13 Temmuz 2019 Cumartesi

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 3

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 3



Bir diğer Azerbaycanlı düşünür Hüseyinzade Ali Bey’dir. 

Hüseyinzade Ali Bey’in, Gökalp’i, Akçura’dan daha fazla etkilediğini iddia etmek mümkündür. 
Buna örnek olarak Gökalp’in, 1911 yılında, Genç Kalemler dergisinde yayımlanan Turan isimli şiirinden önce Hüseyinzade Ali Bey’in aynı isimli şiirinin, 1906 yılında, Bakü’de çıkardığı Füyuzat adlı dergide yayımlanması gösterilmektedir (Heyd, 1950: 107; Hostler, 1957: 142). 
Mardin de, Türklerarası bir birlik meydana getirmekten ve Turan’dan ilk söz eden düşünürün Hüseyinzade Ali Bey olduğunu yazmaktadır (Mardin, 1983: 199). 

Hüseyinzade Ali Bey Füyuzat’ta, 1907 yılında, meşhur “Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Çağdaşlaşmak (Avrupa medeniyeti)” sloganını geliştirmiştir. 

Daha sonradan Türkçülüğün kaynağını oluşturacak olan bu üçlü sloganda Türkçülük en önemlisi sayılmıştır (Bayat, 1998: 32-33; Swietochowski, 1985: 
60-61). Hüseyinzade Ali Bey’in İstanbul’a gelişi Gökalp üzerinde büyük bir etki yapmıştır (Vakkasoğlu, 1984: 102-103). Gökalp’in Türkoloji çalışmalarına 
olan ilgisi yine Hüseyinzade Ali Bey ile başlamıştır. Gökalp, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Avrupa medeniyetindenim” sloganını doğrudan Hüseyinzade Ali Bey’in eserlerinden almıştır. Gökalp’in 1913 yılında kaleme aldığı “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak” adlı yazısı aynı zamanda Akçura’nın 1904 yılında yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” yazısındaki tez ile Hüseyinzade’nin 1907 yılında ortaya koyduğu Türk milliyetçiliği, İslam 
ve Avrupa medeniyeti sentezini uzlaştırma girişimidir (Hanioğlu, 2005: 56). 

Diğer bir ifadeyle İslamcıların gerçek İslamlaşma fikirlerini, çoğu Rusya’dan göçen Türkçülerin Türkçülüğünü ve laik bir toplum isteyen Garpçıların 
muâsırlaşma tezlerini uzlaştırma girişiminde bulunmuştur (İnalcık, 2000: 14). Gökalp, 1913-1914 döneminde Türk Yurdu’nda yazdığı makaleleri, 1918 
yılında, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak isimli bir kitap olarak yayımlamıştır. Kitabın başlığındaki bu kavramları doğrudan Hüseyinzade Ali 
Bey’in geliştirdiği Türkleşmek, İslâmlaşmak, Avrupalılaşmak sloganından almıştır (Bayat, 1998: 32; Deniz, 2006: 47; Swietochowski, 1985: 59; 
Swietochowski, 1996: 219; Heyd, 1950: 149). Gökalp, bu kitapta dönemin iki önemli akımı olan Panislamizm ve Osmanlıcılığa karşı Türkçülük ve Batıcılığı 
vurgulamıştır. Sezer’in belirttiği gibi, Türk kültürü ile bir karşıtlık ilişkisi içinde algılanan Osmanlı medeniyetini reddetmenin Türk kültürüne ve kimliğine zarar vermeyeceği düşünülmüştür (Sezer, 1988: 230). Aslında Türkçülük adı verilen bu ideoloji, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Pantürkçülük (Turancılık) akımlarının milliyetçilik vurgusu temelinde bir tür sentezidir (Heyd, 1950: 71). Gökalp’e göre bu üçlü formüldeki Türk ulusu, kültürün tüm öğelerini, özellikle de Türklüğün hissî ve ahlakî değerlerini kapsamaktadır. 

İslam ümmeti ise Müslümanlığın siyasi ve hukuki boyutunu değil, sadece dinî inançlarını kapsamaktadır. Avrupa medeniyeti ise Batı’nın maddi ve bilimsel 
metodlarını içermektedir. Gökalp’e göre, bu üç alan birbirini tamamlamaktadır (Hostler, 1957: 108). 
Yukarıda sözü edilen sentezde Emile Durkheim’in görüşlerinin önemli bir etkisi vardır.5 Gökalp, İslamlaşma ve Türkçülük akımlarını Durkheim’in çizdiği çerçeve temelinde muâsırlaşma fikri ile uzlaştırmaya çalışmıştır. Diğer bir ifadeyle Gökalp, Yusuf Akçura ve Hüseyinzade Ali Bey etkisi ile Türkçülüğü öne çıkarmış, Durkheim’in toplum kavramına atfettiği unsurları ulus kavramına aktarmış, yine Durkheim’in toplumsal dayanışma kavramı çerçevesinde milli kültür, İslam dini ve Türk dilini ulusal dayanışmanın en önemli kaynakları olarak tanımlamış ve son olarak, Durkheim için çok önemli olmayan kültür-medeniyet ayrımını yeniden yorumlayarak, Batılılaşmadan Batı medeniyetinin parçası olunabileceği fikirlerini sentezlemiştir. 

Yukarıda değinildiği gibi, Gökalp, Durkheim’in toplum kavramı yerine ulusu, toplumsal/sosyal vicdan veya toplumsal bilinç kavramı yerine de ulusal 
vicdan veya ulusal bilinç kavramını koymuştur.6 Gökalp üzerine çalışan hemen herkes bu görüşü paylaşmakta, fakat ulus üzerine olan bu vurgunun ne anlama 
geldiği konusunda anlaşmazlığa düşmektedirler. Gökalp’in yazılarında sürekli tekrar eden tema, Türklerin Batı medeniyetini nasıl kabul edecekleri ve bunu 
kendi Türk ve İslam geçmişleri ile nasıl uzlaştıracakları sorusuydu. Kültürel değerlerin kaynağı olan temel toplumsal birim ulustur. Bağımsız bir birim olan 
ulus, Gökalp’e göre modern Batı medeniyetinin temelindedir. Diğer bir ifadeyle modern Batı medeniyeti, toplumsal evrim sürecinde devlet olma haline 
erişmiş çeşitli halkların oluşturduğu uluslararası üründür (Berkes, 1954: 375, 384). 

Türkiye, teokratik (ümmet) bir medeniyetten, temeli modern milliyetçilik olan bir medeniyete geçmekte olduğu için çalkantılıydı. Gökalp’in bu iki noktayı kanıtlaması için, ulusun sosyolojik gerçekliğini toplumsal evrim açısından tartışması, tarihsel oluşumunu araştırması, öğelerini analiz etmesi ve 
uyumsuz noktaların köklerini ortaya çıkararak, bunların nasıl iyileştirilebileceğini hesaba katan kültürel eleştiri yöntemi geliştirmesi gerekiyordu (Berkes, 1954: 384). 

İnalcık, Ülken’e referans vererek Gökalp’in, Türk milletini oluşturan çeşitli etnik grupların, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi kaynaşması gerektiğini vurguladığını yazmaktadır (İnalcık, 2000: 12). 
Ayrıca Balkan savaşlarında Türklerin Rumeli’yi kaybetmesinin bir “milli Türk devleti” fikrinin zeminini hazırladığını ve bu çerçevede Gökalp’in içtimai devrim için gerekli gördüğü “Yeni Hayat” fikrini geliştirdiğini belirtmektedir. 
Yeni Hayat, Öz Türk kültürüne dönme projesidir ve bu doğrultuda yeni değerler sisteminin oluşturulmasıdır (İnalcık, 2000: 13; Gökalp, 1982b: 40-46). 
Kültür bireyin üstünde adeta organik bir realitedir; o toplumun sosyal dayanışmasının temelini teşkil eder, böylece toplumun bütünlüğünü ve devamını sağlar. İnsanın iradi eseri olan medeniyet bu bakımdan kültürden kesin olarak ayrılır (İnalcık, 2000: 21). 

Aşağıda, Gökalp’in Türkçülüğü nasıl yorumladığı kendi eserleri üzerinden detaylı olarak tartışılacaktır. Bu tartışmanın iki ayağı bulunmaktadır. 
Bunların ilki Gökalp’in ırk, kavim ve devlet ilişkisi üzerine düşündükleridir. 
Diğeri ise ümmet ve medeniyet fikrinden koparak, Türk milleti ve Türk kültürü tanımlarını nasıl geliştirdiğidir. 

2. Irk, Kavim ve Devlet 

Gökalp, Pantürkçülük içindeki ırkçı kavramları eleştirmekte, kültüreleğitimsel ideali önemli görmektedir (Landau, 2004: 34; Zenkovsky, 1960: 107). 
Berkes, Gökalp’e yakıştırılan ırkçılık ve Turancılık düşüncelerinin kaynağı sayılan Çarlık Rusyasındaki Türk dilli toplumları ve onların sorunlarını Gökalp’e kıyasla daha yakından tanıyan kişinin Akçura olduğunu belirtmektedir (Berkes, 1985: 209). Berkes, Akçura’nın Türkiye’ye ilk geldiği yıllarda “kavim” ve “ırk” terimlerini birbirine karıştırarak kullandığını; fakat Gökalp’in “ırk”, dil akrabası olarak “kavim” ve laik halk birimi olarak “millet” terimlerini şaşılacak bir açıklıkla birbirinden ayırdığını vurgulamaktadır (Berkes, 1985: 212). 

Gökalp, Malta’da verdiği “Türklük Anlayışı Nedir? 

Ulusal Harsımızı Nasıl Geliştirmeliyiz?” adlı konferansında Türkçülüğü kavim, ümmet ve ahali kavramlarından farklı tutarak, Türk kültürü çerçevesinde 
tanımlamaktadır. Buradan hareketle Türkçülüğü, “Avrupa medeniyeti içinde bir Türk harsı vücuda getirmek” olarak tanımlayıp, “Asrın mefkûresi olan ‘ulus-devlet’ ise bizim için Türkçülüğü ifade etmektedir” demiştir (Karakaş, 2008 içinde: 463). 

Deniz, Kara’ya referans vererek bu konuda bir tespit yapmaktadır. Önceleri, “millet din-mezhep; kavim kabile-kan bağı-mahallî kültür; cins ise ırk 
anlamında kullanılmaktaydı” (Deniz, 2006: 50). Millet kavramı giderek nation anlamında “kavm” kavramına, ümmet ise (eski) millet kavramına dönüşecekti. 
Önemli olan Akçura’nın ırk olarak tanımladığı olgunun, Gökalp tarafından millet olarak ifade edilmesidir (Deniz, 2006: 50). Aşağıda Gökalp’in kavim kavramı kendi eserleri çerçevesinde tartışılacaktır. Tartışmanın konusu Gökalp’in kavim ve ulus kavramlarını çok net bir çizgiyle ayrıştıramaması nın nedenleridir. 

Gökalp ulusu hem ümmetten (din vurgusu) hem de kavimden (dil vurgusu) ayırırken, kavim-ulus ilişkisinde kararsız bir tablo çizmektedir. 

Gökalp kavimleri (aşiret) saf etnik grup olarak düşünmektedir; fakat ulusu kavmin devamı olarak gördüğünde, hem ulusu hem de ulusun harsını etnisite 
üzerinden tanımlamak zorunda kalacaktır. Gökalp her ne kadar ulusun kavim olmadığını belirtse de, ulusu birleştiren duyguların dil ve din duyguları olduğunu söyleyerek, aslında kavmi bir unsur olan dile ve ümmet unsuru olan dine başvurmaktadır (Berkes, 1985: 203). Bütün ulusların kökeninde bir kavim 
esası olduğunu söyleyen ve kavmi bir dil ailesi olarak tanımlayan Gökalp bu zorluğu aşmak için ulusu şöyle tanımlamaktadır; “Kavim gayet eski bir zamanda ve lisani bir cemaat halinde yaşamış ve sonra dağılmış bir millet demek olur” (Berkes, 1985 içinde: 203). Gökalp’e göre bazı kavimler tekrar dirilirler, fakat ulus olarak yeniden uyandıklarında artık eski kavim değildirler. 

Bunun nedeni başka kavimlerle temas etmiş olmaları ve bu kavimlerle ortak bir medeniyet hayatı oluşturmuş olmalarıdır. Özetle kavimler zaman içerisinde 
farklı medeniyet ve farklı ümmet çevrelerinin içinde yer alabilirler, fakat köklü geçmişlerinden gelen özelliklerini (dil gibi) korurlar. Gökalp Türk kavmine 
dair şöyle bir saptama yapmaktadır; “Görülüyorki Türk kavmi, ‘Ben varım,’ dedikten sonra sorumluluğunu daha iyi anlıyor ve bu gün ulusallık duygularından el çekmeleri mümkün olmayan dindaş ve devletdaşlarıyla daha güzel anlaşma yollarını bulabiliyor” (Gökalp, 2005: 65). 

Berkes’e göre Gökalp kültür terimini farklı zamanlarda farklı anlamlarda kullanmıştır. 
Gökalp’in kullandığı kültür tanımlarının ilki “bir kavmin kültüründen söz ettiği zamandır”, ikincisi “bir ulusun kavmi mirası olan kültüründen söz ettiği zamandır”; üçüncüsü “bunlarla kaynaşarak ulusal kültüre aşılanmış <>lerden söz ettiği zamandır” (Berkes, 1985: 204). 
bu saptaması yukarıda işaret edilen kararsız durumu açıklamaktadır. 
Gökalp ulusları kavmin devamı olarak tanımlamamakta, fakat aslında bütün ulusların kökeninde bir kavim esası olduğunu düşünmektedir. Kavim ve ulus 
arasındaki devamlılığı sağlayan olgu dil olgusudur (Berkes, 1985: 203). Bu noktada Gökalp şöyle demektedir; “Bir lisanı konuşanlar ekseriyetle bir soydan 
gelen insanlar olduğu için bir millet aynı zamanda bir kavim demektir... Kavim gayet eski bir zamanda ve lisani bir cemaat halinde yaşamış ve sonra dağılmış 
bir millet demek olur” (Berkes, 1985 içinde: 203). 

Gökalp için kavim bir başka nedenden dolayı da önemlidir. Gökalp bunu aşağıdaki gibi açıklamaktadır; 

   < Hayatiyat ve ruhiyata gelince, kavim ferdlerden mürekkebdir. Ve fertlerin de birer uzviyeti ile ruhiyeti vardır. Hayatiyat bu ferdi uzviyetlerden, ruhiyat bu ferdi ruhiyetlerden bâhistir. Hâlbuki Kavim, bu ferdî uzviyetlerle ruhiyetlerden büsbütün başka bir şeyrdir... Kavmin müstakil mahiyeti hâiz içtimaî bir şe’niyet olduğu esas olarak kabul edildikten sonra, kavme ait bütün hâdiselerin sebeblerini içtimaî âmiller arasında aramak zarûreti meydana çıkar (Gökalp, 1977: 7). >

Yukarıdaki alıntıda tanımlandığı gibi Gökalp için kavim, çeşitli ve giderek karmaşıklaşan cemiyet hallerinin öncesinde var olan, bu bakımdan nispeten daha saf bir zümredir. Bu, ulusun özünü anlamak ve onu kavramsallaştırabilmek açısından önemlidir. Gökalp, kavim oluşumundaki dayanışma türünü, ulus oluşumundaki “hars birliği”ne (ortak dil, ortak duygular, ortak terbiye) denk düşünmektedir. Bir kavmin vicdanında yaşayan kıymet hükümlerinin7 (değer hükümleri) toplamı o kavmin harsıdır ve “kıymet hükümlerinde hâkim olan ferdi şuur değil, içtimai vicdandır” (Gökalp, 1981b: 29). 
Kıymet hükümleri her cemiyette başka türlü olduğu için milli bir yapısı vardır. Dolayısıyla kıymet hükümlerinin toplamı olan hars da millidir. Ayrıca kıymet hükümlerinin temeli mefkûrelerdir (Gökalp, 1981b: 30, 49, 109). 
Medeniyet ise akılla yaratılan ve başka ülkelerden taklit edilen kavramların ve tekniklerin toplamıdır. Oysa ancak bir cemiyetin paylaştığı ortak duygular harsı 
oluşturmaktadır. Hars duygular demektir, medeniyet ise bilgi, bilim ve teknik demektir. Gökalp cemiyeti “aynı lisana ve aynı harsa malik bir zümre” olarak 
tanımlamakta ve “muhtelif cemiyetlerden mürekkep olan bir zümre, cemiyet olamaz” demektedir (Gökalp, 1982a: 258). 

Gökalp cemiyetleri aşiretler ve devletler olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Devletleri de müttehide (confederation), ümmet (peuple), millet (nation)8 ve 
cemaat (communaute) olmak üzere dört grupta sınıflamaktadır. Devlet türleri arasında aşirete en çok benzeyen müttehidelerdir. Bu devlet türlerinin her 
birinin kendine özgü bir harsı bulunmaktadır.9 Yani ümmet harsı, millet harsı ve cemaat harsı birbirlerinden farklıdır (Gökalp, 1981b: 56, 57). 

Buradan hareketle Gökalp ulus kavramını tanımlamaktadır. Millet (ulus) coğrafi bir cemaat değildir, “mesela İran dediğimiz zaman, bu memleketin 
yalnız İran milletini muhtevi olduğunu zannetmemelidir. Orada, İranilerden başka, birçok Türkler ve Kürtler de vardır... Anadolu’da birçok Kürt aşiretleri 
ve köyleri bulunduğu gibi, ekseriyeti Kürt olan mahallelerde de, umumen Türk bulunan şehirlerden başka birçok Türk köyleri de vardır. O halde, hiç kimse 
mensup olduğu ülkeye nisbetle milliyetini tayin edemez” (Gökalp, 1982a: 226). 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 2

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 2



1. Ziya Gökalp, Emile Durkheim ve Dış Türkler 

Gökalp’in etkilendiği kaynaklar çok çeşitlidir. Avrupa’daki Türkoloji çalışmalarının yanısıra, Alfred Fouille, Gabriella Tarde, Henri Bergson, Ferdinand Tönnies, Leon Cahun, Arnold J. Toynbee ve Emile Durkheim gibi birçok düşünür Gökalp’i etkilemiştir. Bunların arasında Durkheim ve Dış Türklerin etkisi en fazla hissedilendir. Aşağıda, Gökalp’i etkileyen bu iki kaynak kısaca tartışılacak, daha sonra Gökalp’in bu etkiler altında geliştirdiği özgün toplum modelinin tartışmasına geçilecektir. 

Durkheim’in Gökalp üzerindeki etkisinden sözetmeden önce, Durkheim’in temel görüşlerini ve ana kavramlarını Gökalp’in geliştirdiği fikirlerle ilişkilendirerek özetlemekte fayda vardır.2 

Gökalp Durkheim’den pek çok kavram ödünç alarak bunları Türkiye’nin yaşamakta olduğu dönüşüm sürecini anlamak üzere yeniden yorumlamıştır. 
Aslında Durkheim ve Gökalp’in kendi toplumlarında sorun olarak tanımladıkları meseleler oldukça farklıydı. 

Gökalp, bir Türk milliyetçisi olarak Dukheim’in sosyolojisini Türk milliyetçiliğinin idelojisi (bir dünya görüşü) haline dönüştürmüş, bunu “Osmanlıcılık” ideolojisinin karşısına konumlandırmıştır. Dolayısıyla Durkheim’in sosyolojisinin ana fikrini yeniden yorumlamış ve Türkiye’nin aşması gereken konular olarak tanımladığı sorunları analiz ederken kendi özgün toplum modelini oluşturmuştur. 

Durkhiem için ekonomik gelişmenin en önemli olumsuz etkisi toplumsal ayrışma ve bunun sonucunda gelişen bireyselleşmedir. Artan bireyselleşme ahlaki krizin ya da çöküntünün kaynağıdır. Toplumun bütünlüğüne bir tehdit olarak algılanan bu durum karşısında Durkheim bireysel olanı toplumsal olandan ayırmış ve bunu yaparken, birey-toplum karşıtlığını geliştirdiği sosyolojik modelin merkezine oturtmuştur. Durkheim’e göre toplum bireye baskındır ve toplum aynı zamanda düzenleyici güçtür. Diğer bir ifadeyle bireyin özgürlüğüne yer yoktur ve bireyler toplumsal süreci kendi özgür iradeleri ile etkileyemezler. 
Durkheim’in sosyolojisinde birey topluma itaat eder ve kendini topluma adar (Durkheim, 1972: 115). 

Bu çerçevede Durkheim’in geliştirdiği en önemli iki kavram toplumsal iş bölümü ve dayanışmadır. 
Durkheim’e göre artan iş bölümü ve ihtisaslaşma bireyselleşmeyi arttırmaktadır. Artan bireyselleşme toplumsal ayrışmaya neden olduğu için toplum düzenini tehdit etmektedir (Durkheim, 1973: 43). 
Durkheim için toplumsal düzenin sağlanması son derece önemlidir (Durkehim, 1960: 171- 172; Durkheim, 1973: 38). 
Ona göre iş bölümünün önemi modern toplumlarda olması gereken dayanışma nın kaynağını oluşturmasıdır. Diğer bir ifadeyle basit bir iş bölümünün olduğu endüstri öncesi toplumlarda “benzerlikten” doğan toplumsal dayanışmanın (mekanik dayanışma) yerini, ekonomik büyüme (endüstrileşme) ve gelişen iş bölümünden doğan bireylerarası bağımlılık ilişkileri (organik dayanışma) alacaktır. Bu sürece paralel olarak yeni ahlaki değerlere de ihtiyaç duyulacaktır (Durkheim, 1960: 43, 44, 403, 408-409). 

Gökalp, Durkheim’in bu kavramsal çerçevesini kabul etmekte ve organik toplumların yeni bir dayanışma yarattığı fikrine katılmaktadır (Gökalp, 1981a: 38). 

İki düşünür arasındaki fark, Gökalp’in organik dayanışma fikrine milliyetçilik boyutunu eklemesidir. Aşağıda tartışılacağı gibi, Durkheim’in kollektif/sosyal vicdan (İng. collective conscience) kavramının (Durkheim, 1960: 79-80, 105-106, 109) yerine Gökalp mefkûre kavramını kullanmış, ulusal vicdanı (İng. national ideal) da en üstün mefkûre olarak tanımlamıştır. Özetle, Gökalp’e göre bencil, çıkarcı ve karamsar olan bireyleri birleştiren ve topluma boyun eğmelerini sağlayan ulusal vicdan/ideal, “ulus” kavramına eşitlenmektedir. Mefkûrelerin bireyleri birleştirici gücü vardır ve bu aynı zamanda bugün ve gelecek arasındaki ilişkiyi şekillendirmektedir (Gökalp, 1976: 68; Gökalp, 1982a: 56). 

Yukarıdaki tartışmaya bağlı olarak her iki düşünür için de toplumsal dayanışma kavramı çok önemlidir. Durkheim’e göre iş bölümü dayanışmanın kaynağı iken, Gökalp’in yaşadığı zamanda Türk toplumunda henüz yeterince gelişmiş değildi. Dolayısıyla Türk ulusunun dayanışma içinde olması için gerekli koşulların ne olması gerektiği Gökalp’in problem alanı olarak belirlediği en önemli konuydu. Buna uygun teorik ve kavramsal çerçeveyi geliştirmek de en öncelikli konuydu. Gökalp, iş bölümü kavramına farklı anlamlar yüklemiş ve farklı bir açıdan ele almıştır. Durkheim, iş bölümünü modern toplumlarda olması gereken toplumsal dayanışmanın kaynağı olarak değerlendirirken, Gökalp, Avrupa ülkelerinin izinde kalkınmanın ve gelişmenin gerekli bir şartı olarak ele almaktadır. Buradan hareketle, Türk ulusunun modernleşmesi yolunda politika geliştirilmesini hedeflemiş ve iş bölümünün olumlu sonuçlarına odaklanmıştır. 
Ona göre ekonomik gelişme toplumsal bir sorun değildir. Tam tersine ülkenin gelişmesinin önkoşuludur ve Gökalp bunun gerçekleşmesi için gerekli olan şartları araştırmaktadır. Gökalp’e göre geçiş dönemleri dayanışmayı sağlayan ortak duyguların (İng. collective sentiments) şekillenmesi için bir fırsat sağlamaktadır. Artan bireyselleşmenin milliyetçi duygularla önlenebileceğini düşünmektedir. Bu sürece yardım eden en önemli olgu güçlü bir ekonomi kurmaktır (Gökalp, 1982a: 78, 170, 171). 

Diğer bir ifadeyle güçlü bir ulusal idealin oluşması için ulusal ekonominin gelişmesi gerekmektedir (Gökalp, 1981a: 88). 

Yukarıda değinildiği gibi, Gökalp Durkheim’den pek çok kavram ödünç almış ve bunları farklı yorumlayarak kendi görüşlerine entegre etmiştir. 
Bunların ilki kültür-medeniyet ikilisidir. Medeniyet kavramının önemi Durkheim için merkezi değildir; fakat Gökalp için son derece önemlidir. Bunun 
nedeni, Gökalp’in sürekli olarak Avrupa medeniyeti ile Türk kültürü arasında bir karşılaştırma yapması ve kendi görüşlerini bu karşıtlık ilişkisi üzerine inşa 
etmesidir. Durkheim için medeniyet gelişen iş bölümünün yalnızca bir sonucudur. Oysa Gökalp için Avrupa medeniyetini taklit etmek tehlikelidir. 
Taklit edilse bile Türk kültürünün korunması birincil öneme sahiptir (Gökalp, 1973: 35). 
Diğer bir örnek, Durkheim için pek önemli olmayan suni ve doğal arasındaki farktır. Gökalp için bireyden kaynaklanan herşey suni, toplumdan 
kaynaklanan herşey doğaldır. Buna bağlı olarak bireyler medeniyeti yaratır ve medeniyetler sunidir (aynı zamanda uluslararasıdır). Öte yandan toplumlar 
kültürü yaratır ve kültürler doğaldır (aynı zamanda ulusaldır) (Gökalp, 1973: 29, 95-96). 
Merkezi bir önemi olan suni-doğal ayrımı bir başka açıdan da önemlidir. Gökalp’e göre Osmanlı medeniyeti suni, Türk kültürü ise doğaldır. 
Diğer bir ayrım duygular ve akıl arasındaki ayrımdır (Gökalp, 1973: 32). 

Gökalp’e göre akıl (İng. reason) toplumsal dayanışmanın kaynağı olamaz. İki yazar arasındaki bu farklara rağmen yine de Durkheim’in “toplum/toplumsal” 
kavramı Gökalp’in “doğal” kavramına benzerdir (ya da doğal kavramı toplum kavramının yerini almaktadır) çünkü her iki kavram da bir “topluluğun” (İng. 
community) varlığına ihtiyaç duyar, her ikisi de toplumsal kategorilerdir. Diğer bir ifadeyle “doğal” ve “topluluk” kavramları aynı anlama gelmektedir. Bu 
noktada topluluk kavramı ve topluluktan ulus oluşumuna geçiş süreci önem kazanır. Aşağıda tartışılacağı gibi, Gökalp, eserlerinde ulus olma sürecini ve 
ulusal dayanışma olgusunu detaylı bir şekilde irdelemiştir. Bu çerçevede en öncelikli konu olarak ele aldığı konu, Avrupa medeniyeti ile Türk kültürünü 
ulusal dayanışmaya zarar vermeden nasıl birleştirebileceğidir. Gökalp’in kültür-medeniyet, akıl-duygu ve suni-doğal olarak kurguladığı karşıtlıklar ancak birey-toplum ayrımının köklerine inerek anlaşılabilir. Gökalp “toplum” kavramını ve onun gücünü önemsediği için yüzünü Durkheim sosyolojisine çevirmiştir. Ona göre özgür ve yaratıcı bireyin toplumu dönüştürme gücü yoktur, önemli olan ulusal bağımsızlık ve demokrasidir. 

Tarihsel gelişme sürecinde bencil, çıkarcı ve karamsar olarak tanımlanan bireyler değil, toplum önemli bir rol oynamaktadır. Gökalp, Durkheim’in topluma atfettiği düzenleyici güç rolünü milliyetçiliğe aktarmıştır çünkü ulus, özünde kültürel bir birimdir ve bireyin üzerindedir. Gökalp’e göre milliyetçilik en üstün idealdir ve burada bireylere yer yoktur. Bu çerçevede, Durkheim’in toplumun bireye üstün olması fikrini, ulusun bireye üstün olması olarak yeniden yorumlamıştır. Diğer bir ifadeyle Durkheim’in “toplum” kavramı yerine “ulus” kavramını koymuştur. Yaşadıkları dönemin ahlaki ve toplumsal çalkantılarına cevap olarak Durkheim korporatizm önerirken, Gökalp milliyetçilik önermektedir. Sonuçta her iki düşünür de birey-toplum arasındaki ilişkiyi yaşadıkları toplumların sorunlarına göre yeniden ve farklı biçimlerde yorumlamışlardır. Bu konular aşağıda farklı bir bağlamda tekrar ele alınacaktır. 
Gökalp üzerindeki diğer bir etki Dış Türklerden gelen etkidir. Hüseyinzade Ali Bey’in Gökalp üzerindeki etkisinden söz edilse de, bu konu üzerine yazılanlar yok denecek kadar azdır. Oysa Yusuf Akçura (1876-1935), İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914), Hüseyinzade Ali Bey (Turan) (1864-1942) ve Mehmet Emin Resulzâde (1884-1955) etkisi Gökalp’in Türkçülüğünün köklerini anlamak açısından çok önemlidir. Gökalp’in Türkçülüğünün Turancılıkla ilişkisi ve Dış Türklerden kopuşu başka bir makalenin konusu olduğundan,3 bu konu aşağıda sadece ana hatlarıyla özetlenecektir. Bunun devamında Rusya Türklerinden gelen bu etkiyi Durkheim’in “toplum” kavramsallaştırmasıyla nasıl sentezlediği ve “ulus” fikri temelinde kendi özgün toplum modelini nasıl yarattığı ele alınacaktır. 

19. yüzyılın sonunda resmi Ruslaştırma politikasına cevap olarak Tatar ve Azerbaycan Türkçülüğü doğmuştur. Bu dönemde İsmail Gaspıralı meşhur 
“Dilde, fikirde, işte birlik” sloganını geliştirerek, tüm Rusya Müslümanlarının birliği fikrini geliştirmiştir. Müslümanların çoğunluğu aynı zamanda Türki 
halklar olduğu için, Gaspıralı’nın dinî birlik çağrısı aynı zamanda Rusya (Müslüman) Türklerinin birliği anlamına gelmekteydi (Kırımlı, 2005: 147-149, 
156-158; Zenkovsky, 1960: 31-32). Diğer bir ifadeyle Gaspıralı tüm Rusya Türklerinin dinî, kültürel ve dilsel birliğini, İslam dünyasının tamamının 
güçlenmesini savunmuştur. Bu etki altında Gökalp da Türk dili konuşan bütün Türk halklarının ırksal veya siyasi birliğini değil, kültürel birliğini savunmuştur. Spencer’a göre de, Gökalp’ın ırk, din ve siyasi bir imparatorluk fikirlerini içermeyen “Türk kültürü ve toplumu” ve “türdeş maneviyat” fikirlerini geliştirdikten sonra Panturancılık problemi ile karşı karşıya geldiğini ve bunu, Turanı geleceğe yönelik bir ideal olarak tanımlayarak çözdüğünü iddia etmektedir (Spencer, 1958: 650-651). 

Gaspıralı’nın akrabası olan Tatar Yusuf Akçura, 1904 yılında, Türkçülüğün manifestosu olarak kabul edilen “Üç Tarz’ı Siyaset” (Türk Yurdu dergisinin çıktığı dönem) adlı makalesini yazmıştır. Akçura bu yazısında Osmanlı ulusu yaratma fikrini, uygulaması imkânsız olduğu gerekçesiyle reddedmiştir. Kısıtlı bir hareket olarak gördüğü Panislamizm ile daha fazla imkân dâhilinde gördüğü Pantürkizm ideolojileri arasında kesin bir tercih yapmamakla birlikte, Pantürkizme yönelmiştir (Georgeon, 2002: 508-509). Akçura bu makalesinde aynı zamanda Pantürkçülüğün özünü de tartışmış ve Gaspıralı ve arkadaşlarının geliştirdiği kültürel vurguyu, siyasi vurguya kaydırmıştır. Özetle Osmanlı ve Rusya İmparatorluklarındaki Türklerin yanısıra başka ülkelerdeki azınlık Türklerinin tümünün siyasi anlamda birleşmesini savunmuştur (Landau, 1995: 14; Landau, 2004: 43; Zenkovsky, 1960: 38-39). Bu nedenle Pantürkçü ideolojinin giderek siyasi bir karakter kazanmasından ağırlıkla Akçura sorumlu tutulmaktadır (Zenkovsky, 1960: 39; Deniz, 2006: 45). Oysa Deniz’e göre Akçura’nın “Üç Tarz’ı Siyaset” makalesindeki fikirleri geliştiren, Batıcılık ve Türkçülüğü daha belirgin olarak öne çıkaran, 1913 yılında “Üç Cereyan” makalesini yazan Gökalp’tir (Deniz, 2006: 36). 

20. yüzyılın başındaki Pantürkçü milliyetçi uyanışta Azerbaycanlılar da son derece etkili olmuşlardır. Bunlardan birisi olan Mehmet Emin Resulzâde, 
Müsavat Partisi’nin muğlak Panislamcı ideolojisini Türkçülüğe yönlendiren kişi olarak bilinmektedir (Swietochowski, 1996: 219).4 Aynı zamanda ümmet 
ve ulus kavramları arasında açık bir fark olduğunu savunmuştur. Ona göre ümmet kavramının yalnızca dinî bir anlamı vardı ve İslam dinine inanan 
herkesin ortak vicdanını ifade etmekteydi. Ulus ise ortak dil, kültür, tarih ve din temelinde oluşmuş bir topluluğu tanımlamaktaydı. Ortak din bu topluluğun 
özelliklerinden sadece bir tanesini oluşturmaktaydı. Diğer bir ifadeyle ulus, dinî bir grup anlamına gelemezdi (Balayev, 2004: 90). 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 1

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 1




Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 
. . . 

Özet;

Ziya Gökalp erken cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliği kurucularının tanınmış simalarındandır. 
1920’lerde Türkiye devletini kuranların geliştirdiği resmi ideolojiyi şekillendiren en etkili kaynak olarak pek çok kişi Gökalp’in Türkçülük ideolojisine işaret 
etmektedir. Gökalp’in Türkçülük ideolojisi, günümüzde Türk ulusal kimliğinin içeriğinin sorgulandığı sürece paralel olarak, resmi ideolojinin kaynaklarına dair 
yapılan tartışmaların bir parçası haline gelmiştir. Gökalp’in yazıları her zaman farklı şekillerde yorumlanmaktadır. 
Bazıları onun Türkçülüğünün Türk etnisitesi üzerine temellendiğini (dışlayıcı) iddia ederken, diğerleri Türkiye’de yaşayan tüm etnik gruplara eşitlik sunan 
(dâhil edici) bir Türkçülük olduğunu iddia etmektedir. Bu çalışma, Gökalp’in milliyetçiliğinin Türk kültürü ve Türk ulusu vurgusuna rağmen Türk devletine sadakat ve aidiyet fikrini savunduğunu tartışmaktadır. 
Cilt 68, No. 3, 2013, s. 113-139 
.. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi .. 

Ziya Gökalp ve Türkçülük 

Giriş 

Ziya Gökalp (1876-1924), klasik ulus devlet teorisyenlerinin ana tartışmalarına çok benzer bir biçimde, ortak bir dil, din, kültür, geçmiş (tarih) ve gelecek ekseninde Anadolu halklarını birleştirmeyi hedefleyen bir toplum modeli geliştirmiştir. Öngördüğü yeni toplum modelini “Türklük” ve “vatanseverlik” olarak tanımlanabilecek milliyetçilik temaları üzerinden işlemiştir. Diğer bir ifadeyle zamanının geçerli siyasa biçimi olan teritoryal ulus devlet modelini temel alan Gökalp, Türkiye’deki ulus inşası sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Gökalp ayrıca kültür ve ulusun birleşmesinden doğan “ulusal kültür” kavramını baz alarak, Türkiye’nin Batı medeniyetine dâhil olabileceğini savunmuştur. Gökalp’e göre dilde ve dinde birlik esasına dayanan ulusal kültür bireyler tarafından benimsenip içselleştirildiğinde, hars ve medeniyet arasındaki ilişki bir karşıtlık ilişkisi olmaktan çıkacak ve Türkiye Batı medeniyeti içindeki yerini alacaktır. 

Gökalp’in Türkçülüğü, Batı’da yaşanan ulus ve devlet inşası sürecine paralel ilerlemiştir. Temelinde, kültür üzerinden tanımlanan ulus ve vatanseverlik kavramları bulunmaktadır. Türk kültürünün Batı medeniyeti ile uzlaşıp uzlaşmadığı (Türkçülüğün kozmopolit değerlerle ilişkisi), Türkçülüğün Osmanlı mirasını reddi ya da kabulü, Türk kimliğinin ne ölçüde İslami değerlerle beslendiği ve son olarak, Türk tanımının etnik temelli (dolayısıyla dışlayıcı) bir tanım olup olmadığı gibi sorular, zamanında Gökalp’in cevabını aradığı sorulardır. Bu makalenin amacı yukarıda sıralanan sorulara Gökalp’in verdiği cevapları tartışmak ve geliştirdiği kavramsal set üzerinden üretmeye çalıştığı siyasete ilişkin bazı genel çıkarımlar yapmaktır. Gökalp’in Türkçülüğünün içeriği farklı yorumlamalara açıktır. Gökalp’in eserlerindeki Türklük ve Türk kültürü vurgusu onun kimi zaman Turancı, kimi zaman da etnik milliyetçi olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır. Gökalp’in kullandığı kavram seti ve terminolojisi yeterince karmaşıktır. Değişen siyasi koşullara göre farklı dönemlerde farklı fikirler savunmuştur. Önemli olan Gökalp’in evrilen düşüncelerinin geldiği son aşamayı gözönüne alarak, bir bütünlük içinde değerlendirmektir. Bunun yanısıra, Gökalp üzerindeki Durkheim etkisine odaklanıp, Dış Türklerden gelen etkiyi gözardı etmek de Gökalp’in Türkçülüğünün farklı yorumlanmasına neden olmaktadır. 

Hüseyinzade Ali Bey’in görüşleri Gökalp’in Türkçülüğünün içeriğini önemli ölçüde şekillendirmiştir. Bu çalışma, kısaca tartışılacak olan Durkheim ve Hüseyinzade Ali Bey etkisi altında şekillenen Gökalp’in Türkçülüğünün evrildiği son noktayı tartışmayı hedeflemektedir. Buradan hareketle geliştirdiği toplum modelinin etnik temelli, dışlayıcı bir milliyetçilik olmadığı iddia edilecektir. 

Devlet, millet ve kültür arasındaki ilişki oldukça karmaşık olup, farklı milliyetçilik yaklaşımlarında bu kavramlar birbirleriyle farklı şekillerde ilişkilendirilmekte dir. Connor’a göre milliyetçiliğin ilk kullanımı ulusa duyulan sadakat fikrini ifade ederken, daha sonraki dönemde devlete duyulan sadakat anlamına gelecek şekilde değişmiştir. Yakın zamanda ortaya çıkan bu değişimin kaynaklarını tesbit etmek zordur. Connor, 1930’lar ve 1940’ların başında gelişen militan Alman ve Japon milliyetçiliğine işaret ederek, milliyetçiliği devlete duyulan sadakat duygusu ile eşitlemenin hatalı olduğunu iddia etmektedir. Bunun yanısıra, otoritelerin, bir devletin temsil ettiği toplumun belli kesimlerinin kendi uluslarına duyduğu sadakati tanımlayacak bir terim üzerinde anlaşmakta zorlandıklarını söylemektedir. Etnisite, primordializm, çoğulculuk, aşiretçilik, bölgecilik, komünalizm ve yerel sadakat duygularının yaygınlığı bu zorlanmaya işaret etmektedir. Ayrıca, Connor’a göre milliyetçiliği devlete duyulan sadakat anlamında kullanıp, farklı kökleri ve çağrışımları olan kelimeleri ulusa duyulan sadakat için kullanmak, yukarıda sözü edilen karışıklığı daha da zor hale getirmektedir (Connor, 1978: 384-386). 

Sadakat ve aidiyet duygularının siyasi bir program temelinde devlete mi yoksa kültüre mi yönelik olarak inşa edilmesi gerektiği fikri, yukarıda tartışıldığı gibi oldukça karmaşık bir konudur. Bu çalışmada, Gökalp’in, kültüre, dine ve ulusa duyulan bağlılık duygusunu, devlete duyulan bağlılık duygusundan daha güçlü, daha derin ve daha sürekli gördüğü; fakat ortak (milli) kültür ve dil teması üzerinden aslında devlete aidiyet fikrini işlediği tartışılacaktır. Gökalp, ulus devlet modelinin öngördüğü gibi yeni bir ulusun temelini oluşturacak siyasi bir program geliştirmiştir. Vatan ve vatanseverlik temaları bu programın önemli kavramlarıdır. Burada ana hatları ile özetlenen tartışma esas olarak Gökalp’in Türkçülük hakkında yazdığı eserler üzerinden geliştirilecektir. 

İnalcık, Gökalp ve Toynbee’yi karşılaştırdığı yazısında Toynbee’ye göre, tarihte, devletten çok bireylerin eylemlerinin ürünü olan medeniyetin daha sürekli ve önemli bir rol oynadığını söylemektedir (İnalcık, 1964: 212-213). 

Gökalp her ne kadar kültürü medeniyetin üzerine taşımış ve toplumsal hayata kendine özgü kuralları olan bir gerçeklik atfetmiş olsa da, aslında Toynbee’ye 
benzer bir şekilde ulusal (kültür) veya uluslararası (medeniyet) değerler sistemini tarihin itici gücü olarak ön plana çıkarmaktadır. Öte yandan kültür 
bireyin üzerinde, organik bir gerçeklik olarak tanımlanmış olsa da özünü değer yargıları oluşturmaktadır. İnalcık, Gökalp ve Toynbee’nin görüşleri arasındaki 
pek çok farkı tartışırken, birbirlerine en çok yaklaştıkları noktanın her ikisinin de “medeniyete (kültür) tarih içinde baskın bir rol biçtiklerini” söylemektedir 
(İnalcık, 1964: 222). Bu çalışmada tartışılacağı gibi, Gökalp’in kurguladığı düşünsel sistemde devletin sürekliliği fikri aslında dışlanmamaktadır. Aksine, 
Gökalp için devlet merkezdedir ve dil, din ve kültür üzerinden kurulan ulusa aidiyet fikri, sınıfsal ve etnik farklılıkları önemsiz hale getiren modern ulus 
devletin varoluşunun özünü teşkil etmektedir. Bu çerçevede Gökalp’in ideolojisini Türkçülük olarak degil, Avrupa modeli temelinde geliştirilmiş milliyetçilik olarak tanımlamak yerinde olacaktır. Gökalp, devlete öncelik vermek yerine, kültüre öncelik vermiştir; çünkü birlik, beraberlik ve sürekliliğin kaynağını “birleşik bir kültür” (Türk kültürü) yaratılmasında görmüştür. 

Gökalp’in Türkçülüğü çok farklı şekillerde değerlendirilmektedir. Parla, Gökalp’in Türkçülüğünü kültürel bir Türkçülük olarak tanımlamakta ve milliyetçilik anlayışının açıkça dil ve kültür (hars) milliyetçiliğine dayandığını söylemektedir (Parla, 1989: 43). 
Öte yandan Türk milliyetçiliğinin, Alman milliyetçiliğinde olduğu gibi kültürel ve ırksal bir temelde şekillenen ulus kavramı üzerine inşa edildiği sıkça ifade 
edilen bir başka görüştür. 
Örneğin Sezer, Almanya’da olduğu gibi Gökalp’in “millilik” ve “kültür” kavramlarını birlikte kullanarak, “milli kültür” kavramını yarattığını ve bunu Türkçülüğün temeline koyduğunu söylemektedir (Sezer, 1988: 232). Sözü edilen bu benzerlik, Alman ve Türk toplumlarının 19. yüzyılda millet olma çabası içine 
girmelerinden ve benzer tutumlar takınmalarından kaynaklanmaktadır (Sezer, 1988: 232). 

Benzer bir şekilde Berkes de Gökalp’in, Alman Romantikleri veya Rus Slavofillerini ve popülistlerini andıran bir biçimde toplumu ulusla1 
özdeşleştirdiğini söylemektedir. Gökalp, halk veya ulusun istenilen veya istenmeyen, kabul veya reddedilmesi gerekenler konusunda nihai ve mutlak 
ölçüt olduğuna inanmaktaydı. Gökalp’e göre çağdaş toplumun nihai gerçeği ulus, bireylerin davranışını yönlendiren nihai güç ise ulusal ideallerdir. 
Bu nedenle Gökalp, Türklerin en öncelikli görevinin çağdaş medeniyetin koşullarına ayak uydurabilmek adına ulusun uyandırılması gerektiğini 
düşünmektedir. Bu görüşün sonucunda Pan-Türkçülerin siyasi Türkçülük kavramı kültürel bir kavrama dönüşmüştür (Berkes, 1954: 383). 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

4 Temmuz 2019 Perşembe

İdlib Fırtınası...

İdlib Fırtınası...




09 Mayıs 2019
Rusya hava kuvvetleri tarafından desteklenen, Suriye Rejim Güçleri ve İranlı milislerin İdlib bölgesindeki kara operasyonları başladı. Bu çerçevede, İdlib kara operasyonunun muhtemel seyrinin ne şekilde olabileceğine yönelik olarak 17 Şubat 2019 tarihinde Enstitümüz uzmanlarından Erol Başaran BURAL tarafından hazırlanan İdlib Fırtınası başlıklı yazının yeniden paylaşılmasında fayda görülmüştür. 
Genel Durum
Fırat Nehrinin batısında terör örgütlerinin ve muhalif grupların kontrolü altında kalan son bölge olan İdlib’de konuşlu silahlı gruplar arasında 2019 yılının ilk günlerinden itibaren şiddetli çatışmalar yaşandı. İdlib’de yaşanan çatışmalar sonucunda;
  • 01 Ocak tarihinde İdlib kuzeyinde bulunan Daret İzze bölgesini kontrol altında bulunduran Nureddin Zengi grubuna yönelik olarak saldırılar başlatan Heyet Tahrir Şam (HTŞ) kısa bir süre içerisinde kasabanın kontrolünü ele geçirdi,
  • Ahrar-u Şam grubuna ait silahlı birliklerin Nureddin Zengi grubuna destek maksadıyla bölgeye sevk edilmesine rağmen HTŞ ilerleyişi durdurulamadı,
  • Yaşanan şiddetli çatışmalar neticesine bazı bölgelerde yerleşim yerleri kısa aralıklarla HTŞ ve diğer muhalifler arasında el değiştirdi,
  • HTŞ saldırılarının ardından bazı muhalif gruplardan kopmalar yaşandı, kopan grupların bir kısmı HTŞ’ye katıldı,
  • Birkaç silahlı grup ise HTŞ’ye karşı savaşmayacaklarını açıkladı,
  • Gab Ovası bölgesinde konuşlu Ahrar-u Şam’a ait gruplar kendilerini lağv ederek bölgeyi HTŞ’ye bıraktı,
  • HTŞ ile çatışmayacaklarını açıklayan gruplardan oluşan yaklaşık 1.700 kişi Afrin bölgesine sevk edildi,
  • İdlib kuzeyinde başlayan HTŞ saldırıları İdlib’in orta kesimleri ve güney sınırlarına oldukça kısa sayılabilecek bir sürede yayıldı, on gün gibi bir süre içerisinde HTŞ 70’e yakın yerleşim birimini ele geçirdi,
  • HTŞ’nin ele geçirdiği bölgeler toplamda 3.612 km2’lik bir alana ulaştı, (İdlib alanının yaklaşık %60’ı),
  • Stratejik önemi haiz M5 (Halep-Hama) otoyolunun büyük bir bölümünün daha kontrolü HTŞ’ye geçti.
Açık kaynaklarda yer alan bilgilerden HTŞ’nin birçok gruptan oluşan bir örgüt olduğu,bu nedenle örgütün militan sayısı konusunda kesin bir bilgi söz konusu olmadığı, HTŞ’nin silahlı örgüt elemanı sayısının ABD kaynaklarına göre 10 bin civarındayken, genel kabul gören kanı örgütün 15-20 bin arasında militanı olduğu yönündedir.[i]
Çin’in ülkeye dönmelerini istemediği, Çin kökenli “Türkistan İslam Partisi (TİP)” elemanları da radikal gruplardan birisidir. TİP’in İdlib bölgesinde 4.000 silahlı elemanı var. Çeçen ve Dağıstan’lı radikal silahlı gruplar da İdlib’te yuvalananlar arasında. Rusya, bu unsurları ülkelerine dönmeden yok etme kararlığında.Ayrıca, gücü az olmakla beraber, tüm dünyanın terör örgütü olarak kabul ettiği IŞİD İdlib’te bulunuyor.[ii]
HTŞ Kontrol Alanları Haritası[iii]

Soçi Mutabakatı Kapsamında İdlib
17 Eylül 2018’de Soçi’de imzalanan mutabakat zaptına göre;
  • Rusya Federasyonun İdlib’de askeri operasyonlar ve saldırılardan kaçınılması için gerekli önlemleri alacağı,
  • 15-20 kilometre derinliğinde silahsızlandırılmış bir bölgenin (demilitarized zone) kurulacağı,
  • Çatışan taraflara ait ağır silahların (Çok namlulu roketatar sistemleri, tank, havan, top vb.) 10 Ekim’e kadar silahsızlandırılmış bölgeden çekileceği; terörist grupların, silahsızlandırılmış bölgeden 15 Ekim’e kadar çıkacağı,
  • Belirtilen bölgede Türk ve Rus askerleri tarafından devriye faaliyetleri yürütüleceği,
  • M4 (Halep-Lazkiye) ve M5 (Halep-Hama) otoyollarının 2018 yılı sonuna kadar güvenliğinin sağlanarak trafiğe açılacağı,
  • Bu faaliyetler kapsamında İran, Rusya, Türkiye’nin Müşterek Koordinasyon Merkezi kuracağı hususları karara bağlanmıştı.[iv]
Mutabakat Çerçevesinde Mevcut Durum
Açık kaynaklardan takip edilen haberler çerçevesinde, 17 Eylül 2018 tarihinde Soçi’de İdlib konusunda imzalanan mutabakatın ardından;
  • 15-20 km derinliğinde silahlardan arındırılmış bölgenin tesis edildiği,
  • Çatışan tarafların ağır silahlarının büyük bölümünün tesis edilen bölgeden çıkarıldığı,
  • Terör örgütlerinin bir kısmının bu bölgeden çıkarıldığı,
  • M4 ve M5 karayollarının güvenliğinin henüz sağlanamadığı,
  • Müşterek Koordinasyon Merkezinin tesisine yönelik bugüne kadar bir bilgiye rastlanılmadığı,
  • 18 Eylülden bugüne yaklaşık olarak 1.700 silahlı saldırı benzeri çatışmasızlık ihlali gerçekleştiği,
  • Rusya’nın İdlib bölgesine hava saldırılarının devam ettiği ve bu saldırılarının sayısının yaklaşık 15 olduğu,
  • Suriye Rejim güçlerinin özellikle İdlib güneyinde Lataminah, Han Şeyhun, İdlib doğusunda Cisr El Şuğur ve Halep batısında kara ateş destek vasıtaları ile hava harekâtları düzenlediği anlaşılmaktadır.

İdlib Bölgesinde Son Durum[v]
 Muhtemel İdlib Operasyonuna Yönelik Emareler
  • Temmuz 2018’de Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Rus Haber Ajansı TASS’a verdiği bir mülakatta; “İdlibliler ya teslim olacak ya da ölecek” şeklinde açıklama yapması.
  • HTŞ kuşatması altında İdlib merkezin yaklaşık 8 km kuzeydoğusunda bulunan Fua ve Keferya bölgelerinde yaşayan yaklaşık 5.000 Şii’nin Lazkiye bölgesine tahliyesi karşılığında, hapishanelerde bulunan 1.500 muhalifin serbest bırakılmasına yönelik olarak Ağustos 2018’de anlaşma yapılması.
  • Suriye Rejim güçleri ve İran destekli Şii milislerin İdlib bölgesine yönelik yığınaklanma yapması.
  • IŞİD ve IŞİD türevi radikal terör örgütlerinin Deyrizor bölgesinden ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri vasıtasıyla İdlib bölgesine kaydırıldığı/kaydırılacağı yönünde basın yayın organlarına teyide muhtaç haberlerin yayılması.
  • Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Maria Zaharova’nın yaptığı hemen hemen her basın açıklamasında, İdlib’de durumun hızla kötüleştiğini[vi], İdlib’de silahsızlandırılmış alanının oluşturulmasına yönelik anlaşmaların bozulmasını isteyen grupların olduğunu[vii], İdlib bölgesinde terörle mücadele konusunda Türkiye'nin geçtiğimiz yıl verdiği sözleri tutmasını beklediklerini söylemesi[viii],
  • Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin’in İdlib konusunda endişeliyiz henüz orada başarı sağlanamadı yönünde beyanatta bulunması[ix].
  • 14 Şubat 2019 tarihinde Soçi’de düzenlenen Dördüncü Liderler Zirvesinde;
  • Rusya Devlet Başkanı Putin’in; “İdlib’de çatışmasızlık bölgesi kurulması geçici bir tedbirdir ve teröristlerin saldırıları cezasız kalmayacaktır.
  • İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin; “Ruhani, "İdlib nasıl temizlensin ki siviller zarar görmesin? Teröristler ve sivilleri nasıl ayırt edelim? Bunu önceki toplantılarda konuştuk ve bir mekanizma kurduk. Şu ana kadar mekanizmanın etkisi olmadı. Bu toplantıda yine tartıştık. Ateşkes anlaşmaları geçicidir. Teröristlerin kesinlikle temizlenmesi gerekiyor.” şeklindeki açıklamaları.[x]
  • Soçi’de düzenlenen Dördüncü Liderler Zirvesi dönüşü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın; “İdlib’de Rusya’yla istişare halindeyiz. Gelişmelere göre her an ortak operasyon olabilir. Halk bölgede Türkiye'yi istiyor” açıklaması.[xi]
  • HTŞ’nin kendisini feshederek silahlı güçlerini Özgür Suriye Ordusu bileşenlerine devretmesi yönünde ikna edilememesi.
  • Aksine HTŞ’nin silahlı gücünü artırarak Ocak 2019 ayı içerisinde İdlib’de hızlı bir ilerleme kaydetmesi ve İdlib bölgesinin yaklaşık %60’ını kontrol altında bulunduran bir güç haline gelmesi.
  • HTŞ ve Hurras el Din isimli terör gruplarının Suriye Rejim güçlerinin elde bulundurduğu alanlara yönelik olarak Hama kuzeybatısı[xii], Halep batısında silahlı saldırı ve tacizlerinin devam etmesi.
  • Kızılay’ın Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki Cilvegözü Gümrük Kapısı karşısında bulunan Sarmada kasabasının kuzeyindeki Kelbit bölgesinde yeni çadır kentler kurması[xiii].
  • HTŞ ile çatışan ÖSO bileşenlerinin Afrin ve İdlib kuzeyine çekilmiş olması.
İdlib Bölgesine Askeri Operasyon Düzenlenmeden Çözüm Mümkün mü?
İdlib’e operasyon düzenlenmeden bölgede güvenliğin tamamen tesis edilebilmesinin ancak;
  • HTŞ’nin ikna edilerek silahlarından arındırılması,
  • HTŞ’nin kendisini feshederek başka bir isim altında siyasi varlığını devam ettirmesi,
  • HTŞ’nin silahlı güçlerinin Özgür Suriye Ordusu bileşenlerine entegre edilmesi ve bu grupların radikal düşüncelerinden arındırılması,
  • HTŞ’nin silahlı gruplarının bölgeden ayrılması ile birlikte M4 ve M5 karayollarının güvenliğinin TSK ve ÖSO tarafından tesis edilmesi,
  • Türkistan İslam Partisi başta olmak üzere bölgede bulunan yabancı teröristlerin de silahlarını bırakarak bölgeyi terk etmesi gibi hususlar yerine getirildiğinde gerçekleşebileceği düşünülmektedir.
Ancak sahada yaşanan gelişmeler, karar alıcılar seviyesinde yapılan açıklamalar dikkate alındığında; 2017 yılı sonundan bugüne kadar HTŞ’nin silah bırakmaya yanaşmadığı, yukarıda sıralanan hususların gerçekleşmesi ihtimalinin yüzde olarak %10’a yakın olduğu değerlendirilmektedir.
Askeri seçenekler masaya konmadan İdlib ve bölgesinde güvenliğin sağlanması için sıralanan adımların atılması durumunda Rusya, İran ve Suriye Rejimi üçlüsünün HTŞ’nin silah bıraktığına, radikal çizginin dışında hareket edeceğine, bölge için güvenlik tehdidi yaratmayacağına dair endişelerinin devam edip etmeyeceği hususu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Ayrıca İdlib bölgesindeki yabancı teröristlerin geleceği, bu grupların nereye nakledileceği ya da bu grupların hangi yollarla devre dışı bırakılacağına yönelik alternatifler mutlak olarak üretilmelidir.
Türkiye’nin de terör örgütü olarak kabul ettiği HTŞ’nin ikna yoluyla silah bırakması, kabuk değiştirerek bir şekilde varlığını devam ettirmesi hususunun gelecekte Türkiye’ye karşı tehdit oluşturan terör örgütleri ve silahlı grupların durumlarıyla ilgili olarak da diplomasi kozu haline getirilebileceği akılda tutulmalıdır.
İdlib’e Yönelik bir Askeri Operasyonun Boyutları ve Şekli Nasıl Olabilir?
Tüm gelişmeler bir arada değerlendirildiğinde İdlib’de bir an önce güvenliğin sağlanması ve radikal grupların elimine edilmesi hususunda niyet beyan eden Suriye Rejiminin Rusya Federasyonu’na bu yönde baskı yaptığı anlaşılmaktadır.
Her ne kadar aynı kararlılıkta olsa da Rusya Federasyonunun sahada yanında bulunmasını istediği Türkiye’yi denklem dışı bırakmamak, Rusya-Türkiye ilişkilerinde gelinen seviyeyi muhafaza etmek maksadıyla Türkiye’yi şimdilik askeri seçeneklere zorlamadığı ancak zaman zaman da olsa İdlib’deki gelişmeleri gündeme getirerek baskı yaratmaya çalıştığı değerlendirilmektedir.
İdlib bölgesinde muhtemel bir operasyon neticesinde yaşanabilecek sivil kayıplar, bu bölgeden Türkiye’ye doğru olası bir kitlesel göç hareketliliği, bölgede bulunan gözlem noktalarımızın güvenliği nedeniyle Türkiye’nin bölgede askeri değil iknaya dayalı bir çözüm yolunu takip ettiği de söylenebilir.
Ancak Rusya Federasyonunun sabrının taşması, Suriye Rejiminin İran destekli olarak kontrol edilemez hale gelmesi, HTŞ ve/veya benzeri gruplar ya da bu grupları kullanabilecek aktörler sayesinde TSK’nın İdlib’deki askeri varlığına yönelik bir provokatif saldırı neticesinde İdlib’de askeri operasyon seçeneğinin çok kısa bir reaksiyon süresi içerisinde hayata geçirilmesi olasılığı da göz önünde bulundurulmalıdır.
Böyle bir durumda[xiv];
1’inci Muhtemel Operasyon Tarzı: TSK ve Özgür Suriye Ordusu birliklerinin İdlib kuzeyinden güneyine doğru M5 ve M4 karayolları sınırına kadar, Suriye Rejimi ve İran destekli milis grupların İdlib güneyinden kuzeyine doğru M5 ve M4 karayolları sınırına kadar eş zamanlı bir operasyon yapılması.
1’inci muhtemel operasyon tarzı değerlendirildiğinde; Suriye Rejiminin Soçi Mutabakatından bu yana kara ateş destek vasıtalarıyla İdlib güneyine saldırılar düzenlemesinden hareketle bu hareket tarzının Rejim ve Rusya için de uygun görülebileceği, bu hareket tarzı neticesinde İdlib bölgesinin tamamen kontrol altına alınabileceği, kuzeyden TSK’nın ilerlemesi nedeniyle muhtemel göçün engellenebileceği, M5 ve M4 karayollarının güvenli hale getirilebileceği, Türkiye’nin hem bölgeyi radikal gruplardan temizlerken hem de aynı zamanda Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı Harekatları ile kontrol altına aldığı bölgelerin güneyinin güvenliğini sağlamış olacağı değerlendirilmektedir. Bu hareket tarzının uygulanması halinde en kritik hususun ilerleme hattının güneyinde kalan TSK Gözlem Noktalarının güvenliği olacağı, bu nedenle bu bölgedeki gözlem noktalarının kuzeye doğru hareketlenmesi gerekeceği düşünülmektedir. Ayrıca yine hattın güneyinde kalan ÖSO gruplarının da hareket tarzlarının ne yönde olabileceğini, Rejim kontrolü altında kalması muhtemel bu grupların hareketlenerek kuzeye geçmesi ya da Rejim bölgesinde kalmasının fayda ve mahsurlarını düşünmek gerekecektir. Bu nedenle 1’inci muhtemel operasyon tarzının kabul ihtimal derecesinin düşük olduğu kıymetlendirilmektedir.

 2’nci Muhtemel Operasyon Tarzı: TSK’nın Özgür Suriye Ordusu ile birlikte İdlib’in genelini kontrol altına almak için bir operasyon başlatması.
2’nci muhtemel operasyon tarzı değerlendirildiğinde; İdlib’in genelini kontrol altında bulunduracak bir operasyona ilişkin sahada emare bulunmadığı, gözlem noktalarından hareketle İdlib merkeze doğru bir harekat düzenlenebilmesi için gözlem noktalarının takviye edilmesi gerektiği, ayrıca Türkiye’nin iknaya dayalı çözüm seçeneğini ortadan kaldıracak olan bu hareket tarzını uygulaması halinde Fırat’ın Doğusuna planladığı operasyon için ayırdığı kuvvetlerden bir kısmını tasarruf etmesi gerekeceği nedeniyle bu hareket tarzına yanaşmayacağı düşünülmektedir. Bu nedenle 2’nci muhtemel operasyon tarzının kabul ihtimal derecesinin orta olduğu kıymetlendirilmektedir.

 3’üncü Muhtemel Operasyon Tarzı: Suriye Rejim güçlerinin karadan İdlib doğusunda Cisr El Şuğr bölgesi ile güneyde Han Şeyhun bölgesine mahdut hedefli bir alanda kara birlikleriyle operasyon düzenlemesi.
3’üncü muhtemel operasyon tarzı değerlendirildiğinde; bölgenin temizlenmesi için sabırsızlık gösteren Suriye Rejimi ve Rusya’nın mahdut hedefli bir operasyonu ile bir süre daha İdlib geneline yönelik operasyonu için bekleyebileceği, bölgede konuşlu Türkistan İslam Partisine ait silahlı güçleri temizleyerek hedeflerinden birisini daha gerçekleştirmiş olabileceği, M4 karayolunun Lazkiye’ye giriş noktasını kontrol altına almış olacağı, mahdut hedefli bir operasyona Türkiye’nin de olumsuz yaklaşmayabileceği değerlendirilmektedir. Bu nedenle 3’üncü muhtemel operasyon tarzının kabul ihtimal derecesinin orta olduğu kıymetlendirilmektedir.

 4’üncü Muhtemel Operasyon Tarzı: Suriye Rejimi ve İran destekli milis grupların İdlib güneyinden kuzeyine doğru Afrin sınırına kadar ilerleyerek karadan, Rusya Federasyonunun havadan desteğiyle bir operasyon düzenlenebilir.
4’üncü muhtemel operasyon tarzı değerlendirildiğinde; Türkiye’nin TSK’ya ait gözlem noktalarının güvenliği, İdlib’de çatışmasızlığın bozulacağı, süpürme harekatı olarak kabul edilebilecek bu yöntemle sivil kayıplarının sayısının yüksek olacağı nedeniyle bu hareket tarzını içeren bir operasyona müsaade etmeyeceği söylenebilir. Ayrıca Rusya Federasyonunun da sivil kayıpların artabileceği böyle bir seçeneğe sıcak bakmayacağı, Türkiye’ye rağmen ve Türkiye’yi denklem dışında bırakarak İdlib’in tamamında rejim güçlerinin operasyonuna göz yummayacağı, ÖSO gruplarının Rejimle çatışma ihtimali, bölgede hakim güç olarak Batılı ülkelerden gelecek tepkileri de öngörerek bu hareket tarzına izin vermeyeceği değerlendirilmektedir. Bu nedenle 4’üncü muhtemel operasyon tarzının kabul ihtimal derecesinin oldukça düşük olduğu kıymetlendirilmektedir.

 5’inci Muhtemel Operasyon Tarzı: Suriye Rejimi ve İran destekli milis grupların İdlib güneyinden kuzeyine doğru M5 ve M4 karayolları hattına kadar operasyon düzenlemesi.
5’inci muhtemel operasyon tarzı değerlendirildiğinde;operasyon başlamadan ÖSO gruplarının ilerleme hattının kuzeyine çekilebileceği, operasyonun başlaması ile eş zamanlı olarak TSK Gözlem Noktalarının kuzeydeki gözlem noktalarına intikal edebileceği, Rusya destekli Suriye rejim güçlerinin M4 ve M5 karayollarının büyük bölümünü ele geçirebileceği, Cisr El Şuğr bölgesinin kontrol altına alınmış olabileceği, ilerleme hattının kuzeyinde kalan HTŞ ve diğer grupların çözülmesinin daha kolay olabileceği değerlendirilmektedir. Bu hareket tarzında TSK’nın operasyonla eş zamanlı olarak Türkiye hudut hattında muhtemel bir göçü önlemek için gerekli takviyeleri yapması gerekebilecektir. Bu nedenle 5’inci muhtemel operasyon tarzının kabul ihtimal derecesinin ortanın üzerinde olduğu kıymetlendirilmektedir.

 Sonuç yerine…
İdlib bölgesi Fırat Nehri batısında kalan en problemli ve karmaşık sahalardan birisi olma konumunu koruyor. Bölgede çok sayıda silahlı grubun mevcut olması, silah bırakması ve kendisini tasfiye etmesi HTŞ terör örgütünün aksine elindeki alanı genişletmesi, Özgür Suriye Ordusu bileşenlerinin HTŞ karşısında varlığını muhafaza edememesi, Suriye Rejiminin bölgede sürdürdüğü topçu atışları ve hava harekâtları, İdlib konusunda karar alıcıların yapmış olduğu açıklamalar, İdlib fırtınasının yaklaştığına işaret ediyor.
Her ne kadar öngörmek güç olsa da İdlib’e yönelik bir operasyonun İdlib’in tamamını kapsamayacağını, İranlı Milis güçlerle destekli Suriye Rejim güçlerinin olası bir operasyonda güneyden başlayarak kuzey istikametinde ilerleyeceklerini, ancak bu ilerlemenin İdlib geneline yayılmayacağını, ilerleme sınırının M4 ve M5 karayollarına kadar olacağını yani 5’inci muhtemel operasyon tarzına benzer bir planın uygulanacağını söylemek mümkün görülüyor.
Üç milyondan fazla insanın bir arada yaşadığı İdlib bölgesinin geneline yayılabilecek bir operasyonda sivil kayıpların sayısının oldukça çok olabileceği, yoğun bir göç hareketliliğinin Türkiye sınırına doğru yaşanabileceği endişesi ile Türkiye’nin bu operasyona aktif olarak katılmayacağı, ancak hudut hattı bölgesinde hem göçü hem de terör gruplarını engellemek maksadıyla hudut hattında tedbir alacağı düşünülmektedir.
Her ne şekilde olursa olsun, muhtemel bir İdlib operasyonunda ilk düşünülmesi gereken husus operasyon alanı içerisinde kalan gözlem noktalarımız ve bu noktalarda görev yapan askerlerimizin güvenliğidir. Operasyonun başlamasıyla birlikte yapılması gereken en uygun hareket tarzının, çatışma alanları içerisindeki gözlem noktalarımızı en yakın ve güvenli gözlem noktasına tahliye etmek olduğu akla geliyor.  
 KAYNAKÇA;
[i] https://www.stratejikortak.com/2019/01/nusra-cephesi-hts-amaci-liderler.html
[ii] http://ahmetsaltik.net/tag/turkistan-islam-partisi/
[iii] Suriye Gündemi isimli siteden alınmıştır.
[iv] http://www.milliyet.com.tr/iste-10-maddelik-anlasma-3-lu-siyaset-2745615/
[v]17 Şubat 2019 tarihli harita https://syria.liveuamap.com/
[vi] https://www.amerikaninsesi.com/a/rus-sozcu-idlib-de-durum-hizla-kotulesiyor/4755516.html
[vii] https://www.cnnturk.com/dunya/rusyadan-onemli-idlib-aciklamasi
[viii] https://tr.euronews.com/2019/02/07/rusya-disisleri-bakanligindan-turkiye-ye-idlib-cagrisi-sozunuzu-tutun
[ix] http://www.hurriyet.com.tr/dunya/putinden-idlib-aciklamasi-41037741
[x] http://www.hurriyet.com.tr/amp/dunya/son-dakika-rusyada-uclu-zirve-sona-erdi-41117331?__twitter_impression=true
[xi] https://m.aksam.com.tr/siyaset/idlibde-rusyayla-c2operasyon-olabilir-c2/haber-823459
[xii] https://turk-archive.aawsat.com/2018/11/article55450695/hamada-saldiri-9-rejim-yanlisi-olduruldu/
[xiii] http://www.milliyet.com.tr/turk-kizilayi-idlib-te-yeni-cadir-kentler-hatay-yerelhaber-2528774/
[xiv] Muhtemel hareket tarzları tamamen jenerik olarak, sahada yaşanan çatışmalar, mevcut kuvvetler ve siyasi karar alıcıların açıklamalarından yola çıkarak faraziyeye dayalı olarak
***