ VE ÇIKIŞ.,



15 Temmuz Sonrası Türk Ordusu Kriz ve Çıkış,


Oktay BİNGÖL Doç. Dr. Türk Silahlı Kuvvetlerinden 2011 yılında Tuğgeneral rütbesinde emekli olmuştur.
Yüksek lisansını İşletme, doktorasını Uluslararası İlişkiler alanında yapmıştır.

    Güvenlik, terörizm, çatışma çözümü, barış çalışmaları, savunma yönetimi, Asya-Pasifik, Afrika Siyaseti, Orta Doğu ve Türk dış politikası konularında çalışmalar yapmakta, lisans ve lisansüstü dersleri vermektedir. Çalışma konuları kapsamında muhtelif akademik yayınları bulunmaktadır. Yazarlığını ve editörlüğünü yaptığı, Başarısız Devletler: Kavramlar, Nedenler ve Sonuçlar (2016) ile Yeni Orta Doğu: Dinamikler, Aktörler ve Süreçler (2017) isimli iki kitabı yayımlanmıştır.

Merkez Strateji Enstitüsü Başkanıdır.

Ali Bilgin VARLIK
Yrd. Doç. Dr.

Türk Silahlı Kuvvetlerinden 2013 yılında Kurmay Albay rütbesinde emekli olmuştur.
Yüksek lisansını İşletme, doktorasını Uluslararası İlişkiler alanında yapmıştır.
Güvenlik, savunma yönetimi, askerî tarih ve strateji, Orta Doğu konularında çalışmalar yapmakta, lisans ve lisansüstü dersleri vermektedir. Çalışma konuları kapsamında muhtelif akademik yayınları bulunmaktadır. Strateji, Harp ve Askerî Harekât Üzerine Dünya Klasikleri Öz İnceleme Dizini ve Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi'nin editörlüğünü yapmıştır. Merkez Strateji Enstitüsü Koordinatörüdür.

15 Temmuz Sonrası Türk Ordusu Kriz ve Çıkış
Oktay BİNGÖL ve Ali Bilgin VARLIK © Barış Kitabevi, 2017
Tüm hakları saklıdır.
Yayıncı izni olmadan kısmen de olsa fotokopi, film, vb. elektronik ve mekanik
yöntemlerle çoğaltılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez. Eser Sahipleri
© Oktay BİNGÖL ve Ali Bilgin VARLIK
1. Basım 2017 Düzenleme - Tasarım
Karizma Reklamcılık: 0.312 418 20 92-93
Baskı ve Cilt Bizim Büro Matbaa
Sanayi 1. Cadde Sedef Sokak. No:6/1 İskitler -ANKARA
Tel: 0 312 229 99 28
ISBN: 978-605-
Sertifika No: 16207
Genel Dağıtım
Zafer Çarşısı No: 10-11 Yenişehir – ANKARA
Tel: 0312. 435 29 69 Faks: 0312. 434 33 93

ÖNSÖZ

Türk Silahlı Kuvvetleri 15 Temmuz 2016’da büyük bir felaketle yüz yüze kaldı. Türk topraklarının yenilmesi imkânsız teminatı olan Türk Ordusunun komuta kademesi, korunan ve kollanan bir çete ile esir alındı. Gasp edilen uçakları ve tankları asırlardır ona güvenen, onunla gurur duyan, ona en değerli varlıklarını emanet eden Millete ölüm yağdırdı.

15/16 Temmuz’da tarihinin en karanlık ve acı günlerinden birini yaşayan Türk Ordusu ve onun muvazzaf ve emekli mensupları, sonrasında bin yıllık bir orduda radikal değişimlere tanıklık ettiler.

Bu kitap, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir asır önce “ekonomik, kültürel, sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda en lüzumlu elemanları da yetiştiren büyük bir millî disiplin okuluna dönüştürülmesini” istediği Türk Ordusunun bugün içine düştüğü durumun nedenlerini ve dinamiklerini, KHK’larla yeni oluşturulan yapıyı da inceleyerek tartışıyor.
Bu tartışma yapılırken, dışsal etkenlerle birlikte kendisine içkin olan ve yıllardır derinlikte olgunlaşan kırılmalar, başkalaşımlar ve savrulmalara da yer veriliyor.

Bu bağlamda yazması ve okuması acıtıcı ve öfkelendirici olsa da gerçeklikler dillendiriliyor. Kitap, sorunları ve nedenlerini tespit etmekle kalmıyor, geleceğe iki temel konu ile – Sivil- Asker ilişkilerinin demokratik çerçevesi ve Türk Ordusunun çağa uygun kapasite kazanımına (dönüşüm) odaklanarak Nasıl Bir Ordu? sorusunun cevabını arıyor.
Alanında bir ilk olan ve güvenlik/savunma disiplininin oluşumuna katkı sağlayacağına inandığımız bu kitaba dair görüş, öneri ve eleştirilerin sonraki baskılarda ve ilişkili konulardaki yeni çalışmalarda ufuk açıcı olacağına inanıyoruz.

Kitabın hazırlanmasında bilgi ve deneyimlerini bizlerle paylaşan emekli silah arkadaşlarımıza ve kıymetli akademisyen dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Oktay BİNGÖL- Ali Bilgin VARLIK Ankara, Ağustos 2017
Yüreği vatan aşkıyla dolu; fikri, vicdanı ve irfanı hür Türk Askeri'ne

İÇİNDEKİLER

Giriş...................................................................................... 1

Birinci Bölüm: Sorunu Tanımlamak.  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ....... 7

Geç Kalan Dönüşüm.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL   ............... 7

TSK’nın Geçmiş Siyasi ve Askerî Dönüşümleri  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ....12

Çuvaldızı Kendimize Batırmak: TSK’nın Geçmişten Günümüze  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL Önemli Kurumsal Sorunları  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL   .........27
Kumpaslarla Şekillendirilen Sivil-Asker İlişkileri. Doç. Dr. Oktay BİNGÖL    ...............47
Travmanın Ürünü: OHAL ve KHK’larla Şekillendirilen Ordu  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  .......51
Darbeye Dayanıklılık-Askerî Etkinlik İkilemi  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL.............................55
15 Temmuz Sonrası TSK’nın Komuta ve Kuvvet Yapısına İlişkin Düzenlemeler ve Sorunlar  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ..61
Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan Alınan Dersler.  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL ..........................   83
Sorunun Tanımlanması Kapsamında Değerlendirme ve Risk Tespiti .  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL .........87
İkinci Bölüm: Kuramsal Arka Plan. Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ........97

Güvenlik Kavramı: Doğası ve Dinamizmi. Doç. Dr. Oktay BİNGÖL .......97
Güvenlik Sektörü Reformu.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL        ...110
Sivil-Asker İlişkilerinin Temel Kavramları, Modelleri ve Çağdaş Uygulamalar.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL   ...........114
Dönüşüm (Transformasyon) ve Askerî Dönüşüm.   Doç. Dr. Oktay BİNGÖL  ..129


-i-

İÇİNDEKİLER

Giriş………………………………………………………………………………............1

Birinci Bölüm: Sorunu Tanımlamak…………………………….............7
Geç Kalan Dönüşüm…………………………………………………………...........7
TSK'nın Geçmiş Siyasi ve Askerî Dönüşümleri…………………...........12
Çuvaldızı Kendimize Batırmak: TSK’nın Geçmişten Günümüze Önemli Kurumsal Sorunları.....27
Kumpaslarla Şekillendirilen Sivil-Asker İlişkileri……………............47
Travmanın Ürünü: OHAL ve KHK'larla Şekillendirilen Ordu…………………………………………………………...51
Darbeye Dayanıklılık-Askerî Etkinlik İkilemi ……………………..........55 15
Temmuz Sonrası TSK’nın Komuta ve Kuvvet Yapısına
İlişkin Düzenlemeler ve Sorunlar…………………………………….......….61
Fırat Kalkanı Harekâtı’ndan Alınan Dersler…………………….............83
Sorunun Tanımlanması Kapsamında
Değerlendirme ve Risk Tespiti……………………………………….........….87

İkinci Bölüm: Kuramsal Arka Plan…………………………...............…97

Güvenlik Kavramı: Doğası ve Dinamizmi……………………..................97
Güvenlik Sektörü Reformu………………………………………..................110
Sivil-Asker İlişkilerinin Temel Kavramları,
Modelleri ve Çağdaş Uygulamalar………………………………….......….114
Dönüşüm (Transformasyon) ve Askerî Dönüşüm………...........…..129
Üçüncü Bölüm: Nas?l Bir Gelecek?.......................................................165
Geleceğin Güvenlik Ortamı……………………………………............……..165
Türkiye'nin Güvenlik Öngörüsü ………………………………...........…....191
Türkiye için Güvenlik Senaryosu ve Güvenlik
İhtiyaçları………………………………………………………………........………206
Üçüncü Bölüm: Nasıl Bir Gelecek?................................................165
Geleceğin Güvenlik Ortamı...................................................................165
Türkiye’nin Güvenlik Öngörüsü..........................................................191
Türkiye için Güvenlik Senaryosu ve Güvenlik
İhtiyaçları.....................................................................................................206
Dördüncü Bölüm: Nasıl Bir Ordu?................................................227

Giriş.................................................................................................................227

TSK’nın Dönüşümü İçin Model, Strateji ve Teşkilatlanma.............................................................................................228
Sivil-Asker İlişkilerinin Genel Çerçevesi: TSK’nın Demokratik Sivil Kontrolü...................................................240
Nasıl Bir Askerî Doktrin?.......................................................................250
Nasıl Bir Komuta ve Kuvvet Yapısı?..................................................269
Ne Tür Araç, Teçhizat ve Silah?...........................................................279
TSK İnsan Kaynaklarının Yapısı..........................................................282
Nasıl Bir Askerî Eğitim ve Öğretim?..................................................286
Nasıl Bir Askerî Liderlik?.......................................................................299
Sonuç Yerine: Paydaşlara Öneriler...............................................305
Kaynakça.......................................................................................................309
Dizin................................................................................................................329

-ii-

Dördüncü Bölüm: Nasıl Bir Ordu?.......................................................227

Giriş……………………………………………………………………….............…..227

TSK’nın Dönüşümü İçin Model, Strateji ve Teşkilatlanma…………….228
Sivil-Asker İlişkilerinin Genel Çerçevesi: TSK’nın Demokratik Sivil Kontrolü ………..240
Nasıl Bir Askerî Doktrin? ....................................250
Nasıl Bir Komuta ve Kuvvet Yapısı?........................................................269
Ne Tür Araç, Teçhizat ve Silah?.............................279
TSK İnsan Kaynaklarının Yapısı………………………………...........……282
Nasıl Bir Askerî Eğitim ve Öğretim?........................................................286
Nasıl Bir Askerî Liderlik?........................................299
Sonuç Yerine: Paydaşlara Öneriler………………………............……305
Kaynakça………………………………………………………….............………...309
Dizin………………………………………………………………..............…………329

-iii-

Tablolar

1 AGİT Üyelerinde Sivil-Asker İlişkileri 124
2 Reform ve Dönüşüm Arasındaki Temel Farklar 130
3 Dünya Ordularında Dönüşüm Modeli 147
4 Su Çatışmaları Sınıflandırması 182
5 Kapsamlı Askerî Güç Mukayesesi 209
6 Türkiye’nin Komşu ve Çevre Ülkelerle Savunma Harcamaları ve Asker Sayıları Mukayesesi 211
7 Türkiye'nin Güvenlik Gereksinimlerine Yönelik TSK’nın Görev ve İşlevleri 217

Şekiller

1 Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeni Komuta Yapısı 62
2 Millî Savunma Bakanlığı Kuruluşu 69
3 Hibrid Savaş Konsepti 184
4 Ulusal Güvenlik Siyasetinin Algoritması 230
5 TSK'nın Dönüşümü İçin Öngörülen Eko-Sistem Modeli 232
6 Doktrinin Temel Stratejileri 252
7 Askerî Harekât ve Faaliyetler 260
8 Askerî Harekâtta Gerginlik-Zaman Diyagramı 263
9 Güvenlik Ortamında İlgi ve Etki Sahaları 265
10 Harp Alanının Bölümleri 267
11 TSK'nın Önerilen Komuta Yapısı 270
12 Askerî Öğretim Kurumları 289
13 Askerî Öğretim Safhaları 296

-iv-

Kısaltmalar

AB: Avrupa Birliği
AD: Akdeniz Diyalogu
MD Mediterranean Dialogue
ADSK: Askerin Demokratik Sivil Kontrolü
AFD: Askerî Faaliyetlerde Devrim
(RMA-Revolution in Military Affairs)
AGİT: Avrupa Güvelik ve İşbirliği Teşkilatı
ASK: Askerin Sivil Kontrolü
AYİM: Askerî Yüksek İdare Mahkemesi
BGK: Bölgesel Güvenlik Kompleksi/RSC Regional Security Complex
BİO: Barış İçin Ortaklık/
PfP Partnership for Peace
DELTMA: Doktrin, Eğitim, Liderlik, Teşkilatlanma, Malzeme, Asker Geliştirme
DNI: ABD Ulusal İstihbarat Teşkilâtı/Department of National Intelligence
DP: Demokrat Parti DTD: Dış Tehdit Dokümanı
Dz.: Deniz
EMASYA: Emniyet ve Asayiş
EYP: El Yapımı Patlayıcı
FCS: Geleceğin Muharebe Sistemleri/Future Combat Systems
FETÖ: Fetullahçı Terör Örgütü
FKH: Fırat Kalkanı Harekâtı
GATA: Gülhane Askerî Tıp Akademisi
GM: Genel Müdür/Müdürlük Gnkur.Bşk.lığı: Genelkurmay Başkanlığı
Hv.: Hava
IŞİD: Irak Şam İslam Devleti İHA/İSA: İnsansız Hava ve Satıh Araçları K.K.K.: Kara Kuvvetleri Komutanı
KBY: Kürt Bölgesel Yönetimi KHK: Kanun Hükmünde
Kararname
KİD: Küresel İklim Değişikliği
KİS: Kitle İmha Silahları
Kuv.: Kuvvet
KYB: Kürdistan Yurtseverler Birliği
LRAD:Uzun Menzilli Akustik Cihaz/Long Range Acoustic Device
MDD: Millî Demokratik Devrim MEBS: Muhabere Elektronik Bilgi Sistemleri
MFP: Multiple Futures Project (Çoklu Gelecekler)
MGK: Millî Güvenlik Kurulu
MGKK: Mobil Görev Kuvveti Karargâhı
MSB: Millî Savunma Bakanı
NATO: Kuzey Atlantik İttifakı/North Atlantic Treaty Organization
NGO: Hükûmet Dışı Kuruluş/Non- Governmental Organizations
PDY: Paralel Devlet Yapılanması SAİ: Sivil-Asker İş Birliği
SKB: Silahlı Kuvvetler Birliği
SKHM: Silahlı Kuvvetler Komuta Harekât Merkezi
SSM: Savunma Sanayii Müsteşarlığı
SUTASAK: Subaylık ve Temel Askerî Anlayışı Kazandırma
SWORD: Özel Silahlar Gözlem Keşif Algılama Sistemi/Special Weapons Observation Reconnaissance System
TMMM: Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi/
COEDAT Centre of Excellence Defence Against Terrorism
TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri
TÜMAS: Türkiye'nin Millî Askerî Strateji Belgesi
YAŞ: Yüksek Askerî Şura

15 Temmuz FETÖ'cü darbe girişimi sonrasında Hükûmet, KHK (Kanun Hükmünde Kararname)lerle TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri)nin yapısında değişikliklere gitmektedir.

Temel olarak darbe tehlikesine karşı tedbir getirmeye yönelik bu düzenlemeler, yeni sorunların doğmasına neden olduğu gibi Türkiye'nin halen yoğun bir şekilde devam eden güvenlik ihtiyaçlarını da karşılayamayan bir yapı yaratmaktadır. Bugünün ve geleceğin süreklideğişim gösteren fırsat, risk ve tehditlerine cevap verebilecek dönüşümün TSK’da uzun süredir yapılamamış olmasının yarattığı hassasiyetler, KHK'larla1 yapılan düzenlemelerin de etkisiyle Türkiye'nin hasımlarının kolaylıkla istismar edebileceği, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını güvenlik ikilemine düşürebilecek hassasiyetler yaratmaktadır. Sivil-asker ilişkilerinin sağlıklı bir düzlemde kurulamadığı, güvenlik kavramının kuramsal, bürokratik, akademik, coğrafi, teknik-teknolojik, sosyolojik vb. Çok çeşitli boyutlarına ilişkin sorunların çözümlenemediği bu ortamda, Ordunun demokratik sivil kontrolü ve askerî yetenek geliştirme/kapasite kazanma için dönüşümü, diğer bir deyişle, hukuki ve işlevsel yetkinliği bir çıkmaza doğru sürüklenme riskini taşımaktadır.
Güncel akışın gerilimler, çatışmalar ve krizler içeren ortamında bulanıklaşan gerçeklik, bilgi kirliliğinde oluşan algılara, geçmişten edinilenler den beslenen ön kabullere ya da ihtiyatlı yargılara bağlı kalmaktadır.
Geçmişte yaşananlar ise tarih yazımının "seçici yanlışlığı" nedeniyle bugüne ya bütünüyle aktarılamadığından 2 ya da yaşamın sürekli değişkenliği nedeniyle eskidiğinden bugün için çok fazla bir değer ifade etmemektedir. Bu sis perdesini aralayabilmekte, aklın gözü olan felsefî yaklaşımın gücü ise bir yere kadar yetmektedir. Bu nedenle dünün ve bugünün getirdikleri, geleceğin getirecekleri için sadece verilerden biri olarak kabul edilebilir.

Bu kitap, tam da bu çıkmazlarda bocalayan ülkemizde, "Nasıl bir Ordu?" sorusunun cevabını arıyor. Her ne kadar bu soru son dönemde öne çıkmış olsa da esasında, güvenlik kavramının her döneme ilişkin ana sorun alanını oluşturmaktadır. Bu nedenle cevapların bugüne içkin olmasından ziyade geleceği kapsamasıgerekmektedir. Bugün bocaladığımız ana konu; Ordunun oldubitti müdahalelerinin önüne geçen bir yapı kurarken, evrensel demokratik normların sınırları içinde kalan, Cumhuriyetin varoluşundan kaynaklanan ve bekasının güvencesi olan bürokratik kültürel mirasının muhafazasını sağlayan meşru ve hukuki özelliklerinin ne kadarının korunacağı meselesidir. Ortaya koyduğumuz cevaplar kadar bu çalışmada tartışmaya açtığımız soruların da nederece anlamlı olduğunu şüphesiz zaman sınayacaktır.

Bütün orduların siyasetteki konumları ve muharebe kapasiteleri birbiriyle bir şekilde ilişkili, ancak mutlak surette zaman içinde devingendir. Bu birbiri içine geçmiş iki alanı; ADSK (Askerin Demokratik Sivil Kontrolü) ve Askerî kapasite artırımı için Askerî dönüşüm ana başlıklarıyla tanımlıyoruz. Bu iki alan; demokratik, kültürel, ekonomik, askerî, teknolojik vs gelişmişlik seviyelerine göre farklı ölçülerde de olsa her devlet için sorunlar içerir.

ADSK, sivil kurumlardan farklı olarak; güce, ihtisasa, hiyerarşiye, inisiyatife, yetkiye, sorumluluğa, kültüre ve geleneklere sahip olması nedeniyle özerk bir niteliği bulunan

Ordunun otonom alanının ve siyasetle ilişkisinin sınırlarının belirlenmesine yöneliktir.
ADSK, yasalar eliyle düzenlenen ancak güvenlik paradigması, devlet geleneği ve askerî kültür tarafından etkilenen bir süreçtir.
Askerî dönüşüm ise millî güç unsurlarının bütününü içeren kaynak ve imkânlarla siyaset ve harekât alanının ihtiyaçları arasındaki tutarlılığın sağlanmasına ilişkindir. Bu ise sistemin geri beslemesine, öngörüye ve değişim kültürüne sahip olunmasını gerektiren bir süreçtir. Bu süreç devamlılık ile karakterize edilse de değişiklikler çoğu zaman devrimsel/radikal nitelikler içerir, yumuşak geçişler nadiren mümkün olabilir.
ADSK, askerî dönüşümleri yönlendirebildiği gibi engelleyebilir de. Bu, sivil Asker ilişkilerindeki gelişmişlik, işbirliği ve bir arada çalışabilme yetkinliğine bağlıdır. ADSK kısa süre içerisinde alınabilecek kararlarla sağlanabilir. Ancak hukuksal düzenlemelerin doğru ve sağlıklı uygulanabilirliği, güvenlik sektörünün sivil kanadının belirli bir birikim ve yetkinliğe ulaşmasına bağlıdır.
Diğer taraftan, askerî dönüşümlerin sonuçlarını alabilmek için zaman, kaynak ve imkâna ihtiyaç duyulur. Bu nedenle ADSK için demokratik yönetime, askerî dönüşüm için stratejik yönetime ihtiyaç vardır.

Her iki değişimi de birlikte ele aldığımız bu çalışmada, her iki alanın da birbiriyle ilişkilerini gözetmeden bir ekolojik sistem oluşturulamayacağı tezi savunulmaktadır.

İncelemede Yöntem Böyle bir analizde en sağlıklı çıkış noktası, algıların aldatıcılığından sıyrılan gerçekliktir. Böylece, popüler cevapların ve geçici doğruların peşinde koşmaktan kaçınmak mümkün olur. Diğer bir deyişle, cari bilgi bombardımanı ve tartışmaların incelemenin bütününe hâkim olmasının önüne geçilmesi gerekir. Ancak bugün karşımızda kanayan bir yara gibi duran akut sorunların tedavisinden öteye, bu sorunları da atlamadan, kangrenleşmiş asıl sorunun saptanmasına yönelmek temel bir görevdir. Bu, görünen nedenler- den çok, daha alt katmanlarda onları yaratanlara yönelik bir arayıştır. Bu çabayla Birinci Bölümde (Sorunu Tanımlamak) sırasıyla Ordunun dönüşüm meselesinin neden sürekli bir şekilde gerçekleştirilemediği, bu durumun bizi nasıl bir sorunlu alana taşıdığı ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasına hâkim olan güvensizlik ortamında KHK’larla yapılan düzenlemelerin mevcut sorunları nasıl daha da kötüleştirdiği üzerinde durulmaktadır. Bu kapsamda 15

Temmuz’dan kısa süre sonra başlatılan Fırat Kalkanı Harekâtı, KHK’larla getirilen yeni sivil-asker iş birliği (SAİ) ve komuta-kuvvet yapılanmalarının test alanı olarak incelenmektedir.

Sorunların tanımlanması gerçekte zor bir uğraştır. Öncelikle araştırmacının kendini sorunun dışında tutarak özne-nesne ve değer-olgu ayrıştırması yaptığını iddia etmesinin çoğu zaman karşılığı yoktur. Bu durum, bu kitabın konusu ve yazarlarının kimliği bağlamında da geçerlidir. Konu TSK, yazarlar da emekli de  olsa askerler olduğunda, sorunu kurum içi ve dışı tüm boyutlarıyla tanımlayabilmek ahlaki, vicdani ve bilimsel zorlukları barındırır.

GİRİŞ

Bu noktaya nasıl ve neden geldik? sorusunun yanıtı aranırken sadece dış etkenlere odaklanmak eksik kalır. Kurum ve Kurumun içindekilerin tarihsel rollerini de incelemek gerekir. Bu noktada Birinci Bölümde “kendimiz” öz eleştiriye tabii tutulmuştur. Bu öz eleştiride hedeflenenler, “belirli şahsiyetler” den ziyade süreçler, işlemler,
uygulamalar ve kendine kurallaştırmalardır. “Çuvaldızı kendimize batırırken”, biz yazarlar da “kendimize” dâhildir.

Devletler bekalarını ve yurttaşlarının güvenlik ihtiyacını kuvvet kullanma tekelini3 elinde bulundurmak suretiyle ve güvenlik sektörü vasıtasıyla yerine getirirler. Burada Ordu başat aktördür. Ordunun devlet için vazgeçilemez olma özelliği ne ölçüde tartışılmaz ise devlet içindeki konumu da o oranda tartışmalara konu olmaktadır. Bu konumlanma yasalarla çizilse de, devlet ve Ordunun toplumdaki konumu, rollerindeki dönüşüm, ulusal güvenlik paradigması ve toplumsal ve askerî kültür ile doğrudan ilgilidir. Türkiye'nin hâlihazırdaki ve gelecekteki muhtemel güvenlik ihtiyaçlarını karşılayabilme imkânı, bir ölçüde kesişim alanları bulunan iki mesele tarafından belirlenmektedir.

Yukarıda da değinildiği üzere birincisi, Ordunun demokratik sivil kontrolü; ikincisi, askerî yetenek kazanma/kapasite artırımıdır.

Ancak bu iki alanın daha büyük kavram olan güvenlik içerisindeki konumlarını saptamadan yapılacak değerlendirmeler eksik kalacaktır. Bu nedenle İkinci Bölümde (Kuramsal Arka Plan) öncelikle inceleme evrenini oluşturan güvenlik kavramı üzerinde durulmuştur. Ardından güvenlik sektörünün dönüşümü üzerinden bizi " Demokratik sivil kontrol" kavramına götüren sivil-asker ilişkileri ile ilgili kuramlara ana hatlarıyla yer verilmiştir.

Bölümün sonunda, özellikle Soğuk Savaş sonrasında modern ordulardaki dönüşüm eğilimi ve dönüşüm konusundaki tek başarılı örneği oluşturan uygulamaya değinilmiştir.

Üçüncü Bölüm (Nasıl Bir Gelecek?)de günümüzün ve geleceğin güvenlik ortamı ile bu ortamda Türkiye'nin güvenlik ihtiyaçları analiz edilmektedir. Bu analizde, TSK'nın ayrıntılı görev ve işlevler listesi oluşturulmuştur. Ayrıca bu görevlerin yerine getirilebilmesi için güvenlik sektörünün diğer aktörlerinin dönüşümünde dikkate alınması gereken hususlara kapsamla kısıtlı olmak üzere öneriler getirilmiştir. Dördüncü Bölüme (Nasıl Bir Ordu?) önceki bölümlerde yer alan hususlar ışığında önerilen Ordunun hukuki ve işlevsel dönüşüm modelinin, ilke ve esasları ile mimarisi oluşturularak başlanmıştır.

Bu model TSK’nın demokratik sivil kontrolü ile askerî kapasite artırımı arasındaki etkileşim; sinerji yaratabilme ve ekolojik sistem oluşturabilme başta olmak üzere diğer yönetim prensipleri ışığında tasarlanmıştır. Bölümde askerî yetenek kazanma/kapasite artırımı için belirlenen ölçütler (Bürokrasi, doktrin, yapılanma, liderlik, eğitim ve öğretim,  harp silah ve araçları, insan kaynakları) ışığında ne gibi düzenlemeler yapılması gerektiği üzerinde durulmuştur.

Kitabın Sonuç bölümünde, başta Hükûmet olmak üzere konuyla ilgili siyasal ve sosyal paydaşlara önerilerde bulunulmaktadır.
Zamanın eskitmediği hiçbir şeyin olmadığını temel veri alarak, bu çalışmada önerilenlerin ancak sürekli dönüşümü mümkün kılan, hatalarından ders alarak kendisini yeniden inşa edebilen bir ekolojik sistem oluşturabildiği ölçüde geçerli olduğu fikri temel çıkış noktasını teşkil etmektedir.
Söylerken de, gerçekleştirirken de kolay olmayan bu yetkinliğin kazanılabileceği iddiası, dogma olmakla "ekol" yaratabilmek arasındaki farkı ortaya koyacaktır.

Bu kitapta temel amaç; Türkiye Cumhuriyetinin, Türk Milleti'nin ve içinde yer alınan geniş coğrafyadaki halkların beka ve güvenliklerinin sağlanması için vazgeçilmez önemi haiz olan TSK’nın çağımızın ve sürekli değişen güvenlik ortamının gereklerine cevap verebilen; insanı, toplumu ve hukuku önceleyen; verimli, etken ve etkin bir yapıya kavuşturulmasına katkı sağlamaktır.

Bu katkı ancak, kalıplaşmış ve dogmalaşmış bakış açılardan ziyade eleştirel, açık ve bütüncül bir yaklaşımla sağlanabilir.
Bu itibarla bu kitap alanda ilk olma özelliği de taşımaktadır. İlk olmanın öne çıkan iki boyutu önemlidir. Birincisi, eleştiriye, yoruma ve katkıya açıklıktır. İkincisi ise daha sonra yapılacak olan çalışmalara kapı aralamasıdır. Aslında her ikisi de kitabın hazırlanmasındaki amacın gerçekleştirilmesini  kolaylaştıracaktır.

1 Eserin tamamında dilbilgisi kuralı gereği "ke" olarak telaffuz edilen "k" harfiyle ilgili kısaltmalarda, kullanışta yaygınlık kazanmış olan
   "ke" olarak telaffuzu esas alınmıştır. Bu nedenle örneğin "KHK'lerle, TSK'nin" yerine "KHK'larla, TSK'nın" şeklindeki kısaltmanın kullanımı benimsenmiştir.
2 Tarihsel anlatıda "olay örgüsü" olarak tanımlanan; çok sayıda ve dağınık olayları birlikte kavrayarak bütün ve eksiksiz bir öyküyü
   şematize ederek anlatabilme sorunu için bkz. Paol Ricceur, Zaman ve Anlatı 1: Zaman?Olayörgüsü?Üçlü Mimesis, (Çev.: Mehmet ve Sema Rifat), İstanbul:
   Yapı ve Kredi Yayınları, 2007, s. 16.
3 Max Weber, Sosyoloji Yazıları, (Çev. Taha Parla), 12.Baskı, İstanbul: Deniz Yayınları, 2008, s. 138.

1.  BÖLÜM

SORUNU TANIMLAMAK
Geç Kalan Dönüşüm,  Doç. Dr. Oktay BİNGÖL


15 Temmuz 2016'da maruz kalınan FETÖ'cü darbe girişimi, hemen her alanda toplumca uzunca bir süredir ertelenen pek çok sorunla yüzleşme mecburiyetini ortaya koydu.

Cumhuriyet tarihinin en büyük travmalarından birini oluşturan bu saldırıyı hazırlayan toplumsal, kültürel, siyasi, ekonomik vb. alanlarda pek çok nedeni sıralamak mümkündür ve hatta sorunun anlaşılabil- mesi için zorunludur. Bunların hepsinin ortak paydası ise yaşanan tecrübelerin ve süreçlerin; toplumun eğitim seviyesi yüksek, gündemi takip edebilen kesimlerinde belli bir seviyede tartışılmasına karşın geniş halk kitlelerinde olayların sadece “hain bir cemaat örgütünün alçakça hareketi” olarak tanımlanıp geçiştirilmekte olmasıdır. Zira toplum bu tür olayları önceki darbeler de dâhil, yeterince açık yüreklilikle ve nesnel bir şekilde tartışma geleneğine sahip değildir. Yaşamın "engellenemezi" olan değişimleri görmezden gelmek, sorunların zamanla daha da kötüleşerek artmasına neden olmuştur. Türkiye’de değişimi her toplumsal katman kendine göre algılamış ve tanımlamıştır. “Yeni Türkiye” kavramı, kullananlara göre bir “değişim” idi. Toplumun dikkate değer bir bölümü bunu

Cumhuriyetin yıkılması ve Atatürkçü Düşünce Sisteminin tasfiyesi olarak gördü. Toplumda önemli sorunlarımızdan birisi, ortak paydalarımızın gittikçe azalması,
fikirlerin kimlik ve değerler üzerinden kalıplaştırılarak dondurulduğu bir ortamda toplumun uzlaşma kültürünü ve gelişme heyecanını kaybetmesi ve daha da ötesinde, farklı grupların birbirlerine düşmanca bakmaya başlaması, farklı görüşleri bastırılması gereken tehditler olarak görmesidir. Bu ülkenin sorunları açık yüreklilikle tartışılabilseydi, aslında onları hazırlayan nedenlerin zırhı da yırtılabilir ve zamanında belirli dönüşümler gerçekleştirilebilirdi.

   Dönüşümler ancak güç sahiplerinin sorgulandığı ve değişebildiği ya da değiştirilebildiği ortamlarda gerçekleşebilir; bu ise nadiren toplumsal erdemle, çoğunlukla da toplumsal bir mecburi yetle olur. Erdemin egemen olmadığı toplumlarda ne bu zırhlar yırtılabilir ne de güç, egemenliğin tek sahibi olması gereken vatandaşların yararına dağıtılabilir. Ne de vatandaşlar bu durumun farkına vararak değişim yönünde demokratik haklarını kullanabilirler.
Katılımcı demokrasiyi geliştirebilen, yukarıdan aşağıya tek yönlü yönetim yerine çok yönlü etkileşimi mümkün kılan iyi yönetişime geçişi başarabilen toplumlar erdemli toplumlardan dır.

Bu toplumlardaki içsel dinamikler, dönüşümün zorunlu ve hatta doğal sayıldığı yetkinliği yaratır. Bu yetkinlik esasında "demokratik sistem" meselesinden çok "demokratik toplum" anlayışıyla sağlanabilir.

Toplumsal örgütlenmelerin, yurttaşın devlete karşı güçsüz yanını kapatmanın ötesinde diğer yurttaşlar aleyhine güç kazanma kapasitesini ehlileştiremediği toplumlarda dönüşüm talepleri ya tekelleşir ya da baskılanır. Bu nedenle aslında bir toplumdaki dönüşüm yurttaşın haklarının korunmuşluğu, taleplerini dile getirebilme gücü ve bilinç düzeyi ile doğrudan ilgilidir. Ayrıca, servetin kaynağının rant ve talan olduğu toplumlar, emeğe saygı ve adil bölüşümü sağlayabilen toplumlara oranla dönüşüme isteksizdir.
Emekle hakkedilerek kazanılmamış gelire alışmış toplumlarda rant kollama kültürü en ince kılcal damarlara kadar yayılır, kuşaklar arasında aktarılır, insanların zihinsel topografyasında gömülü olarak kodlanır, çalışma-ödül nedenselliğini, liyakat ve verimliliği hedefleyen dönüşüme engel olur. Benzer şekilde, servetin, gücün, statülerin, saygınlığın birey ve/veya gruba sadakat / biat, iltimas, irtikâp ve rüşvetle dağıtıldığı toplumlar dönüşüme karşı dirençlidir.

Temel işlevlerini yerine getirememe derecesine göre, “kırılgan”, “zayıf”, “başarısız”, “çökmüş” devletler1 diğer alanlarda olduğu üzere güvenlik sektöründe de dönüşüm gerçekleştirme Geç Kalan Dönüşüm kapasitesi kısıtlı devletlerdir. Çünkü çoğu durumda bu devletlerde hükümetlerin başta ordu olmak üzere güvenlik sektörü üzerindeki otoriteleri ya tartışmalıdır ya da güvenlik sektörünün meşruiyeti devletin meşruiyetinin önüne geçmiştir. Ayrıca bu tür ülkelerde siyaset kurumu ve güvenlik sektörü; hesap vermeme, denetlenmeme ve gözetim yoksunluğu ile uzun süreli çatışmaların sonucu ortaya çıkan çatışma ekonomisine bulaşma nedeniyle çoğunlukla yozlaşmıştır.

Çatışma ortamı ve ekonomisi, içinde bilerek yer alan her aktör için maddi, statü, oy ve itibar olarak önemli getiriler sunar. Bu getirilerin devamını sağlama isteği,
dönüşümü engel olarak görür.

Uluslararası ortamın güç ilişkilerinin yoğun olarak yaşandığı anarşik yapısı devletleri sürekli bir gerilim ortamında hareket etmeye zorlar. Bu tedirginlik, güvenlik sektörünün gerek anayasal konumlandırılmasında gerekse mevcut gücün muhafazasında değişimin engellenmesi yönünde güçlü bir baskı yaratır. Stratejik istila yolları üzerinde bulunan, hasım güçler arasında yer alan, sorunlu komşularla kuşatılan, stratejik enerji kaynaklarının yaratmış olduğu risklere maruz kalan ve coğrafi konumları itibariyle sorunlu olan devletler bu tedirginliği daha yoğun olarak yaşadıklarından güvenlik sektöründeki değişimlere karşı esnek değildirler.

Küreselleşmenin ulus devletler üzerinde yarattığı aşındırıcı etkinin bu devletlerin güvenlik ihtiyaçlarını artırması, güvenlik sektöründe demokratik değişimlerin ya da kuvvet indirimine gidilmesi gibi riskli kararların alınmasını zorlaştırır. Esasında yukarıda değinilen sosyolojik, kültürel veya dışsal nedenler olmasa da devlet hayatında dönüşüm, özellikle de ordunun dönüşümü doğası gereği sorunludur. Siyasetin bugünün, devlet hayatının ise geleceğin sorunlarıyla ilgilenmeyi önceleyen tutumu arasında belirgin bir gerilim olagelmiştir. Yürütme erkinin, parçası olan bürokrasiye olan üstünlüğü nedeniyle kültürel, işlevsel, yapısal vb. kökü derinlere uzanan sorunlara kısa evreli ya da dar öngörülü çözümler getirmek gibi hayati hatalar yapma tehlikesi göz ardı edilemeyecek bir olgudur. Diğer taraftan, günlük siyaset ve ulusal güvenlik siyasetinin farklı öncelikler içermesi ve askerlerin geleneksel görev, yetki ve sorumluluklarını terk etmeye karşı dirençleri dönüşüm çabalarının ötelenmesine neden olur.

Ayrıca, herkesin değişimi istediği ancak hiç kimsenin değişmeyi kabul etmediği içsel dönüşüm projelerinin kaçınılmaz sonu başarısızlıktır.

Diğer taraftan dönüşümün yapılabilmesi için uygun koşulları (daha statik bir güvenlik ortamını) yakalama arzusu dönüşümün ötelenmesine yol açar.
Siyasi karar merciinin devletin güvenlik sektörünün aktörlerini birbirlerine göre konumlandırması kurumlar arasında saygınlık,rekabet ve güven bunalımını körükler.

Bu nedenle, güvenlik sektörünün dönüşümü, yürütme erkinden başka, egemenliğin diğer ana aktörleri olan yasama ve yargının belirli bir olgunluk ve kararlılığa sahip olmasını gerektirir. Ayrıca, kamuoyunu şekillendiren basın-yayın ve sivil toplum kuruluşlarının, aydın ve ileri gelenlerin ordunun hukuki konumu hakkında ilkesel, işlevsel etkinliği hakkında ise rasyonel bir bilgi düzeyine sahip olması gerekir. Ordunun dönüşümü, güvenlik sektörünün diğer aktörleri olan; emniyet teşkilatı, istihbarat kurumları, sivil savunma ve yerel güvenlik unsurları gibi diğer güvenlik birimlerinin, üniversitelerin, düşünce ve araştırma kuruluşları nın, güvenlik sektörü ile ilgili dernek ve vakıfların dönüşümünden farklılıklar arz etse de ayrı tutulamaz; çünkü bunlar aynı alanın farklı kesimlerinde konuşlanmışlar dır.2 Dolayısıyla ordunun dönüşümünün sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için, sistemin her bir unsurunun güvenlik paradigmasının belirleyenlerin e göre yeniden yapılandırılması gerekmektedir.

    Bütün bu problem sahalarının ortadan kaldırıldığını, ordu da dâhil olmak üzere bütün aktörlerin dönüşümden yana olduğunu varsaydığımızda dahi bu süreç
zorluklarla doludur. Bu sorun, demokratik sivil kontrolün ve işlevsel dönüşümün güvenlik beklentilerini ne ölçüde karşılayabileceği ve dönüşümde başarısız
olunabileceği endişesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü güvenlik ikame edilebilir ya da yokluğuna katlanılabilir bir şey değildir.

Dönüşüm, yüksek bir riski içerdiğinden, olgunlaşmış bir dönüşüm kültürü ve kapasitesi gerektirdiğinden, orduların etkinlikleri ve hukuki konumları, savaş ve darbe gibi büyük sınanmalara maruz kalmadıkları sürece genellikle sorgulanmaz.
Büyük sınamalar sonrası da doğru tespitler yapılamadığında dönüşüm başarısız olur.

Geç Kalan Dönüşüm,

Yukarıda ana hatlarıyla değinilen direnç noktaları, birbirlerini besleyen, karşılıklı olarak destekleyen ilişkiler oluşturduğunda yapısal ve kronik bir
soruna dönüşür. " Dönüşememe sarmalı " olarak tanımladığımız; toplumlarda ve devletlerde dönüşüme karşı duruş aslında başarısızlığın hem nedeni hem de sonucudur.
Hemen her toplum ve devlet bu sarmalın yarattığı girdaptan farklı seviyelerde de olsa etkilenir. Türkiye'de devletin oluşumundan kaynaklanan özellikler
dışında ordunun demokratik sivil kontrolü ve işlevsel dönüşümü ana hatlarıyla buraya kadar çizilen genel çerçeveye benzer özellikler taşımıştır.


D:\ALİ\01 AKADEMİK ÇALIŞMALAR\Kitaplar\02 Türkiyenin Güvenlik Yapılanması\13 Baskıdan Önce\00 Kapak 15 temmuz sonrası.jpg 

***

REHİNE DİPLOMASİSİ,

REHİNE DİPLOMASİSİ,


11.09.2018 
(E)Tuğg.Doç.Dr. Oktay BİNGÖL 


Devletlerin dış politikalarında kullandıkları çeşitli siyasal etkileme yöntem ve tekniklerini ifade eden diplomasinin bugünkü anlamında kullanımının Rönesans dönemi sonlarından itibaren Kuzey İtalya’nın şehir devletleri arasındaki etkileşimde başladığı kabul edilir. Süreç içerisinde Alplerin dışına taşan diplomasi yoluyla etki uygulama geleneği XVII-XIV yüzyıllar arasında Avrupa güç dengesi 
mücadelelerinde altın devrini yaşadı. Teknolojik gelişmeler ve artan iletişim olanakları, devletlerin merkezileşmesi ve sürekli halen gelen kriz ve çatışmalar diplomasinin araçlarını ve tekniklerini etkiledi. 

Değişen koşullara uyum göstermeye çalışan devletler diplomaside yeni usuller geliştirdiler. Eski dönemlerde iki devlet arasında ikili diplomasi önde iken, Avrupa’da ortak çıkarları olan monarşilerin temel yöntemi olarak çok taraflı diplomasi hâkim olmaya başladı. 1648 Westphalia Kongresi çok taraflı konferans diplomasisinin öncüsü oldu. Dünya savaşları sonrası uluslararası örgütlerin 
sayısında ve etkinliğindeki artış, konferans diplomasisine göre sürekliliği öne çıkan parlamenter diplomasinin gelişimine fırsat yarattı. XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir taraftan nükleer silahlarla ortaya çıkan dehşet dengesi diğer taraftan iletişim teknolojilerinin artması liderler arasında zirve diplomasisini yükseltti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra açıklık temel bir norm olarak taraftar 
bulmaya başlamakla birlikte diplomaside gizlilik her zaman varlığını korudu. Hükümetler ile kamuoyları arasındaki ilişkinin yapısı çoğu zaman hükümetleri diplomasiyi belirli aşamalarda ve durumlarda gizli olarak yürütmeye zorladı. Bazı anlaşmaları kamuoyunun öğrenmesi on yıllar alırken bazıları ebedi sır olarak kaldı, bu tür gizlilik doğal olarak spekülasyonlara ve komplo teorilerine temel 
teşkil etti. Toplumlar arasında artan iletişim hükümet başkanlarını, bakanları ve üst düzey bürokratların rol aldığı birincil diplomasiyi (1.track diplomacy), sivil toplum örgütlerinin, toplumsal grupların kanaat önderlerinin, iş çevrelerinin, çıkar gruplarının, akademisyenlerin ve daha geniş temelde kamunun dâhil olduğu ikincil ve üçüncül diplomasi formlarına dönüştürdü (2. track and 
3.track diplomacy). 

Diğerlerini etkileme yoluyla kendi isteklerimizi gerçekleştirmeyi amaçlayan diplomasi 21. yüzyılda hemen her konuda ve sektörde konuşulmaya başlandı. Bu bağlamda enerji diplomasisi, savunma sanayi diplomasisi, çevre diplomasisi ve kültürel diplomasi öne çıktı. 

Küreselleşme devlet aleyhine sonuçlar üretirken diplomasi de bir dış politika vasıtası olarak sadece devlete ait olma özelliğini kaybetti. Devlet dışı aktörler artan bir şekilde diplomasiyi kullanmaya başladılar. Terör örgütlerinin ve devlet dışı grupların diplomasi yürüten birimleri ve devletlerin nezdinde diplomasi temsilcilikleri yaygınlaştı. Devlet dışı aktörler özellikle kapalı kapılar ardında yürütülen diplomatik süreçlerde ve açık ortamlarda birincil aktörler himayesinde yer buldular. 

Diplomasi, normatif olarak politika ile uluslararası hukukun, milli çıkarlar ile bu çıkarların dile getirildiği dış ortamın sınırlarında yürütülür. Diplomasi devletlerin politikalarını uluslararası hukuk dilinde yeniden ifade eder. Bu nedenle diplomasi uluslararası hukukun normları tarafından etkilenir ve çevrelenir. Diplomasi temsilciliklerinin çalışmasının da yerleşmiş uluslararası kurallara göre olması 
beklenir. 

Günümüzde diplomaside ilgi çekmeye başlayan yeni bir kavram rehine diplomasisi (hostage diplomacy) dir. Kişiler ve toplumsal gruplar arası ilişkilerde rehine almanın (hostage taking) insanlık tarihiyle paralellik taşıdığına şüphe yok. Ancak rehine alma iletişim çağına kadar meydana geldiği coğrafyanın dışında fazla bilinmedi ve etkisi sınırlı kaldı. 

Siyasi birimlerin (devletler ve devlet öncesi siyasi birimler) siyasi, ekonomik ve askeri avantaj sağlama amaçlarıyla rehine alma eylemlerinin tarihi de oldukça eski. Rehinlerin stratejik bir vasıta olarak kullanıldığı ilk örneklerden birisi M.Ö 15. yüzyılda Mısırlıların Suriye’yi işgali sırasında onlarca çocuğu esir olarak alarak Mısır’a göndermesidir. Esirler, Suriye’nin ileri gelenlerin çocuklarıydı. Mısır Krallığı çocukları iki stratejik amaçla kullandı. Çocukların hayatlarının devamını Suriye’deki ailelerin boyun eğmesine ve işbirliği yapmasına bağladı. Ayrıca ve daha önemlisi çocukları Mısırlılaştırarak ve eğiterek Suriye’ye gönderdi ve kendine bağımlı yeni nesil yönetimlerin oluşmasını mümkün kıldı. 

Bu tür stratejik rehine olguları imparatorluklar var olduğu sürece devam etti. Daha zayıf siyasi birimler güçlülerle olan mücadelelerinde rehine almayı güçteki asimetrinin zorunluluğu olarak gördüler. Kralların aile fertleri, prenslerin nişanlıları, din adamları, üst düzey yöneticiler ve yabancılar stratejik değer ifade ettikçe ve kolay hedef olarak değerlendirildiğinde rehin alındılar. Rehineleri 
kurtarmak için seferler düzenlendi. 

19. yüzyıl sonlarından itibaren diplomasinin kuralları yerleştikçe devletler arasında rehine alma eylemleri azalarak devlet dışı grupların ve terör örgütlerinin başvurduğu bir eylem türüne dönüştü. 

Dünya savaşları sonrası devam eden ulusal kurtuluş savaşlarında asimetrik bir vasıta olarak sıklıkla başvuruldu. Terör örgütleri için rehine alma stratejik bir eylem olarak siyasi, ekonomik, psikolojik ve askeri bir değer ifade etti. II. Dünya Savaşı sonrası artan kitlesel iletişim olanakları rehine almayı, tercih edilen bir eylem şekline dönüştürmeye başladı. 

Devletler de devlet dışı aktörler gibi 1970’lerden itibaren rehine almaya stratejik bir araç olarak başvurmaya başladılar. Örneğin 1979 devrimi sonrası Tahran’da 66 ABD vatandaşı rehin alındı ve kriz 444 gün sürdü. Sonraki yıllarda rehine alma işlemi “haydut devlet” olarak literatüre sokulan demokratik olmayan rejimlere özgü bir olguya dönüştü. 1990’larda Kuzey Kore ve Çin’in uygulamaları uluslararası kamuoyunun tepkisini çekti. Bu devletler sadece yabancı uyrukluları değil kendi vatandaşlarını da rehin aldılar. Krizler uzun pazarlıklar ve karmaşık bir diplomasi sonucu çözülebildi. 

Anti demokratik rejimler rehine alma eylemlerini, kendi iç hukuklarını kullanarak yasallaştırmaya ve meşrulaştırmaya çalıştılar. Rehine alınanlar casuslukla ve mevcut rejimleri devirmeye kalkışmakla suçlandılar. Bu tür suçlamalar iç kamuoyunun desteğini sağlamakta kısa vadede çoğunlukla işe yaradı, 
kitleleri “milli dava” etrafında kenetledi ve diktatörleri güçlendirdi. 

Rehine alma eylemlerinin nesneleri çoğunlukla başvuranların arasındaki krizle doğrudan ilgisi olmayanlardı. Eylemin masum kurbanları olarak acı çektiler ve çoğu durumda seyirlik bir şekilde hayatlarını kaybettiler. Rehineleri kurtarmak için yürütülen diplomaside taviz verme ve zorlama bir arada kullanıldı. Bu süreçlerde bir taraftan askeri-polisiye müdahale teknikleri gelişirken diğer taraftan görüşme ve müzakere alanlarına yeni boyutlar eklendi. Avrupa’da Rönesans sonrası XIX. yüzyıla kadar gelişen diplomasi normları zorlanmaya başladı. 

Rehinecilere taviz verildikçe eylemin stratejik değeri arttı. Başvuran, eylemin işe yaradığını düşündükçe benzer olaylar yaygınlaştı. Diğer taraftan başvuranlar, rehine almayı yasallaştırmak ve meşrulaştırmak için ortaya attıkları ve gerçekte kamuoyunu etkilemeyi amaçlayan gerekçelere, etraflarında kümelenen rant kollayıcılar ın (kontrol altındaki medya, organik ve inorganik  danışmanlar/ aydınlar, kollanan iş çevreleri) ve bilişsel kapanma sürecinin etkisiyle kendileri de inanmaya başladılar. Bu şekilde stratejik bir vasıtası olarak görülen rehine alma başvuranların bilinçlerini esir aldı, devletler ve ilgili ülkeler arasındaki kızgınlıklar ve öfkeler kalıcılaşmaya başladı. 

Başvuranlar iktidarlarını devam ettirirken kitleler çağdaş dünyadan soyutlanarak, “gururlu” ancak her yönden kusurlu bir yaşama mahkûm oldular. 

Geçmişte esir düşmek ve rehine alınmak onur kırıcı bir durumdu. Onur ancak esarette direnerek, isyan çıkararak ve kaçıp kurtularak korunabiliyor du. Direnmeyenler casuslukla ve işbirlikçilikle suçlanırdı. Bu ilişki stratejik rehinelikte değişti. Günümüzün stratejik rehineleri kahraman muamelesi görmeye ve ödüllendirilmeye başlandı. Bu durum rehine alan ile rehine arasındaki sempatiyi niteleyen Stokcholm sendromunun ötesinde yeni psikolojik tanımlamayı da gerektiriyor. 
Son birkaç yıldır rehine diplomasisi yapmakla suçlananların arasında ne yazık ki Türkiye de girdi. Konu kapsamında Türkiye aleyhine yazılan yazılar ve yapılan haberler Rahip Brunson kriziyle zirveye taşındı. 
Bu tür olumsuz ve hak edilmeyen bir algı inşasına ve saldırıya karşı yolu, etkili bilgi harekâtının ötesinde tam demokrasi ve gerçek hukuk devleti olabilmekten geçiyor. 

 http://merkezstrateji.com/assets/media/130828-oktay-suriye-krizinde-askeri-secenekler-ve-rasyonalite.pdf

***

1 Kasım 2018 Perşembe

24 OCAK 1980 KARARLARI ÖNCESİ VE SONRASI.,

24 OCAK 1980 KARARLARI ÖNCESİ VE SONRASI.,


Roza İzgören yazdı: 
24 OCAK KARARLARI, ÖNCESİ VE SONRASI
Yazan: MİNERVA DERGİ on 15 OCAK 2017




1979 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Müsteşarı Turgut Özal’a yeni bir ekonomik plan hazırlama görevi verdi. 

Program kısa sürede hazırlandı ve 24 Ocak 1980’de kamuoyu ile paylaşıldı. Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve en radikal ekonomik planı olarak anılan bu plan liberal ekonomiye geçiş sürecinde bir kırılma noktası olarak görünmektedir. Planın maddeleri maddelerin yarattığı sonuçlara geçmeden önce cumhuriyet tarihindeki ekonomik planlara ve değişimlere bir göz atalım.

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ EKONOMİSİ

Osmanlı ekonomisi tarıma dayalı olan bir ekonomiydi. Halkın neredeyse %90’ı tarımla geçiniyordu.
Sanayi ve ticaret genelde gayrimüslimlerin elindeydi. Osmanlı’nın en büyük bankası ise İngiliz-Fransız kökenli bir bankaydı. Tipik batı kapitalist ülkeler gibi
sermaye birikimini hedefleyen bir planlamaya sahip değildi.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ise belirli bir iktisat planı belirlemek için Türkiye İktisat Kongresi düzenlenmiştir. Bu kongrenin kararları (Ökçün, 1997: 57)
-Kalkınma önce tarımda yapılmalı, sanayi gelişimi zamanla tamamlanmalıdır.
-Sanayinin gelişmesi için gerekli öz sermaye, dövizi sağlayacak tek sektör tarımdır
-Sanayileşme tarım kesiminin satın alma güçlerinin yükseltilmesiyle sağlanır.
-Sanayileşme kamu ve özel sektör birlikteliğiyle sağlanacaktır.
-Yerli üretim teşvik edilmelidir ve lüks ithalattan kaçınılmalıdır.
-Girişim ve çalışma özgürlüğü korunmalı ancak tekelleşemeye izin verilmemelidir.
-Yabancı sermaye ancak ekonomik kalkınmamıza yararlı olacaksa yasalara uygunluk şartıyla kabul edilebilir.
Bu kararların dışında Erken Cumhuriyet Dönemi’nde şu gelişmeler de yaşanmıştır:
-1924 yılında ilk Türk mali kuruluşu olan İş Bankası kurulmuştur.
-1925 yılında tarım kesiminden alınan aşar* vergisi kaldırılmıştır.
-1927 yılında Teşvik-i Sanayi kanunu çıkarılmıştır.


DEVLET KONTROLÜNDE SANAYİLEŞME

(1930-1950)

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı Batı’daki kapitalist ülkelerde hızla yayılmıştır. Bu ülkelerin tarımsal ithalatı düşmeye başlamış,1930’lara gelindiğinde ise
Türkiye’nin tarımsal ürün ihracatı ve milli geliri de azalmıştır. Türkiye’de dış ticaret bilançosu 1947 yılına kadar hep fazla vermiştir. 1930-1950 yılları arasında yaşanan diğer gelişmeler ise ana hatlarıyla şöyledir:
-Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı 1934 yılında uygulamaya konuldu
-İkinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı 1939 yılında uygulamaya konuldu ancak 2.Dünya Savaşı dolayısıyla uygulanamadı.

-1940 yılında Milli Koruma Kanunu çıkartıldı.
-1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkartıldı.
-1947 yılında IMF’ye üye olundu.**
-1948’de Yabancı Sermayeyi Teşvik Kararnamesi çıkarıldı.
-1950 yılında Türkiye Sınaî Kalkınma Bankası kuruldu.

Osmanlıda köylülerin ürettiklerinin %10’u oranında alınan vergidir. Aşar vergisi bütçenin gelir kaleminde oldukça önemli bir yer tutmaktaydı.

https:/www.imf.org/external/country/tur/rr/2011/overview.pdf


**

1950-1960 ARASI DÖNEM

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti ile beraber liberal ekonomiye geçiş dönemi başladı diyebiliriz. Demokrat Parti ekonomik kalkınmanın rekabet 
faktörüyle olabileceğini savunuyordu. Dönemin önemli gelişmeleri (Kazgan, 1988: 82-85):

-1950 yılında ithalat %60-65 oranında serbestleşti.
-Banka kredileri düşürüldü.
-Tarımda makineleşmeyi artırmak için yeni traktörlerithal edildi.

1960’LI YILLAR.

1950 ile 1960 yılları arasında rekabeti arttırıp, piyasayı güçlendirmek için birçok hamle yapılmış, iç ve dış kaynaklar zorlanmış ama etkin kaynak kullanımı 
gerçekleşmediği için istikrarsız bir büyüme yaşanmıştır.
Dışa bağımlılık artmıştır. Ekonomi planlarının makro ölçüde yapılmasına karar verilmiş ve bundan dolayı 30 Eylül 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı* kurulmuştur.
24 Ocak 1980 tarihinden önce Türkiye ekonomisi genel hatlarıyla bu gelişmeleri yaşamıştır. Dönemler birçok yeniliğe ev sahipliği yapmıştır. 
Ancak ekonomik istikrar tam olarak sağlanamamıştır. 1980 öncesi dönemde politikalar ithal ikameci sanayileşme politikalarıdır.

1980 DARBESİ VE 24 OCAK İLİŞKİSİ

1980 yılı hem siyasi hem ekonomik hem de sosyokültürel açıdan büyük değişimlerin ve kırılma noktalarının yaşandığı bir yıldır. 12 Eylül Darbesi ya da 1980 İhtilali olarak bilinen askeri darbe Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki üçüncü askeri müdahaledir. Bu darbeyle 1961 Anayasası uygulamadan kaldırıldı, Türkiye Büyük Millet Meclisi geçersiz kılındı. Emek örgütleri, mesleki kuruluşlar ve partiler kapatıldı. Yüz binlerce insan gözaltına alındı.

24 Ocak Kararları askeri darbeden daha önce Turgut Özal tarafından, Süleyman Demirel’in isteği ile hazırlandı.

** Aldığı tepkiler sağ ve solun çatışması ve ülkedeki karışıklık nedeniyle gündem oluşturmuyordu. 1980 Darbesi gerçekleştikten sonra da emek örgütlerinin, sendikaların, derneklerin kapatılmasıyla 24 Ocak Kararları’na tepki verilemez oldu. Bu kararlar darbe hükümeti tarafından da desteklenmiştir. Turgut Özal’ın darbe hükümetin de ekonomik işlerden sorumlu başbakan yardımcısı olarak görev yapması bunun en önemli ispatıdır.

24 OCAK KARARLARI

24 Ocak Kararları şeklinde literatüre giren bu kararlar ile kısa ve uzun vadede amaçlar ortaya konmuştur. Programın kısa vadeli amaçları; dış ödeme güçlüklerini ortadan kaldırmak, enflasyonu düşürmek, büyüme hızını arttırmak, işsizlik oranını düşürmek olmuştur. Uzun vadede ise kamu kesiminin küçültül mesi ve serbest piyasa ekonomisinin gelişmesi gibi hedefler belirlenmiş tir. Asıl amacı ise kısa vadeli amaçlardan ziyade kalıcı ve yapısal bir değişim yapmaktır.

24 Ocak Kararları’nın Ana Hatları: (Karluk, 2005:129-133)

-Türk lirası’nın %32,7 oranında devalüe edilerek günlük kur ilanı uygulamasına gidilmesi.
-Devletin ekonomideki payının küçültülmesi ve dolayısıyla KİT’lerin özelleştirilmesinin önünün açılması.
-Tarım ürünlerinin destekleme alımlarının sınırlandırılması.
-Enerji ve ulaştırma dışındaki sübvansiyonların kaldırılması.
-Dış ticarettin serbestleştirilmesi ve yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi.
-İthalatın (dış alım) serbestleştirilmesi.
-Döviz alım-satımının serbest bırakılması.
-Fiyat ve kontrol sınırlamalarının kaldırılması.
-Vergi indirimleri ve vergilerden muaf serbest bölgelerin oluşturulması.


ASKERİ DARBE VE 24 OCAK KARARLARININ ETKİLERİ

-Askeri darbe ile birlikte gelen olağanüstü hal döneminde birçok işyeri temsilcisi, sendika yöneticisi gözaltına alınıp tutuklandı. Toplu  pazarlık sona erdirildi ve
yasaklandı. Elli veya daha fazla işçi çalıştıran işletmelerde toplam işçi sayısının %10’u kadar mesleki eğitim veren liselerdeki öğrencilerin çalıştırılmasına izin verildi. Böylece bu öğrenciler ucuz işgücü ve grev kırıcı olarak kullanıldı.

-Kıdem tazminatı tutarına tavan getirildi.
– Ayakta yapılan tedavilerde ilaç bedellerinin %20’si SSK’lılardan kesildi.
-Yaşlılık taban oranı %70’den %60’a indirildi.
-SSK primlerinin hesaplanmasında işçi payı oranı %14’e çıkarıldı.

* Bu Teşkilat 2011 yılında Kalkınma Bakanlığı adını alıp yeniden organize edilmiştir.

** Kimi İktisatçılara göre bu program IMF tarafından hazırlanmıştır.

-Uygulanan teşvikler sayesinde ihracatta ilk yıllarda (1981-1988) büyük oranda artış sağlanmıştır. Büyüme 1981-1988 yılları arasında %6’ya ulaşmıştır. Hayali ihracat kavramının ortaya çıkmasıyla ise 1988’de büyüme %2 oranına düşmüştür.

- 1986 yılında Sermaye Piyasası Kurulu oluşturulmuştur.
– 1989’da döviz rejimi serbestleştirilmiş ve Türk lirasının konvertibilite olması hedeflnmiştir.
- 1980’li yıllarda süregelen dış borçlanma 1988’den sonra artarak devam etmiştir. 1989’da 41,7 milyar dolar dış borç stoku, 1993’te 67,3 milyara ulaşmıştır.
- Sermaye hareketleri nedeniyle maliye politikaları etkisini yitirmeye başlamıştır. Bağımsız yatırım ticaret politikaları etkisiz hale gelmiştir. 

Kısa dönemli spekülatif hareketler nedeniyle gelir dağılımı bozulmuş, malipiyasalar krize sürüklenmiştir. 1993’te dış ticaret açığı yükselmiştir. 
Ücretlere yapılan zamlar tüketimi artırmış ve sanayi sektörünün rekabet gücünü negatif yönde etkilemiştir. Bu durum 1994 krizinin en önemli nedeni
olarak sayılmaktadır. (Ceviz, 2010: 5)

KAYNAKÇA

KARLUK, Rıdvan, Cumhuriyetin İlanından Günümüze Türkiye Ekonomisinde Yapısal Dönüşüm, Beta Yayınları, İstanbul, 2005
KAZGAN, Gülten, Ekonomide Dışa Açık Büyüme,
Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988
ÖKÇÜN, Gündüz, A. Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir-Haberler-Belgeler-Yorumlar, Sermaye Piyasası Kurulu, Ankara, 1997

İNTERNET KAYNAKLARI.,

CEVİZ, Oğuz, Samet, 24 Ocak 1980 Kararları, https://
http://www.academia.edu/9572464/24_OCAK_1980_KA-
RARLARI, Erişim Tarihi: 02.12.2016
https:/www.imf.org/external/country/tur/rr/2011/overview.pdf, Erişim Tarihi: 02.12.2016 screenshot-2017-01-15-16-05-27

https://minervadergi.org/2017/01/15/roza-izgoren-yazdi-24-ocak-kararlari-oncesi-ve-sonrasi/



***


    24 OCAK 1980 KARARLARI      
Oğuz Samet Ceviz




İÇİNDEKİLER


1. 24 Ocak 1980 Kararlarının Alınmasının Nedenleri………2

2. 24 Ocak Kararları…………………………………..……………………3

3. Programın Genel Amaçları………………………………..…………4

4. 24 Ocak Sonrası Gelişmeler……………………………..…………5

5. Kaynakça…………........………………………………………………… 6


1) 24 Ocak 1980 Kararlarının Alınmasının Nedenleri

Merkez bankasının tıkanması ve döviz transferlerinin durması,
1970’li yıllarda petrol üreticileri tarafından yapılan yüksek zamlar,( 5 kata kadar petrol fiyatlarında zamlar yapılmıştır.)
Yüksek enflasyon oranları,
Türkiye’nin dış ödemeler dengesinin altüst olması,
Yapılan iktisadi politikaların yanlış uygulanması ve dış ödemeler bilançosu açığının daha da artmasına neden olması,
Uygulanan aşırı değerli kur politikaları,
O dönemin iktisat politikası ‘ithal ikameci ’idi. Bu politikayla amaçlanan iç pazara yönelmek ithalatı mümkün olduğunca kısmaktı. 

Sadece yurt içinde üretilmeyen mallar dışarıdan alınabiliyordu. Bu uygulama sanayiyi girdi bakımından dışa bağımlı hale getirmişti ve aşırı değerli kurun ihracat üzerindeki olumsuz etkileri giderek büyüyen dış ticaret açığına ve böylece ülkeyi ağır bir dış ödeme sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır,
IMF’nin öngördüğü programlara uymadan dış borç ertelemenin ve uluslararası ticari kredi almanın da imkanı olmadığı için bu koşullar altında ülkenin uluslar arası alanda güvenilirliğinin zayıflaması, (Öztürk,Nas,İçöz,2008;18)

Kit’lerin ürün fiyatlarının maliyetlerin altında belirlenmesi,
Aşırı istihdam yapılması,
Kit açıklarının devlet tarafından sürekli finanse edilmesi,
Dış ticaret açıklarının para basma ve dış borç alımları ile finanse edilmeye çalışılması,
Alt yapıların yetersiz olması ve sanayinin gelişememesi,
IMF,WB,OECD gibi uluslar arası kusuluşların ağır şartları,
Siyasal istikrarsızlıklar,
Kurulan koalisyon hükümetlerinin anlaşamaması.


Tüm bu sebepler sonucunda 1980 yılında yaşanan siyasal krizler ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle Kenan Evren tarafından askeri darbe yapıldı ve Turgut Özal tarafından 24 Ocak kararları oluşturuldu. 24 Ocak kararları, neo-liberal politikaların ekonominin merkezine oturtulmasında önemli bir karar olmuştur. Bu kararlar doğrultusunda ülke serbestleşme ve dışarıdan dayatmalı bir yapısal dönüşüme girmiştir.( Cizrelioğulları ,2013;61) 24 Ocak kararlarıyla ekonomik yapıyı değiştirmek amaç edinilmişti. 


İmalat Sanayinin Sabit Sermaye Yatırımları İçindeki Payı ve İmalat Sanayi İşyeri Sayısı

DPT,Ekonomik ve Sosyal Göstergeler


2) 24 Ocak Kararları


24 Ocak 1980 tarihinde yürürlülüğe konan İstikrar Programının hedefi bir
yandan ulusal ekonominin birikim ve kaynaklarının dağılımında piyasa fiyatının ana belirleyici unsur olmasının diğer taraftan da dünya piyasalarıyla eklemlenmeyi sağlamaktır. Yani programın temel amacı; mal ve hizmet fiyatlarının serbestleştirilmesi ve ulusal fiyat sisteminin dünya fiyatları na yaklaştırılması dır. Bu amaca yönelik olarak sürecin ilk basamağını mal piyasalarının dışa açılması ve ithalat rejiminin serbestleştirilmesi 

oluşturmuştur. İkinci basamak ise finansal serbestleşmenin sağlanmasıdır. Bu doğrultuda ulusal mali piyasalar serbestleştirilmiş ve dış finansal serbestlik sağlanmıştır. Ayrıca programda mal-hizmet ihracını artırmak ve yoğun bir devlet desteği ile sürdürülen dışa açılma stratejilerini uygulamak amaçlanmıştır. (Yürekli,2004;127-128). . 24 Ocak kararlarının ana hususları şunlardır,

1) İç pazara dönük ithal ikamesi modeli yerine ihracata yönelik sanayileşme modelinin benimsenmesi,
2) Aşırı değerlenmiş döviz kuru yerine geçekçi kur politikasının benimsenmesi ve bunu sağlamak için radikal devalüasyonlardan kaçınılması,
3) Faiz hadlerinin devletin değil, piyasadaki fon arz ve talebinin belirlemesi,(Yıldırım,2012;51)
4) Yüksek faizin yanı sıra sınırlı para-kredi politikasının da iç talebi, dolayısıyla enflasyonu denetleyici bir araç olarak kullanılması,
5) Fiyat denetimlerinin mümkün mertebe kaldırılması ve fiyatların arz-talebe göre piyasada belirlenmesinin sağlanması,
6) Kamu kesimince üretilen temel mallarda sübvansiyonların kaldırılması ya da azaltılması, böylece bu mallarda hatırı sayılır zamların yapılması,
7) Kit reformu yapılarak bu kuruluşların karsız istihdam depoları olmaktan kurtarılması,
8) Bir yandan kamu harcamaları kısılırken, diğer yandan kapsamlı bir vergi reformuyla bütçe denkliğinin sağlanması,
9) Yabancı sermayeyi özendirmek için yeni önlemler alınması, bu arada devlet tekelindeki kimi üretim alanlarının da yerli ve yabancı özel sermayeye açılması,
10) Taban fiyatlama ile destekleme alımlarının daraltılması.


3) Programın Genel Amaçları 

Programın genel amaçları özetle şöyledir;

Dış ödeme güçlüklerinin aşılması,
Enflasyon hızının düşürülmesi ve enflasyon sarmalının kırılması,
Atıl kapasitelerin harekete geçirilmesi ve büyüme hızının yükseltilmesi,
Ekonomide devlet müdahalesini en aza indirerek piyasa ekonomisine işlerlik kazandırılması,
Yabancı sermayeyi çekmek,
İhracat gelirlerini artırmak,
Mal kıtlığını gidermek ve kuyrukları ortadan kaldırmak,
Geleneksel sanayileşme politikası olan ithal ikameci politikadan ihracata dönük sanayileşme politikasına geçilmesi,
Ekonominin bunalımdan çıkarılması.

4) 24 Ocak Sonrası Gelişmeler

Uygulanan teşvikler, ulusal paranın değer kaybetmesine yol açan esnek kur nedeniyle ilk yıllarda ihracatta büyük oranlarda artış sağlanmıştır. Ancak ihracata ödenen vergiler ve ihraç ürünlerinin göreli fiyatlarının azalmış olması maliyetleri artırmıştır ve hayali ihracat kavramı ortaya çıkmıştır. 1981-1988 arası büyüme %6’lara ulaşırken 1988’de %2 düzeyine düşmüştür. 1989’da 32 sayılı kararla birlikte döviz rejimi serbestleştirilmiş ve bu sayede Türk Lirasının konvertibilite olması için gerekli yasal alt yapı oluşturulmuştur ve yurt içindeki 
işlemlerin döviz cinsinden yapılması serbestleştirilmiş tir.

 Yabancı sermaye girişi serbesti nedeniyle ülkeye sıcak para girişi sağlanmıştır. Ancak bu durum yerel paranın değer kazanmasına neden olmuş (1990) ve iç piyasayı hareketlendirmiştir. Ayrıca ihracat azalıp, ithalat artmıştır.   

Sermaye hareketleri nedeniyle MB politikaları, maliye politikaları etkisini kaybetmeye başlamıştır ve bağımsız yatırım-ticaret politikalarını etkisiz hale gelmesine neden olmuştur. Kısa vadeli spekülatif hareketler nedeniyle gelir dağılımını bozmuş mali piyasaları krize sürüklemiştir. (1994 krizinin en önemli nedeni) 1993’te ülke rezervleri azalmış, piyasalardaki döviz talebi artmış, dış ticaret ve cari işlemler açığı yükselmiştir. Ücretlere yapılan zamlar tüketimi artırmıştır ve sanayi sektörünün rekabet gücünü negatif yönde etkilemiştir. Bütçe üzerindeki baskılar nedeniyle açıklar verilmiştir.

Derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu düşürmesiyle ocak 1994 krizi meydana gelmiştir.




Kaynak: Beyazıt,2004;90, DPT, DİE


KAYNAKÇA

BEYAZIT, Mehmet Fuat “ Türkiye Ekonomisi ve Büyüme Oranının Sürdürülebilirliği”  Doğuş Üniversitesi Dergisi, Cilt:5, Sayı:1,2004
CİZRELİOĞULLARI, Mehmet Necati “Türkiye’de Liberalizm (1980-1999): Neo-Liberal Politikaların Türk Politik-Ekonomisine Etkileri” Atılım 
Üni.Sos.Bil.Ens. Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara,2013
YILDIRIM, Nurcan” 24 Ocak Kararları ve Sosyal Yaşama Etkisi” 7 Aralık Üni.Sos.Bil.Ens. Tarih Anabilim Dalı ,Yüksek Lisans Tezi, Kilis,2012
YÜREKLİ, Özlem “ Ekonomik Krizler Açısından Küreselleşme Sürecinin Gelişmekte Olan Ülke Ekonomilerine Etkileri ve Türkiye Örneği 
“Süleyman Demirel Üni.Sos.Bil.Ens. İktisat Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta,2004

ÖZTÜRK, Şinasi; NAS, Fethi; İÇÖZ, Ergün ” 24 Ocak Kararları, Neo-Liberal Politikalar ve Türkiye Tarımı” Pamukkale Üniversitesi Sos.Bil.Ens  Dergisi,Cilt:1,Sayı:2, 2008

***