Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güvenlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 2

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 2




Yunanistan.,

İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da,
ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması
mümkün görülmemektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday
ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her
an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin
zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla
“Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini,
Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş
birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK
terörüne destek veren ülkeler arasındadır. Kıbrıs konusu, karasuları, kıta
sahanlığı, FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile
ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY
ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki
sahasını arttırma çabaları konularında Türkiye’ye problem çıkarmaktadır.
Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir. Sürekli üstün durumda
bulunmamızı gerektirir.

Bulgaristan.,

Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip
NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit
olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz dost bir ülke
konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme
potansiyeli olduğundan dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.

İç Tehditler.,

Bölücülük Tehdidi.

İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan
eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel
ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir.
Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak,
milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük
sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme,
bölücülük tehdidinin dolaylı bir nedeni olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları,
özgürlükler ve demokrasi kavramları, küreselleşme adına hâkim unsurların
dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanılmaktadır.
Avrupa Birliği (AB) tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan,
hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye
Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı
bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündeme
getirilmiştir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü
aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmiştir.
Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme
oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak
değerlendirilmektedir. AB’nin bu yaklaşımları da bölücülük tehdidinin bir
parçası olarak değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa
dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki
yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüştürülmesi amacı, geçerliliğini
korumakta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki
bu yerel yönetimi korumaktadır. Türkiye’yi bağımsız bir Kürt Devleti’nin
kurulması yönündeki oluşuma hazırlamak için iç ve dış basında çıkan yazılar,
yapılan yorumlar ve konuşmalara dikkat edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin
bu durumu kabullenmesi için hamilik, iyi ilişkiler gibi söylemlere itibar
etmemesi ve kamuoyunun da bu konuda aydınlatılması önleyici tedbirler
olarak faydalı olacaktır.

Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet
yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye
kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki
hedef de üniter devlettir.

Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak
kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde
kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale
getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha
tehlikelidir. Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir.
Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış
müdahaleye kadar uzanabilir. Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma
gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif
olma çabaları gözden kaçmamaktadır. Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir
siyasi parti ile de desteklenmektedir. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de
Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “terör yapma, siyaset
yap” anlayışının ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. Türkiye, hem iç
hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan
bölücülüğe karşı tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli
faktördür.

Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile
ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar
vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir.
Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket
edilmesi esas alınmalıdır. AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan
ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog
içinde olunmalıdır. Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine,
aşırılığa kaçmadan ve muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir.
Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı, güvenliğimizin hiçbir ülke veya
yönetimin inisiyatifine bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da
arkasında kararlılıkla durulmalıdır.

Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her
yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak
kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve
devlet otoritesini sarsmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan
bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak
hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk
devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi de bu konuda önemli bir
etkendir. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için
bir takım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir. Bu konuda
tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri
tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması
zarureti de bulunmaktadır. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirlerin takip
etmesi de gerekmektedir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği
olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli
olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir.
Kamuoyu desteği kazanmanın ve hareketin halk tarafından benimsenmesi için
de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.

İrtica Tehdidi.,

Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim
düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere
bağlı olması, değişime adapte olamaması veya çarpık adaptasyona tabi olması,
açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam
yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana
çıkmaktadır. Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar
bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve
çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça
devletin kadrolarına sızmış ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı
altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmaktadır. İrticai unsurlar laiklik
karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal oluşumlar
vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedirler. Ülkemizdeki
etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli
çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün
kurumların laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda
olması, demokratik sistem içinde irtica ile mücadele etmesi gerekmektedir. Bu
konuda yapılacak mücadele, samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin
ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerini rencide etmemelidir.
ABD’nin Yeni Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri
ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın açıklamalarından ve Dışişleri Bakanı
Clinton’un Türkiye ziyaretinden ve yine Başkan’ın Türkiye’ye yaptığı
ziyaretteki ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki
düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak
mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler
kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol
sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Önceki dönemde bu politikayı
gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak
benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu
yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu
yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini
değerlendirmekte fayda görülmektedir. ABD ile “Stratejik Ortak” olmadığımız
ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde
“Stratejik Müttefiklik” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek
hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerin tek taraflı değil karşılıklı menfaat
ilişkisine oturtulmasını, al-ver durumunu birbirine zarar vermeden
gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. “Model Ortaklık” tabirinin “Stratejik
Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye
olan davranışlarında değişiklik yapmasının, değişik bir strateji ile yaklaşmasının
altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu beklentilerinin
neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün
olabilecektir.

ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü
ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush
görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve
onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi
karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD
yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış
göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam
ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur.
Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün
sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı,
Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu
karşılanmıştır. Ülke içinde, hatalı bir yaklaşım da olsa, zaman zaman “Kürt
Sorunu” olarak adlandırılan konuya, çözüm adı altında birtakım açılımlarda
bulunabileceği yönünde çalışmalar yapıldığına ilişkin, devlet yetkililerinin
ifadelerine de rastlanmaktadır. Bu durum “Terörle bir yere varılamaz”
anlayışına ters düşmektedir. Terör yerine siyaset yapılması, bu maksatla PKK
teröristlerine af çıkarılması yönünde isteklerle karşılaşılmaktadır. Bu konu
ABD’nin bazı devlet yetkilileri tarafından da sık sık dile getirilmiştir. 

Bölücü terör hareketinin ara hedefinin konuyu siyaset alanına taşımak, hatta kendisinin siyaset sahnesinde rol almak olduğu dikkate alınmalıdır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük faaliyetinin bölücü terörden daha tehlikeli olduğu unutulmamalıdır.
Obama, Türkiye ziyaretinde, Kürtçe TV’nin açılmasını olumlu karşıladığını, Eğitim dahil Kürtlere tanınan hakların arttırılmasını beklediğini söylemiştir. 

Bu konunun aynı zamanda terör örgütünün taleplerinden olduğu ve bölücülüğe
hizmet ettiği unutulmamalıdır. Siyaset yolu ile bölücülük yapılmasına asla
müsaade ve müsamaha edilmemelidir.
  ABD’nin Kürt konusundaki yaklaşımlarında, iç hassasiyetler de dikkate alınarak ihtiyatlı olunması zarureti bulunmaktadır.

ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde çekeceği ve 2011 yılı
sonuna kadar bu işlemi tamamlayacağına ilişkin iki ülke arasında yapılan SOFA
antlaşmasında hüküm bulunmaktadır. Yeni yönetimin, kuvvetinin önemli bir
kısmını erken çekme arzusunu gerçekleştirecek bazı değişiklikler olabileceğini
dile getiren açıklamaları olduysa da, bu plana ana hatları ile uyum göstereceği
anlaşılmıştır. ABD, Irak ordusunun yeniden yapılandırılması, organizasyonu,
lojistik desteği için istekte bulunmuştur. Bu maksatla Türkiye ile Irak arasında
bir protokol imzalanmıştır. Önümüzdeki dönem için de ABD, askeri
kuvvetlerinin Irak’ı tamamen terk etmesi veya mevcudunun azalması halinde
çeşitli şekillerde ortaya çıkabilecek kuvvet zafiyetini Türkiye vasıtasıyla
giderme konusunda ön talepte bulunabilecek, doğabilecek bir çatışma ortamında
Türkiye’den destek isteyebilecektir.

ABD’nin, kuvvetlerinin önemli bir kısmının Irak’tan çekilmesini Türkiye
üzerinden yapma talebinde bulunduğu düşünülmektedir. Böyle bir talebin, bir
işgale son verme anlamını taşıması itibariyle olumlu karşılanmasında mahsur
olamayacağı değerlendirilebilir. Ancak bunun şartlarının uygun planlanması,
zaman, mekân, çekilme süresi ve kuvvet değerlendirmesinin iyi yapılması ve
kontrolünün tam sağlanması zarureti bulunmaktadır.

ABD, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak
algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına
imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde
bulunabilecek, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebilecektir.
Nitekim Obama Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette bu çerçevede ifadelerde
bulunmuş. Hatta PKK ile mücadelede Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki yapı ile
de işbirliği yapmasını öngörmüştür.

ABD, İran ile diyalog kurma ve müzakere etme konusunda yaklaşımlarda
bulunmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı ile yakınlaşmamasına
bağlı olduğuna inanmaktadır. Bu konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek
isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet
konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen
ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Obama Türkiye ziyaretinde,
İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya
konabilecek yaptırımlara Türkiye’nin uyması ve batı bloğu içinde yer almasını
çağrıştıran ifadelerde bulunmuştur. Bu konu önem arz etmektedir. Ayrıca
ABD’nin son tahlilde askeri müdahale gerektiğinde yine Türkiye’nin desteğini
talep edebileceği de göz önünde tutulmalıdır.

Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu
ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası
sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler
içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.
ABD, Türkiye’nin, son yaşanan gerilimler dışarıda tutulmak kaydıyla, İsrail ile
uzun bir dönemdir kurduğu olumlu diyalogdan ve ilişkilerden istifade ile
Suriye-İsrail barış sürecine katkısının devamını talep etmektedir.
ABD, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabilir.

Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla
eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermekte
ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi müttefiklerinden de destek vermelerini
ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmektedir. Bu konuda
Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını
talep etmektedir. 3-4 Nisan 2009’da yapılan NATO Zirvesi’nde yine dile
getirilmiş ve müttefiklerin 5000 asker daha göndermeleri kararlaştırılmıştır.
Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve
yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve
güvenmektedir. ABD Türkiye’nin Afganistan’daki sempatik ve kabul görme
durumundan istifade etmek istemektedir. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama
faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden
inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta,
ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını
da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. Komuta
Türkiye’ye geçtiğinde 750 kadar olan asker sayımızın doğal olarak bir miktar
artacağı 1000 civarına çıkacağı düşünüldüğünde, NATO’nun 5000 asker
arttırma isteğinden payımız düşenin karşılandığı kabul edilebilir. Ancak
görevlendirme yine Kabil ve civarının güvenliği çerçevesinde olmalı, çatışma
sahasında Türk askerinin bulunmamasına özen gösterilmelidir. Bu çizginin
dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye-
Afganistan- Pakistan arasında bir müddettir yapıla gelmekte olan üst düzeydeki
temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da istikrara
hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da
olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır. Taliban’ın militan olmayan
kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı
düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan
dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Bu
gelişmede elde edilecek olumlu sonuçlar, Türkiye’ye uluslararası ortamda
prestij sağlayacak, bölge üzerinde sevgi, sempati ve hoşgörüye dayanan bir
etkinlik oluşturulmasına imkan yaratacaktır. Bu durum, Afganistan’daki
istikrarın sağlanmasına hizmet edeceğinden, aynı zamanda NATO ve
müttefiklere de katkı sağlama, yardımda bulunma anlamına gelecektir.
Türkiye’nin Afganistan konusundaki katkılarını sadece muharip asker katkısı ile
ölçmek mümkün değildir. Türkiye’nin bu konudaki girişimleri son derece etkin
ve olumlu sonuç almaya yöneliktir.

Genel olarak ABD, Arap ve Müslüman dünyası ile ilişkilerde Türkiye’nin bir
bölge ülkesi olmasından, nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olmasından
ve göreceli olarak muhafazakâr yaklaşımlar sergileyerek bölgede sempati
toplamasından, ancak aynı zamanda laik ve demokratik yapısı ile Batı
değerlerini taşımasından istifade etmek istemektedir. ABD ölçüsüz güç
kullanarak kontrol sağlama konusunda netice alınmayacağını idrak etmiş
durumdadır. Ayrıca yaşanan küresel ekonomik krizden en fazla etkilenen, hatta
krizin kaynağı olan ülke konumundadır. Bu nedenle bir müddet için daha
yumuşak politikalar uygulayarak zaman içinde yeniden politik, ekonomik ve
askeri alanlarda güç toplamayı tercih etmektedir. Bu nedenlerle uygulayacağı
politika ve stratejilerde Türkiye’nin jeopolitik durumuna, tarihi ve kültürel
değerlerine önem veren bir anlayışla hareket etmektedir.
Kırgızistan, ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. Manas,
Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem
taşımaktadır. Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte
bulunabileceği değerlendirilmektedir. Ancak Kırgızistan, Manas üssü
konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli
görünmektedir.

Diğer önemli bir konu da “Sözde Ermeni Soykırımı” ve “Ermenistan ile
ilişkiler” meselesidir. Obama’nın seçim kampanyalarında güçlü şekilde dile
getirdiği konulardan biri de Ermeni soykırımını tanıyacağı sözüdür. Obama her
ne kadar Türkiye ile stratejik ilişkileri geliştireceği ve güçlendireceğini ifade
etse de bu durum, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir.
Diaspora bu durumda etkisini arttırabilir, Ermenistan bundan güç alabilir.
Tanınmadan sonra sırada olduğu nitelendirilen tazminat ve toprak konuları
zaman içinde gündeme getirilebilir. Bu durum Türkiye’yi politik açıdan
meşgul ve rahatsız edebilir. Aslında bu konu ABD’de birçok eyalette kabul
görmüşse de, merkezi yönetimde böyle bir karar alınması, önemli olarak
mütalaa edilmektedir.

Seçim döneminde söylenenlerle, icraatta karşı karşıya gelinen gerçeklerin
birbirini tutmadığı geçmişte yaşanmıştır. Bu konudaki beklenti, başkanların
tutumlarında değişiklik olabileceği yönünde olmasına rağmen, bu kadar güçlü
bir vaatten nasıl vazgeçileceği bilinmemektedir. Yeni ABD yönetimi bir
taraftan bölgede istikrar sağlanmasını arzu ederken, diğer taraftan da
seçmenine ve genel olarak halkına karşı, sözde Ermeni soykırımının ABD
Meclisi’nde kabulü sözünden vazgeçmeyi nasıl savunacağının hesabını
yapmaktadır. Vazgeçmenin Türkiye açısından bedelinin olabileceği
düşünülmektedir. Ermenistan ile olan ilişkilerde yeni ve karşılanması zor
taleplerde bulunulabilir. Bu nedenle tasarının çıkmasını önleyici, çıkması
durumunda da karşı koyucu önlemler konusunda değerlendirmeler yapılması
gerekli görülmektedir. Bu konuda Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de
yaptığı konuşma şüpheler yaratmıştır. Tarihle yüzleşmekten çekinilmemeli
demiş, 1915’de arzu edilmeyen olayların yaşandığını ifade etmiştir. Ancak
diğer taraftan da bu meselenin Türkiye ile Ermenistan arasında çözümleneceğini, ABD olarak karışılmaması gerektiğini de belirtmiştir.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki yeni açılımları desteklediğini ve ilerlemesini
arzu ettiğini de açıklamıştır. Ancak bu gelişmelerin Azerbaycan’ı gücendirdiği
de dikkate alınmalıdır. Azerbaycan’dan hiçbir temsilcinin İstanbul’da yapılan
Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmaması manidardır.
Ermenistan’ın soykırım iddiasından vazgeçmeden, sınırlarımızı tanıdığını ve
Doğu Anadolu topraklarında iddiası olmadığı açıklamadan ve bunu teyit
etmeden, Azerbaycan’da işgal ettiği topraklardan çıkmadan Türkiye’nin tek
taraflı açılım yapması durumu, yeniden değerlendirmeye ihtiyaç gösteren bir
konu olarak karşımızı çıkmaktadır. Batı, AB, ABD istedi diye karşılıksız
açılımda bulunulması prestij kaybına, dostları kaybetmemize, zaman içinde
tehdit oluşmasına yol açacağından üzerinde tekrar tekrar düşünülmesini zaruri
kılmaktadır.

Obama, seçim konuşmaları esnasında Türkiye’yi, Kıbrıs’ta işgalci güç olarak
nitelendirmiştir. Bu durum, hem Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, hem
Yunanistan’ın, hem de AB’nin yaptırımlar ve tavizler kapsamında Türkiye’ye
karşı elini güçlendirmektedir. Esas itibariyle ABD’nin Kıbrıs politikasına
baktığımızda ABD; Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişmeleri, Doğu Akdeniz
güvenliğinin bir parçası olarak algılamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’a ilişkin bir
çözüm, ABD için ikinci önceliktedir. ABD, Türkiye-Yunanistan arasında
meydana gelebilecek bir çatışmayı, sadece NATO müttefikleri olmaları
açısından değil, aynı zamanda ABD için hayati öneme haiz bölgelerin güvenlik
ortamını doğrudan etkilemesi ve kendi çıkarları açısından önlenmesi gereken
bir durum olarak da görmektedir. Diğer taraftan İngiltere, garantörlük hakkını,
Adadaki üslerinin korunmasına yönelik bir imtiyaz olarak görmekte, çözümde
de İngiliz çıkarlarının korunmasını esas almaktadır. Bu nedenle İngiltere
AB’ye üye olurken üsleri, AB statüsünün dışında bırakmaya özen göstermiştir.
ABD’nin de bu üslerden yararlanması, onun da meseleye İngiltere gibi
bakması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Obama Türkiye ziyaretinde, Kıbrıs
konusunda, birleşik, iki federasyonlu bir yapı oluşturma yönünde devam eden
müzakere sürecini desteklediğini ifade etmiştir. İzolasyonların kaldırılmasından söz etmemiştir. Türkiye’nin, ABD’nin Kıbrıs konusunda olabilecek yeni bir yaklaşımlarını, yukarıdaki argümanları kullanarak karşılamasının uygun olabileceği değerlendirilmektedir.

SONUÇ

Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel
tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece
askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve
kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. 
Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok
proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler
önem arz etmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilim, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in ve bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Küreselleşme bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından
yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir.
Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas
korunması gereken nokta budur.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditlerin çevre
ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya
etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi
sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü
kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere
hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirecek  yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir.
Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu
gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerin de içinde olduğu kültürel
yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan
ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk
devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus
devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir.
Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma,
menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç
çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşmalar yaratmakta, birlik ve beraberliği
bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu gibi
zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemeli, aynı
gemide olduğumuz hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Türkiye’nin
güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği,
içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.
Uluslararası ilişkilerde dostlukların değil, menfaatlerin söz konusu olduğu
gerçeğinden hareketle, başta ABD olmak üzere tüm diğer güçlerin
yaklaşımlarını bu çerçevede değerlendirmekte fayda görülmektedir. Duygusal
hareket etme temayülünden kaçınılmalı, güvenliğimize zarar verme ihtimali
olan her girişime karşı ihtiyatlı olunmalıdır.

KAYNAKÇA

ATASOY, Fatih, Küresel Milliyetçilik, Tevfik DALGIÇ Batılılık, Küreselleşme
ve Kemalist Milliyetçilik üzerine bazı görüşler.
BÜYÜKANIT Yaşar, Güvenliğin Yeni Boyutları Ve Uluslararası Örgütler
Konulu Sempozyum Açış Konuşması, 31 Mayıs 2007.
DEMİR, M. Faruk, 21. Yüzyılda Türkiye İçin Yeni Bir Milli Güvenlik Siyaseti /
Stratejik Öneriler Belgesi, 2002.
İLHAN, Suat, Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1989.
KUBALI, Ali Nail, Yeni Asır Gazetesi, Yükselen Milliyetçilik, Erişim tarihi:
25 Mart 2009.
KULOĞLU, Armağan, Küreselleşme ve Milliyetçilik,
, Kasım 2006.
KULOĞLU, Armağan, ABD’deki yeni başkanlık döneminin Türkiye’nin
güvenliğine muhtemel etkileri, www.globalstrateji.org, 02 Aralık 2008.
KULOĞLU, Armağan, Ulusal güvenlik kapsamında sivil-asker ilişkileri,
Ekoenerji dergisi, Aralık 2008, Sayı: 24.
KULOĞLU, Armağan, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin tehdit
algılamaları ve güvenlik sorunları, Ekoenerji Dergisi,Şubat 2009,Say:26.
KULOĞLU, Armağan, 60 yıllık ittifak NATO ve Türkiye, Ortadoğu Analiz
Dergisi, Nisan 2009, Sayı:4.
ÖZ, Ali Esgin, Ulus devlet ve Küreselleşmeye ilişkin bazı tartışmalar,
www.cumhuriyet.edu.tr/edergi/makale/49.pdf Eriş.tarihi: 23.3. 2009.
TEZKAN, Yılmaz Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, İstanbul, Mart 2005
YILMAZ, Sait, 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Milenyum Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.
YILMAZ, Sait, Ulusal Savunma, Kumsaati Yayınları, İstanbul, Nisan 2009.
Bölgesel Sorunlar ve Türkiye sempozyumu bildirileri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Mayıs 2008.
Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Sınırlarını Belirleyici Unsurlar,
, 2 Eylül 2008.
3,4,5,6,7 Nisan 2009 tarihli gazeteler, TV ve radyo programları.


****

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1






Armağan KULOĞLU*
*  E.Tümg., Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Danışmanı


ÖZET

Türkiye`nin Politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesi nin ve buna Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. 

   Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden
almaktadır.


TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI.,

Güvenlik Ve Ulusal Güvenlik.,

Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu
kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik,
psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Reaktif (etkitepki)
yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma
anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların
ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına
bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri
öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak,
bu mümkün olmuyorsa yönlendirmek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek
amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler süreci olarak tanımlamak mümkündür.
Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif
yaklaşımlardır. Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana
boyutta önem kazanmaktadır. Politik güvenlik, devletin yapısının ve onun
yönetiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve / veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi
ve korunmasını kapsamaktadır.

Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün
çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek biçimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzlarının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. 
   Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve
mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar
olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve
korunmasıdır. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara
ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir.
Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve
endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik
hususlarını kapsar. Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı
olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal
çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket
noktasıdır. Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların
değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi,
bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmektedir.
“Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik
çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki
güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir.
Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer
güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından
politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile
doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun
şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi
konumundadır.

Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslararası
konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden
belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedeflerin de göz önünde
bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki
çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.
Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi),
Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu
kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna
açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen
belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak
bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde
fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. Bu suretle
hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi
olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate
almaları sağlanabilir. Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli
olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.

Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi

Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı,
sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir.
Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik
ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir
denge gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri
görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren
yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik,
demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve
güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye
olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler,
uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler
Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak
değerlendirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin savunma sanayi, araştırma ve geliştirme çalışmaları,
harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılıktan kurtulmak için
milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunduğu askeri iş birlikleri, üyesi
olduğu uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan
ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları,
konvansiyonel silahlar ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut
belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları Türkiye`nin askeri güvenlik sınırlarını
belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.

Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü
olmak üzere politik gücünün ve askeri gücünün en azından bölgesel bazda yani
etki alanı olması gereken bölgelerde kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi
alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.
Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel,
teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate
alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle
etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı
kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in
bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.
Ancak, Türkiye`nin bu bölgeleri şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi
görünür gelecekte mümkün görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye`nin bu
bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş
birliğine ihtiyacının olduğu ve bu bölgelerde çıkar sağlamaya çalışan diğer
devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlendirilmektedir.

Risk Ve Tehditler.,

Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak
istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından
rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı
karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir. Değerlerin korunması,
ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere
karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir. Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile
tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir. Ancak bir
konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın
zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli
imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel
Merkez’ Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik
algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe
doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve
irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının
yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi
asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek
istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk
ve tehditleri içermektedir.

Küreselleşmenin Tehdit Boyutu.,

Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı
teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine,
merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı
demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri
açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden
olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin
yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde
olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedefleridir.
Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel
alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya
siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin
politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği,
ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki
denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal,
sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak
kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile
paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin
varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması;
vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları
dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir.
Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik
meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm
dünyada etkisini göstermektedir.

Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu
yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve
egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu
korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna
göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda
küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir.
Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile
birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik
tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Ülkemizde de
küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır.
Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde
savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas
alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur.

Türkiye’nin Etki Ve İlgi Alanındaki Ülkeler Ve Tehdit Algılamaları
Türkiye’nin güvenlik algılamaları doğal olarak tehdit algılamaları ile doğru
orantılıdır. 21. yüzyıldaki tehditler de küreselleşmenin yaygınlaşmasına
paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır.
Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin
hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının
yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç
hareketleri gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan
dış tehditler; jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören
bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek
mümkündür. Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı
alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır.
Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve
hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli olarak mütalaa
edilmektedir.

Dış Tehditler.,

Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan,
genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya
edilemeyecek Türkiye’nin çevresindeki ülkeler ile tehdit olarak nitelendirilen
diğer akımları incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır.

Rusya,

Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik
politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler
Birliği ve Varşova Paktına karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu
ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir.
Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir
konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün
bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün
olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği
ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır.
Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta
Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir
iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız
ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum izlemeyi gözetmemizde
fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir
potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir,

Ukrayna ve Gürcistan,

Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir.
Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının
etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak
gerekmektedir.

Ermenistan.,

Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın
bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası
ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilirler.
İlişkilerin düzelmesi yönündeki gelişmeler kısa vadede göreceli sonuçlar
verebilir. Ancak anlaşmazlığın tamamen çözümünü beraberinde
getirmeyeceğinden diasporanın etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim
doğabilir. Diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlar yaratabilir.
Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke
konumundadır.

İran.,

Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular
beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima
rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu
görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın
birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği
konusunda üstün duruma gelmek için PKK/Kongra-Gel örgütüne verdiği
desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda
Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik
alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi toprakları içinde,
hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun
uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, ona zayiat verdirdiği, bu
konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi,
bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin
desteğini kazanmak istemesi ve aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi
oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan
beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği
değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve
ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini,
ancak bunu çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de,
Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası
kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde
kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.
Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması
Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu bakımdan İran’ın nükleer
silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin
Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak
komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın
ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini
tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan
yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile
mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber
yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler
bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı
dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi
ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan
uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir. Müdahale kaçınılmaz
duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler
açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde
ilerleyen zaman içinde ABD’ye dolaylı destek vermesi tercih edilebilir. Ancak
bunun zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de
düşünmek gerekir. İran ülke gücü açısından tehdit olabilecek boyutta bir
ülkedir. Ancak tehdit olma durumu şartlara göre değişebilmektedir.

Irak.,

İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda,
henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. 

Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü
sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre
olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul
edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda
olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma
durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin
teröre olan desteği, tutum ve davranışlarının, tehdide sebep olmaması için
ihtiyatlı olunması gerekmektedir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini
müteakip, ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine
sıcak bakılmamalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.

Suriye.,

Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde
Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır. 1999 yılında terörist
başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü
barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda
olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi
topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde
bulunmuştur. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın
düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege
ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine
girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir
noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki
buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen
tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan
PKK terörüdür. Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan
etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda
kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik
gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını
üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur.

Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam
etmektedir. Memnuniyet verici olan bu gelişmenin, şartların değişmesi ile
yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceğini de dikkate almakta yarar
görülmektedir.

Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı
gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler,
anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine
angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın
sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi
ilişkilerinden faydalanarak, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya
çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkeler, hem bölge ülkeleri, hem de
uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık
duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir.
Arabuluculuk faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde
İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde
kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin,
arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları, girişimlerinin dozajını
ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda
düzenlemesinde yarar görülmektedir.

İsrail.,

Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi
içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında
olmuştur. ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit
olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta
tereddüt etmemiştir. Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir.
Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir.
Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi
konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri vardır. Özellikle ABD’den kaynaklanan
ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke
vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak diğer taraftan İsrail’in tutum ve
davranışlarının gözetim altında tutulmasında da yarar görülmektedir. Türkiye
ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman
Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt
Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek
verdiği de düşünülmelidir. İsrail yönetiminin, olumsuz bazı olaylarla
karşılaşılsa da, Türkiye ile olan dostane ilişkilerini devam ettirme yönündeki
davranışlarını dikkate almakta yarar görülmektedir. Bu konuda karşılıklı
menfaatlerin önemli rol oynayacağı anlaşılmaktadır. İsrail ile ilişkilerin,
karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke
konumunda olması önemli bir faktördür.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Avrupa Güvenliği NATO ve Türkiye

Avrupa Güvenliği NATO ve Türkiye.



 

Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK,
EDİTÖRDEN.,
Stratejik Araştırmalar Dergisi 34 cilt1 (sayı3), 
2009,


Beykent Üniversitesi Stratejik Arastırmalar Merkezi (BÜSAM) tarafından yılda iki kez yayınlanmakta olan Stratejik Arastırmalar Dergisi 3. Sayısı ile sizlere ulaşmaktadır.
BÜSAM olarak gördügümüz ilgi ve bize ulasan övgülerden memnunuz. Dergimiz siz akademisyenlerin katkıları ile simdiden akademik yayın hayatımızda öneli bir yer edinmistir. Simdi bu sayıdaki makaleleri gözden geçirelim.

Haydar Çakmak, Türkiye’nin uluslararası barıs ve Avrupa güvenligine yapacagı en önemli katkının jeopolitigine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen “medeniyetler arası çatısma” oldugunu söylemektedir. Türkiye’nin Avrupa Güvenliginin dısında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için olumsuz sonuçları olabilir. Sermin Tekinalp, yeni bir kültür projesinin destekçileri, bilinen çok kültürlülük tezine elestirel bir bakıs açısı getirerek her iki tarafın (yerli elitler ve digerleri) kültürlerinin uyumlastırılmasını amaçladıklarını söylemektedir. Ümit Özdag ise devlet yönetiminin, operasyonların, savasların sadece dogasını degil sonucunu da belirleyen istihbaratın sadece bir sosyal bilim olmakla kalmayıp aynı zamanda bir sanat oldugunu söylemektedir.

Armagan Kuloglu Türkiye’ye müteveccih dıs ve iç tehditler bulundugunu
söylemektedir. Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildigi gibi, Türkiye’nin
etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulundugu bölgelerden, küresel güç
unsurlarından, ilgi sahasındaki gelismelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplastırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Sait Yılmaz, Rusya’nın geçmiste oldugu gibi Batı ve Dogu arasındaki çeliskisini Putin-Medvedev ikilisinin ‘bagımsız büyük güç’ olma hevesi ile asmak istedigini söylemektedir. Soyalp Tamçelik, Kıbrıs’ta taraflar arasında yasayabilir bir anayasayı hazırlamak, uygulamak ve buna dayalı barısı tesis etmek için nelerin gerektigini ortaya koymaya çalısmaktadır.
Senem Atvur, Kongo’daki etnik temelli çatısmaların geri planında özellikle zengin
maden kaynakları üzerindeki çıkar mücadelelerinin etkili oldugunu söylemekte dir. Oguz Ketenci ise Avrupa Birligine üyeligini istemeyen Fransa ve Almanya’ya karsı Nabucco projesinde ABD‘in destegini almayı basaran Türkiye’nin bu projedeki rolü ve öneminin Avrupa Birligi’ne giris için yeterli olup olmayacagını sorgulamaktadır. Rıdvan Karluk ise Avrupa Birligi de Orta Asya ile iliskilerini gelistirmek için yeni stratejiler gelistirme zorunlulugunu hissettigini ifade etmektedir. Avrupa Birligi’nin bu bölgeye ilgisi enerji ve istikrar olmak üzere iki ana baslıktadır.

Yeni Sayı için makaleleriniz bekliyoruz.

Yrd.Doç.Dr.Sait Yılmaz
Genel Yayın Yönetmeni



***

AVRUPA GÜVENLİĞİ, NATO VE TÜRKİYE 


Haydar Çakmak*
* Prof.Dr. Gazi Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, 
  hcakmak@gazi.edu.tr 


ÖZET.,

Soğuk Savaş dönemi Avrupa Güvenliğini tehdit eden Sovyetlerle birlikte birçok unsur ortadan kalkmış ancak yeni dönemde kendi tehditleri ve 
tehlikeleriyle gelmiştir. Yeni tehdit ve tehlikeler Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki yerini belirlemiş olacaktır.

Avrupa Birliği, Avrupa ve çevresinde tespit ettiği on altı potansiyel çatışma sorununun on üç tanesi Türkiye’nin çevresinde yer almaktadır. 
Türkiye Avrupa güvenliğinde NATO aracılığı ile bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin uluslararası barış ve Avrupa güvenliğine yapacağı en önemli 
katkı jeopolitiğine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen “medeniyetler arası çatışma”dır. 
Türkiye’nin Avrupa Güvenliğinin dışında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için olumsuz sonuçları olabilir.

Türkler, Avrupalıların gündeminde 11.y.y’dan beri vardır ve (1071 Malazgirt zaferi) 18.y.y’ın ikinci yarısına kadar Avrupa Güvenliği’ni tehdit etmişlerdir.
Büyümeleri sürekli Avrupalıların aleyhine olmuştur. Ancak 18.y.y.’ın ikinci yarısından 1923’e kadar Avrupalılar Türklerin güvenliğini tehdit etmiş ve
Türklerin aleyhine büyümüşlerdir. İki taraf arasındaki güvenlik işbirliği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na
katılmayarak tarafsız kalmıştır. Ancak, SSCB savaşın galiplerinden biri olarak Türkiye’den toprak talebi ve Boğazlar Statüsü’nde kendi çıkarına 
değişiklikler istemiştir. Bir nevi tarafsız kalmanın bedeli istenmiştir.

   Türkiye Ulusal güvenliğine yönelik bu ciddi tehdidi beri taraf etmek için
Avrupa güvenlik sistemine 1949’da kurulan, batının güvenliğinden sorumlu
NATO’ya girmek için önemli çabalar göstermiştir. Türkiye çabalarının
sunucunda 1952’de NATO’ya girmiş ve Avrupa kolektif güvenliğinde yer
almıştır. Bu yolla hem kendi güvenliğini sağlamış hem de Batı Avrupa’nın
güvenliğine önemli katkılarda bulunmuştur. Türkiye, batı dünyasının en büyük
tehdit olarak gördüğü Sovyetler Birliği’ne hem denizden hem de karadan
komşu olması nedeniyle batının bir ön karakolu görevini yapmıştır. 1950-1990
Soğuk Savaş döneminde, iki blok arasında ciddi krizler (Kore, Küba, Vietnam,
Kamboçya vb.) olmuş ancak genel bir savaş veya ciddi çatışmalar olmamıştır.
Soğuk Savaş sonrasında en büyük düşman veya en büyük tehdit Sovyetler
Birliği ortadan kalkınca Avrupalılar güvenlik ve savunma politikalarını gözden
geçirmek zorunda kalmışlardır.

54 yıl dünya barışına ve Avrupa güvenliğine büyük katı sağlayan NATO’nun
varlığı veya artık gerekli olup olmadığı Soğuk Savaş sonrası tartışılmaya
başlanmıştır. Zira Doğu bloğunun güvenlik örgütlenmesi olan Varşova Paktı
Soğuk Savaş’tan sonra kapanmıştır. Ayrıca, Avrupa güvenliğine önemli katkı
sağlayan ABD’nin de Avrupa’daki varlığı tartışılmaktadır. Bir başka deyişle
ABD’den daha bağımsız bir Avrupa istemektedirler. Bütün Avrupalıları
bünyesinde barındıran AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) yeni
dönemde canlandırılmak istenmiş, ancak AGİT’in NATO gibi iyi donanımlı
olmadığı için Avrupa’da ortaya çıkan krizlerde herhangi bir rol oynaması
mümkün olmamıştır.

Avrupa’nın güvenliğini tehdit eden unsurlarda değişiklik olduğu için
politikalarında da değişikliğe gitmişlerdir. Avrupa bugün en büyük tehdit
olarak uluslararası terörizm, insan kaçakçılığı ve batıya yönelik illegal göçler,
kitle imha silahlarının tehlikeli rejimlerin eline geçmesi, uyuşturucu madde ve
silah kaçakçılığı yoksulluk, gelir dengesizliği, yolsuzluk, çevre kirliliği,
başarısız devletler gibi sorunları ulusal ve uluslararası güvenliğe tehdit olarak
görmektedirler. Türkiye yeni dönemde yeni tehditlere karşı müttefikleriyle
eskiden olduğu gibi yine ortak güvenliklerinde işbirliği yapılmasını
istemektedir. NATO’yu yok ederek değil de yeniden yapılandırarak yeni
stratejiler ve politikalar yeni duruma uygun donanım gibi değişiklikler
önermektedir. Türkiye Soğuk Savaş döneminde Doğu-Batı ekseninde cephe
ülkesiydi. Soğuk Savaş sonrasında ise Güney-Kuzey ekseninde cephe ülkesi
durumuna gelmiştir. Yeni dönemde Avrupa Güvenliği’ne yeni stratejik boyutu
ile katkı sağlayacaktır.

Doğu Bloğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni durumda Avrupa’nın
güvenliğini bozacak faktörler nelerdir, ABD’nin Avrupa güvenliğindeki rolü
ne olacak, Avrupalılar kendi güvenliğini kendileri mi sağlayacaklar, küresel bir
rol üstlenmeye niyetleri var mı gibi benzer soruların yanıtları net olarak ortaya
çıkmadığı müddetçe Türkiye’nin Avrupa güvenliğindeki rolü de net olarak
belirlenemez. Ayrıca Soğuk Savaş sonrası bölgesel güç olarak nitelendirilen
Rusya Federasyonu ve Çin’in uluslararası güvenlikteki rolleri ne olacak?
Özellikle de Rusya’nın bir Avrupa ülkesi olarak yeni güvenlik politikası ve
Avrupa’ya karşı nasıl bir davranış ve politika içinde olacaktır? Çok karmaşık
ve çok sayıda bilinmeyeni bulunan Avrupa güvenliği konusunda Türkiye’nin
de net bir tavrı olamaz.

Rusya NATO’nun eski Sovyet ülkelerini üye olarak almasının dostça bir
davranış olmadığı ve Avrupa güvenliğini olumsuz etkileyeceğini
söylemektedir. Dolayısıyla Rusya Federasyonu Avrupa güvenliğine veya
güvensizliğinde yerini alacaktır. Ancak bugün itibariyle Rusya Avrupa
güvenliğinin neresinde net olarak belli değildir. Şurası bir gerçek ki Ruslar
Avrupalı bir ülke olduklarını ve Avrupa’daki istikrarsızlığın ve güvensizliğin
kendi güvenliğini de tehdit edeceği ve çıkarlarına aykırı olacağını birçok kez
açıklamışlardır. Soğuk Savaş dönemi Avrupa Güvenliğini tehdit eden
Sovyetlerle birlikte birçok unsur ortadan kalkmış ancak yeni dönemde kendi
tehditleri ve tehlikeleriyle gelmiştir. Yeni tehdit ve tehlikeler Türkiye’nin
Avrupa güvenliğindeki yerini belirlemiş olacaktır. Avrupalılar Soğuk Savaş
dönemindeki savaşı kazanmak anlayışından Soğuk Savaş sonrası barışı
koruma politikasına gelmişlerdir. Avrupa’dan kısa ve orta vadede büyük çaplı
bir çatışma veya savaş beklenmemektedir. Ancak yukarıda not ettiğimiz gibi
yeni dönemin getirdiği yeni sorunlar genelde uluslararası özelde de Avrupa
güvenliğini ve barışını tehdit etmektedir. Yugoslavya’nın parçalanması ile
ortaya çıkan etnik ve sınır kavgaları Avrupa’yı hem endişelendirmiş hem de
olumsuz olarak etkilemiştir.

Avrupa Birliği Avrupa ve çevresinde tespit ettiği on altı potansiyel çatışma
sorununun on üç tanesi Türkiye’nin çevresinde yer almaktadır (Özdağ, 2001:
428-432). Bu bölgeler bilindiği gibi Balkan, Kafkas ve Ortadoğu’dur. Türkiye
aynı zamanda Kafkas, Ortadoğu ve Balkan ülkesidir. Bunlara Türkiye’nin bir
Akdeniz ülkesi, bir Karadeniz ülkesi kimliğinde katmak zorundayız.
Türkiye’nin bu kadar geniş ve sorunlu bölgede bulunması dezavantaj gibi
görünse de aslında bu sorun sadece Türkiye için değildir. Zira Türkiye bölgede
istikrar ve barış adası gibidir. Türkiye bölgedeki krizlerin hiç birinde doğrudan
ilgili değildir. Ayrıca Türkiye bölge ülkelerinde istikrar bozucu dostça
olmayan bir politika ve davranış içinde olmamıştır. Bu bölgelerdeki
istikrarsızlık Türkiye’den bağımsız olarak Avrupa güvenliğini veya Avrupalı
ülkeleri etkilemektedir. Bir başka deyişle Avrupalı ülkelerin bu bölgelerde
çıkarları olması nedeniyle bölgedeki sorunlar, çatışmalar veya istikrar bozucu
politikalar sadece Türkiye’yi değil Avrupalıları da yakından
ilgilendirmektedir. Bu çatışmaların Türkiye ile doğrudan bir ilgisi yoktur.

Çatışma veya sorunlu bölgelerde Türkiye gibi dost ve müttefik bir ülkenin
olması Avrupa’nın da çıkarınadır.

Türkiye Avrupa güvenliğinde NATO aracılığı ile bir rol oynamaktadır. NATO
Nisan 1999’da Washington zirvesinde kabul ettiği yeni stratejisinde alan dışı
bir başka ifade ile NATO üyesi ülkelerin topraklarının dışında görev alması ve
operasyon yapması kabul edilmiştir. NATO alan dışına çıkmayı iki kurumsal
kararı ile sağlamıştır. Birincisi üye sayısını artırarak 16 üyeden 26 üyeye
ulaşarak ikincisi ise doğu Avrupa Orta Asya ve Kafkaslarda Barış için ortaklık
(BİO) çerçevesinde Rusya Federasyonu da dahil olmak üzere ilgilendiği
coğrafyayı genişletmiştir (Karaosmanoğlu, 2004: 20). Bu iki alan dışı
müdahale şekline Afganistan ve Kosova’da olduğu gibi üye ülkelerin onayı ve
Birleşmiş Milletlerin izniyle alan dışındaki uluslararası krizlere müdahale etme
durumunu da ilave etmek gerekir.

NATO’nun Avrupa güvenliğindeki rolü tartışılmaya açılmıştır. Dolaylı olarak
da üye ülkelerin Avrupa güvenliğindeki rolleri de tartışılmaya açılmıştır.
ABD’nin, Kanada’nın Avrupa güvenliğindeki rolünün eskisi gibi olmayacağı,
olmaması gerektiği tartışılmaktadır. Özellikle de Almanya ve Fransa gibi
Avrupa’nın en güçlü ülkeleri başta gelmektedir. Gerçekten de hiçbir şey
olmamış gibi davranmak da mümkün değildir. Eski düşman Doğu bloğu
ülkeleri sadece düşmanlıktan çıkmadılar üstelik NATO’nun üyesi olarak da
Avrupa güvenliğinin bir parçası oldular. Zaten bu nedenle de NATO tehdide
dayalı savunmadan vazgeçerek güvene dayalı savunmaya geçmiştir. Temmuz
1990’da NATO’nun Londra zirvesinde doğu bloğunun eski ülkelerinin artık
düşman olmadıkları resmen ilan edilmiştir.

Ocak 1994 Brüksel zirvesinde ise Barış için ortaklık (BİO) projesinin
başlaması karara bağlanmış AGİT’in üyeleri ile Avrupa Güvenliği için işbirliği
yapılması benimsenmiştir. NATO bir yandan güvenliğin politik yanıyla
uğraşırken bir yandan da yapısal değişiklik yaparak yeni döneme ayak
uydurmaya çalışmaktadır. Örneğin 1992’de NATO’da 65 karargah varken
1999’da 20’ye inmiş, 2003’de ise 11 karargaha inmiştir. Daha da ineceği
muhakkaktır. ABD soğuk savaş döneminde Avrupalı müttefiklerine
güvenlikleri için daha fazla para ayırmalarını ve daha fazla görev
üstlenmelerini isterken soğuk savaş sonrası ABD yine Avrupalılardan katkı
bekliyor ama eskisi gibi kendi işin başında bulunmaya devam etmek istiyor.
Bu durumun en önemli sakıncası Avrupa güvenliğini sağlayan en önemli
kurum olan NATO’nun tartışılmaya başlanması ve üye ülkeler arasında görüş
ayrılıklarının ortaya çıkmasıdır. Dolayısıyla savunma zaafa uğramaktadır.
Soğuk Savaş dönemi dayanışma ve işbirliği de zayıflamaktadır. Bunun en
anlamlı örneği Kosova sorununda NATO çerçevesinde Türk uçakları harekâta
katılmak için İtalya’nın Avianno üssüne gitmek için Yunanistan hükümeti
Türk uçaklarına hava sahasını kullanma izni vermemiştir. Bilindiği gibi Türk
uçakları Bulgar hava sahasını kullanmak zorunda kalmıştır. Bulgarlar da
yasalarına aykırı olduğunu söyleyip yasayı değiştirmek için bir aylık süre
istemiş ve bir ay sonra yasa değişmiş ve Türk savaş uçakları Bulgar hava
sahasını kullanabilmiştir. Yunanistan soğuk savaş döneminde Türk uçaklarına
hava sahasını kapatma gibi bir davranışta bulunamazdı. Aslında Türkiye’ye
karşı yapılan bu davranış her ne kadar Türk-Yunan ilişkilerinin tarihi sorunlar
ve günümüzdeki uyuşmazlıklar nedeniyle iki ülke arasındaki sorunlarla ifade
edilebilinirse de kolektif güvelik anlayışının temelinde kolektif güven vardır ve
bu kolektif güvenin parçası olan ülkeler birbirlerine güvenmekte samimi
olmalıdırlar.

Avrupalılar Batı Avrupa Birliği (BAB) bünyesinde oluşturdukları Avrupa
güvenlik yapılanmasında gerektiğinde NATO’nun olanaklarını kullanmak için
NATO üyesi ülkelerden izin istemişlerdir. Türkiye ve ABD başta olmak üzere
birçok NATO üyesi ülke Avrupalıların bu isteğine olumsuz yanıt vermişlerdir.
Zira Türkiye karar mekanizmasında bulunmadığı BAB’ın aldığı bir karar
aleyhine de olsa uymak zorunda olacağı için NATO’nun olanaklarını otomatik
olarak kullanmasına karşı çıkmış ve veto hakkını kullanacağını bildirmiştir.

BAB’a tam üye olmanın koşuluda AB’e tam üye olmak olduğu için Türkiye
BAB’e üye olamamıştır. Ancak Avrupalılar özelliklede Almanya ve Fransa
Avrupa güvenliğinin Avrupa Birliği içinde yürütülmesini isteyince Avrupa
güveliği için organize olan BAB’ın önemi kaybolmuştur. Zaten AB’nin 7-9
Aralık 2000 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde yapılan doruk toplantısında
BAB’ın görevlerinin AB’e devrine karar vermişlerdir. Böylece BAB içi
boşaltılmış bir tabela örgütü haline gelmiştir ( Çakmak, 2003: 237).
BAB’ın bu şekilde fonksiyonunu kaybetmesi Türkiye’yi olduğu gibi ABD’yi
de mutlu etmiştir. Avrupa güvenliği ile ilgili inisiyatif Avrupa Birliğine geçmiş
oldu. Avrupa’da böylece kendi güvenlik ve savunma politikasına sahip
olmuştur. Bu gelişmelerden sonra Türkiye ve ABD gerektiği takdirde
Avrupalıların NATO’nun olanaklarını kullanmaları konusunda tavırlarını
yumuşatmışlardır. 2 Aralık 2001’de Ankara’da AB’ni temsilen İngilizler ile
NATO’nun imkânlarının kullanılması için Türk vetosunu kaldırma
müzakereleri bir sonuç vermiştir. Varılan anlaşmada Türkiye’nin çevresinde
olacak müdahalelerde Türkiye’de karar mekanizması içinde bulunacak ve
Türk-Yunan uyuşmazlığında AB güçlerinin görev almaması koşulu ile Türkiye
NATO’nun imkânlarını Avrupalıların kullanmasını veto etmeyecek. Ankara
Mutabakatı adı verilen bu Anlaşmaya Yunanistan Türkiye’ye taviz verildi
diyerek itiraz etmiştir. Avrupa Birliği Dış politika ve Güvenlik Yüksek
Temsilcisi Javier Solana’nın özel gayreti ile taraflar arasında bir anlaşmaya 19
Mayıs 2003 Brüksel zirvesinde varılmıştır.

2000’li yıllardan itibaren yeni tehditler ve sorunlar ışığında Türkiye’nin
Avrupa güvenliğine katkısı ne olur? Avrupalılar Soğuk Savaş sonrası özellikle
Avrupa kıtasında genel bir savaş beklememektedir. Avrupa güvenliğini tehdit
eden unsurlar arasında başta terörizm, göçler, yoksulluk ve gelir dağılımı
bozukluğunun yol açacağı sorunlar, Atmosferin kirlenmesi ve uluslar arası
çevre sorunları, kitle imha silahları, uyuşturucu maddeler kaçakçılığı ve yaygın
kullanımı, başarısız Devletler, etnik ve sınır kavgaları ve medeniyetler arası
çatışma. Türkiye bu sorunların neresinde ve Avrupa güvenliğine nasıl bir katkı
sağlar. Yukarıda not ettiğimiz istikrar bozucu ve güvenliği tehdit edici
unsurların veya yol açtıkları sorunların çözümünde büyük ordulara gereksinim
yoktur. Bu sorunların çözümünde jeopolitiğinde rolü sınırlıdır. Dolayısıyla
Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki büyük bir orduya sahip olma ve
Sovyetlere sınır komşusu olma özelliği bugünkü tehdit için jeopolitik önemi
aynı oranda geçerli değildir. Ancak bu tür bir mantıksal yaklaşım sadece
Türkiye için değil bütün ülkeler için geçerlidir.

Günümüzdeki sorunlar daha yeni ve daha değişik çözümler ve olanaklar
gerektirmektedir. Soğuk Savaş sonrasına özgü sorunların oluşturduğu güvenlik
tehditlerine karşı diğer batılı ülkelerin ne kadar rolü olursa Türkiye’nin de o
kadar rolü olur. Bazı Avrupalı ülkeler gibi (İngiltere, Fransa ) Türkiye’nin
İmparatorluk ardılı bir ülke olması nedeniyle Türk imparatorluğu Osmanlının
eski topraklarında bulunan ülkeler sorunla karşılaştıklarında Türkiye’yi
yanlarında görmek istemektedirler. Özellikle de Balkanlarda Boşnaklar ve
Arnavutlar. Yugoslavya’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan Bosna-Hersek
Savaşında ve Kosova krizinde Türkiye çok önemli roller oynamıştır. Bu
oynadığı rol batılı bir ülke olmaktan ziyade Osmanlı İmparatorluğunun yerine
kurulan bir ülke olmasıdır. Bir başka deyişle Türkiye olmasıdır. Balkanlarda
çıkan sorunlarda Türkiye diğer Avrupalı müttefikleriyle aynı politikayı
paylaşamama riski vardır. Zira Türkiye tarihsel ve kültürel nedenlerle Boşnak
ve Arnavutların çıkarlarını savunmak zorundadır; Yunanistan, Rusya ve
Fransa’nın Sırpları, Almanya ve Avusturya’nın Slovenya ve Hırvatları
destekledikleri gibi.

Avrupa’da sınır ve etnik sorunlar mevcuttur. Bu sorunların büyük çaplı genel
bir krize dönüşmesi kısa ve orta vadede gözükmemektedir. Avrupa Birliğine
üye olan eski Doğu bloğu ülkeleri etnik ve sınır sorunlarını çözmeden Avrupa
Birliğine üye olmaktadırlar. İçlerindeki azınlıklara hukuki ve insani haklarını
vererek sorunun çözüldüğü inancı vardır. Sorun şimdilik çözülmüş görünmekte
ancak etnik sorunun kültürel haklarını elde etmelerinden sonraki aşaması kendi
kaderini kendisinin tayin etmesi aşamasıdır bu aşama Avrupa’yı tekrar büyük
çatışmaların veya krizlerin kıtası haline getirebilir. Doğu Avrupa’nın eski
üyeleri şimdi AB’nin üyeleridir. Bu ülkelerin tamamının birbirleriyle toprak ve
etnik sorunu vardır. Polonya’nın Almanya ile, Macaristan’ın Romanya ile
Yunanistan’ın Arnavutluk ve Makedonya ile, Arnavutluk ve Makedonya AB
üyesi değiller ama olacaklar. Dolayısıyla AB etnik ve sınır sorunlarını içine
almaktadır. Bu sorunları Doğu Bloğu kendi içinde dondurmuştur. Ama artık
durum farklıdır bu sorunların Avrupa güvenliğini tehdit etme riski vardır.
Türkiye’nin Batı güvenliğine ve uluslararası güvenliğe yapacağı en önemli
katkı batılıların haksız bir şekilde İslami terör diye nitelendirdikleri
uluslararası terör ile medeniyetler çatışması riskidir. Türkiye yirmi yılı aşkındır
PKK terörü ile mücadele etmektedir. Bu mücadele Türk silahlı kuvvetlerini ve
Türk polisini terörizme karşı özel yetenek ve tecrübe kazanmasına neden
olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk polisi NATO üyesi ülkeler içinde
ABD’den sonra yetenek ve tecrübe konusunda ikinci sırada yer almaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk polis teşkilatı yetenek ve tecrübe bakımından
Avrupa da birinci sıradadır. Türkiye askeri yeteneğinin dışında bir İslam ülkesi
olması nedeniyle İslam dünyası ile batılılar arsında köprü olabilir.
Türkiye’nin uluslararası barış ve Avrupa güvenliğine yapacağı en önemli katkı
jeopolitiğine ve kültürüne uygun olarak, Güney-Kuzey arasında beklenen
“medeniyetler arası çatışma”dır. Eğer medeniyetler arası bir çatışma olacaksa,
bu çatışmayı önlemek için dünyada en pozitif katkıyı yapacak ülke
Türkiye’dir. Medeniyetler çatışması dedikleri aslında Müslüman halklarla
Hıristiyan halklar arasında meydana gelecek bir çatışmayı kastetmektedirler.
Batılıların bu beklentilerinin nedeni aşağı yukarı her batılı ülkenin geçmişte
veya günümüzde sömürdükleri bir Müslüman ülke olduğu için Müslüman
halkların bir gün mutlaka bunun rövanşını alacakları düşüncesine sahip
olmalarıdır. Aksi takdirde kültürler nasıl savaşacak veya haçlı seferleri
zihniyeti nasıl geri gelecek hangi Müslüman ülke batıya Hıristiyansınız diye
savaş ilan edecek. Yahut hangi Hıristiyan ülke bir Müslüman ülkeye siz
Müslümansınız diye savaş ilan edecek. Türkiye doğu ile batı arasında sadece
coğrafi olarak değil, kültür ve politik iletişimi olarak, ülkesiyle, kültürüyle ve
rejimi ile her iki dünyanın da buluşma noktası olabilecek çeşitliliğe ve
farklılığa sahiptir. Türkiye’nin batıya benzemeyen tarafları doğuya, doğuya
benzemeyen tarafları da batıya benzemektedir. Bu farklılıkta Türkiye’nin
zenginliğini ve iki dünya arasında dostluğu kurma, barışı sağlama rolü
oynayabilir. Başka bir ifade ile medeniyetler arası bir platform oluşturulabilir.
2004 yılında çok tartışılan bir konuda Amerikalıların ortaya attığı “Büyük
Ortadoğu Projesi”dir. Bu projenin amacı Ortadoğu’ya demokrasi, insan
hakları, kadın hakları, hukuk devleti gibi evrensel değerleri getirmektir. Ancak
bu projenin gerçekleşme şansı çok zayıftır. Zira çoğu ABD ve Avrupalı
ülkelerin yakın dostu olan Ortadoğu’daki rejimler ve onların başlarındaki
kişilerin ve iktidarların düşmesi gerekir ki demokrasi ve insan hakları gelsin.
Bu değişiklikte savaşsız olmayacağına göre çok zordur. Bunun iki örneği
Afganistan ve Irak’tır. Afganistan yedi yıldır, Irak’ta beş yıldır hala
direnmektedir. Zaten Avrupalılar Amerikalıların bu projesine gerçekleştirme
şansı çok zayıf olduğu için pek sıcak bakmamaktadırlar. Ancak önemli bir
değişiklik olurda gerçekleştirme şansı ortaya çıkarsa Türkiye’nin de böyle bir
değişiklikte rolü mutlaka olacaktır. Ama içinde bulunduğumuz 2008’de bu
düşünce sanki terk edilmiş gibidir.

Avrupa’nın güvenliği, Batı’nın güvenliği çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Türkiye’de bu bağlamda geçmişte batı güvenliğine önemli katkılar sağlamıştır.
Bugün Avrupalılar Güvenliklerini AB’nin üyesi ülkeleri ile yapmak
istemektedirler. Eğer Türkiye AB üyesi olursa diğer üyeler gibi Avrupa
güvenliğindeki yerini alacaktır. Eğer Türkiye AB üyesi olmazsa ABD ile
NATO çerçevesi içinde veya bir başka çerçevede kolektif bir güvenlik içinde
kendi güvenliği için bulunmaya devam edecektir. Türkiye’nin Avrupa
Güvenliğinin dışında kalması hem Avrupalılar için hem de Türkiye için
olumsuz sonuçları olabilir. Uluslararası barış ve güvenlik önemli bir katkısını kaybeder.

SONUÇ

Avrupa Güvenliğinin temel unsuru olan insan, bir başka deyişle nüfus sorunu
Avrupalı sorumlu yetkililerin uykularını kaçırmaktadır. Avrupa’nın nüfusu ile
ilgili en son çalışmayı Avrupa konseyi yapmıştır. Bu çalışmaya göre 1995’de
728 milyon olan AB nüfusu % 22 eksiği ile 2050 yılında 564 milyona inme
ihtimali vardır. 2000 yılında Avrupa nüfusunun % 14.7’i 65 yaş üstüdür. 2050
yılında bu rakamın % 25-33 arası olacağı tahmin ediliyor. Bu son rakam
Avrupa’nın çalışan nüfus ve ülke savunmasında kullanacağı insan sıkıntısının
AB’nin ekonomik ve ülke güvenliğini sağlamada ne kadar risk alacağının
kanıtıdır. AB bugünkü nüfus Pozisyonunu korumak için 2050 yılına kadar her
yıl 1.8 milyon göçmen alması gerekir. Eğer kötü tahmin gerçekleşirse AB’nin
2050’ye kadar yaklaşık, 75 milyon göçmene ihtiyacı olacaktır.1 Dolayısıyla
AB’nin Avrupa’nın güvenliği ile ilgili sadece topa tüfeğe değil diğer
unsurlarında önemle ele alınıp çözüm üretilmesi gerekir.
Yukarıda not ettiğimiz uluslararası güvenliği tehdit eden unsurların büyük bir
bölümü Avrupa güvenliğini ya doğrudan tehdit ediyor ya da olumsuz etkiliyor.
Avrupa Birliğinin sorumluluğu gereği mutlaka küresel tehditlere karşıda önlem
alması gerekir.

AB, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan ABD-AB uyuşmazlığını kesinlikle bir
sonuca bağlaması gerekir. İki müttefikin ciddi fikir ayrılığı daha da
derinleşmeden çözüme kavuşması gerekir. Aksi takdirde Avrupa ve Uluslar
arası Güvenliğin ciddi sorunlarla karşılaşma riski vardır. Avrupalı ülkeler daha
rahat ve daha özgür davranmak için ABD’nin Avrupa’yı terk etmesi
gerektiğine inanmaktadır. Kısa bir gelecek için bu düşünce doğru olabilir.

Ancak 50 yıl sonrası için bu düşüncenin doğruluğunun tartışılması gerekir.

Dolayısıyla Avrupalıların daha fazla düşünmesinde yarar vardır. NATO’nun
Varşova Paktı gibi dağılması gerektiğine inanan ülkeler ve bir takım politik
gruplar var. NATO’nun görevini tamamladığı ve işlevsiz kaldığı dolayısıyla
Varşova Paktı gibi dağılması gerektiği söylenmektedir. Gerek Avrupa’da
gerekse dünyada kolektif güvenliği organize edecek bir yapılanmaya ihtiyaç
vardır. NATO’da kendisini kanıtlamış bir güvenlik örgütü olarak bu görevi
yürütmektedir. Öyleyse yeni bir örgütlenmeye gerek yoktur.

AB kendi güveliğini kendisi sağlayacaksa önce kendi arasındaki güvenlikle
ilgili fikir ayrılıklarını çözmesi gerekir. Zira İngiltere ve kendisine yakın
ülkeler Fransa ve Almanya gibi düşünmemektedir. Dış politika ve güvenlikle
ilgili kararlar bilindiği gibi AB’de oybirliği ile alınmaktadır. Güvenlikle ilgili
bir kararın çıkması için bütün üyelerin desteklemesi gerekir. AB üyesi ülkeler
soğuk savaş sonrasının rahatlığı içinde güvenlik ve savunmasını politik
bütünleşme, doğu Avrupalı ülkelerin batıya entegrasyonu ve sosyal adalet
konularının arkasına atmıştır. Savunma ve güvenliğe eskisi kadar kaynak ve
zaman ayırmamaktadır lar. Bu tutumda AB’ni ekonomik dev politik ve askerî
cüce konumuna sokma riski vardır.

ABD, Rusya Federasyonu, Çin ve Hindistan’ın küresel güç olma yolundaki
çabaları AB’nin ikinci plana itilmesine neden olabilir. Hindistan 2003 yılında
3,5 milyar Çin ise 2,5 milyar dolar ile silah ithalatında birinci ve ikinci
olmuşlardır. Rusya Federasyonu ise yine 2003’de 7 milyar dolar ile silah
ihracında birinci olmuştur. Günümüzde bu rakamlar çok farklı değildir. AB
küresel bir güç olmak istiyorsa büyük düşünüp büyük hareket etmek
zorundadır, ortaçağ zihniyeti ile AB’ni bir Hıristiyan birliğine dönüştürmenin
Avrupa’ya ve dünyaya hiçbir katkısı olmaz. Çin, Hindistan, Japonya, Kore vb.
ülkelerde Konfüçyüs felsefesine dayalı Budist bir birliktelik oluşturulursa
dünyayı orta çağ zihniyeti ile dinler kampına bölmenin dünya barışı için son
derece tehlikeli olur. Ayrıca kendisini dünyanın diğer bölgelerinden ayıran
Batı medeniyeti Batı özgürlüğü ve Çağdaşlık gibi kendilerini ayrıcalıklı yapan
değerlerden söz etmeleri mümkün değildir. Türkiye AB için büyük bir şanstır.
Avrupa’nın değerlerini (Demokrasi, Pazar Ekonomisi, İnsan Hakları vb.) kabul
eden ve yaşam tarzı olarak seçmiş Müslüman bir ülke olarak AB’ni küresel bir
güç yapacak ve dünya barışına hizmet edecek bir fırsattır. Türkiye gibi bir ülke
olmasıydı batılıların böyle bir ülke yaratması gerekirdi.

KAYNAKÇA

BAĞCI HÜSEYİN, Türkiye ve AGSK, Beklentiler, Endişeler 21.y.y.’ın Eşiğinde Türk Dış Politikası, Derleyen İdris Bal, Alfa Yayınları, 2001 İstanbul.
ÇAKMAK HAYDAR, Avrupa Güvenliği, Akçağ Yayınları 2003 Ankara
ÇAKMAK HAYDAR, AB- Türkiye İlişkileri, Platin Yayınları. 2005. Ankara Decaux Emmanuel, La conference sur la securite et la cooperation en Europe,
puf. 1992 Paris.
DEDEOĞLU BERİL, Uluslararası Güvenlik ve Strateji Derin Yayınları 2003 İstanbul.
DEFORGES. P.M. Les Institutions Europeens Armand 1995 Paris.
HOWORTH .J. Euroean Integration And Defanse : The Ultimate Chalenge? Chaillot Paper, İnstute For Security Studies, November – 2000 Paris.
KARAOSMANOĞLU. L.ALİ, Avrupa Güvenlik ve savunma kimliği, Avrupa Birliği ve NATO ilişkilerinin geleceği. Harp Akademileri Basımevi 2001.
İstanbul.
KARAOSMANOĞLU A.L. Prof. Dr. NATO stratejisindeki değişim ve gelişmeler. ASAM 2004 Ankara.
ÖZDAĞ ÜMİT Doç. Dr. Türkiye AB ilişkileri sempozyumu 16-17 Mart 2001. Ankara Ticaret Odası ve Türk Ocakları 2001 Ankara.
LEE STEPHEN J. Avrupa Tarihinden Kesitler 1789-1980 Dost Kitapevi 2002 Ankara.
ROBERT JACQUES , L’Esprist de Defanse. Economica, 1987. Paris.
ROTHSCHİLD EMMA, What İs Security. Deadolus, Summer. 1995. USA.
Y.İNANÇ REFET. Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye Seçkin Yayınları 2002 Ankara.
ZORGBİBE CHARLES, Histoire de la construction europeenne puf. 1993 Paris.
ZORGBİBE CHARLES, Les Organısations internationales. Puf 1994 Paris. Le Soir – Belçika Hürriyet Gazetesi



***