Bilge Adamlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilge Adamlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Eylül 2019 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 4

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 4




Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan 
Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme 
gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas ve Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta 
toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da davet 
edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle 
bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının 
dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı 
olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı 
düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan 
ve örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda 
Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının 
ve dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten 
İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen 
hepsi kağıt üzerinde kalmakta ve uygulanmamaktadır.

İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş 
dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin daveti üzerine 1976’da İstanbul’da 
toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi ve 
Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin 
Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk 
delegasyonunun girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin 
kurulmasına karar verildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih, 
Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi 
ve Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti.

1970-1980 Yılları 

1970’li yılların başlarında Orta Doğu’daki gelişmelerin bir kısmı Türkiye için 
problemler yaratıyordu. Özellikle Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri Sovyetler 
Birliği’ne müzahir politikalara yöneliyorlardı. Türkiye’de silahlı eylemlerde 
bulunan sol örgütlerin militanları Suriye üzerinden Lübnan’a geçerek Filistin 
kamplarında eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönüyorlardı. Irak ve Suriye 
ile ilişkiler bozulurken Türkiye ile Mısır’ın politikaları örtüşmeye başlıyordu. 
Nasır’dan sonra başkanlığa gelen Enver Sedat’ın liderliğinde Mısır’ın siyasetinde 
köklü bir değişiklik beliriyor, Mısır Temmuz 1972’de Sovyet askeri 
tesislerini kapatıyor ve Sovyet teknisyenlerine yol veriyordu. 

6 Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail savaşında Türkiye Arapları destekleme 
politikasını devam ettirdi. Bir yandan ABD’nin İncirlik üssünü kullanarak 
İsrail’e yardım etmesine izin vermeyeceğini açıklarken, diğer yandan Araplara 
yardım götüren Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine göz yumdu. 
Araplar da bu desteği karşılıksız bırakmadılar ve OPEC üyeleri Türkiye’nin 
petrol ihracı kısıtlamalarından muaf tutulacağını açıkladılar. Daha önce, 
Ağustos 1973’te, Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının 
inşasına ilişkin bir anlaşma akdedildi. Ocak 1977 tamamlanan hattan Türkiye 
petrol ihtiyacının üçte ikisini karşılamaktaydı. 
Araplarla ilişkilerin geliştirilmesinin askeri alanda da olumlu sonuçları görülüyordu. 1974 Kıbrıs müdahalesinde, Libya harekâta katılan uçakların acil benzin ve lastik ihtiyaçlarını karşılamıştı. Türkiye 10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler Asamblesi’nde “Siyonizm”in “ırkçılık” olduğunu ifade eden tartışmalı karara da olumlu oy verdi. Bu karar daha sonra iptal edilecekti.

Türkiye 1970’li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkileri gelişmeye 
başladı. Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıdı ve daha sonra Ankara’da bir büro açmasına izin verdi. Ne var ki, bu yakınlaşmaya rağmen Türkiye Orta Doğu politikasının temel çizgilerinden uzaklaşmadı. İsrail ile ilişkilerini devam ettirdi. 1977 Camp David mutabakatını takiben Mısır ile İsrail arasında barış antlaşması akdedilince tüm Arap dünyası Mısır ile ilişkilerini askıya aldı. Mısır’ın Arap Ligi üyeliğine de son verildi ve Arap Liginin merkezi Kahire’den Tunus’a nakledildi. Fakat Türkiye barış sürecini destekledi ve Mısır ile ilişkilerini devam ettirdi.

Türkiye ile İran’ın ilişkileri de kuşkusuz Türkiye’nin Orta Doğu politikasının 
önemli bir öğesidir. Bu ilişkiler her iki ülke tarihlerinin farklı dönemlerinde 
inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Muhammed Rıza Pehlevi döneminde iki ülke 
genellikle aralarında dostane ilişkiler sürdürdüler, Orta Doğu’daki dramatik 
gelişmelerde benzer yaklaşımlar sergilediler. Ancak iki ülke arasında bir nüfuz 
rekabeti de daima seziliyordu. İran petrol kaynakları sayesinde gittikçe 
zenginleştikçe Türkiye ile ekonomi ve enerji alanında işbirliğini geliştirmek 
konusunda isteksizlik gösteriyordu. İki ülke arasındaki tarihi rekabet zaman 
zaman su yüzüne çıkıyordu.

1979 Devrimi, İran’da yerleşen yönetim sistemi ve din/devlet ilişkileri anlayışı 
Türkiye’nin yönetim sistemi ve laikliğinin anti teziydi. Her iki ülke de 
birbirlerine karşı kuşku ve güvensizlik duymaya başladılar. Türkiye Atatürk 
karşıtı yayınlardan rahatsızlığını belirtirken, İran da Türkiye’de kendi devrimlerine ve liderlerine yönelik olumsuz propagandalardan şikâyetlerini ortaya koyuyordu. İran’ın devrim ihracı çabaları ikili ilişkilerde ciddi bir sorun 
haline geliyordu. İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de 
İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu. 
Ancak Türkiye açıkça İran karşıtı bir duruma girmekten imtina etmekteydi. 
Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgalinin ardından İran’a ambargo koyan 
ABD’yi takip etmemişti.

1980-1990 Yılları

12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde Türkiye geleneksel dış 
politika çizgisinden ayrılmadı. Yeni koşullarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ortaklık ilişkilerinin fiilen askıya alınması kaçınılmazdı, fakat Avrupa 
Konseyi ile ilişkilerin devam etmesi ve bu suretle Batı ile ilişkilerin önemli 
bir unsurunun korunması için büyük çaba harcandı ve bunda başarı sağlandı. 
NATO içinde de işbirliği aynı yoğunlukta sürdürüldü. Bu devirde Türkiye’nin 
Batı’dan uzaklaşarak Orta Doğu politikasına daha fazla ağırlık vermek yolunu 
tuttuğuna ilişkin iddialar geçerli değildir. Orta Doğu politikasında da, değişen 
koşulların gerektirdiği ayarlamalar hariç, geleneksel çizgide kalındı.

Değişen koşulların başlıcası kuşkusuz İran-Irak Savaşı idi. 12 Eylül’den on 
gün sonra başlayan bu savaşta Türkiye tarafsızlıktan başka bir siyaset güdemezdi. 

Ayrıca savaşın durdurulması için İslam Konferansı Örgütünce kurulan 
arabulucu heyeti içinde yer aldı. İlkönce Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan bu heyetle birlikte Bağdat ile Tahran arasında sık sık mekik dokudular. 
Irak ve İran Türkiye’nin tarafsızlığına o kadar güvendiler ki karşılıklı olarak 
menfaatlerinin korunmasını Bağdat ve Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliklerine 
bıraktılar. Bu devirde ayrıca Körfez ülkeleri ile daha sonra Türkiye’ye ekonomik yararlar sağlayacak ilişkiler de kuruldu. Irak-İran savaşı sırasındaki petrol kıtlığında Türkiye ihtiyaçlarını daha kolayca temin etti. 1981’de Kerkük-
Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin arttırılması için Irak ile 
anlaşmaya varıldı. Bu boru hattına İran kuvvetlerinin zarar vermemesi için 
Tahran uyarıldı ve İran bu uyarıya uydu. 

Irak ile ilişkilerde karşılıklı menfaatler çerçevesinde işbirliği bir derecede 
de olsa mümkün iken, Suriye ile gerilim yaşanıyordu. 12 Eylül sonrasında 
Türkiye’den çeşitli sol gruplara mensup eylemcilerin ve Kürt ve Ermeni teröristlerin Suriye’de faal olmaları başlıca sorunu teşkil ediyordu. 1981’de 
iki ülke arasında imzalanan “Suçluların İadesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı 
Yardım Anlaşması” siyasi mültecileri kapsam dışı bıraktığı için etkili bir 
şekilde uygulanamıyordu. Siyasi mülteci tarifinin teröristleri içermemesine 
rağmen fiiliyatta teröristlere de mülteci muamelesi yapılıyordu.

Türkiye’ye yönelik terör eylemleri konusunda Türkiye’nin girişim ve uyarılarına 
Şam sürekli bu eylemlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı yolunda cevap 
veriyordu. Türkiye’nin tutumunu sertleşmesi karşısında Suriye 1983 sonunda 
ASALA ve PKK teröristlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, Kuzey 
Irak’a ve Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne gönderdi. Ne var ki Bekaa Vadisi de 
fiilen Suriye’nin kontrolündeydi.

PKK terör örgütünün Bekaa ve Irak’a yerleşmesi Türkiye’nin güvenliği için 
ciddi bir sorun yaratıyordu. Şubat 1983’te Türkiye ile Irak arasında “Sınır 
Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Aynı yıl 10 Mayıs’ta Hakkâri 
Uludere’de PKK teröristlerince üç askerin öldürülmesinin ardından başlatılan 
operasyonda Türk kuvvetleri Irak topraklarında 5 kilometre kadar ilerledi. 
Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) 
operasyon sırasında en fazla kendilerinin zarar gördüklerini iddia ettiler ve 
Irak Hükümetini bu duruma imkân verdiği için itham ettiler.

1983’ten sonra PKK “profesyonel gerilla savaşı” başlatma kararını açıkladı. 
Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli saldırılarını takiben Ekim 1984’te Irak ile 
bir ”Güvenlik Protokolü” imzalandı. 
Bu protokol iki ülkeye diğer ülke topraklarında 5 kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Irak-İran savaşı bittikten sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu protokol çerçevesinde 1986 ve 1987’de Kuzey Irak’ta operasyonlara girişilebilmişti. Bu operasyonlara karşı en büyük tepki İran ve onun desteklediği KYB ve KDP’den gelmişti.

Türkiye bu yıllarda Kuzey Irak’ta operasyonlar yapmak imkânına sahipti fakat 
Suriye tam aksine PKK’ya en büyük desteği temin ediyordu. 1987’de, Başbakan Özal’ın Şam’ı ziyareti sırasında imzalanan protokolde taraflar kendi toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik faaliyetlere izin vermemeyi ve silahlı eylemlere katılmış kişileri iade etmeyi kabul ediyorlardı. Fakat Suriye yine de PKK’lıların Suriye’den geçmelerine göz yummayı sürdürdü. 

1988’de Irak-İran savaşının sona ermesi ile Türkiye çok çetrefil bir sorunla 
karşılaştı. Irak savaş boyunca silahlı direnişte bulunan Kürtleri cezalandırmak 
için harekete geçti. 250.000 kadar Kürt göçe zorlandı. Ağustos’ta Irak kuvvetleri Türk sınırına yakın bölgelerde Kürtlere karşı kimyasal silah kullandı lar. Kürtler, İran sınırını kapatınca Türkiye sınırına yığıldılar. Başlangıçta Türkiye  Irak ile sınırı kapattığını ilan ettiyse de daha sonra sınıra yığılan Kürtlere geçici  ikamet hakkı verileceğini, fakat mülteci statüsü tanınmayacağını açıkladı. 
Eylül 1998’de Türkiye’ye 63.000 Iraklı Kürt sığınmıştı.

PKK terör örgütü ile mücadele o yıllarda Türkiye ile Suriye arasında ilişkilerin 
yeniden gerginleşmesine neden oluyordu. O kadar ki Suriye Başkanı Hafız 
Esed’in kardeşi bölgede bir Kürt devleti kurulmasının gerekli olduğunu, 
PKK’ya siyasal ve lojistik destek verildiğini açıkça ifadeden kaçınmadı.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde de 1980’li yıllarda olumsuzluklar yaşanıyordu. 
1978’den beri Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlayan 
İsrail, Temmuz 1998’de Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamış ve BM Güvenlik 
Konseyi bu ilhakın hükümsüz olduğuna karar vermişti. Türkiye ise tepkisini 
bir adım ileri götürdü. Türkiye ve İsrail’in o tarihlerde karşılıklı diplomatik 
temsil seviyesi Büyükelçilik değil, Maslahatgüzarlıktı. Bu seviye aynı kaldı, 
fakat Maslahatgüzarların derecesi İkinci Kâtipliğe düşürüldü. Askeri ve İstihbarat ilişkileri ise yine bir şekilde devam etti. İstihbarat ilişkileri ASALA’ya 
karşı operasyonları da kapsıyordu. Yine 1980’li yıllarda Filistin ile ilişkiler 
gelişmekteydi. 15 Kasım 1988’de Filistin devletinin kurulduğu ilan edilince, 
Türkiye aynı gün, birçok Arap devletinden önce, yeni devleti tanıdığını açıkladı.

1980’li yıllarda Türkiye-İran ilişkileri ikircikli bir zemin üzerinde seyrediyordu. 
Bir yandan ideolojik nedenlerle zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Örneğin, 
İran’dan gelen resmi kişiler Anıt Kabri ziyaret etmekten kaçınıyorlar, İran Büyükelçiliği 10 Kasım’da bayrağı yarıya indirmeyi reddediyor, iki taraf 
basını laiklik ve dincilik konusunda polemiğe tutuşuyor, İran Irak Kürtlerinin 
hamisi gibi hareket ediyordu. Diğer yandan iki ülke arasında ekonomik ve 
ticari ilişkiler gelişiyordu. Ticaret hacmi 1985’te 2 milyar dolara ulaşmıştı.

5. Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 3

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 3



Türkiye NATO’ya katıldıktan ve İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin, özellikle Irak, Suriye, Mısır ve Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu. 

Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek 
kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben 
Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuvvetlerinin Süveyş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi. 

Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. 

Mısır’da devrimden önce Kahire’ye gönderilen ve eşinin Mısır’daki topraklarının yeni rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu. 

1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta 
Doğu’nun güvenliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri 
Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura 
çıktı ve Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede 
Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Süveyş Kanalı 
bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu ve bu yüzden İngiliz kuvvetlerinin bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes Arap devletlerinin bir ortak savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin etrafında et bulunması gerektiğini, Süveyş Kanalı’nın stratejik önemini kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölgede tutunmaya çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. 
Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamaktan geri kalmamıştır.

Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi, 
Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir 
Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak 
Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait, 
Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği 
politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını 
1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı. 
Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden 
hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın ve Yahudi lobilerinin tepkilerinden 
çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin ve diğer organlarının toplantılarına katılmakla 
birlikte üye olmaktan kaçındı.

Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının 
devrildiği ve Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona 
erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil, 
Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı. 
Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden ve 1956 yılında Fransa, İngiltere ve İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz 
askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu.

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin 
Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir 
yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Süveyş Şirketi hissedarları toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri ile savaşı kınıyor ve İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler 
bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti.

Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye 
1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah ve askeri malzeme yardımı 
alıyor ve Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye 
Sovyet sızmasını ve bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu güvenlik tehdidini 
kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası 
komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuvvet yığmakla suçluyordu. 

Sovyetler Birliği Eylül 1957’de verdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma 
niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken 
Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de 
tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha 
fazla büyümesi önlendi ve Türkiye sınırdaki kuvvetlerinin bir kısmını geri 
çekti.

Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir. 
Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi ve güvenliğinin en sağlam teminatı bu 
ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye ve Eisenhower 
doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz 
gayretkeşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf 
tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. 
Bu gayret keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları ve hasımları arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş ve Cumhurbaşkanı Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz ve kara kuvvetleri göndermek kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan Türkiye ve Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a 
katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar 
imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi “tarafların doğrudan veya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini” vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet 
iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini 
isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen 
lüzumsuzdu. Türkiye’nin güvenliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi.

Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsüne girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini 
Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi ve aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi 
kararlaştırdılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi.

1960-1970 Yılları

1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında 
değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden 
uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir 
bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini ve özellikle 
Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile 
Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli 
olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de 
Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma 
kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı ve buna tepki gösteren 
Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti.

Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim 
ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının 
Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan 1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan etkilemedi.

1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu 
ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu 
mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı 
ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek 
Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek verdiklerini ifade etti. Mısır’la bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi ve ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti. Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak ve taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara ve bölge anlaşmalarının dışında kalınacak.

1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçevesinde Dışişleri Bakanı 
Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti ve Başkan Nasır tarafından kabul edildi. 

Bu görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı. 
Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçakları nın konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap vermeye 
meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini söyledi.

1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır, 
1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler 
Kuvvetlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a 
bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça 
gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a ivedi bir mesaj göndererek İsrail ile 
bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır 
kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı ve Tiran Boğazı’nı 
İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici 
bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını vehmiyle Ürdün 
de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın 
sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını ve Doğu Kudüs’ü 
ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların hepsini bugün de elinde tutmaktadır. 

Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini ve Mısır’ın bugün uğradığı 
kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil, yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuvvete başvurulması yoluyla toprak kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel 
Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara Arap ülkeleri ile birlikte oy verdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin 
Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu. 

Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması 
da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta 
Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu 
örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır.

4. CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 2

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 2



İstiklal Savaşı’ndan sonra İran ile ilişkilerde zor bir devreye girildi. İran’da dini eğilimli gruplar Atatürk reformlarına karşı tepki gösterdiler. Musul ihtilâfı 
ve Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi 
çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin 
de güvenliğini tehdit eden eylemlerine son vermeye yönelik önlemler almayı taahhüt ediyorlardı.

Gerektiği takdirde ortak önlemlere de başvurulabilecekti. Antlaşma ayrıca Türkiye ile İran arasındaki dostluğun ebedi olduğunu vurguluyordu. 
Fakat bu antlaşmalara rağmen sınır olayları sürüyordu. 1926’da imzalanan bir yeni antlaşma ile olayların daha iyi önlenebilmesi amacı ile Ağrı bölgesinde 
Türkiye’nin lehine bir hudut tashihi yapıldı. Aynı tarihte bir Uzlaşma, Yargı Yöntemi ve Hakemlik Antlaşması da akdedildi. 1932’de ise 1926 tarihli Güvenlik 
ve Dostluk Antlaşması güncelleştirildi. Bütün bu gelişmelerden sonradır ki, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler istikrarlı ve gerçekten dostane bir eksene oturtulabildi.

O tarihlerde Türkiye -İran ilişkileri üzerinde çok olumlu etki yapan bir gelişme İran’da Kacar hanedanının bir askeri darbe ile 1925 yılında sona ermesi ve 
darbeyi yürüten Albay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesiydi. Pehlevi Atatürk’ün ve reformlarının büyük hayranıydı. 1934 yılında Türkiye’ye bir ay 
süren bir ziyarette bulundu.

Atatürk devrinde Türk-Afgan ilişkileri de sürekli çok dostane olmuştur. Afganistan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk tanıyan ülkelerden 
biriydi. Bu tarihten sonra Türkiye Afgan Ordusu’nun eğitimine büyük katkı sağlamaya başladı.

Irak ile ilişkiler Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra genellikle dostane 
bir yönde gelişmeye başlamıştı. Irak Kralı 1931’de Türkiye’yi ilk ziyaret 
eden Arap lideri oldu. Bu ziyaret vesilesi ile Atatürk, Türkiye’nin bütün komşuları ile ve özellikle karşılıklı önemli ekonomik menfaatleri bulunan Irak ile 
ilişkileri güçlendirmeyi istediğinin altını çiziyordu. Ancak, o devirde Irak içeride 
siyasi istikrarı sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Irak oligarşisi İngiltere ile 
ittifaka taraftar olanlarla bu ittifaka karşı olanlar arasında ikiye bölünmüştü. 
İkinci gruba mensup olanlar arasında Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi Hikmet 
Süleyman da bulunuyordu. 1936’daki General Bekir Sıdkı’nın gerçekleştirdiği 
askeri darbe sonrasında Hikmet Süleyman başbakanlığa getirildi. Her 
iki lider Atatürk reformlarının hayranıydı fakat uzun süre iktidarda kalamadılar. 
Bekir Sıdkı 1937’de ordudaki rakiplerinden biri tarafından öldürüldü.

1930’lu yıllarda Irak ile İran arasında daha uzun yıllar devam edecek olan 
Şattül-Arap ihtilâfı patlak vermişti. İran, Irak daha Osmanlı Devleti’nin bir 
eyaleti iken 1913’te imzalanan İstanbul Protokolü’nün bu suyolunda saptadığı 
sınırın hakkaniyete uygun olmadığını, sınırın uluslararası hukuka uygun 
olarak Thalweg hattını takip etmesi gerektiğini savunuyordu. İran ile Irak arasında İran’ın Iraklı Kürtlere sağladığı destek, Irak’taki Şii ve Sünniler arasındaki gerginlikler ve İranlıların Kerbela’yı ziyaretleri konularında da ihtilâflar mevcuttu. İran ile o tarihlerde bir antlaşma peşinde koşan Irak ise Türkiye’nin arabuluculuğunu talep ediyordu.

1937 tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzaladılar. 
Bu engel aşıldıktan sonra Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı’nın akdedilmesi imkân dahiline girdi. Temmuz 1937’de imzalanan 
bu Pakt ile dört ülke birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlâl 
etmemeyi, ortak menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde bulunmayı, topraklarında diğer akit devletlerin kurumlarını çökertmeye, kamu düzenini ve güvenliğini sarsmaya, mevcut siyasi rejimleri devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt ediyorlardı.

Görüldüğü gibi Atatürk devrinin Orta Doğu politikası ile bugünkü Orta Doğu 
politikası arasındaki ortak noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun 
politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu. O zaman 
da komşular arasındaki sorunlarda arabuluculuk yapılıyordu. Tabii Orta Doğu o tarihte bugünkü Orta Doğu değildi. Filistin meselesi ve onun yansımaları 
yoktu. Orta Doğu devletleri birçoğu değişik ölçülerde İngiltere’nin veya 
Fransa’nın nüfuzu altındaydılar. Her ülkede politik dengeler bugünkünden 
çok farklıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin, daha sonra, hiçbir devirde bölgede 
Hatay ve Musul ihtilâfları gibi çetin sorunlarla karşılaşmadığını hatırlamak 
gerekir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya 
sarkamadığı için bölgede Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olumsuz bir 
gelişme olmadı. Yalnızca Irak’ta vuku bulan bir Hükümet darbesi savaşın bir 
yansımasını teşkil etti. 2 Nisan 1941’de iktidarı Mihver taraftarı olan Raşit Ali 
ele geçirdi, Naip Abdülilâh ve Başbakan Nuri Sait Paşa Bağdat’tan Musul’a 
kaçtılar, fakat İngilizler Irak’a takviye kuvvetleri gönderince darbeciler uzun 
süre mukavemet gösteremediler ve İran’a gittiler. İngiliz vesikalarına göre 
Raşit Ali isyanı sırasında Türkiye arabuluculuk önermiş fakat İngiltere bunu 
reddetmişti. Diğer taraftan, Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine ve 
Süveyş Kanalı bölgesine sızma talepleri reddedildi. 

İkinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye Arap ülkeleri ile ilişkilerini 
geliştirmek yolunu tuttu. Arap Ligi’nin kurulmasını olumlu karşıladı. Arap 
Ligi de Türk-Arap dostluğuna önem veren açıklamalar yaptı. Eylül 1945’te 
Irak Kralı Naibi Abdülilah Türkiye’yi ziyaret etti. Mart 1946’da Türk-Irak 
Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Bunu 5 Ocak 1947’de 
Ürdün Kralı Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Ürdün arasında 
imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması takip etti.

Orta Doğu’nun siyasi dengelerini altüst eden gelişme kuşkusuz Filistin’in 
taksimi ve onu izleyen İsrail-Arap savaşı oldu. 29 Kasım 1947’de Birleşmiş 
Milletler Genel Kurulu’nda oya sunulan taksim kararına 33 ülke lehte, 13 
ülke aleyhte oy veriyor, 10 ülke de çekimser kalıyordu. Çekimserler arasında 
İngiltere de vardı. Türkiye ile beraber aleyhte oy veren devletler ise bütün 
Arap ülkeleri ile Afganistan, Küba, Yunanistan, Hindistan ve Pakistan’dı. Fakat 
bundan sonra Türkiye’nin Orta Doğu politikası tedricen Batılı ülkelerin 
politikaları ile daha fazla örtüşmeye başladı. 12 Aralık 1948’de BM Genel 
Kurulu’nun bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararına Arap ülkeleri 
muhalefet ederken Türkiye lehte ol kullandığı gibi ABD ve Fransa ile birlikte bu Komisyonun üyesi olmayı kabul etti. 28 Mart 1949’da ise İsrail’i 
tanıyan tek Müslüman ülke oldu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile ilişkiler sorunlu olmaya devam 
etti. Hatay Türkiye’ye 1939’da katıldıktan sonra Suriye henüz bağımsızlığını 
kazanmış değildi. Buna rağmen Suriye Meclis Başkanı Nasuhi Buharî 
Anlaşmanın imzalanmasından sonra, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti 
Konseyi’ne başvurarak 1939 Anlaşması ile Fransa’yı Milletler Cemiyeti 
Manda’sının kendisine verdiği yetkileri aşmakla itham etmişti. İkinci Dünya 
Savaşı’nın sonunda bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Hatay üzerindeki 
iddialarını yenilemekten ilk başta kaçındı. İlk Suriye Hükümeti’nin kurulduğu 
5 Temmuz 1944’te, Suriye Dışişleri Bakanlığı, Şam’daki yabancı diplomatik 
misyonlara gönderdiği bir genelge nota’da Suriye Hükümeti’nin, Fransa’nın 
Suriye adına imzaladığı uluslararası antlaşma ve anlaşmalara ve şahısların 
ve toplulukların bunlardan doğan hukukuna saygı göstermeyi kararlaştırmış 
olduğunu bildirdi. Bu yükümlülük kuşkusuz Hatay’a ilişkin anlaşmaları 
da kapsamaktaydı. Ne var ki, 1946’da Fransa’nın bölgeyi tamamen terk 
etmesinden sonra Suriye’nin tutumu değişti. Şam’dan yapılan açıklamalarda, 
Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin hukuk dışı olduğu vurgulanıyor 
ve diğer Arap ülkelerine Suriye ile bu konuda dayanışma içinde olmaları 
çağrısı yapılıyordu. Bu tutum karşısında Türkiye de Suriye’yi tanımayı 
geciktirmekteydi, fakat Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın arabuluculuğu ile 
bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye Hatay’ın ilhakının Suriye’ce resmen tanınması 
için ısrar etmemeyi, Suriye de sorunu resmen ileri sürmemeyi kabul etti. Mart 
1946’da Türkiye Suriye’nin ve Lübnan’ın bağımsızlıklarını tanıdı.

Bağımsızlık Suriye’ye istikrar getirmemişti. İlk iktidara gelen Milli Blok ülkedeki 
yeni yapılanma ve reform ihtiyacına cevap vermekten uzaktı. Özellikle 
İsrail’e karşı gösterilen zaaf tepki çekmekteydi. Mart 1949’da kansız bir darbe 
ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim otoriter bir rejim kurdu. Atatürk’e 
hayranlığı ile tanınan Zaim içeride Türkiye’deki reformlardan esinlenen bir 
icraata girişti. Dış politikada ise “Büyük Suriye” vizyonu doğrultusunda Irak 
ve Ürdün ile işbirliğine yöneldi, fakat daha sonra Suudi Arabistan ve Mısır’a 
yanaştı. ABD de Suudi Arabistan ve Mısır gibi Irak, Ürdün ve Suriye’nin siyasi 
birliğine karşıydı. Zaim’in siyasi ömrü uzun sürmedi. Ağustos 1949’da kendisine 
karşı darbe yapanlar tarafından kurşuna dizildi. Darbenin lideri Albay Sami Hinnavi Irak ile Suriye’nin birleşmesi projesine öncelik veriyordu. 

Bu politikası Aralık 1949’da Yarbay Edip El-Çiçekli liderliğinde yeni bir darbeyi 
tetikledi.

Çiçekli’nin yaptığı darbe ile Türkiye’ye karşı politika da değişti. Hatay’ın 
Suriye’den zorla alındığı yolunda sloganlar atılmaya başlandı. Hatay’ı 
Suriye sınırları içinde gösteren haritalar basıldı. Suriye sınırın Hatay kesimin 
işaretlenmesine ve sınır taşlarının yenilenmesine yanaşmadı. 1963’te iktidara 
gelen Baas Partisi’nin tüzüğünde Hatay’ın ve Güney Anadolu’nun Arap 
vatanının bir parçası olduğunu belirten hükümler vardı. 29 Kasım Sancak 
günü olarak kabul edildi ve her yıl bu tarihte, dozu gittikçe artan gösteriler 
yapılmaya başlandı. Hafız Esed’in iktidara gelmesinden sonra, 1972 yılından 
itibaren resmi ve gayri resmi Sancak gösterilerine son verildi. Fakat Baas 
Partisi’nin tüzüğündeki ibareler muhafaza edildiği gibi okul kitaplarında ve 
resmi dairelerde Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterilmesi sürdürüldü. 
İlişkilerin çok olumlu bir yola girdiği 2010 yılında dahi bu durumun değiştiğine 
dair bir bilgi henüz yoktur. 

1950-1960 Yılları

Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş, 
Avrupa’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. O 
dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf ve yalnızdır. 
Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin 
1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşmasını 
fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars ve 
Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. 

Bu sorun o sıralarda ve ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış 
politikasının ana sorununu teşkil etmiştir.

1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli ve çok aktif 
olmakla beraber geleneksel dengeli ve basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmıştır. 

Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı güvenliğinin sağlanması Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme 
hatalarına düşülmüştür.

9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma 
amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de 
muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz ve Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı 
görüyor ve bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de 
desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi.


3. CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 1

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 1



TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN ORTA DOĞU POLITIKASI*

İlter TÜRKMEN**

* Bu Makale daha önce BİLGESAM tarafından 2010 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanmıştır. 
** E. Bakan/Büyükelçi, BİLGESAM Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 

Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikasında Orta Doğu’nun en önemli odak noktası haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bunun bir nedeni, 
AKP Hükümeti’nin, iktidara geldiğinden beri, dış politikasının genel eğilimi çerçevesinde, bölgede ağırlıklı bir rol oynamak istemesidir. Fakat koşulların 
da Hükümeti bu yöne ister istemez sürüklediğini kabul etmek gerekir. Seçimleri kazanır kazanmaz, AKP, ABD’nin Irak’a müdahalesi sorunu ile karşılaştı. 
Bu müdahalenin yaratacağı istikrarsızlık ve hatta kaosun bilinci ile hareket ederek bir savaşı önlemek amacı ile Irak’a komşu ülkeler ile bir seri toplantının inisiyatifini aldı. Savaşın önlenemeyeceği anlaşılınca, Hükümet ABD’nin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta da bir cephe açmasına razı oldu, fakat TBMM’nim muhalefeti ile karşılaştı. 
Amerikan askeri operasyonları bittikten sonra ise çelişkili bir davranışla koalisyon güçlerine katılacak bir kuvveti Irak’a göndermeye girişti, fakat bu girişim Iraklıların ve özellikle Kuzey Irak Kürtlerinin muhalefeti yüzünden akamete uğradı. Kürtlerin Irak’ta ABD’nin en yakın müttefik haline gelmesi ile Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman oldukça ciddi gerilimler ortaya çıktı. Özellikle savaştan önce Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlara girişebilen Türkiye uzun süre bu imkândan mahrum kaldı. Bugün dahi, Orta Doğu’da Türkiye için en çetin problem Irak’ın geleceği sorunsalıdır.

Irak’taki gelişmeler ve bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Orta Doğu diplomasisinde daha faal rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan biridir. 
Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli dini ve siyasi gruplarla temaslar yürütmesi, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi, Filistinliler ile yakın ilişkiler geliştirmesi bir bakıma “makro” diplomasinin “mikro diplomasi” ile desteklenmesinin başarılı bir örneğini oluşturmuştur. 

Biraz iddialı olmakla beraber bütün komşularla “sıfır sorun” kavramı da aslında yaratıcı bir kavram sayılmalıdır. 

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu siyasetinin daha geniş bir tahlili bu incelemede ileriki başlıklarda yer alacaktır. Fakat daha önce, Cumhuriyetin kuruluşundan 
beri birbirini izleyen Hükümetlerin politikaları arasındaki devamlılık ve ayrışma unsurları üzerinde durmakta yarar vardır. Böyle bir yaklaşım AKP’den önce Türkiye’nin Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlediği yolunda arada sırada duyulan söylemlerin ne derecede gerçeği yansıttığına da bir derecede 
ışık tutabilir.

Atatürk ve İnönü Devri

Kurtuluş Savaşını takiben bir yandan harap ve fakir ülkenin imar ve kalkındırılması diğer yandan da çağdaşlığa dayalı Cumhuriyet rejiminin yerleşmesi için hem ülkede hem de dış çevrede bir barış ve istikrar çemberinin yaratılması gerekiyordu. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi de bu 
gerekliğinin ifadesidir.

Atatürk devrinde Türkiye’nin bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu karşısında olduğu hatırlanmalıdır. Irak’ta İngiltere ve Suriye’de Fransa esas itibarı ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen Musul ve Hatay meseleleri bu devletlerle müzakere edilecek konulardı.

Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim 1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz 
Kuvvetleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda ise ihtilâfın Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı. 

İstanbul’da 1924 Mayıs ve Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere yalnızca Musul’un değil, Hakkâri vilayetinin bir kısmının da kendisine 
verilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir 
anketin sonuçlarına dayanarak Musul bölgesinin Irak’ın bir parçası olmasını tavsiye etti ve bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı. 
Türkiye 1926’da Konseyin tavsiyesini kabul etti ve Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma 
ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesini öngörüyordu.

Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden” 
bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt bölgesini ve Kerkük’ü de kapsayan Musul bölgesinin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini 
göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı. Fakat enerji kaynakları mutlaka bir istikrar temeli oluşturmuyor. Bunun en güzel teyidini yine Irak’ın hazin kaderi teşkil etmiyor mu? Musul bölgesi Türkiye’nin bir parçası olmaya devam etseydi Kürt sorununun boyutları çok daha büyük olmayacak mıydı? Bölgenin enerji kaynakları yüzünden Kürtlere uluslararası destek daha fazla güç kazanmaz mıydı? Bu sorulara tabii bugün cevap vermek ve geçerli bir değerlendirme yapmak o kadar kolay değil. Ne var ki, o tarihte, Atatürk’ün Lozan’da elde edilen temel kazançları tehlikeye atmak istememesi rasyonel bir davranıştı. Şartların çok daha elverişli olduğu bir zamanda ise 
Atatürk Hatay’ın ilhakının zeminini en iyi şekilde hazırlamıştır. 

31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Antakya ve İskenderun’u içeren Sancak da Musul gibi henüz işgal edilmiş değildi, fakat 
Müttefikler askeri operasyonlarını durdurmamışlardı. İngilizler, işgal ettikleri Suriye’yi Fransızlara bırakınca onlara karşı bir Arap mukavemet cephesi 
ortaya çıktı, fakat bu hareketin kısa sürede çökmesi sonucunda Fransızlar Suriye’yi ve Sancak bölgesini işgal ettiler. Fransızlar yalnızca Sancak’ı işgal 
etmekle kalmamışlar, İngilizlerden Maraş, Antep ve Urfa’yı da devralmışlardı. 

Bu bölgede halkın mukavemeti şiddetli çarpışmalara dönüşünce Fransızlar 
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas aradılar. Yapılan görüşmelerin sonunda varılan anlaşma ile Fransa Sevr Antlaşması hükümlerinden 
vazgeçiyor ve Sancak bölgesi hariç Türkiye ile Suriye arasında Misak-ı Milli sınırlarını kabul ediyordu. 
Sancak için ise özel bir rejim ihdas edilmekteydi. 

Sancağın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacak ve Türk dili resmi dil sayılacaktı.

1936 yılında Suriye’nin bağımsızlığının tanınması için Fransa ile Suriyeliler arasında müzakereler başladı. Eylül 1936’da imzalanan anlaşma ile Fransa üç 
yıl içinde Suriye’nin bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor ve Sancak üzerindeki yetkilerini ona devrediyordu. Türk Hükümeti ise Sancak’ın ayrı bir anlaşma ile Fransa’ya bağlı egemen bir birim haline getirilmesini talep etmekteydi. 

Bu istek kabul edilmeyince sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Fransızların olumsuz tutumu Türkiye’de ve Sancak Türkleri arasında infial uyandırmaktaydı. Antakya’da cereyan eden olaylar birkaç soydaşın ölümüne neden olmuştu. Kasım 1936’daki TBMM’ni açış nutkunda Atatürk, İskenderun ve Antakya’nın geleceğinin Türk milletini meşgul eden başlıca mesele olduğunu vurguluyor ve bunun üzerinde ciddiyet ve azimle durulacağını ifade ediyordu.

Milletler Cemiyeti Konseyi’ndeki müzakereler sonunda Sancak için bir statü hazırlandı. Bu statüye göre Sancak, Konsey’in garanti ve gözetimi altında 
içişlerinde tamamen bağımsız olacak ve dışişleri alanında Suriye’ye bağlı bulunacaktı. Gerek statünün gerek Sancak Anayasasının hazırlanması için bir 
Uzmanlar Komitesi kurulacaktı. Bu Komitenin raporu ve hazırladığı tasarıların Konsey’e sunulması ile beraber Türkiye ile Fransa, Sancak’ın toprak 
bütünlüğünü ve Türkiye-Suriye sınırını garanti eden bir anlaşmayı 29 Mayıs 1937’de imzaladılar. Akabinde de Konsey Statü ve Anayasa taslaklarını onayladı. 

Anayasa gereğince 40 kişilik bir Yasama Meclisi kurulacaktı. 

Türkiye-Fransa anlaşması ve Milletler cemiyetinin kararı Sancak meselesini kökünden çözümleyememiş ti. Suriye’de Arapların eylemleri ve Sancak’taki 
Fransız makamlarının zaman zaman Arapları kışkırtan davranışları 1937’nin yaz aylarında yeni gerginliklere yol açmaktaydı. Bu olaylar Sancağa ilişkin 
Statünün uygulanmasını ve Anayasaya göre yapılması gereken seçimleri geciktiriyordu. Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Komisyon tarafından hazırlanan 
seçim sistemi ise Türkler aleyhine sonuç verecek nitelikte olduğundan, Türk Hükümeti 1937 yılı sonunda yine Milletler Cemiyeti’ne başvurdu ve 1930 
Türkiye-Fransa Anlaşması’nı feshetti.

Ocak 1938’de Milletler Cemiyeti Türkiye’nin itiraz ettiği seçim yönetmeliğini gözden geçirecek bir komite kurdu. Komite Mart 1938’de gerekli düzeltmeleri 
tamamladı, fakat bu defa yeni seçim sistemi gereğince Sancak’taki listelerin hazırlanmasında anlaşmazlık çıktı ve yeniden olaylar cereyan etti. Bu nedenle 
Türkiye Fransa ile imzalanmış olan 29 Mayıs 1937 Garanti Antlaşması çerçevesinde Sancak’ta güvenlik ve asayişin korunması sorumluluğuna doğrudan katılmak istediğini Fransa’ya bildirdi. Kararlılığını vurgulamak için de sınıra 30,000 kişilik bir kuvvet yığdı. 

Bu sıralarda Avrupa basınında Atatürk’ün ağır hasta olduğu yolunda haberler yayımlanıyordu. Atatürk gerçekten hastaydı, fakat bunun bir zaaf unsuru olarak 
algılanmasını önlemek amacıyla 20 Mayıs 1938’de Mersin ve Adana’ya giderek askeri birlikleri teftiş etti ve büyük bir geçit resminde hazır bulundu.

1938 yılında Avrupa’da yeni bir genel savaşın yaklaştığını gösteren ve gittikçe çoğalan olaylar Fransa’yı Türkiye ile ilişkilerinde uzlaşma aramaya sevk 
ediyordu. Nitekim Atatürk Mersin ve Adana’dan döndükten sonra, Fransa Türkiye’nin Sancak’ın güvenliği sorumluluğuna katılmak talebine olumlu 
cevap verdi. 3 Temmuz 1938’de iki taraf 2400 kişilik takviyeli bir Türk alayının Sancak’a konuşlanması konusunda anlaştılar. Türk alayı 4 Temmuz’da 
Hatay’a intikal etti. Aynı gün Ankara’da imzalanan bir Dostluk Antlaşması ile Türkiye ve Fransa Sancak’ı ayrı ve bağımsız bir varlık olarak tanıyor ve onun 
bütünlüğünü teminat altına alan 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma hükümlerini yerine getireceklerini teyit ediyorlardı.

Türk-Fransız Antlaşması’nın imzasını takiben Ağustos 1938’de yapılan seçimlerde Türkler Sancak Meclisinde 40 milletvekilliğinden 22’sini kazandılar, Aleviler 9, Ermeniler 5, Araplar 2 ve Grek Ortodokslar 2 milletvekilliği elde ediyorlardı. 12 Eylül’de toplanan Meclis Sancak’a Hatay adını verdi.

Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasından sonra Türkiye ile bir ittifak peşinde koşan Fransa, Ankara’nın ısrarı karşısında İttifak akdi ile Hatay sorununun nihai 
çözümünün bir arada yürütülmesine razı oldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ı Türkiye’nin sınırlarına dahil eden anlaşma imzandı ve bir süre sonra da Milletler 
Cemiyeti’ne tescil edildi. Hatay Meclisi ise, anlaşma daha yürürlüğe girmeden, 29 Haziran’da oy birliği ile Türkiye’ye katılmak kararını almıştı.

Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri olduğu kuşkusuzdur. Zamanın lehimizde olan koşulları en iyi şekilde değerlendirilmiş, baskı ve uzlaşma politikaları arasındaki denge ustalıkla ayarlanmış, safha safha kademe sonuca doğru ilerlenmiştir. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda, özellikle Kıbrıs meselesinde, vahim zamanlama hatalarının birbirini takip ettiğini gördük, hep “en iyi”nin peşinde koşarken “iyi”nin kaybedilebileceği takdir edilemedi. Sorunlar arasındaki etkileşim çok kere gözden kayboldu.

Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ dan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür. Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar ve çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş patlak verdi. 1821-23 yılları asarında yine karşı karşıya gelen iki devlet Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi açık olmadığından anlaşmazlıklar ve ihlâller devam etti. 1847’de, yine Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***