29 Mart 2019 Cuma

31 MART İSYANI, BÖLÜM 1

31 MART İSYANI,  BÖLÜM 1




'31 Mart', Ülkemizde " Şeriat Devleti isteriz! " parolası ile sık sık tekrarlanan gericilik ayaklanmalarının en ünlüsüdür. İslamlığı kurtarmak için yapılıyormuş gibi gösterilen bu yoldaki hareketlerin, emperyalist Hıristiyan devletler tarafından parayla desteklendiğinin, hatta yönetildiğinin ortaya çıkması, bilgisiz insanların birtakım karanlık oyunlara nasıl alet edildiğini anlatmaya yeter. Dış güçlerin içerdeki çıkarcı gruplarla işbirliğini, bunların zaman zaman birbirleriyle çatışmalarını ya da uzlaşmalarını, Doğan Avcıoğlu'nun usta kaleminden '31 Mart'ta Yabancı Parmağı' adlı kitabında merakla okuyacaksınız. 31 Mart olayının bilinmeyen yanlarını yeni belgelerin ışığında ortaya çıkaran ve bugünkü gericilik olaylarının tarihsel köklerini aydınlatan bu eserin, ilgiyle karşılanacağını umuyoruz. Doğan Avcıoğlu'nun bu ilgi çekici kitabım, gelecek cuma günü yine gazeteniz Cumhuriyet'le birlikte alacaksınız. ' 
Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Mart 1998

31 MART İSYANI
ECVET GÜRESİN


GİRİŞ 

31 Mart'ı hazırlayan nedenler üzerinde çeşitli gö­ rüşler vardır. Kimine göre olay doğrudan doğruya İttihat ve Terakki tarafından tertiplenmiştir. Mesela Mi­ zancı Murat Bey bu iddiadadır. Ona dayanarak olayı inceleyenler de böyle iddiaları ortaya sürmüşlerdir. Kimine göre hürriyetin anarşi haline getirilmesi, İtti­ hat ve Terakki'çilerin yanlış tutumu isyanda rol oy­ namıştır. Kimine göre ise 31 Mart'ta Yahudilerin, Ma­ sonların tertibini aramak gerekir. Ayrıca İttihatçılar arasında tertip suçunu Abdülhamid'e yükleyenler de vardır. 31 Mart'ı eğer soyut olarak ele alırsak, Kabakçı Mustafa ve Patrona Halil ayaklanmalanyla belki ben­ zerlikler buluruz. Ancak olay derinliğine ve genişliği­ ne incelendiği zaman görülmektedir ki o, nasıl tertip­ lenmiş olursa olsun, tipik bir gericilik ayaklanmasıdır. Gerici örgütlenmenin sonucu da devleti tam şer'i dü­ zene sokmak teşebbüsüdür. Ordu tarafından bastırıl­ mıştır ama kökü kazınabilmiş değildir. Nitekim aynı te­ şebbüsleri başka biçimde Menemen'de görürüz, amaç sonradan değişmiş olsa da Şeyh Sait'te görürüz. Milli Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Anadolu yine küçük çaplı ayaklanmalara sahne olmuştur ve asıl önemlisi 1950'den sonra Saidi Kürdi'nin çok değişik olan fakat günümüzdeki gelişmelerin temelini atan ça­ balarla o günler arasındaki bağlantı ilgi çekicidir.

Bütün bu bağlantılar ve paralellikler elbette ki sadece bir partinin, bir grubun tertibine bağlanamaz. Olayların nedenini içerde ararken, içeriye etki yapan dış etkenler üzerinde de durmak ve konuyu iki yönlü olarak ele almak gerekir. Zira Osmanlı İmparatorluğu'nda belli bir dönemden sonra iç çekişme ve zıtlaş­ malar, saray koridorlarında sürüp giden kavgalar, içer­ den olduğu kadar sınır dışından gelen etkilerle de alev­ lenmiş, yön almıştır. 31 Mart işte bunlardan biridir.
31 MART ÖNCESİ, II.'nci Abdülhamid'in tahta çıkışından az sonra başlayarak 1908'e kadar geçen süre Osmanlı Devleti'nin tarihinde istibdat dönemi olarak anılır. Gerçek­ ten Abdülhamid Meclis'i feshettikten sonra tam bir te­ rör rejimi kurmuş, sansür basını baskı altında tutarken hafiyelik, adam satın almalar, almış yürümüştür. Bu dönemde istibdatla birlikte yobazlık atbaşı gider. Konuya biraz açıklık vermek için dönemin kısa­ ca üzerinde durmak yararlı olacaktır:

 1'İNCİ MEŞRUTİYET VE SONRASI 

Birinci Meşrutiyet Tanzimat'ın bir sonucu idi. Gerçekten 1876 Anayasası'nda Tanzimat daha doğru­ su Batı'ya açılma fikri temelleşmiştir. Bu bakımdan Birinci Meşrutiyet'e milli bir tepkidir denilemez. Ol­ sa olsa verilecek isim onun bir "ıslahatçılık hareketi" olduğudur. Bu ıslahatçı hareketi ise o zamanların çe­ şitli fikir akımları beslemiştir. Birinci Meşrutiyet'le Tanzimat dönemi arasında­ ki fikir akımlarım üç kısma ayırabiliriz. Birinci "İslamcılık" akımıdır. İslamcılık akımı Osmanlı Devleti'ni din birliğine dayandırmak ve bu yolla kurtarmak istemektedir. Panislamistlere göre Osmanlı Devleti'nin dayandığı top­ lum özdeş olmayan bir toplumdur. Bu toplumda sosyal ve siyasi birliğin teşekkülü ancak devletin İslami esaslara yönelmesiyle daha doğrusu bir İslam birliği­ nin yaratılmasıyla mümkün olabilir. İslam birliğinin yaratılmasında ise başlıca etken hilafet müessesesidir. Hilafet müessesesi sağlamlaştıkça bütün İslam âlemi Osmanlı bayrağı altında toplanacak ve devlet düveli muazzama karşısında eski kudretini bulabilecektir. İslamcılık akımı aslında saraya ve özellikle ıı'nci Abdülhamid'e kendi çıkarlarını korumak ve sağla­ mak bakımından da uygun geliyordu. Sultan Hamid Müslümanları hilafet kanadı altın­ da birleştirerek hem Osmanlı Devleti'nin sınırlan için­ de kuvvetini elde tutacak, hem de yabancı ülkelerin müdahalelerine karşı İslam birliğini harekete geçire­ bilecekti. İslamcılık ütopyası yalnız ilmiye sınıfına de­ ğil, daha sonra Jön Türklerden bazılarına da en uygun olarak görünmüştür. Kimi gerçekten başka çare düşü­ nemedikleri için bu akıma sarıldılar, kimi İslamcılık­ la sarayın hoşuna gidilebileceğini hesapladı. Ne var ki ister ütopya, ister hesapçılık olsun İslamcılık ve hele Panislamizm Osmanlı toplumunda ne birliği sağlaya­ bildi, ne sosyal bünye içine düştüğü sarsıntılardan kur­ tuldu, ne de düveli muazzama karşısında devleti kud­ ret sahibi yapabildi. Aksine bu akım kutuplaşma ve parçalanmaları, arkasında müdahaleleri körükledi. Akımlardan ikincisi "Osmanlıcılık"tır. Osmanlı­ cılık aslında Tanzimat döneminin fikir akımıdır. Dışa dönük olmak isteyen, dışla ilişkisi bulunan Osmanlıcılık karma toplumu savunur siyasi ve hukuki eşitlik sağlandığı zaman bu toplumun bir millet bütünlüğü kazanacağını hayal eder. Onlara göre kişiler arasında dil, din, ırk farkı gözetilir. Siyasi haklardan eşit olarak faydalanamadıkları içindir ki Osmanlı Devleti gün geçtikçe kötülemiş, dağılmaya doğru gitmiştir. Os­ manlıcılar liberal görünürler, ancak siyasi alanda Ba­ tı demokrasilerine özenen liberalizmin iktisadi alan­ daki sonuçlarını ve eşitliği sağlayıp sağlamayacağını pek düşünmezler, ya da düşündürülmezler. Osmanlıcılık zamanla "Yeni Osmanlılar", "Genç Osmanlılar" ismine dönüşecek ve gerek l'inci Meş­ rutiyet'in gerekse II'nei Meşrutiyet'in hazırlanmasın da etkili olacaktır. Yeni Osmanlıların ya da sadece Osmanlıcıların düşüncelerini burada ayrı ayrı incelemek gereksiz. Ancak bir fikir vermek için o zamanki yazı­ lara kısaca değinebiliriz. 
Mesela, Pari s'ta sürgünde yaşayan Ali Suavi, Ulûm gazetesinde halk egemenli­ ğinden söz etmektedir. Ziya Paşa ise yeni bir anayasa­ nın yapılmasını savunur ve milletin vekillerini seçme­ sini ısrarla ileri sürerken Türklere J. J. Rousseau'yu ta­ nıtmaya çalışır. İslamcılık tezine de yatkın olan Namık Kemal'in yıldızı Montesquieu'dır. Londra'da yayınla­ dığı Hürriyet'te "Hâkimiyet-i Ahâli'Ti makaleler yaz­ mıştır. Üçüncü akıma "Türkçülük" adı veriliyor. İslam­ cılığın ve Osmanlıcılığın birlik sağlayamaması karşı­ sında beliren bu fikir akımı toplumu yeni ülküye bağlamak ister. Türkçülerin düşündüğü, "Türk milletini" Osmanlı Devletimin temeli yapmaktır. Bu temel sa­ dece devletin sınırları içindeki Türklerle değil, sınır dı­ şındaki Türklerin de katılmasıyla sağlamlaştınlacak ve büyük Türk birliği kurulacaktır. Bütün bu fikir cereyanları soyut bir takım kavram olarak birbiriyle çatış­ mış ve savunucular temele inmeden Osmanlı Devletimi kurtaracak çareleri araştırmışlardır. Tabii arama­ lar ve araştırmalar kitlenin dışında cereyan etmiştir. Aslında gittikçe fakirleşen büyük kitle yaşamından hoşnut değildir. Ama bu hoşnutsuzluğun nedenlerini de bilmemektedir. Zaman olmuş, durumu asrileşme nedenine bağlamış ve ona dayanarak isyanı bile göze almıştır. Zaman olmuş yukardaki kavgaları, çekişme­ leri anlamsız bakışlarla seyretmiştir. İşte bütün bu fikir cereyanları ve halkın hoşnut­ suzluğu, 10-11 Mayıs 1876 softalar kıyamına ve 1876 yılının 30 Mayısı'ndaki Abdülaziz'in tahttan indiril­ mesine gelir dayanır. V Murat'ın tahta çıktığı günlerin yıldızı, Vükelâ Meclisi'ndeki Ahmet Mithat Paşa, gayesi ise Kanunu Esasi'dir. Pek kısa geçen bu karışık günlerin sonu, 93 gün padişahlık edip ruhi sarsıntı geçiren V Murat'ın da halli ve Kanunu Esasi ilanını vaat eden Abdülhamid H'nin 19 Ağustos 1283'te tahta çıkarılmasıdır. Abdülhamid, 113'üncü maddesini bütün itirazlara rağmen eklediği Kanunu Esasi'yi 23 Aralık 1876 günü ilan etti ve Ahmet Mithat Paşa da sadrazam ol­ du. Henüz seçim kanunu bulunmadığı için yapılan se­ çimler "Talimatı Muvakkate" ile düzenlendi. Millet Meclisi ise, ilk devrede 3.5 ay, ikinci devrede de 2.5 ay toplanabildi. İSTİBDAT 1908 İkinci Meşrutiyetime dayanacak 30 yılı aş­ kın (31.5) istibdat dönemi, 19 Mart 1878'de, Abdülhamid'in "fevkalade haller" ve "halkın ehliyetsizli­ ği" gerekçeleriyle Meclisi' Meb'usam dağıtmasıyla başlar. Bu dönemin ilk kurbanı Mithat Paşa'dır. Padi­ şahın kanuna eklettiği anayasa maddesiyle tutuklanır, sonra Taif'te öldürülür. Abdülhamid, kendini tahta çıkartanların hepsini, Abdülaziz'in katili olarak görmektedir. Ziya Paşa, Rüştü Paşa, Namık Kemal sürgünden sürgüne dolaş­ tırılır. Herkes bir hain, herkes bir jurnalcidir. Abdülhamid davranışını şöyle açıklar: "Milleti ikna ederek ve hürriyet müesseseleri açarak ıslahat yapmaya çalışan pederim Abdülmecid'in yolundan gitmekle yanılmışım. Bundan sonra ceddim Sultan Mahmut'un yolundan gideceğim. Onun gibi ben de an­ lıyorum ki, Cenabı Hakkın, korunmasını bana tevdi et­ tiği milletleri, kuvvetten başka hiçbir şeyle yürütmek kabil olmayacak..."

İSTİBDADIN TEPKİSİ, 

İstibdat ve baskı rejimi elbette direnmeyi gelişti­ recek, hatta bu direnme nazari olarak politika yapma­ ması düşünülen askerler arasına da girecekti. Nitekim Jön Türkler faaliyetini, 3. Ordu subayları arasındaki gizli örgütlenme izledi. Örgütlenme, Abdülhamid re­ jimini yıkmak, Birinci Meşrutiyetin anayasasını yürür­ lüğe koymak, imparatorluğu diriltmek, farklılıkları ön­ lemek amacını güdüyordu. Aslında subayların kurdu­ ğu cemiyet 1906 yılında kurulan İttihat ve Terakki Ce­ miyeti'yle işbirliğindeydi. İttihat ve Terakki Cemiye­ ti önceleri Türkiye içinde gizli bir teşkilat ve bir ihti­ lal komitesiydi. Amacına silah yoluyla varmak istiyordu. 

CEMİYET VE JÖN TÜRKLER 

Cemiyetin açık çalışan kolu Paris'teki Jön Türk­ lerdir. İzlenen yol "Genç Osmanlılar" yoludur ve Na­ mık Kemal'e bağlanmaktadır. 1908 Mayıs'mda büyük devletlerin Makedonya'daki mümessillerine veril­ miş bir bildiride cemiyetin amacı şöyle anlatılır: "Gerek Makedonya'da olsun, gerek Osmanlı memleketinin diğer yerlerinde bulunsun, Osmanlılar, mezhep, cins farkı olmaksızın kardeştirler. Memleke­ tin yüksek ve müşterek menfaatleri karşısında ne Hıristiyan vardır ne Müslüman. Osmanlıdan başka bir şey yoktur. Hepsinin de menfaatleri, emelleri ve kaderle­ ri müşterek ve aynıdır. Bu bakımdan bütün gayretleri­ mizi uğruna vakf ve hasrettiğimiz programımız Os­ manlı namı altında vatanın bütün evlatlarının ittihadın­ dan ibarettir. Maksadımız da padişahın zulüm ve is­ tibdadından kurtularak hüriyet, terakki ve medeniyet nimetlerine nail olmaktır." Aslına bakılırsa, bu çok yumuşak bildirinin altın­ da İttihat ve Terakkimin idealizmle birleşen sertliği ve gizliliği yatar. Gerçekten parti, gerek fedaileriyle, ge­ rekse yargılandırma ve cezalandırma fonksiyonlarıyla bir amansız ihtilal teşekkülüdür. Cemiyetin sırlarını ifşa edeni, ya da cemiyete karşı başka sebeplerle hiyanet suçu işleyeni gözünü kırpmadan öldürür. Cemi­ yetin maksadının yerine getirilmesi için verdiği vazi­ feleri yapmaktan çekinenleri de ortadan kaldırır. Hat­ ta daha da ileri giderek, cemiyetin manevi şahsiyetine ya da üyelerine karşı girişilen hareketleri ölümle ce­ zalandırır. Fakat o dönemde istibdat öylesine baskılı idi ki, cemiyetin öldürücülüğü ve siyasi parti anlayı­ şından değişik olan kuruluşu halk arasında olumsuz değil, aksine olumlu etki yapmış ve kamuoyu cemiye­ te karşı korkuyla karışık bir sevgi duymuştur. Dolayı­ sıyla Selanik Posta Telgraf Başkatibi Talât Bey'in önayak olduğu örgüt çığ gibi büyümüştür.

DIŞTAKİ DURUM 

"Bu sırada düveli muazzama denilen Avrupa büyük devletlerinin başta Rusya ve İngiltere olduğu hal­ de Osmanlı İmparatorluğumu parçalamak teşebbüsü yeniden canlanmıştı. 6 Haziran 1908'de Reval şehrin­ de İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola arasında bir mülakat yapıldı. Olay halk arasında şid­ detli heyecan uyandırdı. Hükümet daha önce büyük devletlerin ıslahat adı altında Makedonya işlerine mü­ dahalesini de kabul etmişti. Böylece emperyalist dev­ letler ıslahat projelerini daha ileri götürmüş oldular. Bu, Rumeli'de üç vilayetimizi elimizden alacakları en­ dişesini yarattı. İşte cemiyet, halkın bu milli heyeca­ nından faydalanmayı bildi, teşkilatını genişletti, tehli­ keyi önlemek gerekçesiyle ihtilal hareketini hızlan­ dırdı. Bunun üzerine Abdülhamid, liyakatma güven­ diği hafiyelerini Rumeli'ye gönderdi..." TERS SONUÇ Gerçekten Abdülhamid'in bu davranışı, sindirme yerine ters sonuç vermiş ve tepki kısa sürede gelişmiş­ tir. Nitekim Niyazi Bey'in (Resneli) dağa çıkışından sonra Hünkâr, askeri tedbirlere başvurmuş ve Birinci Ferik Şemsi Paşa'yı ayaklanmayı önlemekle görev­ lendirmiştir. Şemsi Paşa, Abdülhamid'e bağlı bir adamdır, serttir. Mücahitleri hizaya getirmeye kararlıdır. Ne var ki durumu inceleyip padişaha, yapacak­ larını bildiren telgrafı Manastır postanesinden çekip, çıkarken bina önünde teğmen Atıf (Atıf Kamçıl) tarafından vurulur, böylece özgürlük hareketine karşı girişilen sindirme, başladığı yerde durur. Bu olaydan sonra padişahın bütün ümidi Tatar Osman Paşamın üzerinde toplanır. 

Osman Paşa "Manastır ve havalisi fevkalade komiseri" olarak aynı bölgeye gönderilir, emrine redif kuvvetleri verilir. Paşanın görevi kısaca, özgürlük cereyanını önlemektir. Yeni kumandan belki de Şemsi Paşa'dan daha hunharca davranacaktı, lakin karşı taraf bu şatafatlı paşadan hem oldukça pek gözlüydü, hem de daha akıllı. Kolağası Eyüp Sabri, Resneli Niyazi Bey, bir gece evini sardılar, kendisini "cemiyetin misafiri" olarak Resne'ye götürüverdiler. Özgürlükle istibdadın çarpışmasını, ikinci denemede de, yine özgürlük kazanmıştı. Bütün bunlar olurken bir yandan da Hünkârı yola getirmek için haberler uçuruluyor, meşrutiyet isteği­ ne dair telgraflar birbirini kovalıyordu. Haberlerin ve telgrafların amacı Abdülhamid'i Meşrutiyetin ilanına zorlamaktı. Sonunda da yapılanlar meyvesini verdi ve 10 Temmuz 324 (23 Temmuz 1908) de padişahın arzusu ile Meşrutiyet ilan olundu. Aslında bu, teokratik ve monarşik temele oturmuş bir devlette mutlakiyetin törpülenmesi, anayasa düzenine girilmesiydi. Gerçekten Meşrutiyet geniş sınırlı değildi. Şu var ki bu darsınırlar içinde öylesine sınırsız, hatta hukuk kurallarıyla bile çatışan bir siyasi özgürlük anlayışı da geldi ki, müesseseler birbirleriyle sürtüşmeye başladı. Hemen söylemek gerektir ki iç vedış şartlar, batıdaki ge­ lişmelerin Osmanlı toplumuna, daha doğrusu üst ta­ bakaya olan etkisi, Osmanlı İmparatorluğumu bir dö­ nemece getirmişti. Onu geçmek zorunluydu. 

İTTİHAT VE TERAKKİNİN TEREDDÜDÜ 

Düveli muazzama Osmanlı İmparatorluğumu par­ çalayıp yutmak için anlaşmalara giderken Meşrutiyet'in ilanında başrolü oynayan İttihat-Terakki Cemiyeti'nin bu dönemdeki tereddütlü tutumu hem düşün­ dürücüdür, hem de o zamanki anlayışları göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Cemiyet devrimi yaptığı halde nedense geri plan­ da kalmayı ve memleketin idaresini eski ve bilinen devlet adammlarma bırakmayı tercih etmişti. Sokak­ larda padişahın paşalarını vuranlar kendilerini yöne­ tim için yeterli mi görmüyorlardı? Yoksa dış tazyikler mi onları ürkütüyordu bilinmez. Belki de kamuoyunu henüz kendileri için hazırlanmış bulmamakta idiler. Bu konuda çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Mese­ la Hüseyin Cahit Yalçın o günkü İttihatçıları şöyle ta­ rif eder: "İttihat ve Terakkinin mensupları resmi hükümet işleri hakkında hiçbir fikir ve tecrübeleri olmadığı için birden bire hükümet teşkil etseler ne yapacaklarını, idare mekanizmasını nasıl yürüteceklerini bilmezler­ di. Hükümetin başına çıkmayı onların zihinleri alma­ dığı gibi, memleketin de hazmedebilmesi imkânsızdı. Rütbesiz, nişansız, şan ve şöhretsiz bir gencin Vezaret unvanıyla sadrazamlığa çıkmasını, sırmalı nazır üniformasını giyerek bir koltuğa kurulmasını bu mem­ leketin havsalası almazdı... 1908 Temmuz'undaİttihat ve Tearkki Cemiyeti bir posta başkatibi Talât Efendiyi sadrazam ilan edemezdi, buna şartlar ve haller im­ kân vermezdi... Eğer Meşrutiyet'in ertesi günü halk Selanik'teki İttihat ve Terakki Cemiyeti azalarının Babıaliye birer Nazır olarak geldiklerini görseydi muhak­ kak bir anarşi çıkardı..." Hüseyin Cahit Yalçın biraz sonra ise "İttihatçıların sağduyularının, kendilerini hükümet makamlarına gelmekten alıkoyduğunu" söyler ve "sadece vatan uğ­ runda çalışmak için böyle yaptılar" der. Şu var ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti 'nin geri plan­ da kalışına rağmen, o dönemde sorumluluğu yürütme organına yüklemek mümkün olamamıştır. Geri plan­ da kalmaya ne kadar çalışmış olurlarsa olsunlar, Meş­ rutiyet'ten Hareket Ordusu'nun gelişine kadar ve ta­ bii sonrasının, bütün sorumluluğu, bu devrimci cemi­ yetin üzerine yüklenmiştir. Suçlamalar bu bakımdan haklı görülmelidir.

MEŞRUTİYETİN GETİRDİKLERİ 

İkinci. Meşrutiyet'in ilk safhası 23 Temmuz 1908'den başlar 13 Nisan 1909'a kadar, yani Rumi tarihle 31 Mart'a kadar sürer. İkinci safhanın başlangı­ cı ise Hareket Ordusu'nun gelişi, Abdülhamid'in taht­ tan indirilişidir. Bazı tarihçilere göre bu safha itilaf devletlerinin memleketi işgale başlamalariyle bitmektedir. Aslında İkinci Meşrutiyet'in anarşik bir ortam yaratan ve özgürlüklerin alabildiğine kullanıldığı safhası ilk 9 aydır. Daha sonra hürriyetler oldukça kısıntıya uğramış, sıkıyönetim, Meşrutiyet'in üzerinde da­ ima asılı kalmıştır. Bu safhada iktidara gelen partiler Abdülhamid' in is­ tibdadına rahmet okutacak marifetlere gidebilmişler, kısacası hürriyet ile baskı rejimi arka arkaya yaşamıştır. 

DÜZENİN KARAKTERİ 

1876 Kanunu Esasi'sinin kurduğu sistemde hürri­ yet çağdaş bir anlamda kavuşmuş değildi. Bu bireyci fakat İslam hukukunun çerçevesi içinde düşünülmüş, kabul edilmiş bir meşveret rejimi idi. İkinci Meşruti­ yet ise, Kanunu Esasi değişiklikleriyle daha demokratik bir düzene getirme, parlamenter rejimi yerleştirme çabasına girdi. Fransız İhtilali'nden mülhem, tab'ayı şahane yerine vatandaşı yerleştirmek istedi. Ancak ye­ ni düzen bir yandan parti hâkimiyetini ve kamplılaşma kavgalarını arttırırken, öte yandan sosyal yenileşme yerine yalınkat hürriyetin anarşisini de beraberinde getirdi. Bunun böyle olması da tabii idi; zira hürri­ yet düzeni aslında bir yığın hareketinin sonucu değil, kurtuluşu klasik anlamdaki demokratlaşmada gören bir aydın azınlığının baskılı isteği idi. Hürriyetin nasıl anlaşıldığı, neden anarşik bir or­ tama dönüşüldüğünü belirtebilmek için yine merhum Yalçın'm "Talât Paşa" adlı eserinden şu açıklamaya bakalım: "Meşrutiyet ilan edildikten sonra memleketin her yanı çılgın bir sarsıntı içinde hüriyet terennüm ediyordu. Hükümet nüfuzu her yerde yıkılıyor, koca imparatorluk baştan başa anarşi içinde kalıyordu. Saray şa­ şırmış, taşra şaşırmış, zabıta şaşırmış ve halk şaşırmıştı. Ağızlarda bir parola dolaşıyordu: Hürriyet gelmiş! Bazı taraflarda soruyorlardı: Bu hürriyet nedir? Nere­ den gelmiş?.. Onu, yabancı ülkelerin birinden gelmiş bir rahibe diye tarif edenler görülmüştü...

" FİKİR AKIMLARI 31 Martla nihayet bulan 1. safhayı daha iyi gösterebilmek için zamanın belirli fikir akımlarına, daha doğrusu aydınlarda belirlenmiş fikirlere kısaca temas etmek, bu arada istibdat döneminde Avrupa'daki genç Türklerin ve özellikle Prens Sabahattin Bey'le Ahmet Rıza Bey'in düşündüklerine kısaca göz gezdirmek meseleyi aydınlatmak için faydalı olacaktır.Prens Sabahattin Bey Abdülhamid'in yeğeniydi, ama sultanın istibdadına da karşıydı. Le Play'in etkisi altında kalmış, bu bakımdan kendisine Le Playen de­ nilmiştir. Prens Sabahattin Bey'in ana düşüncesini aşırı bireycilik, idarede ademi merkeziyetçilik olarak özetlemek mümkündür. Sabahattin Bey'e göre Osmanlı ülkesinde eğitim seviyesi düşüktü. Ekonomik kalkınma için ise özel teşebbüsü geliştirmek gerekti. Ademi merkeziyet sisteminin kurulması yolunda prens, mutlakiyetin meşrutiyete dönüşmesini düşü­ nürdü. Ademi merkeziyet olunca Osmanlı İmparatorluğumdaki çeşitli etnik gruplar idareye katılacaklar, böylece Müslüman Türkler için de özel teşebbüs im­ kânları doğacaktı. İdealizm akımından etkilenen Sabahattin Bey'in programı gerçekten ilgi çekicidir ve Amerikan siste­ minin üzerinde etki yaptığı, düşünceleri incelendiği za­ man görülür. Prens ayrıca, siyasi sistem değişikliği hiç değilse sistem üzerinde gerekli rötuşlar yapmak sure­ tiyle ülkelerin hız alabileceği kanaatindedir. Bu arada yine Amerika'dan esinlendiği belli olan ilgi çekici noktalardan biri de Sabahattin Bey'in baskı gruplarını, bir veri olarak ele alması ve ülkenin kalkınmasına yöne­ lecek idealist cemiyetlerin önemli işler göreceğine inanmış bulunmasıdır. Ademi merkeziyetçi Prens Sabahattin tasarladık­ larını yapmak için ihtilale, daha doğrusu Abdülhamid'i devirmeye taraftar görünür. Ancak Prens ihtilalin içerde halka dayanarak değil, önce "menfaati men­ faatimize uygun" bir büyük devlete dayanarak yapıl­ masını istemektedir. Prens Sabahattin'in seçtiği ülke İngiltere'dir. Nitekim Prens ilerde böyle maceralara birkaç kez girişmek isteyecek, yabancı yardımıyla Abdülhamid'i devirme projesini uygulamaya çalışacaktır. Ancak bu proje anlaştığı general ve subayların vazgeçmesi üzerine suya düşecektir. Prens Sabahattin Bey'e karşı Ahmet Rıza Bey'le arkadaşları daha gerçekçi gibi görünürler. Çizgileri tam belirmemiş bir burjuva yönetimi özlemi Ahmet Rıza Bey ve arkadaşlarında kendini belli eder. Ahmet Rıza ekonomik anlamda liberaldir, fakat li­ beralizmin aslında bir elit sınıf lehine işlemesi taraftarıdır. Özgürlükçüdür. Fakat özgürlüğün -o zamanki ölçülerine göresınırlan sadece siyasidir. Önemli olan bir nokta da, şudur ki, Ahmet Rıza Bey ve arkadaşları Osmanlıcılığı ön planda tutarlar, bu bakımdan Prens Sabahattin Bey'e karşı olurlar. A. Rıza Bey'deki Osmanlıcılık anlayışı gerçekte hâkim sınıf anlayışıdır, fakat ismi değişmiştir. Meseleye bir başka açıdan bakılırsa görülür ki, Jön Türkler heyecan adamlarıdırlar. Kafaları Fransız İhtilâlinin hikâyeleri ile dolmuştur. Üstelik İngiltere'nin eriştiği merhaleyi Jön Türkler tamamen başka biçimde değerlendirmişlerdir. Öte yandan Auguste Comte, o günlerde pozitivizmi ile Batı'yı etkilemekteydi. Ahmet Rıza Bey Osmanlıcılığı Comte felsefesiiçinde önce doğrudan doğruya, sonra da panislâmizm ve pantürkizmden bir şeyler katarak hamur etmek is­ temiş fakat pek te becerememiştir. Ahmet Rıza Bey'in de asıl savunduğu fikir Abdülhamid'in halli ile meselenin de halledileceğidir. Ama bu ünlü Jön Türk za­ manla bu fikrini de değiştirecek Abdülhamid devrilmediği halde İstanbul'a gelip politikaya katılacaktır. Genç Türklerden bir ilgi çekici kişi daha şüphesiz Mizancı Murat Bey'dir. Murat Bey, Ahmet Rıza Bey'in karşısmdaydi, pantürkist olmak yerine hızlı bir panislamistti. Halife vasıtasıyla bütün Müslümanları ya­ bancı nüfuz ve esaretten kurtarıp, bir araya getirerek bir İslam imparatorluğu kurmayı düşünürdü. Murat Bey'e göre İslam imparatorluğu kurulacaktı ama, yönetimi Türkler elinde kalacaktı. Bu parlak fikirleri sa­ vunan Murat Bey sonunda Abdülhamid'le anlaşıp İs­ tanbul'a dönecek ve ilerde 31 Mart hareketlerinde gericiliği destekleyecektir. Fikir akımlarmdaki çeşitlilik elbetteki memleket içinde etkisini yapacak, çıkarlarla birlikte kamplaş­ malar genişleyecekti. İttihat ve Terakki Cemiyetleri o zaman devrimci hüviyette idi. Karşısında Prens Saba­ hattin ve Murat Bey'in temsil ettikleri fikirlerle birlikte tutuculuğun da rol oynadığı bir "Ahrar" Partisi kurulmuşum. Başta, o zamana göre, ulema kabinesi yürütme görevini yapıyor, parlamentoda memleket içinde ise sınırsız bir hürriyet düzeninin çatışması de­ vam ediyordu.

BASINDAKİ ÇATIŞMA 

İkinci Meşrutiyet'in ilanından 31 Mart Olayı'na kadar geçen dönemde basının durumu ve içindeki ça­ tışma önemlidir. İlerde aynı basının Hareket Ordusu'nun gelişinden sonraki tutumuna temas ettiğimiz zaman öyle sanıyoruz ki, durum daha iyi anlaşılacaktır. Gerçekten bu dönem, "tozdan dumandan ferman okunmaz" bir dönemdir. Dolayısıyla basın, toz kaldırmada önemli rol sahibidir. Önüne gelen gazete çıkartmakta, hürriyete susamışlığm, kinin, ihtirasın velhasıl her şeyin edebiyatını yapmaktadır. İkinci Meşrutiyet'in belirli gazeteleri, İttihat ve Terakki'yi, yönetimi destekleyen "Tanin", "Şûrayı Ümmet" ile, muhalefetin destekçisi, "Serbesti", "Ye­ ni Gazete", Murat Bey'in yayımladığı "Mizan", yine büyük tiraj yapan ve Ahrar Partisi'nin sözcüsü kabul edilen " İ k d a m " Ahmet İhsan Bey'in "Serveti Fünun"u ve "Volkan"dır. Kıbrıslı Derviş Vahdetî'nin seçim günü çıkardığı Volkan, şeriat savunuculuğu ile bu karışık dönemin özellikle karakterini yapan gazetelerden biri olarak sivrilmiş ve sonunda memleketi 31 Mart'a kadar götürmüştür. ' İkinci Meşrutiyet'in 10 Temmuz'dan 31 Mart'a kadar olan döneminde ağırlık, muhalif basındadır.

BESLEMELİK 

Meşrutiyet basınının niteliklerinden biri ve belki de başlıcası, bu gazetelerden çoğunun bir yerden bes­ lenmesi idi. Saraydan beslenirler, dış çevrelerle temas­ ta olan Şerif Paşa gibi, Amiral Sait Paşa gibi kişiler­ den beslenirler, ya da İngiliz Gizli Servisi tarafından desteklenirlerdi. Beslenmeler ise birtakım çıkar çar­ pışmalarını gazetelere aksettiriyor, o günlerde pek mo­ da olan "kirli çamaşır" yayınları halk tarafından ib­ retle okunuyordu. Bu kirli çamaşır yayınlarından me­ sela Ahmet Cevdet Beyle Ahmet İhsan Bey arasında­ ki tartışma meşhurdur. Hele Tevfik Fikret'le Hüseyin Cahit'in Tanin yüzünden giriştikleri çirkin kavga, ka­ muoyunun güven duyduğu kişiler tarafından yapıldı­ ğı için, büyük ilgi toplamış, fakat aynı zamanda bir güvensizlik, bir inanç yoksunluğu hissinin yayılmasına da büyük ölçüde yardım etmiştir. 31 Mart'ı meydana getiren nedenlerden biri ve başlıcası belki bu hissin yerleşmesi, şeriatçıların da ortamdan faydalanmak ko­ nusunda kamuoyu karamsarlığını ustalıklı olarak sö­ mürmeleridir. 

KAMUOYU TAHRİK EDİLİYOR 

İttihat ve Terakki'nin Meşrutiyete rağmen devlet yönetimine doğrudan doğruya katılmaması, bir yan­ dan Cemiyete karşı halk yığınları arasındaki tepkiyi geliştirirken, öte yandan söylentiler yoluyla, olayları birbirine bağlama yoluyla kamuoyu tahrik ediliyordu. Mesela Çırçır yangını bir mesele haline getirilmişti. Şeriat hükümlerinin uygulanmaması yüzünden İstanbul'un başında belaların dolaştığı söyleniyordu. Hele yangınların sıklaşması bu söylentileri büsbütün arttırıyordu. Cemiyetçi propaganda, yangınları eski hafi­ yelerin kundaklama faaliyetine bağlamaya çalışıyor­ sa da halk, daha çok bunları kıyamet gününün yaklaşması olarak kabul ediyordu. Yine bu sıralarda rejim de­ ğişikliği, dolayısıyla, birtakım çıkarlara set çekmiş, işten çıkarılan memurlar tabii olarak yeni düzenin karşısına geçmişlerdi. Üstelik Meşrutiyet, sürgünlerden dönenlerin bir kısmını da tatmin etmiş değildi. Onlar daha büyük imkânlara kavuşmak istemekteydiler. Hatta aralarında kurdukları bir cemiyetle nimetlerden faydalanmak için saraya kadar da başvuruyorlardı. 

ORDU İÇİNDE 

1908 Devrimi'nden önce ordu içinde gelişen po­ litikacılık İkinci Meşrutiyet'ten sonra bir süre durul­ muş fakat subaylar çoğunlukla İttihat ve Terakki'nin destekçiliğini bırakmamışlardır. Şu var ki, yavaş ya­ vaş saray ve softa takımı çeşitli yollarla silahlı kuvvet­ lerin içine girmiş, Selanik'teki 3. Ordu'nun, Trakya'daki 2. Ordu'nun fikri dayanışması İstanbul ve Erzurum'da hayli çözük hale getirilmiştir. Ayrıca, o dönemde bir de alaylı subaylar meselesi vardır. Yeni yö­ netim, alaylı subaylardan çoğunu açığa çıkarmıştır ve bunlar boş durmamışlar, canlarını dişlerine takarak düzeni yıkıcı propagandalara girişmişlerdir. Alaylılık 1908 sonrasında gerçekten halledilmesi gereken bir meseleydi. 
Gelişmiş harp teknolojisi bil­ gi istiyordu. Bilginin erlere aktarılması gerekiyordu. Oysa alaylıların çoğu kendilerini yenileyemedikleri için, eğitim işleri iyi yürümüyor, bu yüzden mektepli subaylarla alaylıların arası her geçen gün açılıyordu. Bu arada ordunun gençleştirilmesi, piramidin kurul­ ması bir önemli konu olarak ortadaydı. Fakat gençleş­ tirme için tensikat gerekiyordu. Ancak gariptir ki, ten­ sikat fikri Selanik dışındaki mektepli subayların bazı­ larında bile tepki yapmış, bunlar propagandaların da etkisi altında, ayıklamanın "tedrici" olmasını savun­ mağa başlamışlardı. Bütün bu karşı propagandalar özellikle 3. Ordu tarafından Rumeli'den gönderilen Meşrutiyet koruyucusu üç avcı taburu üzerinde yo­ ğunlaştırılmıştı. Taşkışla ve Topkapı'da bulunan avcı taburları yoğun propagandalardan kendilerini kurtaramamışlar, hele şapka giyilecek, namaz kaldırılacak söylentileri, cahil erleri büsbütün şeriatçı güruhuna yaklaştırmıştır. 

İKİ HİKÂYEDEN BİRİNCİSİ 

Erlerin "namaz kılmayacakları" meselesi, Hassa Ordusu için verilen bir günlük emirden çıkmıştır. Günlük emirde, "Namaz kılmak bahanesiyle askerin talim ve terbiyeden geri kalmalarına meydan verilmemesi" istenmekteydi. Gerçekten o günlerde eğitimin hızlandırılması gerekliydi. Yeni yönetimin Harbiye Nezareti 3. Ordu'da hazırlanan eğitim programının uygulanmasını istiyordu. Şu var ki, hem eğitim programı normal olarak yüklüydü, hem de bazı subaylarda modernleşmeye karşı bir tepki devam edip gidiyordu. Bu yüzden ibadet, adeta yüklü eğitimden kurtuluş gibi bir garip biçime sokulmuştu. Sadece namaz değil, nasihat adı altında vaazlar da sürdürülüyor, asker mesela gece tatbikatına çıkarılmıyordu. İşte Hassa Ordusu'na gelen bu emir, ordu içindeki, güya ilmiye sınıfına bağlı, din adamları tarafından mükemmel şekilde istismar edildi. Daha emrin geldiğinden birkaç saat sonra, "kâ­ firler idaresinin ordudan namazı kaldıracakları", sadece asker arasına değil, İstanbul'un ücra köşelerine kadar yayıldı. İlmiye sınıfına mensup hocalar, subayların kâh müsamahasından, kâh kışlalarda eğitim yerine siyasi faaliyette bulunmalarından faydalanarak asker içine girdiler ve namazın kaldırılacağı temasını işlediler. 31 Mart Olayı'na İttihat ve Terakki'nin sebep ol­ duğunu, hatta 31 Mart'ı İttihat ve Terakki'nin tertip ettiğini iddia edenler, namaz meselesini sonradan bir başka şekle sokacaklar ve emrin ordu içinde isyan çıkarmak için hazırlandığını, hocaların da İttihat ve Te­ rakki ajanları olduğunu söyleyeceklerdir. Onlara göre, İttihat ve Terakki'nin amacı Abdülhamid'i devirmekti. Bütün bunlar Selanik'te tertiplenmiş, İstan­ bul'da sahneye konmuştur. 

İKİNCİ HİKÂYE 

Şapka ya da serpuş yine 31 Mart'ta etki yapan meselelerden biridir. Gerçekten o günlerde asker elbi­ sesinin değiştirilmesi konusu üzerinde duruluyor, da­ ha pratik bir elbise için etütler yaptırılıyordu. Bu ara­ da başlıkların değiştirilmesi de düşünülen işlerin arasında idi. Ancak, başlıkların güneşlikli olması, yabancı müşavirlerin isteklerine rağmen, kabul edilmiyordu. Ne var ki, değişiklik hazırlıklarına, meşrutiyet mu­ halifleri, şeriatçılar tarafından sıkıca yapışılmış ve propagandalarla bundan faydalanmak için bütün gerici­ ler adeta seferber olmuşlardır. Namazın kaldırılması gibi serpuş meselesinde de sonradan polis romanları­ na taş çıkaracak hikâyeler uydurulmuştur ki, bunlar­ dan biri şudur: 31 Mart günü Taşkışla'ya bir takım sarıklı, sakal­ lı hocalar dolarlar. Bu hocaların hepsi İttihat Terakki Cemiyeti'nin ajanlarıdırlar. Ödevleri, askeri şapka aleyhine kışkırtmak, isyan çıkartmaktır. Mütemadi­ yen din telkinatmda bulunurlar. Bu sırada kışlaya bir paşa ile subaylar gelirler. Asker borazanla avluya top­ latılır. Paşa, padişah fermanını okumaya başlar. Fer­ manda düşmanla çarpışırken güneşten korunmak için askerin siperli başlık giyebileceği hakkında Şeyhülis­ lamdan fetva alındığı yazılıdır. Paşa elindeki siperli başlığı askere gösterir, arkasından kafasmdakini çıka­ rıp yeni başlığı giyer. Heyet oradan Topçu Kışlası'na gider ve aynı merasim orada da yapılır. Heyet, ayrıl­ dıktan sonra askerleri tahrik için çavuş kılığına girmiş ajanların Müslümanlık elden gidiyor, diye bağırmaya başlamaları galeyanı arttırır, asker yürüyüşe geçer. Meğer gelen paşa ve subaylar İttihat Terakkimin liderleriymiş, ferman sahte imiş; üniformalar da öylesineymiş. Hatta 31 Mart hakkında yayımlanan bir ki­ tapta bu sahte heyet hakkında bilgi de verilir ve denir ki: "Heyet Bahattin Şakir, Mithat Şükrü, Ömer Naci gibi İttihat Terakki Cemiyetimin ileri gelenlerinden kuruluydu. Amaçları da isyan çıkartıp yönetime el koymak idi." 

HAZIRLIK: SARAY- İLMİYE SINIFI - ORDU 

Yeniçerilere karşı girişilen eski ıslâhat hareketleri genellikle sarayla ilmiye sınıfının üst tabakasını bir­ leştirerek yapılmıştır. Ordu yenilendikten sonra çıkan isyanlarda ise ilmiye sınıfının alt tabakası ile Yeniçe­ ri anlayışı işbirliğine gitmişlerdir. Saray ise bu işbirliğinde açıkça değil, fakat gizli gizli yardımcı olmuştur. 31 Mart öncesindeki işbirliğinde sarayın tutumu anarşik havanın geliştirilmesi o yolla meşrutiyetin kendi kendini yemesidir. Saray çevresi düşünmüştür ki; meşrutiyete karşı isyan muvaffak olursa sonunda ipler yine halifesultanm elinde kalacak, böylece otori­ teyi rahatsız eden politikacıların, yeni akımcılarm tasfiyesi sağlanarak tek merkezli yönetim yeniden kurulacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Mart 2019 Perşembe

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ

KUR AN VE BARNABA İNCİLİ: ÇOK ÖNEMLİ BİR GERÇEĞİN DELİLİ


Fetih Suresi, Hakkari’de bulunan İncil ve Muhsin Yazıcıoğlu!

29 Ağustos 2009 09:09


Madem ki Ramazan’dır, Ramazan’ın bereketinden biz de istifade etmeye çalışalım.
Bundan bir süre önce Kuran-ı Kerim’in Fetih suresinde son derece ilginç bir ayete rastladım. 

Okuyalım:

‘Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.’ 

(Fetih Suresi, 29. bkz. http://www.kuranikerim.com/mdiyanet/fetih.htm )

Açıkça anlaşılacileceği gibi, söz konusu ayette, Peygamber efendimize tabi olanların özellikleri ve sıfatları anlatılmaktadır. Peki Kuran Peygamberimize tabi olanların bu vasıflarının nerede yazılı olduğunu söylemektedir?

Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır.’

Peki ya diğerleri?

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.’

Şimdi soru şudur?

Peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları bir şekilde, Tevrat’ta ya da İncil’de bulunmakta mıdır?

Cevap tek kelimeyle ‘hayırdır.’

Yani ne mevcut Tevrat’ta ne de 4 Kanonik İncil’de bu vasıfları anımsatacak her hangi bir bölüm bulun-ma-maktadır. Zaten Tevrat ve İncil’ler bu vasıflardan 
Paygamberimizden de bahisle bahsedecek olsa, bu Yahudi ve Hristiyanların zaten peygamberimizi kabul etmelerini gerektirirdi.

Diğer taraftan, Fetih suresi nüzül olduğu vakit(M.S. 628) Arap toplumu içerisinde hem Yahudiler hem de Hristiyanlar mevcuttu. Yani o dönemde hem Tevrat hem de İncilleri bulabilmek, okuyabilmek mümkündü.  Peki o tarihte, Tevrat ve İncil’lerde peygamberimize tabi olanların söz konusu vasıfları acaba yazılı mıydı? Elbette bu sorunun da yanıtı ‘hayır’ olmalı. Olacak olsa, yine Yahudi ve Hrıstiyanların peygamberimize tabi olmaları gerekirdi.

Diğer taraftan, Peygamber efendimiz ‘Ümmi’ olmasa ve söz konusu kitapları okumuş olsa, böyle bir bölümün olmadığını da bilecek ve haşa rasyonel olarak da böyle bir hata yapılmaması gerektiği akla gelecekti. Bu bile, Kuran’ın insan sözü olmadığının kanıtı olmalıdır.   

O halde Kuran neden peygamber efendimize tabi olanların vasıflarının Tevrat’ta ve İncil’de yer aldığını söylemektedir?

Bunun en önemli sebebi, acizane kanaatim odur ki, günün birinde, orijinal Tevrat ya da İncil metinlerinin ortaya çıkması durumunda, Kuran, o metinlerin otantik ya da gerçek olup olmadıkları konusunda bize bir pusula ya da ipucu vermektedir.

Şimdi bu konuya neden girdim diye sorabilir bazı okurlarımız.

Hamza Hocagil ismini hatırlarsınız. Apokrifal adlı kitabımızı bilenler, Aramice uzmanı Doç Dr. Hamza Hocagil’in 1981 yılında o dönemde Hakkari sınırları içinde kalan şimdilerde Şırnak sınırları içinde olan Uludere’de bir mağarada köylüler tarafından bulunan İncil’in tercüme hikayesini de hatırlayacaklardır. 
Halen Genelkurmay tarafından muhafaze edildiği iddia edilen bu İncil’le ilgili kitabımın 33. sayfasında Hamza Hocagil’e sormuşum:

‘Kitabın bu bölümüne kadar içeriğinden bahsedebilir misiniz? 

Tevhitten başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi, Allah’a eş koşmama, bu arada komşulara yardımcı olma, Lut Kavmi ile ilgili bazı uyarıcı bilgiler ile ilgili ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı. ‘Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak! Ayeti vardı.’ (Apokrifal, Timaş Yayınları, sf.33)

 İlginç değil mi sizce de. Ne yalan söyleyeyim ben Fetih suresi 29. ayette geçen

‘İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.’ Bölümü yeni farkettim.
 Gövdesi üzerine dikilmiş ekine ne denir? Başak değil mi?
 Hakkari’de bulunan İncil’de geçen ayet ne diyor?

 ‘Senden sonra bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak!’
 Peki bu İncil’in nerede olduğu iddia ediliyor. Genelkurmay’da!
 Peki herkes susuyor mu?
 Evet, susuyor!

 Neden?

 Dengeler dolayısıyla. Devletin en tepesindeki isimler, dengeler dolayısıyla Hamza Hocagil’e basına konuşmaması için ricada bulundular. Bunu da biliyorum.

 Kıymetli okurlarım. Şu ana kadar pek yazmadım. Apokrifal adlı kitabım yayınlandıktan sonra, kitapta anlatılanlara en çok ilgi gösteren isimlerin başında kim geliyordu biliyor musunuz?

 Merhum Muhsin Yazıcıoğlu. Ortak dostlarımız vasıtasıyla 2009 Ocak ayında beni Ankara’ya davet ettiler. Muhsin Bey bu konuyla ilgili neler yapılabileceğini düşünüyordu. 
Ve kendisi de bu konuyla ilgili araştırma sürecine dahil olmuştu. Ve hatta 2 milyon dolar da bütçe bularak bu konunun sinemaya aktarılmasına uğraşıyordu.

 Helikopterinin düşmesi bu konuyla ilgili olabilir mi?

 Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey varsa o da şu:  

‘Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu, çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bilmelerine rağmen gerçeği gizlerler. 
(2 Bakara Suresi, 146.) 

haber7.com


II. YAZI

KIBRISTA ELE GEÇİRİLEN iNCİL’E NE OLDU

09 Haziran 2009 13:28
8 Şubat 2009 
Hürriyet Gazetesi’nde şöyle bir haber yayımlandı:

‘KKTC polisi 29 Ocak’ta otobüs terminalinde düzenlediği bir operasyonda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sercan Çankaya ve Hilmi Höner’in çantasında Süryani alfabesiyle yazılı tarihi bir İncil ele geçirdi.

KKTC Eski Eserler İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’nun ön incelemesinde 3 milyon TL değer biçtiği İncil’in, iki bin yıllık olduğu tahmini yapıldı ve kaybolan 
dördüncü St. Barnabas İncil’i olabileceği belirtildi. Operasyonun devamında Ali Rıza Arıoğlu, Ömer Akın, Kenan Arslan, Barış Can, Özgür Uzundal, Uğur Özgürlü, Ali Çoban da gözaltına alındı.

Operasyonda Ali Çoban’ın garajında, 25 bin TL değerinde ana tanrıça ve 3 bin TL değerinde Hz. İsa kabartmalı kilit taşı da bulundu. 

Şüpheliler, yurt dışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.

Barnabas İncil’i, Hıristiyanlığın en tartışmalı konularından biri olarak kabul ediliyor. Hz. İsa döneminde yazılan tek İncil olduğuna inanılan ve ’Beşinci İncil’ de denilen Barnabas İncil’inde iddiaya göre, Hz. İsa’nın, “Tanrı’nın oğlu değil peygamber olduğu” yazıyor ve Hz. Muhammed’i müjdelediğine inanılıyor.

Yazar Aydoğan Vatandaş, bir süre önce “Apokrifal” adlı kitabında dört Barnabas İncili’nden birinin Kıbrıs’tan çalındığını ve Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde olduğuna dair iddialara yer vermiş, konu bazı gazete ve televizyonlarda haber olmuştu.’

Türkiye’de maalesef bazı konularda haber takibi yeterince yapılamıyor. Bunun başlıca nedenleri arasında bazı spesifisik konularda yeterince uzman muhabir 
bulunmaması. Editör arkadaşlar da muhabirleri yeterince yönlendiremiyorlar. 

Hürriyet Gazetesi iyi bir haber yakalamış ancak bir daha haberin devamını getirmemiş. Başka gazeteler de konuya ilgi göstermemiş. Oysa hiçbir şey, ama hiçbir şey, 

1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil metinden daha değerli olamaz bence. Çünkü bu, tarihsel İsa ile kurgusal İsa arasındaki 4 yüzyıllık boşluğu kapatabilir.

Bugün Hz. İsa’nın gerçekte yaşayıp yaşamadığı tartışmaları bile yapılırken, erken Hristiyanlığa ait böyle bir keşif Don Brown’un Davinci Code’undan daha mı değersiz?  

Belki inanmayacaksınız ama geçenlerde Pullitzer ödüllü bir gazeteciyle konuştum New York’ta, yakında kendisiyle yaptığım söyleşiyi de okuyacaksınız kısmetse. 
Bu konuyu maalesef anlayamadığını fark ettim.

Hürriyet’in bu haberinde küçük bazı maddi hatalar da vardı. Mesela, Apokrifal adlı kitabımda, Kıbrıs’ta değil Hakkari’de, 1981 yılında bulunan 1.yüzyıla ait 
Aramice İncil’in peşine düşmüştüm. Bu kitapta ilk defa Aziz Barnabas’ın bu İncil’i Arami dilinde 4 ayrı alfabeyle de yazdığı bilgisine de yer vermiştim.

Peki Kıbrıs’ta çalınan bir şey yok mu? Var elbette. 

Birincisi Aziz Barnabas’ın mezarı soyuldu 1996 senesinde. 
Ancak mezardan ne alındığı hala bir muamma olmaya devam ediyor. 
Kutlu Adalı’nın başına gelenleri de detaylarıyla (merhum) yazmıştım.

Barnabas’ın mezarının bulunduğunda göğsünün üzerinde bir İncil bulunduğu biliniyor.  M.S. 478 yılında, Kıbrıs Piskoposu Anthemios’un çabalarıyla Barnabas’a ait kalıntılar bir harup ağacı altındaki Roma dönemine ait antik bir mezarda bulunmuştu.

Mezarda bulunan ceset kalıntılarının yanısıra orada Aziz Mathhias İncilinin de bulunduğu, bu İncil’in de,  Anthemios’un beraberindeki görevli üç papazla birlikte, İstanbul’daki Aziz Stephen Kilisesi avlusunda, Bizans İmparatoru Zeno’ya hediye olarak verildiği biliniyor. Peki bu İncil’e ne oldu? Elbette kayıp. 

Bu sorunun yanıtını da Kıbrıs Üniversitesi’nden Sanat Tarihçisi ve İlahiyatçı Andreas Foulias’a sormuştum. Andreas’ın verdiği cevaplar konuyu daha da ilginç hâle getiriyor. Şunları söylüyor Foulias:
  
‘St. Barnabas’ın göğsünde, Başpiskopos Anthemios tarafından bir İncil bulunduğu, bu İncil’in Matthias’a ait olduğu bunun da Bizans İmparatoru Zeno’na hediye edildiği ve İstanbul’daki Aziz Stephanos Kilisesi’ne konulduğu biliniyor. Söylendiğine göre İncil Frankların 1204 yılında İstanbul’u aldıkları bir sırada çalınmıştır. 

O Günden bugüne kadar hakkında hiçbir bilgi edinilemedi.’

Peki, bu İncil kimindi? St. Barnabas’ın mı, yoksa Matthias’ın mı?

Bu konu son derece önemlidir. Demek ki, 1204 yılına kadar Aziz Barnabas tarafından kaleme alınan ancak Aziz Matthias’a ait olduğuna inanılan otantik, 1.yüzyıla ait bir İncil mevcuttu ve Aziz Stephanos Kilisesi’nde saklanıyordu. Ortadan kaldırılması ya da çalınmasının tek bir nedeni olabilirdi. O da şu an kabul edilen 4 kanonik İncil’den farklı olması!

Bu İncil de Aziz Barnabas’ın el yazısıyla yazılmıştı ve Mathias İncili’nden Barnabas tarafından kopya edilmişti.

Haberde Genelkurmay’da olduğu iddia edilen İncilin 1981 yılında Hakkari’de bulunan İncil olması gerekiyor, Kıbrıs’ta milattan sonra 478 yılında bulunan değil.

Şimdi gelelim Hürriyet’in haberinde geçen İncil’e. Evet, Kıbrıs’ta 29 Ocak 2009’da eski bir İncil’in bulunduğu kesin. Benim duyumlarım bu İncil’in şu anda 
Gazi Mağusa Adli Tıbbında olduğu yönünde. Sanırım Türkiye’den gelecek iki uzman bu konuyla ilgili rapor hazırlayacak, hazırlanan raporlardan çıkacak sonuca göre de işlem yapılacak.  Şu anda yakalanan 4 kişiden biri tutuklu diğer üçü serbest.
Benim merak ettiğim, 1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil’i anlayabilecek kaç tane uzmanımız var bizim? Hadi bir soru daha sorayım. Türkiye’de karbon testi 
yapabilecek bir labaratuarımız var mı?

Cevap Maalesef hayır. Türkiye tarihi eser cenneti. Ancak Karbon testi yapabilecek tek bir labaratuara bile sahip değil.

Lütfen bu İncil Meselesinde uzmanlığa ve bilimselliğe dikkat edilsin ve sonuçlar da mutlaka kamuoyuyla paylaşılsın.


http://www.hzisahristiyanmiydi.com/karan-ve-barnaba-incili-cok-onemli-bir-gercegin-delili

***

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR? BÖLÜM 4

TEK BİR GERÇEK DİN Mİ VARDIR?  BÖLÜM 4




Başka bir deyişle:

Açık bir şekilde insanoğlunun fziksel, ruhsal, kişisel ve toplumsal insanlığı konusunda (yaşam, doğruluk, özgürlük, adalet, barış) onlara baskı yapan, onları yaralayan, onları yok eden herhangi bir şey, başka bir ifadeyle tam anlamıyla insani olmayan şey bu sebeple ilahiliği çağrıştıramaz.

Daha önce yalnızca üstü kapalı ifade ettiğim üzere, birbirinden ayrı şüpheli durumlara rağmen, Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın hiçbirinin geçmiş tarihlerinde doğru ile yanlış veya iyi ile kötünün açık örnekleri eksik değildir. Her nerede bir din, bir kişinin, bir sınıfın, bir grubun, ya da bir cinsiyetin itibarını zedeleyen bir güçse, her nerede tek tek kişiler ve tüm gruplar fziksel, psikolojik ve zihinsel bir yaralanmaya veya yıkıma maruz kalıyorsa, işte tam bu noktada yanlış ve kötü bir dinle karşı karşıyayız demektir. Biz burada tamamen dinin sınırları içinde bizim topluma, doğaya ve evrene karşı genel 
sorumluluğumuz ile birlikte kendimi gerçekleştirmem ile başkalarının kendini gerçekleştirmesinin ayrılmaz bir birlikteliğe sahip olduğunu hesaba katmalıyız.

Bu yüzden tüm dinler insan doğasının ilgi ve ihtiyaçlarına yönelik yeni düşünceler ortaya koymalıdır. Tüm kadın ve erkeklere verilmiş bu 
insanî unsur, her bir din için geçerli genel ahlaki bir kriterdir. Fakat dinler, 
kaynaklarında, normatif kutsal metinlerinde ve dinsel fgürlerinde kendini 
açığa vuran başlıca ve özgün niteliğini devamlı hatırlamalıdır. Her nerede 
bir din yanlışa kaymış ve özgün niteliği bozulmuşsa, eleştiricileri, 
reformcuları, peygamberleri tarafından sürekli olarak bazı hatırlatmalarda 
bulunulması beklenecektir. Her dine göre orijinal öz, onun esas kökü veya 
kriteri olan şey, her bir din için ölçülebilen ahlâki bir kriterdir.

IV. Özgün ya da Kutsal Kitap Kaynaklı: 

Genel Dini KriterÖzünden kopmuş belirli dini tutum ve gelişmeler ve Hristiyan teolojinin kendi arka bahçesindeki belirli çöküş ve eksikliler özellikle 
kaynakların ve Kilise kanunlarının kriteri konusunu gündeme getirmiştir. 
Bunun nedeni onun daha eski değil, zorunlu olarak daha iyi olmasıdır. 
Eski olan şey, önsel olarak yeni olandan daha iyi değildir. Fakat başından 
itibaren asıl olan veya Kutsal kitaba ait olan şey belirleyici faktördü. Ki 
bunlar; İlk dönem Hristiyanlık, İncil’in esas vahyi; Hristiyan vahyinin 
kaynağı ve sahibi İsa Mesih’tir. Hristiyanlar kaynaklarına dayanarak 
kendilerini ölçü yaparlar. Fakat onlar sık sık Hristiyan olmayanlar 
tarafından şöyle eleştirilirler: “Sizler İncil ve İsa Mesih’e başvurur ve sonra 
da böyle mi hareket edersiniz?” Eski ve özellikle Yeni Ahit, Hristiyanlığa 
bir kriter ve normatif bir standart olarak hizmet eder.

Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in kişiliği -ki İslam’ın somutlaşmış 
şeklidir- Müslümanlar için belirleyici etken, Buda fgürü ve onun dharma 
öğretisi ise Budistler için belirleyici etken olduğu gibi Tevrat da Yahudiler 
için belirleyici etken değil midir?

Fakat o zaman kriteri belirleme konusunda örneğin Shaktist Tantrism’in bazı temel özellikleri, Buda’nın hedef edinilmesini gerektiğini söylediği manastır yaşamı konusundaki bazı çelişkilerin anlamı nedir? 

Onun alkol tüketimi ve seksüel bazı pratikleri hakkında neler söylenebilir? 
Bu Tantrisim acaba ne ölçüde hâlâ Budizm’in içindedir? Bu noktada içerden Budist eleştirisi şöyle dile getirilebilir: Budistlerin büyük çoğunluğu muhtemelen cinselliği kesinlikle kendi içinde bir değere ve yere sahip olduğunu söyleyen Hristiyanlarla hemfkirdir. Fakat bu, kesinlikle ibadet veya meditasyon pratiği ile ilgili bir sebebe dayanmaz. 

Özellikle çiftlerin değiştirilebilir olduğu ve rastgele ilişkilerin kötüye 
kullanılarak yaşandığı bir kült uygulama içinde din artık cinsellikten, 
cinsellik ise artık dinden ayrılamaz şekle bürünmüştür.

Özgün veya kutsal kitap kaynaklı kriterle birlikte sadece bir Hristiyan kriterine sahip değil, en azından ilkesel düzeyde olsun diğer dinlere dahi uygulanabilir genel dini bir kritere sahibiz. Burada bir din, normatif ilke veya eylemler (Tevrat, Yeni Ahit, Kur’an, Vedalar) tarafından ve bazen de normatif bir şahsiyet (İsa Mesih, Muhammed, Buda) tarafından değerlendirilebilir. Hakiki ve kutsal kitap kaynaklı bu kriter yalnızca Hristiyanlığa ait değil, her büyük dini gelenek için de gerekli değişiklik ve düzenlemelerin yapılması koşuluyla geçerlidir. Süreç bazı 
dinlerle (Hinduizm örneği verilebilir) diğerlerine oranla daha kolay işleyebilmek te dir. Bana öyle geliyor ki; büyük bir sosyal değişim ve hızla devam eden küreselleşmenin yaşandığı bir dönemde bu dini kriter, Hristiyan olmayan dinlerin de temel uyumunun anlamını fazlaca ön plana çıkarmayı sağlamaktadır. ‘Peki esas olan nedir?’,

 ‘Değişmez olan nedir?’, 

‘Zorunlu olan nedir veya ne değildir?’ soruları dikkate değerdir. Dini 
kimlik değişime açıktır. Bir dine mensup insanlar temel dini mirasın bir 
pazarlık içinde modern dünyaya feda edilmemesi, aksine o dünyada bir 
kez daha yeni meyveler üreten bir şekle bürünmesi gerektiği konusunda 
hemfkirdirler. Ve böylece, hakiki ve kutsal kitap kaynaklı şeyler 
üzerindeki etki, tüm büyük dinlerde ortaya çıkmaya devam eden reform 
hareketlerine nadiren güçlü teşvikler verir. Söz konusu olan şey, dini 
anlamda asıl kaynağa doğru bir yol tasavvuru olarak yeniden yapılanma 
(re-formation) ve aynı zamanda geleceği yeniden inşa etmek olarak tekrar 
yenilenmedir.

Bu durum ne sıklıkla bir dinin kolayca görülebilen temel ve özgün 
niteliklerine atıfa hakiki ve kutsal kitap kaynaklı kritere kadar meydana 
gelmemiştir! Bu, teori ve pratikte doğru Hristiyanlığın ne olduğu ve ne 
olmadığı sorusunu ikna edici bir şekilde cevaplandırır. Ve bu durum, 
doğru Yahudilik, doğru İslam, doğru Budizm ve son olarak hatta doğru 
Hinduizm için de aynı şekilde geçerlidir. Elbette, asıl kaynaktan gelen 
veya kutsal kitap kaynaklı bu cevap, tarihi doğu dinlerinde oldukça farklı 
bir anlama sahiptir. Fakat bu durum onun mistik doğu dinlerinde asla 
anlamsız olduğu anlamına da gelmez. 

Yalnızca kısa bir özet yapacak olursak;

1. Gerçek Hinduizm, ilke olarak ilk dönem Hindu elçilerin (Vedic 
Seers) vahyedilmiş kutsal metinleri üzerinde temellenen bir dindir. 
Özellikle Hindistan’da dinler ve onların Tanrıları farklı olmakla birlikte 
aynı zamanda Hindular büyük bir hoşgörüye de sahiptirler. Budizm, 
(Jaynizm gibi) Vedaları reddetmesi nedeniyle Hindular açısından doğru 
din kabul edilemez. Söz konusu bu Budizm, Hindu İslamının reddedildiği 
gibi fazlasıyla reddedilir. Benzer bir ifade Şivaizm ve Vişnaizm gibi 
Hindistan’ın tektanrılı dinlerinin kutsal metinleri için de kullanılabilirdi.

2. Gerçek Budizm, reenkarnasyon, dharma öğretisi ve shanga 
toplum anlayışını oluşturan Buda’da ancak şeklini alan dindir. Thereveda 
ve Mahayana Budizmi arasında büyük farklar olabilir. Çok sayıda farklı 
Budist mezhepleri vardır. Fakat Buda’yı, Dharma’yı ve Sangha’yı (rahipler 
topluluğu) reddeden dinler doğru bir yol olarak kabul edilmezler.

3. Gerçek İslam, sonuç olarak Hz Muhammed’e indirilen Kur’an üzerine temellendirilebilir. Şiiler ve Sunniler aralarında geçmişte var olup şimdi de devam eden çok ciddi dinî ve politik farklılıklara rağmen Kur’an’a dayanmakta olduklarını söylerler. Onlar için Kur’an Allah’ın kelamıdır. Kim ondan ayrılırsa doğru dinin sınırları dışına çıkmıştır. 
Benzer şeyler -tüm inançsal hoşgörü ve farklı yorumlarına rağmen- Yahudilik için de söylenebilir.

4. Biz açıkçası, kaynakları açısından doğru dinin ne olduğu sorusunu Mistik Asya dinlerinden daha çok tarihi dinlerle birlikte -ve özellikle Hristiyanlıkla- cevaplandırabiliriz. Ve bununla -biz ikinci kez içe dönüşe yöneliyoruz- hakikatin genel dini kriteri özellikle Hristiyanlığın hakikat kriterinde somutlaştırılabilir. Buna karşılık özellikle Yahudi, İslami, Hindu ve Budist kriterler de var olabilir.


VI. Özel Hristiyan Kriteri ÜzerineŞimdiye kadar nasıl sonuçlara ulaştık? 

Öncelikle ifade etmek gerekirse; genel ahlaki kritere göre insanlığa yakışan 
bir şekilde varlığını devam ettiren iyi ve doğru bir din, insanlığı baskı altına 
almaz, onu yıkıma uğratmaz bilakis onu korur ve geliştirir.

Genel dini kritere göre bir din, kendi kaynak ve temel ilkelerine uygun olarak doğru kaldığı ve onun gerçek özü, sürekli başvurulan temel kutsal kitabı ve kutsal şahsiyeti gerçek olduğu sürece iyi ve doğrudur. Özel Hristiyan kriterine göre ise bir din, teori ve pratikte bizim İsa Mesih’in ruhunu hissetmemize izin verdiği sürece doğru ve iyidir. 

Bu teoriyi Hristiyanlığın, mensuplarının hayatında etkili olup olmadığı veya 
ne ölçüde etkili olduğunu içeren bir özeleştiri sorusu içinde doğrudan 
Hristiyanlığa uygulayabilirim. Dolaylı olarak ise –kibirli olmaksızın- bir 
kimsenin özellikle Yahudilik ve İslam gibi diğer dinlerde bizim Hristiyan 
olarak nitelendirdiğimiz bazı şeyleri bulup bulmayacağı veya ne ölçüde 
bulabileceği sorusunun eleştirel açıklamasına karşın, aynı kriter kesinlikle 
diğer dinlere uygulanabilir.

Eğer doğru dinin temel sorusu ile ilgili olarak bir çözüm üretmek istiyorsak, içsel ve dışsal perspektif arasında kesinlikle ayrım yapmalıyız. 

Bir kimse Hristiyanlığı, Hristiyan mesajına, geleneğine ve toplumuna karşı 
özel bir sorumluluk hissetmeksizin, tamamen dışardan, bağımsız bir 
gözlemci, bir din araştırmacısı, Hristiyan olmayan biri ya da eski bir 
Hristiyan olarak diğer dinler gibi değerlendirebilir. Hristiyanlık, hakikate 
dair dini ve ahlâki kriteri karşılamalıdır. Ancak o zaman dünya dinleri 
arasındaki uygun yerini alır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında birçok 
doğru din vardır.

Dış kaynaklı bakış açısı, (bir çeşit dış politika gibi) içerden bir bakış 
açısını (bir çeşit iç politika gibi) dışlamaz. Bir kişi açısından her iki bakış 
açısını birleştirmek tamamen ciddi ve saygı değer bir iştir. Bu durum 
üzerinde düşünüldüğünde, söz konusu bu iç ve dış ilişkinin sadece dinler 
için geçerli olmadığı görülür. Uluslararası bir avukat da bir uzman olarak 
çeşitli ulusal anayasaları karşılaştırırken ya da uluslararası anlaşmazlıklarda belirli kritik noktalar üzerinde bir uzlaşmaya varmaya çalışırken kendi anayasasına sanki dışarıdaymış gibi bakabilir. Bununla birlikte o, içerden bir bakış açısından yola çıkarak ülkenin diğer vatandaşları içinde sadık bir vatandaş olarak tamamen bu anayasaya uyma ve ona sadık kalma konusunda kendinde bir zorunluluk hissettiğinde de aynı anayasaya bakmaktadır. Bu bağlamda kimse tek boyutlu bir kişiliğe sahip değildir. Gerçek, bundan daha karmaşıktır.
Eğer şuan bir Hristiyan ve bir teolog olarak Hristiyanlığa içerden 
bakacak olursam,- Hristiyan olmayan tüm kişilerin kendi dinine baktığı 
gibi- ve eğer bir dinin, bir mesajın, bir geleneğin ve bir toplumun herhangi 
bir mensubu olarak konuşursam, bu durumda Hristiyanlık, benim için - 
her diğer din kendi mensubu için olduğu gibi- sadece zihinsel bir algı 
içinde yaklaştığım bir sistemden daha fazla bir şeydir. O zaman 
Hristiyanlık, her din gibi her felsef düşüncenin aksine bir kurtuluş mesajı 
ya da ona giden bir yoldur. Burada sadece benim düşüncelerimi de 
gerektiren felsef ve teolojik bir argüman grubuyla değil Hristiyanlık söz 
konusu olduğunda dini bir meydan okuma ve bütünüyle kişisel bir 
pozisyon almamı ve onu takip etmemi gerektiren bir peygamber mesajıyla 
karşılaşmış olurum. Din, ancak bu şekilde doğru olarak anlaşılır. Şayet o 
zaman, bu noktadan itibaren düşüncelerimde imanı ikrar eden bir dil 
kullanıp, dinime tekrar geri dönüyorsam, bu durum nihai sonuçlardan 
duyduğum bir korku sebebiyle değil, nihai varoluşsal bir ciddiyet ile 
içerden onu doğrulamadığı sürece, bir kimsenin bir dini derinlikleriyle 
kavrayamayacağı varsayımından hareket ediyor oluşumdandır. Bir din, 
doğru hakkındaki söylemi heyecan verici bir derinliğe sahip olduğunda 
ancak benim dinim olur. Bu noktada benim için önemli olan şey, kendi 
hakikat ve imanımdır. Bu durum, tıpkı bir Müslüman ve bir Yahudi 
açısından İslam’a ve Yahudiliğe dair, bir Hindu ve Budist için ise 
Hinduizm’e ve Budizm’e dair kendi dini, imanı ve de hakikatinin önemli 
olduğu gibi değerlendirilebilir. Kendi dinimde, keza diğer dinlerde de 
mesele, genel değil varoluşsal bir hakikat meselesidir. Bu bağlamda benim 
için- tüm diğer inanırlar gibi- yalnızca tek bir doğru din vardır.

Bu, doğruyu araştırma sürecinde kimsenin kendi yaşam tarihi ve 
tecrübesinden soyutlanamayacağı anlamına gelir. Şimdiye kadar sözü 
geçen tüm dinleri yukardan objektif bir şekilde yargılayabilen bir 
konumda duran ne bir teolog, ne bir teoloji öğrencisi, ne de dini ve politik 
bir otorite olmak gibi bir şey söz konusu olamaz. Tüm dinî geleneklerin 
üzerinde tarafsız bir konumda durabildiğini düşünen herhangi biri, 
onların herhangi birisinin içinde bulunarak bunu yapamayacaktır. Her 
kim (Raymondo Panikkar’dan bir imge ödünç bir alarak) tüm resmi kendi 
penceresinden görürken, resme kendi pencerelerinden bakan diğerleriyle 
konuşmayı reddederse; her kim her şeyin üzerinde bir konumda durup 
onları yargılayabileceğini düşünürse, o kişi açık bir şekilde temel 
dayanağını kaybetmiştir. O, Ikarus’un (Yunan Mitolojisinde Deadalus’un 
oğlu) yaptığı gibi, balmumu kanatlarını hakikat güneşinde kolayca 
eritecektir.

Bu yüzden tarihi olarak şartlı bir bakış açısı içindeki imanımı itiraf 
ediyorum. Bu tek din, benim için hakikat oluşunun başkalarını ikna 
edebilir iyi sebeplerinden bahsedebileceğim gerçek dindir. Hristiyanlık 
benim için yürüdüğüm yol, içinde yaşam ve ölüme dair hakikati 
bulduğuma inandığım dindir. Buna rağmen aynı zamanda yüz 
milyonlarca insanın hakikat olarak kabul ettiği diğer dinlerin hiç de yanlış 
dinler olmadığı veya basit bir şekilde gerçek dışı olmadığı da doğrudur. 
Bu dinlerin her biri, yalnızca Hristiyanlıktakilere benzeyen çok sayıda 
doğruya sahip olmakla birlikte, bizim daha önce gizli ve üstü kapalı bir 
şekilde sahip olmadığımız kendilerine özel bazı doğrulara da sahiptirler. 
Bu durumda niçin Yahudi, Müslüman, Hindu ya da Budist olduklarının 
tam açıklamasını Yahudi, Müslüman, Hindu ve Budist teolog ve 
felsefecilere bırakmak gerekmektedir. Hristiyan teologun katkısı, en 
azından özel Hristiyan kriterini isimlendirmek için temel prensipleri 
ortaya koymak, Hristiyanları Hristiyan olmayanlardan açık bir biçimde 
ayıran şeyin ne olduğu, onları neyin ayırması gerektiği ve bir Hristiyanı 
Hristiyan yapan şeyin ne olduğu sorularına cevap vermeye çalışmak 
olmalıdır.

Bu durumda ben niçin bir Hristiyanım? Benim niçin bir Hindu, 
Budist, Yahudi veya Müslüman değil de bir Hristiyan oluşumun 
sebeplerini yeni bir karşılaştırmalı dinler bağlamı içinde ortaya koymak 
ayrı bir makaleye değerdi. Şimdi tam noktada açık esasları önermeme izin 
verin. Evet ben bir Hristiyanım. Çünkü kendimi, inanarak ve bütünüyle 
gerçek olarak, yalnızca İsrailoğulları tarihinde etkin olan ve onun 
peygamberleri vasıtasıyla konuşan değil, Nasıralı İsa’nın acı çekmesi ve 
ölümüyle de kendini eşsiz bir şekilde bilinir kılan ve bizim için hayatta ve 
davranışlarımızda belirleyici etkisi olan İbrahim’in, İshak’ın İsmail’in ve 
Yakup’un Tanrısına adıyorum. İsa Mesih’in ilk havarileri, çarmıhtaki o 
utanç verici ölümüne rağmen onun ölü kalmadığına, bilakis onun Tanrının 
ebedi yaşamına götürüldüğüne ikna olmuşlardır. O, şimdi Tanrının 
kusursuz elçisi, Onun İsa Mesih’i, Onun ete kemiğe bürünmüş konuşması, 
Onun görüntü ve kopyası ve Onun (İsrailoğullarının eski bir kral unvanı 
bağlamında) oğlu olarak Tanrıyı simgelemektedir. Bu nedenle özetle ben 
bir Hristiyanım, çünkü zamanla değişen dereceleriyle bu İsa Mesih’e 
inanıyor, pratik olarak ona öykünmeye (her birinin kendi yolları olan 
milyonlarca başkalarıyla birlikte) çalışıyor ve onu kendim için yaşam yolu 
rehberi olarak kabul ediyorum. Bu yüzden, İncil ifadelerine uygun olarak, 
bizim için İsa Mesih yol, gerçek ve yaşamdır.

Bir özeleştiri bağlamında Hristiyanlara yönelik değerlendirme yaptığımızda bu, Hristiyanların aynı zamanda oldukça çelişik duyguları içeren tarihi bir olgu olarak tıpkı bütün diğer dinler gibi temel dogmalarıyla, ayinleriyle ve otoritesiyle yalnızca bir din olarak Hristiyanlığa inanmadığı anlamına gelir. Karl Barth bunu oldukça doğru bir şekilde ifade etmiştir. O yüzden Hristiyanlığı, Hegel’in yapabilmeyi düşündüğü şekliyle ‘mutlak din’ olarak tanımlamak savunulabilir değildir. 

Bir din olarak Hristiyanlık, tam anlamıyla tüm diğer dinlerle bağlantılı 
olarak dünya tarihinde ortaya çıkmıştır.

Şüphesiz dünya tarihinde tek mutlak, ‘Mutlak’ın kendisidir. 
Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için bu tek ‘Mutlak’ elbette 
belirsiz, anlaşılmaz, kelimelerin kifayetsiz kaldığı ve sessiz değildir. O, 
peygamberler vasıtasıyla konuşur. İnançlı Hristiyanlar için O, çehresi 
olmayan meçhul bir varlık da değildir. O, kendini Nasıralı İsa’nın 
bedeninde açığa vurmuştur. İnananları için -ve sadece onlar için- O, 
dünyadır, tapınılacak olandır ve yoldur. Diğerleri için ise bu yola girmeleri 
için en azından bir davettir. Bu, Hristiyanların niçin Hristiyanlığa 
inanmayıp, peygamberler ve aydınlatıcı mesajcıları gönderdikten sonra bu 
kişiyi, kutsanmış elçisini, yani İsa Mesih’i gönderen tek Tanrıya 
inandıklarının sebebidir. Hristiyanlar için İsa Mesih, kesin olarak 
belirleyici etkendir.

Karl Barth ne söylerse söylesin, var olan Hristiyanlık bu tek Tanrıyı 
ve onun İsa Mesih’ini doğruladığı sürece kendi inanırları tarafından –
ikincil ve sınırlı bir duygu içinde- gerçek din olarak kabul edilirler. Fakat 
var olan Hristiyanlık sürekli bu tek Tanrıdan, onun İsa Mesih’inden ve bu 
onun kesin belirleyici etken oluşundan uzaklaştığında kesinlikle yanlış bir 
din olurdu. O, İsa Mesih’ten sonra bile peygambere özgü düzeltmelere, 
Kilise içinde Peygamberlere, -bugün daha açık bir şekilde görüyoruz- ve 
keza aralarında Peygamber Muhammed ve Buda gibi mükemmelliği 
kapsaması gerektiğine şüphe duyulmayan Kilise dışında Peygamberlere 
ve azizlere ihtiyaç duydu. 

Bir kez daha ifade etmek gerekirse, sadece felsefecilerin, bilgelerin 
Tanrısı (Antik Yunan Tanrısı) ve İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un Tanrısı 
(Yahudilerin Tanrısı) değil, bilakis sonuç olarak İsa Mesih’in de Tanrısı 
(Hristiyanların Tanrısı) olan Tek Tanrıya yönelik inanç kararı, en derin 
seviyede bir imanı temsil eder. Bu, güvenin rasyonel bir eylemidir. Öyle ki, 
bu iman kararı asla sadece sübjektif ve keyf değil, bütünüyle mantıksal 
açıdan sağlamdır. 

Yahudilik, İslam, Hinduizm ve Budizme kıyaslandığında, bu Hristiyan olma kararı için ne söylenebileceğini başka bir yerde detaylarıyla ortaya koymuştum. Hristiyanlar olarak biz -basit bir şekilde dogmatik esasları düzenlemek istemedikçe – İsa Mesih’in önemini sağlam ve ampirik şekilde doğrulama sıkıntısından kurtulamayız. 

Dogmatik olarak doğrulanmış ‘Teslis’ ve ‘İlahi Oğulluk’ doktrinine atıfta 
bulunmak burada çok az yardımcı olur. Bugünlerde, bu fgür, onun 
mesajı, onun yolu, yaşamı ve kaderi açısından -hatta diğer dinlerin büyük 
dini fgürleriyle eleştirel bir kıyasla- niçin Hristiyan olduğumuzu yeni bir 
anlayışla somut bir şekilde gösterebilmeliyiz. Ve bunu yapmak ve ayrıca 
dinler üzerinde bilimsel araştırmalar ortaya koymak kaçınılmaz bir 
gerekliliktir. İhtiyaç duyulan şey, dini çalışmalarla teolojinin ayrılması ya 
da birleştirilmesi (fili olarak teolojiyi dini çalışmalara veya dini 
çalışmaları teolojiye indirgemek) değil, onların eleştirel ciddi bir ortaklık 
yapmasıdır.

Burada en azından bize çarpıcı bir biçimde bir şeyler gösteren Nasıralı İsa’nın bir tarafına – ki o bütünüyle merkezi taraftır- dikkat çekmek isterim: Hristiyanlar açısından özel Hristiyan kriterine iman, yalnızca kaynakların genel dinî kriteri ile değil, insan unsurunun genel ahlaki kriteri ile de çatışır. Bu sarmal sürüp gider. Tanrının isteğinin ve Krallığının ilanının bir sonucu olarak dağdaki vaazda (Sermon on the Mount) ve İsa Mesih’in davranışlarının tümünde hedefenen amaç nedir? 
Kesinlikle yeni ve hakiki bir insanlıktan daha fazla veya daha az bir şey 
değildir: Dini Tatil günü, Tanrının buyrukları kişinin faydasınadır, aksi 
düşünülemez.

Bu yeni gerçek insanlık, kişinin muhalif ile bile dayanışma kardeşliğinde açığa çıkan insanoğlunun daha radikal bir anlayışını ifade etmektedir. İsa Mesih açısından gerçek ve doğru insan, dağdaki vaazın bu daha radikal insanlığını -ki şuanda tamamen farklı bir dünya görüşüne karşı görülür- kadın ve erkeklerle bir dayanışma kardeşliği olarak diğer dinlerde de gerçekleştirilmek zorundadır. Dayanışma kardeşliği bu yüzden;

1.O, sadece din savaşlarından, işkenceden, engizisyondan vazgeçmek ve dini hoşgörüyü gerçekleştirmek değil, bilakis diğer dinlerle ilişkilerde müşterek bencilliğin yerine iyilikseverlik ve sevgi kardeşliğidir;

2.O, bu yüzden, dinlerin sebep olduğu tarihin hesabını görmektense, bağışlamayı gerçekleştirmek ve yeni bir başlangıç yapmaya cesaret etmektir;

3.O, basit basit bir şekilde çoğu zaman insanları ayrıştıran dini kurum ve yapıları ortadan kaldırmaz, bilakis iyilik ve insanlık için onlara atıfta bulunur;

4.O, dini-politik sistemler arasında gizli ya da açık güçlü bir mücadele yerine sürekli bir uzlaşı için çabalar. Tüm dünya için birleştirilmiş bir din olmamalı, fakat milletler arasındaki barışın bir ön koşulu olarak dinler arasında bir barış olmalıdır.

Bu, dağ vaazının ruhundaki daha insancıl Hristiyanlığın, daha fazla 
Hristiyan anlamına, daha fazla Hristiyan ise Hristiyanlığın din olarak 
dışarıya dönük daha doğru yansıyabileceği anlamına gelmektedir. Ve bu 
söylenenlerden sonra doğrunun (hakikatin) bu üç kriteri geliştirilmelidir. 
Bu çok önemli ve kritik noktaları son bölümde özetleyebiliriz.

VII. Hep Daha Yüce Bir Hakikat Yolunda

Şimdiye kadar söylenenlerden yola çıkıldığında şu durumun açıklığa kavuşmuş olması gerekir: Eğer biz kişi için iyinin ne olduğu sorusunu, yalnızca pragmatik ve olgusal olarak değil, temel olarak; yalnızca soyut-felsef olarak değil, somut-varoluşsal olarak; ve yalnızca psikolojik-pedagojik olarak değil mutlak bir bağlılık ve evrensel olarak geçerli bir yöntemle cevaplandırmak istiyorsak, o zaman dini görmezden gelip onun yerine yarı-dini bir şey koyamayız. Diğer taraftan her din, insanî unsurun genel ahlaki kriteri tarafından kendisinin test edilmesine 
izin vermek zorunda kalacak ve bu yüzden belirli modern şartlar içinde 
psikolojik, pedagojik, felsef ve hukuki bulgulardan vazgeçemeyecektir. 
Aslında burada bir kısır döngü değil bir diyalektik ilişki söz konusudur:

1. Gerçek insanlık, gerçek din için ön koşuldur. Bu, insani olan şeyin, 
yani insan onuruna ve temel değerlerine saygının, her dinde aynı şekilde dile getirilmiş asgari bir talep olduğu anlamına gelir. 

İnsanlık (asgari kriter) en azından bir kimsenin hakiki din duygusunu gerçekliğe dönüştürmek istediği yerde ortaya konulmalıdır.

2. Gerçek din, gerçek insanlığın mükemmel halidir. Bu, dinin her şeyi 
kuşatan bir anlamın, en yüksek değerlerin ve mutlak zorunluluğun ifadesi olarak insanî unsurun gerçekleşmesi için ideal bir ön koşul olduğu anlamına gelir. Mutlak ve evrensel bir zorunluluk esası üzerine kurulu insani değerleri gerçekleştirmeyi isteyen insanların olduğu yerde ortaya çıkması gereken şey 
kesinlikle dindir. 

“O zaman gerçek din nedir?” sorusu gündeme gelmektedir. Bu karmaşık soruya, içsel ve dışsal iki boyutu kadar, birbirine benzemeyen ve yine de diyalektik olarak üretilmiş üç kriterin -genel ahlaki, genel dini, özel Hristiyan kriteri- yardımı ile mümkün olan en iyi kavramsal açıklık ve teorik kesinlikle birlikte farklılaşmış bir cevap vermeye çalıştım. Benim cevabım, “Gerçek din var mıdır?” sorusuna yönelik bir cevabı da içerir. 

Özetle diyebiliriz ki;

1. Dışardan, yani dinî çalışmaların bakış açısından yola çıkarsak, farklı gerçek dinler vardır. Bizim oluşturduğumuz ahlaki ve dini kritere yönelik en azından prensipte çelişik duygular içinde karşılık veren dinler ve tek hedefe yönelmiş, zaman zaman kesişen ve halükârda karşılıklı olarak birbirine faydası dokunan 
kurtuluşun farklı yolları vardır.

2. İçerden, yani İncil’e yönelmiş inançlı Hristiyanların bakış açısından yola çıkarsak, benim için doğru din, -tüm inanç yollarını aynı zamanda mümkün yollar göremeyeceğime göre- üzerinde yürümeye çalıştığım inancın yoludur. 
Bu yol ise İsa Mesih’in tek gerçek Tanrı olduğuna şahitlik etmeyi sürdürdüğü 
sürece Hristiyanlıktır.

3. Biz Hristiyanlar ve benim için bu tek doğru din, asla diğer dinlerdeki doğruluğu dışlamaz, bilakis onlara olumlu bir anlam izafe eder. Diğer dinler, ne basit bir şekilde yanlış ne de mutlak bir şekilde doğrudurlar. Fakat doğru dinler, şartlı olarak bir takım çekincelerle birlikte, kesin noktalar üzerinde Hristiyan mesajıyla çelişki yaşamadığı sürece şüphesiz onu tamamlayabilir, doğrulayabilir ve ona değer katabilir.

Bu uzun ve karmaşık yorumlardan sonra şu açık hale gelmektedir ki; 
diğer dinlere yönelik en üst düzeyde teolojik tarafsızlık kimsenin ne 
imanını ve ne de doğruluk sorununu askıya almaya zorlamaz. Doğruluk 
sorunu üzerinde -kardeşçe bir yarışma içinde (II. Vatikan) uğraşımızı 
sürdürmeliyiz. Fakat tüm dinlerin tahammül edebileceği bir son sınır 
belirlenmek zorundadır. Sadece (içsel-dışsal olarak) iki yatay boyut değil 
üçüncü bir boyut (tabiri caizse dikey boyut) da söz konusudur. Bir inanır 
olarak benim için ve ayrıca bir inanç toplumu olarak bizim için Hristiyanlık, İsa Mesih’de kendini açığa vuran Tanrıyı doğruladığı sürece kesinlikle gerçek dindir. Fakat hiçbir din gerçeğin tümüne sahip değildir, gerçeğin tümüne sahip olan yalnızca Tanrıdır. Yalnızca daima sözünü ettiğimiz Tanrının kendisi gerçektir.

Bu sebeple burada son bir noktanın daha altını çizmek gerekir: 
Hristiyanlar, anlaşılamaz tek varlık olmamasına rağmen onu anladıklarını, 
kavranılamaz tek varlık olmasına rağmen onu kavradıklarını iddia 
edemezler. Aziz Paul’a göre Hristiyan imanında bile biz gerçeğin 
kendisini ki o Tanrıdır aynadaki gibi, eksik bir bulmacadaki gibi, belirli 
bakış açılarındaki gibi daima belli bir zamandaki oldukça spesifk bakış 
açımıza ve yerimize bağlı olarak farkına varırız. Bu yolda yalnız değiliz, 
artık kendi yolunda gitmekte olan her din veya mezhepten milyonlarca 
insanla birlikte daha fazla yolculuk yapıyoruz. Öyle ki, artık biz 
birilerinin benimki-seninki, benim doğrum-senin doğrun tartışmalarını 
yapmalarındansa, o birilerinin sürekli bir şekilde öğrenmeye hazır olduğu, 
kişinin kendi doğrususun diğerlerine anlam verdiği ve kişinin kendi 
gerçeğiyle içtenlikle iletişim kurduğu yerde bir iletişim süreci içinde var 
olacağız.

Fakat bazıları “tüm bunlar neye mal olacak?” sorusunu dillendirecektir. 
Geleceğe dönük açık ve sınırlanmamış da olan tarih -mezhepler arası diyalogun aksine- daha yeni başlamış bir dinler arası diyalogdur. Geleceğin Hristiyan olmayan diğer dinlere ne getireceğini bilmediğimiz gibi benim için tek gerçek olan Hristiyanlık için de geleceğin ne getireceğini bilmiyoruz. 2087 yılında, Hristiyan teolojideki ‘Kilise’nin, İslam teolojisindeki ‘Ümmet’in, Budist teolojideki ‘Keşişler Topluluğu’nun nasıl bir şekil alacağını kim bilir?

Gelecek devam ettiği sürece sadece tek bir şey kesindir. Hem insan yaşamının ve hem de dünyanın sonunda İslam ve Yahudiliğin olmayacağı gibi Budizm ve Hinduizm de artık orada olmayacak. Hakikaten, sonunda Hristiyanlık da orada olmayacak. Sonunda tanımlanması mümkün olmayan, tüm dinlerin ona uyduğu Tek varlık dışında geride hiçbir din kalmayacak. Hristiyanlar kendilerinin, mükemmel gelmeden önceki mükemmel olmayan yol olduklarını fark ettiklerinde ancak gerçekle yüz yüze gelmiş olacaklar. Sonunda dinlerin arasında duran ve onları ayıran bir fügür kalmayacak. Artık bundan sonra ne Hz. Muhammed gibi bir peygamber ne de Buda gibi bir bilge olmayacak. Hatta Hristiyanların 
inandığı İsa Mesih bile ayırıcı bir fügür olarak kalmayacak. 

Paul şöyle der: 

Ölüm dahil her şey oğula bağımlı kılınınca, Oğul da her şeyi kendisine 
bağımlı kılan Tanrıya bağımlı olacaktır.

 Öyle ki, her şeyde her şey olsun. 

(1Cor 15:28) 

DİPNOTLAR;

1. Son buzul çağı başlangıcında Avrupa ve Ortadoğu'da yaşayan ve bugünkü 
insanın uzun bir evrim sonucu ortaya çıktığını kanıtlayan ilk insan fosiline verilen isim.İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27, 185-210
2. http://en.wikipedia.org/wiki/Kerygma İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, 27, 185-210


***