26 Aralık 2018 Çarşamba

3 . Türk Dünyası Hizmet Ödülleri

3 . Türk Dünyası Hizmet Ödülleri





“III. Türk Dünyası Hizmet Ödülleri”

   Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanlığınca düzenlenen "III. Türk Dünyası Hizmet Ödülleri" töreninde, Türk Dünyası Yılın Onur Ödülü, 
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye verildi. 
   Mustafa Kemal Kültür Merkezinde gerçekleştirilen törende konuşan Ülkü Ocakları Genel Başkanı Olcay Kılavuz, Türkiye'nin maalesef ateşle imtihan 
edildiğini söyleyerek, "İçimiz, dışımız hainlerle, kahpeler, kalleşlerle sarılmış durumda. Türkiye, Irak'a çevrilmek isteniyor, Suriye'ye çevrilmek isteniyor. 
Türk milleti yok edilmek isteniyor." diye konuştu.

Törende Türk Dünyası Yılın Onur Ödülü, MHP Genel Başkanı Bahçeli'ye verildi. Ödülü Bahçeli adına Ülkü Ocakları Genel Başkanı Kılavuz aldı.

Türk Dünyası Yılın TV Programı Ödülü, Önce Söz Vardı programına; 
Türk Dünyası Yılın STK Ödülü, Avrupa Türk Konfederasyonu'na; 
Türk Dünyası Yılın Akademisyeni Ödülü, Maltepe Üniversitesi Dekan Vekili Ramazan Korkmaz'a; 
Türk Dünyası Yılın Proje Ödülü, İstanbul Ülkü Ocakları Projesi OCAKTABU'ya; 
Türk Dünyası Yılın Sporcusu Ödülü, Sevilay Konçuy Özyurt'a; 
Türk Dünyası Yılın Kültür Özel Ödülü, Sabri Karger'e; 
Türk Dünyası Yılın Hizmet Ödülü, Keisuke Vakizaka'ya; 
Türk Kültürüne Hizmet Ödülü, Diriliş Ertuğrul dizisine; 
Türk Dünyası Kültür Sanat Ödülü, Hayri Tekgöz'e; 
Türk Dünyası Seçici Kurul Ödülü, Doç. Dr. Erdal Bay'a; 
Türk Dünyası Yılın Sanatçısı Ödülü, Kaya Kuzucu'ya verildi.
Türk Dünyası Vefa Ödüllerine de Ünal Osmanağaoğlu, Nefi Demirci, Prof. Dr. Emin Özbaş ve Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu layık görüldü.

Yılın En Etkili Ocakları Ödüllerini ise Malatya Ülkü Ocakları İl Başkanlığı, 
Gaziantep Ülkü Ocakları İl Başkanlığı, Hatay Dörtyol Ülkü Ocakları İlçe Başkanlığı, Şanlıurfa Birecik Ülkü Ocakları İlçe Başkanlığı aldı. 
MHP İstanbul İl Başkanı Mehmet Bülent Karataş'a teşekkür plaketi takdim edildi.

http://www.criturk.com/haber/siyaset/iii-turk-dunyasi-hizmet-odulleri-9883

***

OSMAN BALCIĞiL, YEŞİL MÜREKKEP


OSMAN BALCIĞiL, YEŞİL MÜREKKEP 



Bir “Sabahattin Ali” romanı Yeşil Mürekkep – Sadık Güvenç
Osman Balcıgil’in yazdığı Bir “Sabahattin Ali” romanı Yeşil Mürekkep, 2016 yılı Kasım ayında Destek Yayınları tarafından basılmış. 408 sayfa, biyografik roman.

Oldukça akıcı bir dille yazılan roman biraz hüzün, biraz öfke, biraz burukluk veriyor okuyucuya.
Sabahattin Ali’nin yapıtlarını okumuş olanlar, yaşam öyküsünü bilenler için boşlukları dolduran bir roman. Yazarın herhangi bir yapıtını okumayanlar içinse onu okumaya teşvik edecek türden bir roman diyebilirim.

Kurmacadan çok gerçeği dile getirmiş Balcıgil. Sabahattin Ali’nin devlet eliyle Almanya’ya eğitim için gönderilmesiyle başlıyor roman. Biz Sabahattin Ali’nin izlenimlerini okurken 1930’ların, 1940’ların Türkiye’sini, Almanya’sını, dünya savaşı öncesini, dünya savaşı yıllarını, hükümetlerin tutumlarını da öğreniyoruz. Okumaya, öğrenmeye, gelişmeye çok meraklı genç Sabahattin Ali, aynı zamanda şairdir, yazmaya meraklıdır. Almanya’da dil eğitimi yanında Avrupa kültürünü de özümsemeye çalışmaktadır. Hitler yanlısı ırkçıların yabancıları aşağılamalarına karşılık verdiği için Almanya’daki öğrenimi sona erdirilir ve apar topar Türkiye’ye döner.

Hitler’in ırkçı söylemleri tüm dünyayı etkisi altına alırken bizim yerli ırkçılarımız da elbet bundan etkileneceklerdir. Sabahattin Ali, Türkiye’ye dönünce öğretmenliğe başlar. Özgüveni olan biridir. Doğru bildiği her şeyi her yerde çekinmeden dile getirdiği için hedef tahtasına oturtulur ırkçılar tarafından. Öğretmenlikten alınır. Bakanlıkta görevlendirilir. Üst düzey bürokratları, bakanları, başbakanı tanıma fırsatı bulur. “Ankara” adlı romanda bu ilişkileri dile getirmeyi planlamaktadır. Ne yazık ki bu romana dair notları bir araya getirelemeyecek ve bürokrasinin iç yüzü, İkinci Dünya Savaşı öncesi yüksek makamlarda olan bitenler romanlaşamayacak tır.

Irkçıların yazar üzerinden hükümete yaptıkları baskı sonuç verir ve S. Ali görevden uzaklaştırılır. Yazmak için bol zamanı vardır artık. Gazetelere, dergilere daha çok zaman ayırmaktadır. Geçim sıkıntısı artarak sürmektedir.
Biraz ayran gönüllüdür Sabahattin Ali. Evlenemeyeceğini sanmakta, gördüğü güzellere aşık olmaktadır. Nihayet Aliye ile evlenir. Mutludur. Kızı Filiz vardır artık.

Sabahattin Ali’nin yazarlık serüveni, Nazım Hikmet’le tanışması, onunla mektuplaşmaları, bir zamanlar dergisine yazı verdiği Nihal Atsız’la tartışmaları, Aziz Nesin’le tanışmaları, Marko Paşa dergisinin etkisi, hapislik yılları anlatılırken Türkiye panoraması da anlatılıyor.

“Kafası karmakarışıktı.
Hemen o akşam oturdu ve sevgili eşi Aliye’ye “Bir daha mahkemelik işlere burnumu sokmak niyetinde değilim” diye yazdı.
Mahkeme koridorlarında koşturmak, rutubetli, berbat koğuşlarda, ipten kazıktan kurtulmuş eşkıya güruhuyla ömür tüketmekten bıkıp usanmıştı.” (s.321)

Böyle düşünse de pratikte içinden geldiği gibi davranan bir yazardır. Diline söz geçiremez.
Yazarın başına gelenleri okurken başyapıt olarak andığımız Kuyucaklı Yusuf’un, Kürk Mantolu Madonna’nın, İçimizdeki Şeytan’ın, Sırça Köşk’ün ve diğer yapıtlarının arka planlarına tanık oluruz. Her biri yaşanmışlıklardan çıkartılmıştır.

Her şeye rağmen direnen, var olamya çalışan bir aydının romanıdır Yeşil Mürekkep. Engellenmek istenen, engellendikçe büyüyen bir yazarın romanı.

“Bir daha mahkemelik işlere burnumu sokmak niyetinde değilim” dese de onu mim leyenler çoktan mim lemişlerdir. Peşinde ajanlar vardır. Ajanlar onu hiçbir yerde yalnız bırakmamaktadırlar. Hapishanede koğuş arkadaşı olan bir mahkuma inanacak ve onun yardımıyla yurt dışına kaçacaktır. Tuzağa düşürülür. Uzun süre işkence görür. İşkencede öldürülür. Nasıl öldüğü, ne zaman öldüğü hep saklanır.

Her zaman yeşil mürekkepli bir dolmakalem kullanırmış Sabahattin Ali. Tüm mektuplarını, yazılarını bu kalemle yazmıştır. Kendisini ölüme götüren ne idüğü belirsiz kişilerle yaptığı ölüm yolculuğunda da dostlarına sağ ve esen olduğunu bildirmek için şifreli imzayı da bu kalemle atacaktır.

Devlet eliyle okutulan bir aydının, doğruları yazdığı için devlet eliyle nasıl ortadan kaldırıldığının romanı Yeşil Mürekkep, bir solukta okunacak bir kitap.

Sadık Güvenç

Kitabın Künyesi
Yeşil Mürekkep : Bir Sabahattin Romanı
Yazar: Osman Balcıgil

YETKİ KANUNU ve MİLLET İRADESİ,

YETKİ KANUNU ve MİLLET İRADESİ,

YETKİ KANUNU ve MİLLET İRADESİ

Seçimler baskın olunca alelacele uyum adına düzenlemeler yakmak gerekiyor.
Zaman o kadar dar ki; Neredeyse yasalarda geçen “Başbakan” ibaresi metinlerde bul-değiştir yapılarak “ Cumhurbaşkanı” yapılıyor.

Referandumdan bugüne geçen 12 aylık süreyi meclis iradesinde değerlendiremediğimiz gibi “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” için gereken uyum değişiklikleri kanun yerine KHK düzenlemeleri ile 1 aya sıkıştırılarak yapılacak.
Bu durum referandum sonrası mecliste ihmal edilen düzenlemeleri çıkarma yetkisini meclis iradesinden alarak OHAL’de KHK’lar ile bürokratlara devretmektir.

Demokrasi ve millet iradesi adına sakıncalı bir durumdur.

“Parlamenter Hükümet Sistemi yerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” dediğimiz ve dünyada bir örneği daha olmayan bu sistemi daha tartışamadan, neler getirip neler götüreceğini mecliste taraflarından dinleyemeden bir KHK ile düzenlemeler toptan çözülecek.
Hal bu ki; Dünya tarihinde ihtilaller, devrimler, savaşlar, iç çatışmalar olmadan değişmemiş rejimi referandum ve devamında seçimlerle değiştirecek olan Türkiye Cumhuriyeti, devamında bir kaos ve karmaşa yaşamamak adına uyum ile ilgili düzenlemeleri KHK yerine mecliste kanunlar ile yapmalıydı.
Rejim değişikliği ile mecliste bulunan milletvekillerinin bir nevi “encümen” durumuna dönüşeceği bu düzende devlet yapısından da birçok değişikler olacak.
Bu değişiklikler ile ilgili olarak Başbakan tarafından TBMM’ye 08.05.2018’de sunulan “6771 sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanun Tasarısı” içerisinde birçok işaret ve izleri barındırıyor.
Yasa tasarısıyla, yasama yetkisinin, yani Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapma yetkisinin, Anayasa’nın 7. maddesi ile çelişecek bir şekilde Hükümete devri istenmekte.
Sadece kanuni düzenlemeler değil, buna bağlı kararnameler de mecliste tartışılamayacak, denetlenemeyecek, gerekli düzeltmeleri önerip değiştirtemeyecek ve yasalaştırılamayacak.
Özetle; Böylesi bir süreçte “kervanı yolda düzmek” misali aceleye getirilmiş ve üzerinden “millet iradesi” olan meclis yerine hataya ve yanıltmaya açık “bürokratlar iradesinde” düzenlemeler yapmak çok doğru ve sağlıklı bir yöntem değil.
Nihayetinde bürokratlar iradesinde yapılacak olan düzenlemeler anayasa dışı bir yol olarak değerlendirilebilir.

***
Bakanlar Kurulu'na verilen yetkiyle Meclis çoğunluğu hangi partide olursa olsun Cumhurbaşkanı’nın atadığı bakanlar KHK çıkarabilecek.
Yetki kanunundaki bu durum Anayasa’nın “Yasama yetkisi (kanun yapma yetkisi) Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denildiği 7. maddesi ile çelişiyor.

***
Peki, bu düzenlemeler ile devletin idari yapısında görünen muhtemel değişiklikler neler;
Öncelikle adına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen yeni rejim ile devlet yeniden yapılandırılacağında mutabık kalmak gerek.
Bu kapsamda 8 Mayıs 2018 itibariyle gönderdiği yetki kanunu tasarısıyla hem uyum yasalarını hem de bakanlıkları ve bakanlık bağlı ilgili/ilişkili kuruluşları yeniden yapılandırarak görev, yetki ve sorumluluklarını belirleyecek.
Burada önemli bir nokta var;
Bu yetkinin yürürlük tarihi, Cumhurbaşkanı’nın 24 Haziran’da seçilip yemin ederek görevine başlayacağı tarihe kadar geçerli olacak.
Kamu kurum ve kuruluşları yetki kanunu ile beraber “Ee! Biz ne olacağız” düşünüp duruyor. Öyle ki kamu çalışanları kurumunun ne olacağını düşünmekten iş yapamaz hale gelmiş. 
Kurumları ve çalışanları biraz rahatlatalım o zaman!..

Kulislere Göre Görünen o ki;

Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü MTA kapanacak ve Enerji Bakanlığı’nın Maden İşleri Genel Müdürlüğü ile birleşecek.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür ve Turizm olarak ayrılacak. Muhtemelen Kültür ve Vakıflar bir arada yeni bir yapı tesis edilecek
 Başbakanlığa bağlı; Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu Kültür tarafına bağlanacak yine ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü de bu bakanlık ile ilişkilendirilecek.

Avrupa Birliği Bakanlığı kaldırılarak Dışişleri Bakanlığı ile birleştirilecek.
Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın Gençlik kısmı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanacak. Spor Genel Müdürlüğü’de Spor Bakanlığının ana hizmet birimi olacak. Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü Milli Eğitim veya Aile Bakanlığı’na bağlanması tartışılıyor.
Hazine Müsteşarlığı’nın da Ekonomi Bakanlığı ile birleştirilmesi konuşuluyor.

Burası Önemli;

Belediyeler bağlı oldukları İçişleri Bakanlığı’ndan alınarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na aktarılacak. Bu arada bakanlığın adına yetki alanından dolayı Yerel Hizmetler gibi bir ilave yapılabilir.
Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığından alınarak muhtemelen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanacak veya yeni bir bakanlık tesis edilecek.
Bu değişiklik ses getirir;

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Sosyal Güvenlik yani SGK tarafı eskiden olduğu gibi Sağlık Bakanlığı’na bağlanacak. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının “Sosyal Politikalar” kısmının Çalışma Bakanlığı’na bağlanması konuşuluyor.
Bir değişim de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde görünüyor;
DSİ, bağımsız bir genel müdürlük olmayacak. Büyük bir ihtimalle Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın ana hizmet birimi olacak. Taşra teşkilatı ise muhtemelen Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na devredilecek.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı da yeniden yapılandırılıyor; Bakanlığın “Gıda” birimi ve görevleri Sağlık Bakanlığı’na bağlanıyor. 
Maliye'nin bürokrasi üzenindeki etkisi kırılacak ve Maliye Bakanlığı yeniden yapılanacak. Maliye Bakanlığı’na bağlı Milli Emlak Genel Müdürlüğü de bakanlık bünyesinden ayrılıyor.
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ile Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı – TİKA, Dışişleri Bakanlığı’na bağlanacak.
Kalkınma Bakanlığı, Kalkınma Müsteşarlığı olarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlanacak ve makro planlamalar ve bütçe buradan yönetilecek.
Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü kaldırılıyor.
Başbakanlık’taki personel ise kazanılmış haklarına dokunulmadan diğer kurumlara nakledilecek.

Bürokraside genel müdür ve üstü personel hükümetle gelip hükümetle gidecek. Bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşların başkan ve genel müdürleri de süreyle atanacak ve mevcut başkan ve genel müdürlerin görevleri sona erecek. Üst derece kadrolara yapılacak atamalarda 12 yıl hizmet şartı da kaldırılıyor.
Genel müdür altındaki kadrolar süreli olmayacak. Süreli görevlere üst kademe tazminatı geliyor. Süreli görevler, ilgili Bakanın teklifi ve Cumhurbaşkanı’nın onayı ile atanacak. Diğer görevler atamalar ise ilgili bakanın onayı ile olacak.
Halen görev yapan genel müdür ve üstü personelin görevleri sona erecek ve bu bir personel bir defaya mahsus olmak üzere şahsa bağlı kadroya atanacaklar.
Ve olası birçok idari ve yapısal düzenlemeler…
Tüm bu düzenlemeler geniş bir uzlaşı tabanında yapılması gerek. Hatta memur sendikalarının da görüşleri alınarak çalışmalar yapılmalı. Nihayetinde sendikalar açısından bakanlıkların ve hizmetlerin değişmesi sendikaların hizmet kollarının da değişmesine ve dolaysıyla üye sayılarının değişmesine neden olacaktır.

***
Bu yetki kanunu “Kamunun yeniden yapılanması ve personel rejimi”yle ilgili düzenlemeye de dolaylı olarak yetki veriyor.  Yeni sistemde kamuda çalışan 3 milyon 500 bin kamu çalışanın 657’ye tabi 2 milyon 430 bin memur sözleşmeli yapılarak “memur güvencesi” kalkıyor.
Başbakan’ın TV’de canlı yayında “kamuda çalışanlar sözleşmeli personel olacak” demesinden sonra memur sendikalarının “bu 1 Nisan şakası olsa gerek” diyerek karşı çıktığı bu uygulama kamu çalışanları ve sendikaları rahatsız ediyor.

Artık memurluk meslek olmaktan da çıkmış oluyor.

Özetle;

“Hoşgeldin siyasi devlet memurluğu!..” da diyebiliriz…

***
Tabi ki bunlar birer öngörü!..

Bu öngörülere sahip olmak için devletin yapısını biraz bilir ve yetki kanun tasarısının maddelerini yorumlarsanız karşınıza bazı doğrular çıkıyor.
Bu düzenleme ile en azından yetki ve idari açıdan birbirine girmiş bakanlık ve bağlı kuruluşların sevk idaresi devlet nezdinde daha yönetilebilir bir hal alacak görünüyor.
Ama verimlilik ve idari açıdan neler getirip neler götüreceğini de takip etmek gerek.

Son bir Not;

Devlet tecrübesine sahip kamu kurum ve kuruluşlarını “görev ve yetkileri birleştireceğiz” diyerek, devlet ve kurumsal hafızayı da yıpratacak ve devlette esas olan sürekliliği sekteye uğratacak hamlelerden de uzak durmak gerek.
Yetki kanunu ile bakanlıkları belirleyelim. Bağlı ilgili ve ilişkili kurumları ve yeniden yapılanmaları 24 Haziran sonra TBMM’de uzlaşma ile çıkartalım. Çünkü devlet yapısındaki bu temek değişiklikler Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini belirleyecek.

Kötü bir örnek verecek olursak;

Kısa süre önce bir gecede OHAL’de KHK ile tütün ve alkollü ürünlerin denetimi ve kontrolü Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu - TAPDK yetkileri Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’da bağlı bir üst kurul iken bir kısmı tarım bakanlığına diğer bir kısmı da Sağlık Bakanlığı’na yedirildi. Şimdi ise çok ciddi bir yetki ve otorite boşluğu var. Bu nedenle bağlı ve ilgili kuruluşları bakanlıklara ve ana hizmet birimlerine yedirmek maharet olmadığı gibi asıl olan kurumları çakışabilir hale getirerek devlette esas olan devamlılığı sağlamaktır.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın, kurumları yaşat ki devlet sürekli olsun.”

Hüseyin KURT


***

YUGOSLAVYA, BOSNA HERSEK, SARAY BOSNA - DAYTON ANTLAŞMASI VE YOK OLUŞ

YUGOSLAVYA, BOSNA HERSEK, SARAYBOSNA DAYTON ANTLAŞMASI VE YOK OLUŞ 



CEMALETTİN LATİÇ

Bosna-Hersek'in ' Deli Gömleği' : Dayton Antlaşması

Prof. Dr. Cemalettin Latiç, 21 yıl Önce imzalanan Dayton Antlaşmasının hukuksuzluğunu ve bu antlaşmanın Avrupa'nın göbeğindeki Bosna-Hersek'i nasıl 'sakat bir ülke' haline getirdiğini AA için yazdı.

Tam 21 yıl önce, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ohio eyaletinin Dayton şehrinde bulunan Wright-Paterson Hava Kuvvetleri Üssü’nde Dayton Barış Antlaşması için uzlaşma sağlandı. Antlaşma mahiyetindeki bu akit görüşmesine Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzetbegoviç, Sırbistan Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franyo Tucman katıldı. ABD’yi ise dönemin başkanı Bill Clinton’ın elçisi Richard Hoolbruke temsil etti.

Bu Antlaşmanın selefi, 1994 yılının Mart ayında Bosna-Hersek Başbakanı Haris Silajdzic, Hırvatistan Dışişleri Bakanı Mate Granic ve Hersek-Bosna Hırvat Cumhuriyeti Başkanı Kresimir Zubak tarafından imzalanan Washington Antlaşmasıydı. Bu antlaşmayla Hırvatistan’daki Hırvat ordusu ve Bosna-Hersek’teki Hırvat Savunma Konseyi (HVO) birlikleri ile kahir ekseriyeti Boşnaklardan oluşan Bosna-Hersek Cumhuriyeti Ordusu arasındaki çatışmaya son verildi. Aynı antlaşmayla, Bosna-Hersek’in iki entitesinden birini temsil edecek şekilde Bosna-Hersek Federasyonu oluşturuldu. Bosna-Hersek’in kantonlara bölünmesinin ‘kusursuzlaştırılması’ için Sırp siyasi ve askeri temsilcilerinin onayları beklenmiş, fakat Sırplar, Amerikalı moderatör ve koordinatörlerin baskılarını hafifletmesiyle bu planlarından vazgeçmişlerdi.

Sırplar ile onların gizli destekçileri olan sözde uluslararası toplum (ki bunlar Batılı güçlerdir), o dönemde barış antlaşması için daha makul bir ortamın oluşmasını bekliyorlardı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında, Bosna’nın doğusunu Drina Nehri boyunca Müslümanlardan (Boşnaklardan) ‘temizleyip’ Sosyalist Yugoslavya’nın kuruluşu (29 Kasım 1943) için nasıl uygun ortam yarattılarsa, 1995 yılında savaşın sonlarına yaklaşılan dönemde, korkunç katliamlardan ve Srebrenitsa ile Zepa bölgesinde hayatta kalmayı başaran Müslümanlara yönelik soykırımdan sonra da, aynı şekilde anlaşmayı kabul edip Dayton’u imzaladılar. Ancak, Cumhurbaşkanı İzetbegoviç, antlaşmanın imzalanmasına yarım saat kala, Dayton’da düzenlenen konferanstan yirmi gün sonra ve Sırbistan saldırılarından önce, Boşnak ve Hırvat nüfusun çoğunlukta olduğu Brcko şehrinin statüsü konusunda uzlaşmaya varılamaması nedeniyle, antlaşmayı imzalamaktan vazgeçti. ABD’nin müdahalesinin ardından Brcko için uluslararası tahkim kabul edildi ve söz konusu şehir tahkim neticesinde 2000 yılında Bosna-Hersek egemenliği altındaki Brcko Özerk Bölgesi’ne dönüştürülünce, Sırp Cumhuriyeti (RS) coğrafi açıdan iki parçaya bölünmüş oldu.

Cumhurbaşkanı İzetbegoviç ve antlaşma heyetinden Haris Silajdzic, Saraybosna'ya dönüşlerinin hemen ardından, kendi meclisleri denebilecek bir toplulukla bir araya gelerek savaşın en büyük kurbanları olan Boşnaklara, İzetbegoviç'in 14 Aralık 1995 tarihinde Paris'te imzalanan böylesi antlaşmayı kabul etmesinin sebeplerini ve hedeflerini açıkladı. Cumhurbaşkanının söylediğine göre, Bosna-Hersek tarafı Dayton'a vardığında, Amerikalılar onları şu teklifle karşılamıştı: “Sırplar ve Hırvatlar Bosna-Hersek'in bağımsızlığını kabul edecekler, ancak bunun karşılığında Federasyon'un, ülkenin yüzde 51'ini (Boşnak ve Hırvatlara ait), Sırp Cumhuriyeti'nin ise yüzde 49'unu (Sırplara ait) oluşturması şartıyla iki entitenin eşit şekilde bölünmesini talep ediyorlar”. İzetbegoviç, Amerikalıların "Dilerseniz bu antlaşmanın temelini kabul edin, bu durumda ABD size destek verecek, bu barış antlaşmasının arkasında duracak ve barışı sağlayacaktır. Aksi takdirde, Saraybosna'ya dönüp önümüzdeki 10 yıl savaşmaya devam edin. Bu durumda savaştan galip çıkan taraf ABD ile oturup görüşmeler yapabilir!" diyerek kendilerine nasıl şantaj yaptığını anlattı.

Bu antlaşmanın 1. maddesinde şöyle bir ifadeye yer verildi: "Bundan sonra resmi adı 'Bosna-Hersek' olan Bosna-Hersek Cumhuriyeti, uluslararası hukuk anlayışına uygun bir devlet olarak, bu anayasayla düzenlenmiş iç yapısıyla ve uluslararası alanda kabul gören mevcut sınırlarıyla hukuki varlığını sürdürmektedir. Bu şekilde hâlâ, Birleşmiş Milletler’in (BM) üyesi sayılmakta, isteğe bağlı olarak Bosna-Hersek olarak üyeliğini sürdürebilir veya BM sistemi içerisinde yer alan örgütlerle diğer uluslararası örgütlere kabul edilme talebinde bulunabilir."

Ancak aynı maddenin 3. fırkasında ‘Bosna-Hersek'in Yapısı’ başlığı altında, şu ifade yer alır: 'Bosna-Hersek iki entiteden oluşmaktadır: Bosna Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti". Bu antlaşmanın 4. maddesiyle Bosna-Hersek anayasası belirlenmiş, Ek 7. maddeyle de “Tüm sığınmacı ve göçmenlerin kendi topraklarına dönmelerinde bir engel olmadığı ve yağmalanmış mülklerinin tazmin edilmesi” kararına varılmıştır.

Anayasanın 10. maddesinde “Temsilciler Meclisi’nde oy kullananlar ve katılımcıların üçte iki oy çokluğuyla, Parlamenter Meclis’in kararı ile” anayasada değişiklik yapma imkânı da öngörülmüştür. Ek 1. maddede, Birleşmiş Milletler Antlaşması'ndan, Helsinki Nihai Senedi'ne, hatta 1989 tarihli Çocuk Haklarına Dair Sözleşme'ye kadar, Bosna-Hersek'te uygulanacak 15 uluslararası antlaşma yer almaktadır.

Bu maddelerden de anlaşılacağı üzere bu barış antlaşması, imzalandıktan hemen sonra, sadece adaletsiz sayılmakla kalmayıp uygulanması imkansız bir antlaşma olarak değerlendirildi. Bosna-Hersek bu antlaşmayla üzerine 'deli gömleği' geçirmiş, Avrupa'nın göbeğinde 'sakat bir ülke' haline gelmiş oldu. Bu antlaşmayla saldırganlar ve soykırım failleri, Sırp Cumhuriyeti askerleri ve polisleri ödüllendirilmiş, saldırı ve soykırımın kurbanı olan Boşnaklar ise sözde uluslararası toplum ve uluslararası hukukun vicdanına terk edilmiştir.

Bugün Sırp Cumhuriyeti, savaş bittikten sonra Bosna-Hersek'in o bölgesine dönen Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırp olmayan diğer insanlar için bir 'apartheid' niteliğinde. Boşnaklar o bölgedeki devlet kurumlarında iş sahibi olamıyor, önceki hizmetlerini yeni işleriyle birleştirip emeklilik talep edemiyor, çocuklarının kendi dillerine 'Boşnakça' deme hakları yok, camileri taşlanıyor, mezarları yağmalanıyor. Durum Bosna-Hersek'in, savaş döneminde Hırvat Savunma Konseyi'nin kontrolü altında olan bölgelerinde de pek iç açıcı değil.

Günümüzde uluslararası hukuk, dünyanın hiçbir yerinde, son nüfus sayımına göre nüfusunun yüzde 50,8'ini -1918'den bu yana Sırp ve Hırvatların çalıp yağmaladığı özel mülk, beylik ve vakıflar hesaba katılınca ülkenin en az yüzde 72'sine sahip- Müslümanların (Boşnakların) oluşturduğu Bosna-Hersek'te olduğu kadar hükümsüz değildir.

Boşnak medyasından ve araştırmacılardan edindiğimiz resmi olmayan bilgilere göre, Dayton Barış Antlaşması'nın imzalanmasından bugüne kadar, savaşta topraklarını terk etmek zorunda kalıp da geri dönen 100'den fazla Boşnak öldürüldü. Sadece Hırvat kontrolü altında olan Mostar'ın kuzey kısmında 30 Boşnak katledildi. Bu tarz cinayetlerin en bilinenleri, 1996 yılında Sırplar tarafından öldürülen, Zvornik yakınlarında bulunan Jusici Köyü'nden Muradif Alic, 2001 yılında Srebrenica soykırımının yıl dönümü olan 11 Temmuz arifesinde evinin penceresinde nakış işlerken Sırp keskin nişancılar tarafından öldürülen Meliha Duric, 2001 yılında Banja Luka'da bulunan Ferhat Paşa Camisi'ni açmaya çalışırken öldürülen Murat Bandic ve Sırp polisinden 1992 yılında katledilen 700 Zvornikli ile birlikte babasının intikamını almaya çalışırken öldürülen Nerdin Ibric vakaları ve daha nicesi... Maalesef Sırp Cumhuriyeti ve Hersek-Bosna hükümetleri bu cinayetlerin soruşturmalarını asla sonlandırmadı.

Bosna-Hersek İslam Birliği, her yıl Sırp Cumhuriyeti'nde ve Bosnalı Hırvatların hüküm sürdüğü bölgelerde yaşayan Müslümanların çiğnenen haklarıyla ilgili bir rapor sunuyor. Bu raporlarda, savaştan sonra topraklarına dönen Boşnakların haklarının yanı sıra, yakılan camiler, imamlara ve eşlerine yapılan hakaretler, darp edilen liseli Boşnak gençler ve mektep öğrencileri ile cami ve tekkelerin avlularına atılan domuz kafaları da yer alıyor.

Bu tip baskılara rağmen bugün Sırp Cumhuriyeti'nde, 1992'den önce Bosna Hersek'in bu bölgesinde yaşayan 700 bin Boşnak'ın 100 bini, diğer bir deyişle yüzde 14.7'si yaşıyor. Burada, Çetnik (Büyük Sırbistan) hareketinin Bosna-Hersek'in bu bölgesini İkinci Dünya Savaşı sırasında da Boşnaklardan 'temizlemiş' olduğunu, fakat Boşnakların bahsi geçen savaştan sonra kendi topraklarına döndüklerini ve 1992-1995 Savaşı'ndan önce, bölge nüfusunun yüzde 70'ini oluşturduklarını (Sırplar yüzde 30'unu oluşturuyordu) hatırlatmak gerek.

Günümüzde hem iç siyaset hem de Avrupa'nın siyaset sahnesinde, Dayton'la belirlenmiş anayasanın değişmesinin vaktinin gelip gelmediği tartışılıyor. Bu anayasanın değişmesinden yana olan Boşnaklar, bu ikinci Dayton Antlaşmasında uluslararası taraflardan birinin Müslüman ülkelerden biri, bilhassa Türkiye veya Suudi Arabistan olmasını istiyor. Çünkü Paris'te Dayton Barış Antlaşması imzalanırken hiçbir Müslüman ülke bulunmuyordu. Sırpların siyasi temsilcileri Dayton anayasasının değişiminden bahsedilmesine izin vermezken, Hırvatlar kendilerine ait bir entite ya da Bosna-Hersek'in birleşmesini istiyor. Hırvatların bu düşüncesini Avrupa Birliği'nin bir kısmı da destekliyor. Bu konsept, içerisinde etnik bir birleşimi de barındırıyor ve böylece, sayıca üstün millet olmasına rağmen, bugün parçalanmış ve terk edilmiş vaziyette kendi topraklarının ancak yüzde 23'lük kısmında yaşayan bahtsız Boşnaklar için daha büyük sıkıntıların habercisi haline geliyor.

* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/bosna-hersekin-deli-gomlegi-dayton-antlasmasi/691481#


***

24 Aralık 2018 Pazartesi

KKTC Su Krizi: Denizi Geçip Derede Boğulmak

KKTC Su Krizi: Denizi Geçip Derede Boğulmak 


Esengül Ayaz AVAN
* Dr., Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 

<  Yıllardır hem miktar hem de kalite açısından su sıkıntısı çeken Kuzey Kıbrıslı Türklerin su ihtiyacının karşılanması için Türkiye’den KKTC’ye kesintisiz su aktarılmasını mümkün kılacak KKTC Su Temin Projesi tamamlandı. “Asrın projesi” olarak adlandırılan proje bitirilmiş olmasına rağmen suyu kimin yöneteceği hala belirsiz. KKTC’nin suyun işletmesinin belediyeler aracılığıyla, Türkiye’nin ise yap-işlet-devret modeli ile yapılması konusundaki ısrarları nedeniyle iki ülke arasında yaşanan işletme krizi günden güne derinleşiyor. Bu çalışma, proje ile ilgili yaşanan anlaşmazlığın altında yatan nedenleri ve 
iki ülke arasında yaşanan krizdeki gelişmeleri ve krizin etkilerini açıklamayı amaçlamaktadır. >

Türkiye, Suriye kaynaklı güvenlik tehditlerinin önüne geçmek için Suriye’nin kuzeyinde güvenlik bölgesi/tampon bölge oluşturulmasını önermiş ancak 
Rusya ile ABD tarafından reddedilmiştir. 

KKTC Su Temin Projesi 7 Mart 2011’de- Mersin’in Anamur ilçesindeki Alaköprü Barajı’nın temelinin atılması ile başlamış ve dört yıl gibi kısa bir sürede tamamlanarak 17 Ekim 2015’te hem Türkiye’de hem de KKTC’de gerçekleştirilen törenlerle hizmete alınmıştır. 

Proje, KKTC’ye içme, kullanma ve sulama suyu temin ederek ülkenin 2045 yılına kadar su ihtiyacını karşılayacak önemli bir projedir. Dünyada hem deniz geçiş mesafesi nedeniyle hem de askılı boru sistemiyle deniz geçilerek su aktarılan ilk ve tek proje olması nedeniyle “asrın projesi” olarak 
adlandırılmaktadır. 

KKTC Su Temin Projesi, 2 adet baraj (Anamur-Alaköprü ve Güzelyalı-Geçitköy Barajı), 2 adet terfi istasyonu (Anamuryum Dengeleme Deposu ve Güzelyalı Pompa İstasyonu) ve 107 kilometre uzunluğunda boru hattından oluşmaktadır. 24 kilometresi Türkiye tarafında, 80 kilometresi deniz yüzeyinin 250 metre derinliğinde ve 3 kilometrelik kısmı da Kuzey Kıbrıs tarafında olan bu boru hattı, Anamur Dragon Çayı üzerinde tesis edilen Alaköprü Barajı’ndan Kuzey Kıbrıs’taki Geçitköy Barajı’na su götürmektedir. 1 



KKTC’nin kullanılabilir yıllık su miktarı 117,5 milyon m3 iken, su ihtiyacı 190-197 milyon m3 civarındadır. Proje ile KKTC’ye yılda 75 milyon m3 su iletilerek aradaki farkın kapatılması hedeflenmektedir. KKTC’ye temin edilecek suyun 37,76 milyon m3’ü (%50,3) içme-kullanma ve sanayi için, geriye kalan 37,24 milyon m3’ü (%49,7) ise sulama amaçlı kullanıma tahsis edilecektir.2 

KKTC Su Projesi’nin Önemi 

KKTC’de sosyal ve ekonomik faaliyetlerin sürdürülebilmesi ve yıllardır devam eden izolasyonun etkilerinin azaltılabilmesi için temiz ve sürekliliği olan su arzı çok önemlidir. Projenin KKTC’de tarımsal gelir elde edilmesini mümkün kılarak ülkenin kalkınmasına katkı sağlayacağı şüphesizdir. Adada uzun ve sıcak geçen yazlar, kısa ve ılıman geçen kışlar ve verimli topraklar Türkiye’den gelen su ile birleşince yılda 2, 3 kat mahsul alınmasına olanak sağlayacaktır.3 Ayrıca, Türkiye’den badem, zeytin, narenciye, keçiboynuzu gibi gelir getirici bazı ağaç türleri getirilerek, ülkede üretim ve ihracat sahası oluşturulması hedeflenmekte dir. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı da, “Türkiye’den, Anamur’dan Geçitköy’e akacak olan bu su Kıbrıs’ın üretimini artıracak. Sarı olan rengimiz gerçek anlamda bizi yeşil bir adaya döndürecek” açıklaması ile suyun adada üretime yapması beklenen olumlu etkiye değinmiştir.4 KKTC Su Projesi, ülkenin su arz güvenliğinin sağlanmasının yanı sıra Türkiye için de büyük önem taşımaktadır. Projenin başarı ile tamamlanmış olması, Doğu Akdeniz’de deniz yolu ile su dış ticareti konusunda Türkiye’ye önemli bir üstünlük sağlamıştır. 2011’de temeli atılan projenin, Türkiye tarafından 4 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanıp 2015 yılında hayata geçirilmesinin bölgede hız kazanan ve Türk tarafı ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) arasında gerginliğe yol açan petrol ve doğal gaz arama faaliyetleriyle aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir. Bu durum, Türkiye’nin suyun stratejik üstünlüğünü kullanmak istemesinin bir sonucudur.5 

Ayrıca proje, Türkiye’nin bölgedeki prestijini arttırdığı gibi projenin yapımı sırasında elde edilen tecrübe de Türkiye’nin benzer projelerde yer almasına 
olanak sağlayacaktır.6 

Projenin Kıbrıs Türkleri ile Türkiye’yi birbirine daha yakın hale getirmesi beklenmektedir. Su projesi, Türkiye’nin 1974’ten beri devam eden izolasyon sonucu uluslararası toplumdan kendini soyutlanmış hisseden Kıbrıslı Türklere sahip çıktığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. 
Başbakan Davutoğlu’da projenin açılış töreninde yaptığı konuşmada bunu açıkça dile getirmiştir: 


“Bugün Anadolu ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti su gibi aziz projeyle bir kez daha birbirine kavuşuyor, bir kez daha kenetleniyor. 
Muhteşem bir su köprüsü kuruyoruz, Girne’yi Anadolu’ya bu kez su ile bağlıyoruz. Bütün dünyaya haykırıyoruz; Türkiye ile Kıbrıs hiçbir zaman ayrılmayacak şekilde birbirine kenetlenmiştir, Kıbrıs’a Türkiye’nin suyu bereket ve izzet götürecektir.”7 
Bir diğer önemli konu ise projenin KKTCGKRY arasında devam eden müzakere sürecine ve genel olarak yıllardır devam eden Kıbrıs sorununa olası etkisidir. 
Bu proje sayesinde GKRY’ye de su verilebilme ortamının yaratılmasıyla, adada kalıcı bir çözüme kavuşulmasına katkı yapılabilecektir. Bu konuda Türk tarafı oldukça umutludur ve projenin açılış töreninde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Güneydekiler bu sudan istifade etmek istiyorlarsa adını barış suyu koyar onlara buradan su veririz” sözleriyle bunu açıkça dile getirmiştir.8 


<   KKTC Su Projesi, ülkenin su arz güvenliğinin sağlanmasının yanı sıra Türkiye için de büyük önem taşımaktadır. 
Projenin başarı ile tamamlanmış olması, Doğu Akdeniz’de deniz yoluyla su dış ticareti konusunda Türkiye’ye önemli bir üstünlük sağlamıştır. >

Aynı törende KKTC Başbakanı Kalyoncu’da, “Bu su gün gelecek barış suyu da olacak” diyerek bu konuda umutlu olduğunu göstermiştir.9 Her ne kadar bu haliyle proje KKTC’nin su ihtiyacını karşılayacak nitelikte olsa da proje gelişime açıktır. Kıbrıs Rum Kesimi’nden gelen açıklamalar Rumların bu konuya Türk tarafı kadar olumlu bakmadığını göstermektedir. Güney Kıbrıs’ın en büyük partisi DİSİ’nin lideri Averof Neofitu projeyi Türkiye tarafından hayata geçirilen yasadışı bir proje olarak tanımlamıştır.10 

Ayrıca Rum basını, Ankara’nın Kıbrıslı Türklerin ‘anavatana’ bağımlılığını güçlendirmeye çalıştığını söyleyerek su projesini göbek bağı olarak nitelendirmiştir.11 
Her ne kadar GKRY’nin su temini konusunda Türkiye’ye bağlı olmak yerine deniz suyunun arıtımı gibi başka alternatifleri gündemde tutmak isteyeceği 
düşünülse de,12 daha önce KKTC’den elektrik alan su fakiri Rum kesiminin Kuzey’den su alma olasılığı tamamen göz ardı edilmemelidir. 

KKTC ve Türkiye Arasında Yaşanan Su Krizi’nin Nedeni 

Türkiye ve KKTC arasında yaşanan su krizinin temel nedeni, suyun işletmesinin kimin tarafından yapılacağı konusunda iki ülkenin bir uzlaşıya varamamış 
olmasıdır. 
KKTC’de su dağıtım ve faturaların tahsilat işi 28 belediyenin su işletmesini yürütmek amacıyla kurduğu “KKTC Belediyeleri Su ve Kanalizasyon İşletmeleri” (BESKİ) adlı özel şirket tarafından yapılıyor ve KKTC koalisyon hükümetinin büyük ortağı Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) ve belediyeler, suyun belediyeler aracılığı ile dağıtılmasına devam edilmesini istiyor. 
Su projesi ile adaya taşınacak suyun yönetimi konusunda Türkiye ise yap-devret işlet modelini savunuyor. 
Aslında, krizin temelinde, KKTC devletinin belediyelere suyu çok yüksek oranlarda zararına satması ve Türkiye’nin savunduğu şekilde özelleşmesi halinde belediyelerin en büyük gelirlerini yitirecek olması yatıyor. Su işleri dairesinin verilerine göre 1 ton suyun devlete maliyeti 1 liranın üzerine çıkıyor. 

Belediyeler, kuyuların işletilmesinin elektrik maliyetini ödüyorlarsa suyun tonunu 10 kuruşa, tüm maliyetlerler su işleri dairesi tarafından karşılanıyor ise suyun tonunu 25 kuruşa satın alıyorlar. Devlet özel sektörün işlettiği 2 deniz suyu arıtma tesisinden aldığı suyu belediyelere satarken ise kendisinin 1.5 dolar ödediği suyun tonunu, yalnızca 35 kuruşa satıyor. Belediyeler de suyu halka satarken sutüketim miktarına bağlı olarak kademeli bir fiyat uyguluyor ve bu fiyat ton başına yaklaşık 3 lirayı buluyor13. Belediyeler, ciddi oranlarda kar etmelerine olanak sağlayan bu sistemin değişmesini istemiyorlar. Lefkoşa Belediye Başkanı Mehmet Harmancı “Elli altmış yıldır yaptığımız işe devam etmek istiyoruz.…


Neden dışarıda kalalım? Depoya kadar karışmayız. Depoya düşen suyun dağıtımını biz yapmak istiyoruz.” 14 sözleriyle KKTC’deki 
belediyelerin konuya bakışını net bir şekilde ifade etmiştir. 

Buna karşılık, projeye 1.6 milyar lira harcayan ve KKTC’ye suyu bedava veren Türkiye, KKTC içindeki su dağıtım maliyeti ile su dağıtımı için 
gerekli altyapı maliyetinin Lefkoşa tarafından karşılanmasını istiyor. Zaten projeyi yapan DSİ’nin programı bu maliyetlerin karşılanmasını 
kapsamıyor. Su dağıtım maliyetinin içinde KKTC’deki pompa istasyonlarının elektrik maliyeti ile arıtma tesisinin işletilmesi bulunuyor. Ayrıca, 
Ankara mevcut dağıtım hatlarının yenilenmesi gerektiğini söylüyor. Ankara DSİ’de Proje Başkanı olan Müsteşar Yardımcısı Ömer Özdemir, 
KKTC’de şebeke kayıplarının yüzde 40-50’ler civarında olduğunun tahmin edildiğini ve Türkiye’den gelen sudan faydalanabilmek için 
bunun mutlaka düşürülmesi gerektiğini vurgulamıştı.

15 Bu yatırım için yaklaşık ek 600 milyon liraya ihtiyaç var ancak belediyelerin bu ek yatırımı yapmak için gerekli kaynaklarının olmaması 
nedeniyle Türkiye, projenin belediyelerin de gelir ortağı olacağı yap-işlet-devret modeliyle işletilmesi gerektiğini savunuyor.16 Bu bağlamda, 
Türkiye’nin önerdiği modele göre suyun yönetim ve denetimi KKTC tarafında kamu otoritesinde olurken, işletmesi ise gerekli yatırım ve tesis 
ihtiyaçlarını da karşılayacak olan özel sektör tarafından yapılmalıdır. Fakat, su satışından önemli miktarda kar eden belediyeler, Türkiye’nin 
önerdiği yap-işlet-devret modelinden kendilerine verilecek olan gelir payını yeterli bulmuyorlar ve BESKİ çatısı altındaki fatura tahsilatındaki tekellerini 
korumak istiyorlar. 


<  Suyun dağıtılması ve bu bağlamda gerekli yatırımların finansmanının yapişlet-devret modeli ile karşılanacağı, iki ülke arasında 4 Aralık 2012 tarihinde imzalanan “TC-KKTC Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü” ile hükme bağlanmıştı. >

Krizin Etkileri.,

Suyun dağıtılması ve bu bağlamda gerekli yatırımların finansmanının yap-işlet-devret modeli ile karşılanacağı, iki ülke arasında 4 Aralık 2012 tarihinde imzalanan “TC-KKTC Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü” ile hükme bağlanmıştı. Türkiye, gerekli yatırım ve tesis ihtiyaçlarının karşılanması için suyun işletmesinin özel sektör tarafından yapılmasını öngören Hükümetlerarası Anlaşma taslağını da projenin açılışı yapılmadan yaklaşık 6 ay önce, 7 Nisan 2015’te KKTC tarafına göndermişti. Türkiye, KKTC tarafından yazılı yanıt beklediğini birçok kere Hükümet ve parti temsilcilerine hatırlatmış ve bu dönemde KKTC tarafının tepkisiz kaldığı eleştirilerini yapmıştı.17 KKTC tarafının Aralık 2015’te bazı yazım değişiklikleri içeren karşı bir taslak metin sunmasının ardından, 24-25 Aralık 2015 tarihlerinde iki ülke resmi heyetleri arasında 
görüşmeler gerçekleştirildi ve bu görüşmelerden sonra Ankara ortak bir Hükümetlerarası Anlaşma taslağı üzerinde mutabakata varıldığını açıkladı. 
Ayrıca, Anlaşma’nın imza ve onay işlemlerinden sonra ihale sürecinin yaklaşık 1 yıl süreceği düşünüldüğü için ve bu süre zarfında da suyun Kıbrıs halkı tarafından kullanılabilmesi için anlaşmaya geçici bir hüküm eklenerek suyun DSİ tarafından belediyelerin depolarına kadar götürülmesine olanak sağlayan düzenlemelerin de yapıldığı söylendi.18 

Fakat KKTC’de koalisyon hükümetinin büyük ortağı CTP 26 Aralık 2015 günü yapılan Parti Meclisi toplantısında, içinde özel şirketlerin de bulunduğu DSİ 
yönetimi teklifini görüştü ve sonrasında CTP Genel Başkanı Mehmet Ali Talat, bu formülü kabul etmediklerini belirterek, suyun belediyeler 
tarafından yönetilmesi gerektiği konusundaki tavırlarından geri adım atmayacaklarını belirtti.19 

Ardından Türkiye Lefkoşa Büyükelçiliği tarafından 7 Ocak 2016 tarihinde yapılan, konunun asıl görüşülmesi gereken yerin parti meclisi değil, Bakanlar Kurulu olduğu yönündeki açıklama20 ve buna cevaben CTP Genel Başkanı Mehmet Ali Talat’tan gelen “Türkiye Büyükelçiliği’nin yaptığı açıklama, yaşanan sıkıntılara olumlu katkıda bulunmaktan uzaktır” 21 cevabı iki ülke arasında yaşanan krizin daha da derinleşmesine neden oldu. 

<  Türkiye’den yetkililer, projenin kar amaçlı yapılmadığını, suyun da zaten KKTC’ye bedava verildiğini ve tek amaçlarının sistemin düzgün 
çalışması olduğunu söylüyorlar. >

Ayrıca, su krizi nedeniyle Türkiye ile KKTC arasında 31 Aralık 2015’te dolan 2012-2015 dönemi Ekonomik Yardım Mali Protokolü’nün yerine 2016-2018 dönemini kapsayan mali protokol de henüz imzalanamadı çünkü mali protokolün içine, ek bir protokolle su yönetimi ve yatırımlarının da girmesi gerekiyor. Bu protocol, KKTC’nin yılda 200 milyon TL, ayda 20 milyon TL’ye denk gelen bir kaynak almasını sağlayacak. 
Fakat protokolün henüz imzalanmaması nedeniyle, KKTC’de her yıl kamu çalışan ve emeklilerine ödenen 13. maaşlar, üreticilerin alacakları ve son olarakta memurların Nisan ayı maaşlarının tamamı ödenemedi ve protokolün ne zaman imzalanacağı hala belirsiz. Tüm bu yaşananlar, Türkiye’nin KKTC’ye yapılan kaynak aktarımını yapmayarak su krizini ekonomik olarak yansıttığı şeklinde yorumlanıyor.22 


Türkiye ve KKTC arasında suyun yönetimi ile ilgili yaşanan kriz, ekonomik etkilerinin yanı sıra Ada’daki hükümet ortakları arasında da anlaşmazlığa 
neden oldu. İktidardaki solcu Cumhuriyetçi Türk Partisi özelleştirmenin olumsuz yanlarının altını çizip Türkiye’nin önerdiği yap-işlet-devret modeline şiddetle karşı çıkarken, koalisyon hükümetinin küçük ortağı milliyetçi Ulusal Birlik Partisi (UBP), Türk hükümeti gibi özelleştirilmesi gerekliliğini savundu. UBP’nin Genel Başkanı Hüseyin Özgürgün’ün “anlayışla ve inatlaşma olmaksızın Türkiye ile işbirliği içerisinde en doğrusunu bulup ona göre bunun yapılması gerekmektedir. Kıbrıs’ta suyun dağıtımının özelleştirilmesine talip olanların ihaleye girmesi 
gerek. Özelleştirme olursa belediyelerin devre dışı kalma endişesi var ancak bunlar çözülmeyecek konular değil” şeklindeki açıklaması KKTC hükümetindeki koalisyon ortakları arasında belirgin görüş ayrılıkları olduğunu gösterdi.23 KKTC’de su krizi başladığından beri bu nedenle hükümetin dağılacağı ve yeniden seçime gidebileceği konuşuluyordu ve sonunda, Türkiye’den gelen suyun işletmesi ve yine Türkiye ile pazarlıkları süren mali protokolün gecikmesi nedeniyle, Temmuz 2015’te kurulmuş olan CTP-UBP koalisyonu yaklaşık sekiz ay gibi kısa bir sürenin sonunda, Nisan 2016’da dağıldı. Suyun işletmesi ile ilgili yaşanan anlaşmazlığın neden olduğu ekonomik ve siyasi sorunların yanı sıra, Girne yakınlarındaki Geçitköy Barajı’na 1 Ekim 2015’den beri Türkiye’den su gelmesine rağmen KKTC’deki şehirlere henüz su verilmiş değil. 

Ankara, Eylül ayı başlarında KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile yapılan görüşmelerde anlaşmazlık çözülene kadar suyun verilmeyeceğini zaten bildirmişti.24 Kıbrıslı Türkler, Türkiye’nin adaya gelen suyu barajda bekleterek, kendisinin önerdiği yap-işlet-devret modelini KKTC’ye zorla kabul ettirmek istediğini düşünüyorlar.25 Öte yandan Türkiye’den yetkililer, projenin kar amaçlı yapılmadığını, suyun da zaten KKTC’ye bedava verildiğini ve tek amaçlarının sistemin düzgün çalışması olduğunu söylüyorlar. Fakat borç yükü altında olan ve personel maaşlarını bile ödemekte zorlanan belediyelerin yeterli kaynakları bulunmadığı için bunun altından kalkamayacağını savunuyorlar.26 



Sonuç 

Dünyada ilk ve tek olarak nitelenen böyle bir projenin başarı ile bitirilmesi fakat hükümetler arasında suyun işletmesi ile ilgili uzlaşı sağlanamadığı için suyun barajda bekletilmesi ve Kıbrıs halkına henüz ulaşmamış olması, denizi geçip derede boğulmaktır. Her iki tarafın da geri adım atmaması ve kendi önerdiği model üzerinde diretmesi iki ülke arasında ciddi bir kriz yaşanmasına neden oluyor. Türkiye ve KKTC’yi daha da yakınlaştırması beklenen su projesinde, işletme krizi nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkiler her geçen gün biraz daha geriliyor. Türkiye, şehirlere su vermeyerek ve mali protokolü imzalamayarak, KKTC hükümetine ve belediyelere yap-işlet-devret modelini kabul ettirmeye çalışıyor. Öte yandan, KKTC’li yönetici ve belediyeler de, Türkiye’den gelen suyun etkin kullanılabilmesi için gerekli olan yatırımı yapacak kaynakları olmamasına rağmen suyun belediyeler tarafından işletilmesi konusunda diretiyorlar. İki ülke arasında yaşanan krizden, hem ekonomik ve siyasi 
etkileri hem de suyun gelişini geciktirmesi nedeniyle en çok Kıbrıs halkı zarar görmektedir. 

Ayrıca, Kıbrıs sorunu gibi yıllardır devam eden bir soruna çözüm bulma arayışları sürerken ve bu bağlamda adaya getirilen su “barış suyu” olabilecekken, yaşanan kriz hem bu olumlu havaya hem de böylesine önemli bir projeye gölge düşürmektedir. 

Esengül Ayaz Avan 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88 

DİPNOTLAR;

1 DSİ, “KKTC’ye Su Temin Projesi”, http://www.dsi.gov.tr/projeler/kktc-su-temin-projesi (Erişim Tarihi 2 Ocak 2016). 
2 A.g.e. 
3 A.g.e. 
4 T24, “Kuzey Kıbrıs’a tartışmalı su projesi”, 17 Ekim 2015, 
http://t24.com.tr/haber/kuzey-kibrisa-tartismali-suprojesi,313327(Erişim Tarihi 6 Ocak 2016). 
5 Dursun Yıldız ve Doğan Yaşar, Doğu Akdeniz’de Küresel Satranç, Truva Yayınları, 2012. ss.238. 
6 Tuğba E. Maden , “Prof. Dr. Hüseyin Gökçekuş: “KKTC İçme Suyu Temin Projesi Asrın Projesi Olacak”, Ortadoğu 
Analiz, Cilt: 4, Sayı: 42, 2012, s. 126. 
7 Milliyet, “KKTC Su Temin Projesi başladı”, 17 Ekim 2015, 
http://www.milliyet.com.tr/buyuk-gun-bugun-gundem-2133422 (Erişim Tarihi 6 Ocak 2016). 
8 A.g.e. 
9 Hurriyet, “KKTC Su Temin Projesi’nin açılışı gerçekleştirildi”, 17 Ekim 2015, 
http://www.hurriyet.com.tr/kktc-sutemin-projesinin-acilisi-gerceklestirildi-30333510 (Erişim tarihi 7 Ocak 2016) 
10 Nikolaos Stelya, “Güney Kıbrıs’tan Ankara’ya Jet Yanıt”, Sputnlk Türkiye, 17 Ekim 2015, 
http://tr.sputniknews.com/dogu_akdeniz/20151017/1018421987/kibris-su-proje.html (Erişim Tarihi 8 Ocak 2016). 
11 dha, “Rum Basını: O su göbek bağı”, 8 Ağustos 2015, 
http://www.dha.com.tr/rum-basini-o-su-gobekbagi_998000.html (Erişim tarihi 10 Ocak 2016). 
12 Türkiye’den Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’ne Su Temini ve Elektrik Nakli Projeleri Konusundaki Gelişmeler, Milli 
Güvenlik Kurulu, Ankara, s.8 
13 Ömer Bilge, “Türkiye’den KKTC’ye su taşıma krizi büyüyor”, Hürriyet, 05.10.2015. 
14 Metin Münir, “Türkiye’den gelen su neden KKTC çeşmelerinden akmıyor?”, T24, 25 Kasım 2015, 
http://t24.com.tr/yazarlar/metin-munir/turkiyeden-gelen-suneden-kktcde-cesmelerden-akmiyor,13311   (Erişim tarihi 22 Ocak 2016). 
15 A.g.e. 
16 Ömer Bilge, “Türkiye’den KKTC’ye su taşıma krizi büyüyor”, 
17 Metin Münir, “Türkiye’den gelen su neden KKTC çeşmelerinden akmıyor?” 
18 Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçiliği, Basın Açıklaması, Lefkoşa, 7 Ocak 2016. 
19 Ömer Bilge, “Kıbrıs’ta anlaşılamadı, asrın suyu denize akıyor”, Hürriyet, 27.12.2015. 
20 Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçiliği, Basın Açıklaması 
21 Remzi Samar, “Kıbrıs’ta su krizi çözülemiyor: Elçilik açıklamasına Talat sert tepki gösterdi”, Cihan, 08.01.2016 
22 Çağrı Sarı, “Türkiye’den Kıbrıs’a şantaj: Kıbrıs’ta kapanan ‘para musluğu’”, Evrensel, 20.11.2015. 
23 Ömer Bilge, “Türkiye’den KKTC’ye su taşıma krizi büyüyor”, 
24 Metin Münir, “Türkiye’den gelen su neden KKTC çeşmelerinden akmıyor?” 
25 Zülfikar Doğan, “AKP Kuzey Kıbrıslı Türkleri parasız ve susuz mu bırakacak?”, Al-monitor, 11.01.2016 
26 Metin Münir, “Türkiye’den gelen su neden KKTC çeşmelerinden akmıyor?” 


***