Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2020 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 3

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 3


Dr. Oğuz Mayda,Uluslararası ilişkiler,Avrupa Birliği,Doğu Genişlemesi,Türkiye,

Schimmelfennig, bu davranış biçimini ılımlı (liberal) bir rasyonalist varsayıma sahip retoriksel eylem ile açıklamaktadır. Schimmelfennig, retoriksel eylem kuramının inşaasında öncelikle aktör davranışına neden olan güdülerin neler olduğunu ve birbirleriyle etkileşimlerinin sonuçlarının neler olabileceğini araştırmıştır. Retoriksel eylem aktörlerin rasyonel nedenlerle tercihte bulunduğunu, buna mukabil aktör etrafındaki kurumsal – kültürel, normatif – çevrenin aktörün tercihlerine etki ettiğini varsayar. Öte yandan Schimmelfennig, bütünün, parçalarının bir araya gelmesinden daha fazla (yapısal) etkisinin olduğu fikrine katılmamaktadır. Yani gelişmelere yönverecek davranış biçiminin rasyonalist mikro seviyede, bir başka deyişle bireyin temel eylem biçimine ilişkin beklentiler çerçevesinde analiz edilmesi gerekmektedir (Schimmelfennig, 1999: 17-21). Schimmelfennig’e göre, aktörlerin bireysel davranış biçimleri toplu tercihlere yol açmaktadır. 

Topluluk normları aktör için araçsal bir kullanım imkânıdır. Schimmelfennig, aktör motivasyonlarının temelde rasyonel olduğunu, aktörlerin sosyal normları da kullanarak (Elster, 1989: 102) kendileri etrafında kendi çıkarına yarayacak bir görünüm oluşturduğunu (Goffmann, 1959: 6 – 16) ve tartışmalarını buna göre tasarlayarak (bir retorik inşaa ederek) etrafındakileri kendi tercihi yönünde seçim 
yapmaya (eyleme) ikna etme çabası içinde olduğunu öne sürmektedir. 

Görüldüğü gibi Schimmelfennig, normlar ile rasyonalite arasında yakın bir ilişki olduğunu varsayar. Buna göre aktörler stratejik olarak davranmakta ve eylemleri için duydukları meşruiyet ihtiyacını normları kendi çıkarlarına kullanarak gidermektedir. Aktörler değer tabanlı normatif tartışmaları siyasi konuşmalarda stratejik olarak kullanarak, rasyonel çıkar ve güç algısı ile oluşan kolektif sonucu değiştirme gücüne kavuşurlar. Bu nedenle retoriksel eylem, tartışmaların ikna amaçlı stratejik kullanımı olarak tanımlanmaktadır (Schimmelfennig, 1999: 28, 29). 

Retoriksel eylem için kurumlar, aktörlerin ihtiyaç duyduğu meşruiyeti kazanmasına uygun bir ortam sağlar. Öte yandan, bu meşruiyet kurumların (normların) sınırlayıcı etkisi ile kazanılmaz. Aktörler, siyasi hedeflerine ulaşmak için siyasi davranışa ilişkin sosyal normları üstlenirler. Bu bir rasyonel seçim ürünüdür. Kurumsal ortam aktörü uygun davranışa itecek kadar güçlü olsa da, rasyonel siyasi aktörler meşruiyetlerini artırmak ve meşruiyet masrafını düşürmek için, topluluğun meşruiyet standardını (ethosunu) olduğundan farklı gösterecek tir. Aktörler, meşruiyet standartları aleyhlerine işlediğinde, bu standartların sınırlamalarını azaltacak bir tartışma içine girerler. 
(Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2005: 156) Bu tartışmalarda, aktörler normatif değerleri araçsal kullanmak yoluyla diğerlerini ikna ederek, etrafındakileri retoriğin gücüyle rasyonel olmayan seçimleri onaylamak zorunda bırakırlar. 
Retorik, gücünü topluluğun geçmişteki uygulamalarına, aktörlerin geçmiş dönemde kendilerini toplum önünde bağlayan sözlerine uyuma zorlama kapasitesinden almaktadır. Buna göre, geçmişte topluluk içinde iyi bir görünüm elde etmek için sarf edilen sözler ve yapılan uygulamalar, bu görünümün korunması için aktörler üzerinde bağlayıcı bir etki yaratmaktadır. Schimmelfennig bunu sosyal etki olarak adlandırmaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 218). 

Retoriksel eyleme gücünü veren diğer etken sosyal etkinin en önemli mekanizmalarından biri olan utandırmadır. Utandırma mekanizması, 
bir aktörün topluluk meşruiyet standardına aykırı davrandığında devreye girer. 
Yasadışı ya da toplum tarafından onaylanmayan amaçlar ve davranışların kamuya açık hale gelmesi, bir başka deyişle aktörün araçsal nedenlerle standart dışına çıkması topluluğun diğer üyelerini utandırma mekanizmasını kullanmaya sevk eder. Bu safhada, standarda uygun davranmayan aktörün geçmişteki taahhütleri ile mevcut tercih ve davranışları bir kıyaslamaya tabi tutularak, kredibilite ve tutarlılık endişesiyle utanca sürüklenmesi yoluyla norma uyuma zorlanması söz konusudur. Aktör, kişisel çıkar algısıyla sergilediği bireysel eylemden, normatif eyleme, bir başka deyişle netice mantığı ile hareketten uygunluk mantığı ile harekete geri dönüş yapmak zorunda kalır. 

Bu normatif etken, aynı zamanda stratejik hilenin (manipülasyonun) sınırlarını da belirler (Schimmelfennig, 2003a: 219, 220). 

Tartışma sahnesinin sergileneceği güne (karar alma tartışmalarına) kadar topluluk önünde ikna kabiliyetini artırmak ve tutarlı eylemlerle bunu sağlamlaştırmak için norma uygun davranış sergileyen ve söylemlerini buna göre şekillendiren aktör, kişisel çıkarları için normlara aykırı davranma imkânını bulamayacaktır. Burada aktör retoriksel bir tuzağa düşmüştür (Shimmelfennig, 2003a: 222). 

Buna mukabil, retoriksel eylemle tartışmaya katılan aktörler, karara ilişkin tartışmalarda topluluk norm, değer ve kurallarını stratejik olarak kullanarak, norma uygun davranmayanları retoriksel tuzakla utandıracak ve norma en uygun karara katılıma zorlama imkanını bulacaktır. 
Schimmelfennig’e göre hem merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri hem de Doğu’ya yönelik genişlemenin Batılı taraftarları (sınırlı genişleme yanlısı ülkeler: Avusturya, Finlandiya ve Almanya; kapsamlı genişleme yanlısı ülkeler: İngiltere, Danimarka ve İsveç) (Schimmelfennig, 2001: 50), hedeflerine ulaşmak için retoriksel eylemin etkisine güvenmişlerdir. Merkez ve Doğu Avrupa hükümetleri üyeliğe yönelik 
taleplerini Avrupa uluslararası topluluğunun meşruiyet standartlarına – Avrupa kimliği ve birliği, liberal demokrasi ve çok taraflılık – dayandırmış, bu değerlerin AB’yi kendilerini üye olarak kabul etmek zorunda bıraktığını göstermeye çalışmıştır. Bu ülkeler, Topluluğun anayasal değerleri ve geçmişteki retorik ve eylemleri ile AB’nin merkez ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik mevcut davranışı arasındaki tutarsızlıkları öne çıkarmıştır. Bu şekilde, kurumsal kimliği seferber etmeyi başarmış ve genişlemeyi bir güvenilirlik konusu haline getirmiştir. 
Bunlar, katılıma ilişkin çıkarlarını ilerletmek maksadıyla, kendilerinin Topluluk değerlerini paylaştıklarını ve normlarına iştirak ettiklerini sürekli gösterme imkânı bulmuştur (Schimmelfennig, 2003a: 267, 268). Özetle, genişleme kapsamındaki makro politikalara ilişkin olarak rasyonalist bakış açılarında tüm adayların tercihleri ve üye devletler arasındaki çatışmalar sabit kabul edilmektedir. 
Oysaki aday ülkeler bakımından kendini kurumun değer ve normlarıyla özdeşleştirmenin farklı dereceleri olabilecektir. 

Ayrıca, karar alma süreci bir pazarlık süreci değil bir tartışma süreci olacaktır (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 514). Kurum, dışarıdakilerin kolektif kimliğini, değer ve normlarını paylaştığı oranda genişleyecektir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 515). 

Sonuçta, AB’nin Doğu genişlemesi tartışmaları esnasında birçok üye ülke rasyonel bir getiriye sahip olmayacağı halde, genişlemeye onay vermiştir. Başlangıçta genişlemeyi frenleme yönünde oy kullanan ülkeler (sınırlı genişleme yanlıları: Belçika, Lüksemburg ve Hollanda; kapsamlı genişleme yanlıları: Fransa, Yunanistan, İrlanda, İtalya, Portekiz ve İspanya) (Schimmelfennig, 2001: 50), genişlemeye ilişkin tartışmalarda kendilerine Doğu Avrupa ülkelerine 1990’lı yıllardan itibaren verilen sözler hatırlatıldığında, utanca sevk edilerek, genişlemeye onay vermeleri sağlanmıştır. Diğer bir deyişle kurumsal topluluk normları devlet davranışına etki etmiş ve politika değişikliğine neden olmuştur. 
AB’nin Doğu genişlemesini tam olarak açıklayabilen Retoriksel Eylem Kuramının, Doğu Avrupa ülkeleri ile yaklaşık aynı dönemde üyelik müzakerelerine başlamış olan ve pazarlık gücü açısından Doğu Avrupa ülkeleri ile benzer özellikleri taşıyan Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini analiz için de açıklayıcı bir araç olduğu görülmüştür (Mayda, 2013). Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde Topluluk değer, norm ve kurallarına uygun politika sergilediği dönemlerde, Birliğe katılımına karşı gelen AB üyesi ülkelerin retoriksel tuzağa düşerek Türkiye’nin Birliğe üyelik yolunda mesafe kaydetmesine izin vermek zorunda kaldığı gözlenmiştir (Schimmelfennig, 2008: 22). 

Keza Schimmelfennig, Türkiye’nin 1997-1999 yılları arasındaki AB adaylığına kabulü sürecini bu perspektiften açıklamaktadır. 

Buna göre, 1997 Lüksemburg Zirvesinde AB, AB’ye aday ülkeler arasında yer almamasına karşılık Türkiye’ye, AB’nin Topluluk normları gereğince tüm başvuruda bulunan ülkeleri aynı liberal demokrasi standardına göre değerlendirme zorunluluğu bulunduğundan, kültürel ve ekonomik sebepler, politik masrafının fazlalığı ve AB’ye üye ülkeler arasındaki görüş farklılıklarına rağmen 1999 Helsinki Zirvesinde adaylık statüsü vermek zorunda kalmıştır (Schimmelfennig, 2008a: 4). 

Bu aşamadan sonra, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerine 15 uyum 
sağlamayı başardığı müddetçe, üye devletlerin tercihleri değişse dahi müzakerelere başlaması kaçınılmaz hale gelmiştir. 

Zira, Aralık 2002’de Kopenhag Zirvesinde, Aralık 2004’te Komisyonca verilecek bir rapor ve tavsiye doğrultusunda Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini karşıladığı sonucuna ulaşılırsa AB’nin Türkiye ile gecikmeksizin katılım müzakerelerini açacağına yönelik aldığı karar, sadece aday ülkeyi değil, üye ülkeleri de kurumsal ve normatif sınırlamalar altına sokmaktadır. Türkiye’nin 1999 yılı sonrasında kendisinden beklenmedik bir şekilde reform yaparak ilerleme göstermesi karşısında, Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlar “tuzağa düşmüş”, bir başka 
deyişle Türkiye ile müzakereleri başlatmayı inkar edecek meşru bir yol bulamamıştır. Bu ülkeler, kendi yerel tabanlarını tatmin etmek için son anda Türkiye’nin katılımı konusunda referandum yapılabileceği sözünü vermiştir (Schimmelfennig, 2008a: 18-24). 

Benzer şekilde, AB’nin Kıbrıs politikası, Güney Kıbrıs’ı uluslararası hukuk bakımından sorunlu olmasına rağmen Ada’nın tamamının meşru temsilcisi olarak tanımasıyla şekillenmeye başlamıştır. Öte yandan Yunanistan’ın, Türkiye’nin Birliğe katılım sürecinde geçmesi gereken aşamaları, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin üyelik süreci Türkiye’den bir adım önünde olacak şekilde kabul etmesi de ayrı bir retoriksel tuzak örneğidir 16. 

Türkiye Yunanistan’ın bu retoriksel tuzağına Kıbrıslı Rumların AB üyeliğine yaklaştırıldığı her aşamada yapmış olduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile bütünleşme yönünde tehdit içeren açıklamalarıyla düşmüştür. 

Bir başka deyişle, Güney Kıbrıs’ın AB’ye adaylık sürecinde özellikle Yunanistan’ın AB’nin tam üyesi olarak Birliğin karar platformlarında, Kıbrıs sorunu bağlamındaki tartışmalarda, Türkiye’yi Topluluk norm ve değerlerine uymamakla suçlama imkânını bulması ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Birliğe katılıma hazır göstermesi etken olmuştur. Diğer Birlik üyeleri Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı uyguladığı bu retoriksel eyleme, Kıbrıslı Rumların AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesi sonrasında Türkiye’den Ek Protokol ile gümrük birliğini tüm AB üyelerine genişletmesinin bir AB normu olarak istenmesi ile destek vermiştir. 

Öte yandan, Türkiye’nin Müzakere Çerçeve Belgesinde 17 yer alan, gümrük birliğini tüm AB üyelerine genişletme taahhüdünü yerine getirmemesi sonucu, AB içinde Türkiye yanlısı kesimin (şartlı olarak Belçika ve Lüksemburg –üyelik koşullarının yerine getirildiğinin ispatı açısından–; sürekli olarak İngiltere, İsveç, Finlandiya, İspanya, Portekiz, Merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri) eli zayıflamıştır. 
Türkiye’nin gümrük birliğini tüm AB üyesi ülkelere genişletmeyerek Topluluk kurallarına, üye ülkelerden birini (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) tanımayarak Topluluğun eşitlik ve dayanışma normuna uymayan ülke konumuna düşmesiyle, Türkiye’nin üyeliğine karşı olan ülkelerin (Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) iddiaları daha meşru hale gelmiş ve “ Tersine Retorik” başlamıştır (Schimmelfennig, 2008a: 45). Sonuçta, Türkiye Güney Kıbrıs Rum Yönetimine ilişkin kısıtlamalarını kaldırmadığı sürece bazı müzakere başlıklarının açılmaması, hiçbir başlığın da geçici olarak kapatılmaması kararı alınmıştır. Görüldüğü gibi, Türkiye’nin AB’ye katılım 
sürecinin de tek başına sosyolojik kurumsalcılık veya sosyal inşaacılık ile açıklanması mümkün değildir (Schimmelfennig, 2008a: 24). 

Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki çıkmazı, ilişkilerin merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılım tecrübesinden farklı bir çerçevede değerlendirilmesini gerektirmiştir. Gerek merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri, gerekse Türkiye’de AB norm ve kurallarına uyum “koşulluluk” yoluyla gerçekleşmiştir. AB koşulluluğu, bir başka deyişle AB’nin aday ülkelerde insan hakları ve demokrasi standartlarına uyum için kullandığı temel strateji, ödül yoluyla güçlendirmek, uyum gerçekleşmezse bu ödülden mahrum etmektir. Yani AB, önce teknik ve mali yardımlar ile piyasa ekonomisine geçişi sağlamakta veya güçlendirmekte, AB piyasasına artan bir erişim ve karar almaya artan bir katılım imkânı sunmaktadır. Aday ülkelerde yapılan demokratik reformlar oranında bu ödüller artırılmakta, uyum gerçekleşmiyorsa, bu ödüller askıya alınmaktadır (Schimmelfennig vd., 2003: 496-498) 18. 

Türkiye’de 1999 yılında adaylık statüsünün alınması ile birlikte, 2002 yılı yazına kadar, ölüm cezasının kaldırılması, Kürtçe eğitim ve yayın serbestisi, Milli Güvenlik Kurulunda sivil üyelerin sayısının artırılarak, askerin siyasetteki etkisinin azaltılmaya başlanması gibi ciddi reformlar yapılmıştır. Yani koşulluluk ciddi üyelik perspektifi verildiğinde işe yaramıştır (Schimmelfennig vd., 2003: 509). Özetle, uyum çabaları siyasi fayda-maliyet hesabıyla sürüklenmiş ya da sınırlandırılmıştır. 

Bununla birlikte, katılım müzakerelerine başlangıç kararı retoriksel eylem ile açıklanabilmişken, Türkiye’de AB demokratik ve idari standartlarına uyumun, müzakerelere başlanmasından altı yıldan fazla süredir devam etmesine rağmen üyeliğin gerçekleşmemiş olmasını aynı temelde açıklamayı güçleştirmektedir. Schimmelfennig’in yakın zamanda geliştirdiği normatif kurumsalcılık açısından da Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olan AB üyesi devletler 1999 yılında normatif bir tuzağa düşmüş, 2006 yılında ise tuzaktan çıkarak Türkiye yanlılarının katılım müzakerelerinin kısmen askıya alınması yönünde desteklerini almıştır. Fakat bu “tuzaktan kurtulmanın” bu derece uzaması normatif kurumsalcılığın açıklama gücünü oldukça azaltmaktadır (Schimmelfennig ve Thomas, 2009: 492)19. 

***

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 2

 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 2


Dr. Oğuz Mayda,Uluslararası ilişkiler,Avrupa Birliği,Doğu Genişlemesi,Türkiye,

     Bu dönüşüme ilişkin olarak Checkel, yerel normların aktörlerin tercihlerini şekillendirdiğini ve uluslararası normların yerel ortamda yankı bularak inşaa edici etkiler yaptığını öne sürmektedir (Checkel, 1999: 84). 

Checkel bu değişimi sosyalizasyon veya sosyal öğrenme (Checkel, 2001: 559) olgusu ile açıklamaktadır. Checkel, sosyalizasyonun yeni aktörlerin bir toplumun norm ve kurallarını davranış biçimi olarak alması anlamına geldiğini, bunun nihai noktasının ise içselleştirme olduğunu ifade etmektedir. 

Sosyal inşaacılar, aktör tercihlerinin stratejik seçimle belirlendiğini iddia eden rasyonel seçimcilerden farklı olarak, öğrenme ve sosyalleşme dinamiklerine, tartışma/müzakere ve uygun davranışa vurgu yapmaktadır. Bu tartışma içinde, ılımlı sosyal inşaacılar ve ılımlı rasyonalistler, aktörlerin çıkar ve kimliklerini oluştururken, hem stratejik seçimde bulunduklarını hem de dinamik bir ikna ve sosyal öğrenme sürecinden geçtiklerini öne sürmektedir.10 

Ilımlı rasyonalist olarak nitelenen Schimmelfennig, sosyal inşaacılıkta genişleme politikalarının fikirsel ve kültürel etkenler tarafından şekillendirildiğinin ve genişlemenin bireysel aktörler üzerindeki maddi, dağılımsal sonuçlarından çok sosyal kimliklerin, değerlerin ve normların analizinin önemli olduğunun altını çizmektedir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 513). Bu bakış açısı, anlam ve lisanın, kimlik ve çıkarların inşaasındaki merkezî önemini vurgulayan Wittgenstein anlayışını (Fierke ve Weiner, 1999: 723) çağrıştırmaktadır. 
Norm inşaası sürecini, gündem kapsamı, söz-eylemler ve kurumsal dönüşüm arasındaki diyalektik bir ilişki olarak inceleyen Fierke ve Wiener, tercihler ve bunların sonuçlarını kimlik ve çıkarların değişen bir kapsam içinde karşılıklı oluşturulduğu tezinden yola çıkarak, söz-eylemin kapsama bağlı olması nedeniyle, kapsam değiştikçe eylemin anlamının da değişeceğini öne sürmektedir 
(Fierke ve Weiner, 1999: 725).11 

Bu anlayışa göre konuşmalar sadece tanımlama ya da bilgi transferi anlamına gelmemekte, bizzat eylem anlamına gelmektedir. 
Sözlere yüklenen anlamlar, onların eyleme dönüşmesine neden olmaktadır. 

Bu konuda, La Libre Belgique gazetesinin sloganı dikkate değerdir: “comprendre c’est déjà agir” (Anlamak, çoktan harekete geçmiş olmak demektir). 

Sosyal inşaacılığa göre, “dışarıdaki bir ülke ne kadar kendini uluslararası kurumu temsil eden uluslararası toplulukla özdeşleştiriyorsa, ne kadar kurumun amaç ve politikalarını tanımlayan değer ve normları paylaşıyorsa, bu kurumla geliştirmek istediği kurumsal bağlar o kadar güçlü olacak ve bu kurumun üye devletleri de o kadar bu devletle yatay kurumsallaşma yoluna gidecektir” (Schimmelfennig ve 
Sedelmeier, 2002: 513). Bu bakış açısında AB genişlemesi, aday ülkenin kendini “Avrupalı” olarak tanımladığı, AB’nin liberal-demokratik siyasi değer temellerine katıldığı ve belli AB politikalarını işaret eden değerlerini paylaştığı ölçüde, katılımı da o kadar kolay olacaktır. 

3. Rasyonel Seçim Kurumsalcılığının ve Sosyal İnşaacılığın Genişlemeyi Açıklama Gücü 

Rasyonel seçim kurumsalcılığında, devletin üyelik şartları ile kurumun üyeliğe kabul şartları müştereken karşılandığında kurumun genişleyeceği öngörülmekte dir. Bu durumda, kuruma katılma arzusu içindeki ülkenin ya gerekli pazarlık gücüne sahip olması ya da üyelerin kaybını telafi imkânının bulunması gerekmektedir. Kurum şayet gerekli pazarlık gücüne sahipse, kurum dışındaki katılıma isteksiz bir devleti kuruma katılmaya zorlayabilecektir. Öte yandan, 
AB içindeki ülkelerin farklı fayda-maliyet hesaplarının olmasının yanı sıra, birbirlerinin adaylarını desteklemeleri karşısında kendi aralarındaki Söz-eylem kuramı sosyal inşaacılık ve postyapısalcılık arasında bir orta yol olarak ortaya çıkmaktadır (Wæver, 2009: 177). telafileri hesaplamak, yani diğerlerinin ne yapacağına bakarak verecekleri kararları yorumlamak son derece güçtür (Schimmelfennig, 2003a: 33, 34). 

Öncelikle, Doğu genişlemesi AB’ye net kazanç sağlamamaktadır. İkinci olarak, genişlemeden fayda sağlayabilecek üye devletler genişlemeden zarar göreceğini düşünen diğer üye ülkeleri ikna edebilecek pazarlık gücüne sahip değildir. Son olarak, genişlemeye kıyasla ortaklığın daha etkin bir araç olma potansiyeli bulunmaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 55). 

Rasyonel seçim, liberal olmayan ülkelerin Topluluğa katılımı durumunda heterojenliğin artacağını ve dolayısıyla çatışma potansiyelini öngörür. Ekonomik ve güvenlik faydalarının olmadığı noktada, Topluluk değerlerinin üstlenilmiş olması rasyonalist bakış açısında bir anlam teşkil etmemektedir (Schimmelfennig, 2001: 58 – 61). 
Sonuç olarak, Rasyonel seçim kurumsalcılığı merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılım isteklerini nedenselleştirebilmekte, ancak AB üyelerinin neden merkez ve Doğu Avrupa ülkeleri ile katılım müzakerelerini başlatma kararı aldıklarını açıklayamamaktadır (Schimmelfennig, 2003a: 52). 
Rasyonalist yaklaşımların aday devletlerin üyelik sürecinde makro seviyede gerçekleşen içsel kimlik dönüşümünü, politika-tercih değişimini veya sosyalleşme-sosyal öğrenmeyi açıklama gücü de oldukça zayıf kalmaktadır. Schimmelfennig’e göre, AB’nin Doğu genişlemesinin rasyonalist açıklaması, sadece talep tarafına uygulanabilir bir tezdir (Schimmelfennig, 2003a: 63). 

Sosyal inşaacılığın AB genişlemesine uygulanması, rasyonalist kuramların uygulanmasına kıyasla daha mantıklı görülebilir. Sosyal inşaacılık, kurumları “devletlerin çıkar algılarını değiştirebilecek potansiyel öz denetim katalizörleri” olarak görür (Haas ve Haas, 2002: 581). Bu yaklaşımda uluslararası kurumlar otonom aktörler olarak görülmektedir. Devlet çıkarlarını etkileme, değişime yön verme özellikleri olduğu kabul edildiğinden, kurumların yapıdan çok aktörle ilgili olduğu görülmektedir.12 

Bir kurum olarak AB, 1957 yılında ilk tohumları atıldığı anda genişlemeye açık bir kimliği haizdir. Kurucu anlaşmaların hiçbirinde üyelerinin 
münhasırlığı ya da bir kârzarar hesabına dayanacağına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. 

Ayrıca, müktesebat da bugün genişlemeye ilişkin olarak, önceki genişlemelere kıyasla daha farklı niteliksel bir kapsam önerse de, önemli bir normatif temel sunmaktadır (Fierke ve Weiner, 1999: 722). Ancak, adayın bu normatif temele uyum ölçütü yine üye devletlerin rasyonel yargısına bağlı kalmaktadır. 

Bu bulmacayı rasyonalist ve sosyal inşaacı yaklaşımlar farklı eylem/sosyal etkileşim mantıklarıyla açıklamaktadır. 
Rasyonel seçim kurumsalcığının fayda sağladığı sosyal etkileşim mantıklarından “nedensellik mantığı”na, yani sabit çıkar ve tercihler temelinde müzakere ederek egoistik fayda artırımı çabasına karşın, sosyal inşaacılar “uygunluk mantığı”nın, yani aktörün mevcut yasa ve düzenleyici kural ve normlara göre doğru şeyi yapma çabasının geçerli olduğunu öne sürmektedir. 

Zira sosyal inşaacılık aktörün kabul edilen sosyal normlara uygun olarak davranma amacında olduğunu öne sürmektedir. Bir başka deyişle uygunluk mantığını, aktörlerin kural ve kimliklere olan taahhüdüne işaret eden anlayış oluşturmaktadır (Olsen, 2007: 1 - 13). 

Burada “uygun” eylem, erdemli eylem anlamına gelmektedir. Uygunluk mantığına göre, aktörler kuralları takip ederler, belli kimlikleri belli durumlarla ilişkilendirirler ve kimliklerinin getirmiş olduğu roller çerçevesinde bu rollerden doğan yükümlülüklerini yerine getirirler. 
Uygunluk, kişinin kendisine ilişkin bilişsel ve etik bakış açısıdır. Dış politikada da belli durumlarda belli kimliklerdeki devletler ya da organizasyonlar belli kuralları uygulamaktadır (March ve Olsen, 1998: 951). 
Diğer bir deyişle, politik aktörler meşruiyete ihtiyaç duymaktadır (Miller ve Banaszak-Holl, 2005: 193). Bu meşruiyet ihtiyacı onların kurumsal baskılara maruz kalmasına neden olmakta, onları kültürel kural, norm ve beklentilere uymaya zorlamaktadır 13. 

Uygunluk mantığında aktörlerin tercihlerini, duruma göre hangi rolü oynamaları gerektiğine ve bu durum içinde bu rolün getirdiği yükümlülüklerin ne olduğuna ilişkin bir hesap dahilinde yaptıkları varsayılır. Uygunluk mantığında aktörler, hakim kurumsal değerler tarafından teşkil edilen parametreler dahilinde bir muhakemede bulunur (Schimmelfennig, 2003b: 164). Avrupa uluslararası topluluğundaki temel kurum olarak Avrupa Birliği de Avrupa ve liberal kolektif kimliğine dayanmaktadır. Topluluğu oluşturan temel inanç ve uygulamalar, 
sosyal çoğulculuk, hukukun üstünlüğü, demokratik siyasi katılım ve temsil, özel mülkiyet ve piyasa temelli ekonomi ile liberal insan haklarına inançtan geçmektedir. Bu bakımdan AB’nin genişlemesi demek, bu prensiplerle özdeş müktesebatı kabul etmek demektir. 

Avrupa çerçevesine dahil olan aktörün müktesebata uyum sağladığı ölçüde meşruiyet elde ettiği varsayılır. 

Sosyal inşaacı hipotezlerin AB bütünleşmesinin gözlemlenebilir sebep ve sonuçlarını ortaya koymada yeterli olup olmadıkları konusunda soru işaretleri bulunmaktadır. Esasen, sosyal inşaacılar kurumsal inşaaların kolektif anlamlarına odaklanmıştır. Bu bakımdan, inşaa edici normların aktörlerin gerçek davranışlarına yönelik etkisi bir yere kadar açıklanabilmekte, AB’nin Doğu genişlemesi esnasında ki müzakerelerdeki münakaşalara bir açıklama getirememektedir (Risse, 2009: 125). Risse’ye göre AB, kolektif kimlik edinmenin bedelinin ödenmesi gerektiği noktasındadır ve adaylara giriş koşullarını dayatan, herkese açık olmayan bir kulüp haline gelmektedir (Risse, 2009: 127). 

Bu, topluluğun üye devletleri açısından topluluk inşaasının dışlayıcı bir stratejiye dayandığı anlamına gelmektedir (Schimmelfennig, 2003a: 74). 

Öte yandan sosyal inşaacılık genişlemeyi bir topluluk inşaası olarak görmektedir. Bu topluluk inşaasında yeni üyeler sosyalizasyon sonucu topluluk kurallarını, topluluğun sosyal kimliklerini, değerlerini ve normlarını anlam ve davranış repertuarlarına uyarlayarak içselleştirmektedir. 

Bu da, kuramın aslında topluluk üyeleri açısından içleyici bir topluluk inşaası stratejisine ve sosyalizasyona dayanması gerektiği, ancak gerçekte aksi bir durumun meydana geldiği anlamına gelmektedir (Schimmelfennig, 2003a: 73, 74). 
Netice itibarıyla, rasyonalist kuramlarla sosyal ontolojiye sahip kuramlar arasındaki eylem/sosyal etkileşim mantıkları (rasyonalist araçsal etkinlik ile sosyal inşaacı uygunluk mantığı) kıyaslandığında, rasyonel seçim kurumsalcılığının AB’nin genişlemesi sürecinin sonucunu açıklayamadığı, sosyal inşaacı hipotezlerin ise üye devletlerin AB’nin Doğu genişlemesi sürecinin başlangıcında gözlemlenen müzakerelerde aktörlerin sergiledikleri pazarlıkçı davranışları açıklamada yetersiz olduğu görülmüştür (Schimmelfennig, 2003a: 190). 

Sosyal inşaacılığın lisana vurgu yapan sürümü olan söylemsel yaklaşımlar sürecin tamamını açıklamaya daha elverişlidir. Ole Wæver’e göre söylemsel yaklaşımlarda karşımıza iki seçenek çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, AB politikalarının kültürel ve kimliksel çalışmalarında, kendini ötekine kıyasla tanımlama yaklaşımıdır. 

Bu tarz bir söylemsel yaklaşımda, Avrupa kimliği olmayana ergi yönetimi (ne olmadığını ispat ederek olana varmaya çalışma) ile tanımlanırken, ötekileştirme de yapılmış olmaktadır. Bu, rasyonalist dışlayıcı bir lisana benzemektedir. 
İkinci seçenek ise söz-eylem kuramıdır. Söz-eylem kuramı, AB üyelerinin neden çok masraflı bir genişlemeyi kabul ettiğine, sözlerin aslında eylem olduğuna ve gerçekliği değiştirebildiğine, AB üyelerinin de geçmişteki taahhüt ve ahlaki zorunluluklarının beklenmeyen etkiler yarattığına ilişkin hipotezleri açıklamaktadır (Wæver, 2009: 177). 

Epistemolojik ve kuram entegrasyonu bakımından her iki yaklaşım arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan, bireyin temel davranış biçimine ilişkin rasyonel seçim kurumsalcılığı ile sosyal inşaacı söz-eylem kuramı Schimmelfennig’in retoriksel eylem kuramının temel dayanaklarını oluşturmaktadır. 

4. Schimmelfennig’in Retoriksel Eylem Kuramı 

Yukarıda açıklanan rasyonel seçim kurumsalcılığı ve sosyal inşaacılık özellikle, temel varsayımları ve metodolojileri ile birbirinden ayrışmaktadır. Ne var ki, açıklamalar kuramsal bir katılık içinde yapıldığında, AB’nin Doğu genişlemesi örneğinde olduğu gibi, bazı olgular yeterince tanımlanamamaktadır. 

Schimmelfennig’e göre rasyonalist ve sosyal inşaacı kuramlar genişlemeyi birbiri ile kısmen çatışan, kısmen de tamamlayan bir nitelikte açıklayabilmektedir 
(Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 508). 

Schimmelfennig aktör davranışlarına dayandırılan tercih oluşumuna ilişkin rasyonalist varsayımlardan hareketle kolektif kararın alınma biçimine odaklanmıştır. 
Benzer şekilde Checkel de, uluslararası sosyalleşmenin sonuçta aktöre dayandığını iddia etmiş14 ve bu nedenle araştırmalarda rasyonel seçim kuramının da, sosyal inşaacılığın da katkısının göz önüne alınması gerektiğini savunmuştur (Checkel, 2005: 801 – 826). Böylece, rasyonalist ve sosyal inşaacıların ılımlı kanadını temsil eden akademisyenler, iddialarını açıklama gücünü, kuramların sınırlarını esneterek artırmaya çalışmıştır. Bu üçüncü yolcular, rasyonalist ve sosyal inşaacı yaklaşımların varsayımlarını AB politikalarını açıklamada bir “alet çantası” gibi kullanmayı önermektedir. Jupille, Caporaso ve Checkel farklı bakış açılarını bir araya getirecek kuramsal entegrasyonu sağlamak için dört kuramsal diyalog modeli belirlemiştir: karşılaştırmalı teste tabi tutma, uygulama alanına göre ayrıştırma, zamansal sıralama ve alt kapsama koyma (Jupille vd.2002: 23). Schimmelfennig bu diyalog modellerinden zamansal sıralamayı temel almıştır 
(Schimmelfennig, 2003a: 161-163). 

Buna göre, AB’nin Doğu genişlemesi iki aşamada yapılmıştır. Birinci aşama, hangi üyenin ne zaman ve ne şartlarda Birliğe katılımına onay verileceğine veya engel konacağına dair tartışma dönemidir. Bu, aynı zamanda Birliğe katılıma aday ülkeler ile genişleme yanlısı ve karşıtı üye ülkeler arasındaki bir pazarlık safhasıdır ve doğal olarak rasyonalist varsayımlarla açıklanabilmektedir. 

Bu aşamada üye ülkelerin genişlemeye yönelik tercihlerini aday ülkeye sınırdaşlık, coğrafi konum ve üretim yapısı vb. kriterlere göre şekillendirdiği görülmektedir. Genişleme “yanlıları” genişlemenin yakın zaman içinde yapılmasını isterken, “frenleyiciler” kararı erteletmek istemiştir. 
Öte yandan, bir grup üye sınırlı bir genişlemeden yanayken, diğerleri tüm on adayı da kapsayacak bir tavır sergilemiştir (Moravcsik ve Schimmelfennig, 2009: 81). Bir başka deyişle, bu aşama ülkelerin hükümetlararası bir karar olan genişlemeyi çıkarlarına aykırı olacağı gerekçesiyle veto edebileceği bir aşamadır. Bu nedenle genişlemenin öncelik sırası ve kapsamının belirlenmesinde üye ülkelerin bireysel 
çıkar algıları temelinde şekillenen pazarlıklar önemli bir yer tutmuştur. 

Bu durumda, AB’ye üye ülkeler, Ortaklık Anlaşması ile yetinmek ve aday ülkelerin üyelik masraflarını üstlenmeksizin rasyonel çıkarlarını korumak yerine, neden genişlemeye onay vermeyi tercih etmiştir? 

Bu sorunun cevabını genişlemenin ikinci safhasındaki faktörler ortaya koymaktır. İkinci safhayı katılıma yönelik kararın alınması süreci oluşturmaktadır. Schimmelfennig’e göre, Avrupa bütünleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın uluslararası siyaset şablonundaki değişiklik sonucu, sadece demokratik Avrupa devletlerinden oluşan bir birliğin kalıcı barışı sağlayabileceği düşüncesi çerçevesinde bir kurucu efsane geliştirebilmiştir. Avrupa Ekonomik Topluluğunu kuran ülkeler “Avrupa halklarından oluşan ve birbirine gittikçe daha yakınlaşan bir birlik” olarak kendilerini tanımlamış, bu ideali paylaşan ve çabalarına katkı sağlama isteğinde olan diğer Avrupa ülkelerini Topluluğa üyeliğe davet etmiş ve 
tüm Avrupa ülkelerinin katılım hakkının bulunduğunu ilan etmiştir. Topluluk ayrıca Aralık 1989 Strazburg Zirvesinde, “hedefin Avrupa’nın bölünmüşlüğüne son vermek” olduğunu bildirmiştir (Schimmelfennig, 2003a: 267). Bu söz Avrupa’nın “retoriksel taahhüdü” olmuştur. 

Bununla birlikte, söz-eylemin mutlaka yüz yüze iletişim gerektirmediği, taraflar arasında anlam taşıyan her türlü eylem, mimik, ima vb. değişimleri de içerdiği dikkate alınmalıdır. Buna göre, AB genişlemesinde geçmişte yapılan konuşmalar, verilen sözler, jestler ve imalar taraflar üzerinde bağlayıcı etki yapmış, “Avrupalılık” kimliğiyle ilgili Soğuk Savaş esnasında Avrupa’nın bölünmüşlüğüne dair yapılan tüm anlam inşaaları Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte Batı Avrupa ile merkez ve Doğu Avrupa’yı birleştirme sözüne dönüşmüştür. 

Fierke ve Wiener, Batı Avrupa’nın eylemlerinin geçmişteki sözleriyle tutarlı olmaması durumunda, bunun demokratik kurumların ve serbest piyasa ekonomisinin halk desteğini kaybetmesiyle sonuçlanacağını, bu durumun da bölgedeki milliyetçi gerilimleri ve etnik rekabeti artıracağını ve nihayetinde Batı için bir tehdit oluşturacağını, bu tehdidin (NATO ve) AB’nin kimliğine yöneleceğini ifade etmektedir (Fierke ve Weiner, 1999: 737). 

Ayrıca, 1993 yılındaki Kopenhag Zirvesi’nde, merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabileceklerinin ifade edilmesi ve bu ülkeleri katılıma hazırlama kararının alınması (Schimmelfennig, 2001: 57, 58) bu konuda tüm üye devletleri bağlayıcı bir retoriksel durumun oluşmaya başlamasına neden olmuştur. AB ulusüstü kurumlarından Komisyon’un aday ülkelerin katılım müzakerelerini 
yürütürken edindiği olumlu tavır ile Avrupa Parlamentosu’nun onayı da bu retoriksel duruma katkı sağlamıştır. Bu durumda, aktörlerin karar aşamasında birbirinden çok farklı ve çatışmalı tartışmalar içine girmesine, ancak nihai olarak ortak bir tutum etrafında birleşmesine neden olan tutarlı eylem/davranış biçimi ne olabilir? 


***

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 1

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE BÖLÜM 1

Dr. Oğuz Mayda,Uluslararası ilişkiler,Avrupa Birliği,Doğu Genişlemesi,Türkiye,
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 
Cilt 68, No. 4, 2013, s. 185 - 209 
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN DOĞU GENİŞLEMESİ ve TÜRKİYE
ULUSLARARASI İLİŞKİLER KURAMLARINDA SENTEZ METODU
Dr. Oğuz Mayda 
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/42/1884/19776.pdf

Özet 

Uluslararası ilişkiler alanında açıklayıcı kuramlar genelde pozitivist varsayımlara dayanmaktadır. 
Buna karşın, sosyal inşaacı yaklaşımlar hiçbir kuramın pozitivist epistemolojide bir gereklilik olarak görülen bilimsel kanunlardan tüm  dengelim ile açıklama yapma kriterlerini karşılayamadığını öne sürmektedir. 
Schimmelfennig ve Checkel araştırmacının daha fazla gözlemlenebilir etkeni değerlendirebilmesi için farklı epistemolojiye sahip kuramların sentezinden faydalanması gerektiğini iddia etmektedir. Rasyonel seçim kurumsalcılığı ve sosyal inşaacılık ile kıyaslandığında, Schimmelfennig’in retoriksel eylem kuramının Avrupa Birliği’nin Doğu genişlemesi sürecinin tamamını açıklayabildiği görülmektedir. 
Bu nedenle retoriksel eylem kuramı Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecine ışık tutma potansiyeline sahiptir. 

Giriş 
     Uluslararası ilişkiler alanında kuramlara ilişkin tartışmalar, genellikle kuramın genel iddiasının pratikte gerçekleşeni açıklama veya gerçekleşecek olanı tahmin edebilme gücü konusundaki eleştiri ve savunma içeren bir retorik etrafında gerçekleşmektedir. 
     Bu tartışmalarda, kuramların dayandığı ontoloji, epistemoloji ya da metodoloji mercek altına alınarak, araştırmaların olgulara bütüncül bir açıklama getirip getirmediği test edilmektedir. Örneğin açıklayıcı (explanatory) kuramlardan; neorealizm, neoliberalizm ile çoğu sosyal inşaacı (social constructivist) yaklaşımın, her şeyden önce pozitivist varsayımlara dayandığı1, bu nedenle de olgular ve değerler arasında bir ayrıma giderek, olayların belli bir genel bilimsel yasaya tabi şekilde meydana geldiğini ispat etmeye çalışacağı düşünülmektedir. 

    Humphreys’e göre açıklayıcı kuramlarda “olayların sonucu kuramın varsayılan genel bilimsel yasasından çıkarımla elde edilmektedir” (Humphreys, 2010: 259). Bunun yanı sıra, bazı sosyal inşaacı yaklaşımlarda (Kratochwil, 1994: 63 – 80); (Ruggie, 1988: 855 – 885) hiçbir uluslararası ilişkiler kuramının bilimsel kanunlardan tümdengelim ile açıklama yapma (nomothetic/deductive) kriterlerini karşılayamadığı öne sürülmekte ve bunun yerine höristik (heuristic) bir metot önerilmektedir (Humphreys, 2010: 260). 

Höristik; akıl yürütme, problem çözme bilişsel sürecinde kullanılan bir kural ya da bilgi anlamına gelmektedir.2 

Açıklayıcı kuramlarla ilgili sorunlardan biri, kuramların aynı epistemolojiye sahip olmaları nedeniyle, uluslararası ilişkilere bakış açıları farklı olsa da, özel araştırma alanlarında benzer açıklamalar getirmelerinde yatmaktadır. Diğer bir sorun, açıklayıcı kuramların, uluslararası sistemin işleyişini bütünüyle anlatabilme iddiasındayken, sistem içindeki aktörlerin belli konulardaki davranışlarını açıklamakta eksik kalmasıdır. Bu da bu kuramların bazı konuları açıklama gücünü sınırlandırmaktadır. 

Uluslararası ilişkiler alanında kuram uygulamasında son dönemde fikirleri bir araya getiren, anlamaya vesile olan, bulgusal (höristik) katkının göz ardı edilemeyeceği, farklı epistemolojilere sahip kuramlar arasında sentez yapılarak bazı konuların daha iyi açıklanabileceği yönünde bir eğilim başlamıştır. Avrupa araştırmalarında da son yirmi yıldır siyasa analizinde sentez metodunun kullanımı yaygınlaşmıştır. 
Bu çalışmada, anılan metoda örnek olarak, Avrupa Birliği (AB)’nin 2223 Haziran 1993 tarihinde Kopenhag Zirvesinde, merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin Topluluğa en kısa süre içinde tam üye olarak kabul edileceğini ilan etmesiyle gelişmeye başlayan ve bu ülkelerin 2004 ve 2007 yıllarında AB’ye katılımlarına kadar devam eden AB’nin Doğu genişlemesi sürecini açıklayan Frank Schimmelfennig’in retoriksel eylem yaklaşımı incelenecektir. Zira Frank Schimmelfennig, bölgesel bütünleşme ve uluslararası ilişkiler kuramlarının genişlemeyi kendi “yalın” formlarında açıklamak istediklerini (Schimmelfennig, 2003a: 283), oysa ki bunların genişlemeye yönelik olarak içsel ve tutarlı 
şekilde birbiriyle yarışan ve birbirine karşı test edilebilecek hipotezler üretmeye müsait olmadığını, çapraz polenleme yöntemiyle mümkün olan en fazla gözlenebilir etkenin değerlendirilebileceğini öne sürmüştür (Schimmelfennig, 2003a: 11, 12). Frank Schimmelfennig, AB’nin Doğu genişlemesini açıklamak için yapmış olduğu çalışmada rasyonalist epistemoloji ile sosyal inşaacı ontolojiyi bir arada kullanmış ve retoriksel eylem kuramını inşaa etmiştir. 

Retoriksel eylem kuramının AB’nin Doğu genişlemesini açıklama gücünün testi için öncelikle, rasyonalist epistemolojiye sahip rasyonel seçim kurumsalcılığı (rational choice institutionalism) ile sosyal inşaacılık (social constructivism) incelenecektir. Müteakiben, bu iki yaklaşımın bir kıyaslaması yapılarak, AB’nin Doğu genişlemesi ni açıklama güçleri araştırılacaktır. Daha sonra, her ikisinin bir sentezi olan, 
Schimmelfennig’in retoriksel eylem yaklaşımı tanımlanacaktır. Nihai olarak, retoriksel eylemin Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini açıklamada yaptığı katkılar mercek altına alınacaktır. 

Bu makalede, Schimmelfennig’in retoriksel eylem kuramı ile AB’nin Doğu genişlemesi sürecini, rasyonel seçim kurumsalcılığı ile sosyal inşaacılığın temel varsayımlarını, Checkel’in zamansal sıralama modeliyle, höristik bir metotla, bir araya getirerek bütünüyle açıklayabildiği ve kuramın Türkiye’ye yönelik genişlemeye de ışık tutma potansiyelinin bulunduğu iddia edilmektedir. 

1. Rasyonalizm, Rasyonel Seçim Kurumsalcılığı ve AB’nin Doğu Genişlemesi 

  Aktörün hedefine ulaşmak için stratejik hesap yaptığı varsayımına dayanan anlayış “rasyonalizm”, bu varsayıma dayanan kuramlar “rasyonalist kuramlar”3 olarak adlandırılmaktadır. Rasyonalistler aktör davranışlarını, aktörün tutarlı bir fayda elde etme eylemini azamileştirilme çabası olarak görmektedir. 
Rasyonel seçim insan davranışları üzerine test edilebilir hipotezlere sahip genel bir kuramdır. Rasyonel seçim özellikle aktörlerin (birey, devlet, kurum vb.) doğasına, eylem biçimlerine ve sosyal dünyaya ilişkin belli varsayımlara dayanmaktadır. Rasyonel seçim kuramında bireyin, hedef peşinde koşan ve elde edeceği azami faydayı artırma çabası içinde olan bir çerçevede davranış sergilediği, buna karşın 
bireysel seçim üzerinde çeşitli kurumsal (sosyal) veya stratejik sınırlamaların bulunduğu varsayımı hakimdir. Rasyonel seçimin metodolojisi bireyin bu davranış biçiminden hareketle aktör tercihlerini açıklamak şeklindedir (Pollack, 2006: 32). Birey burada, bir “nedensellik mantığı” ile hareket etmekte, hangi eylem yolunun kendisi için faydalı olacağına bakarak seçimini yapmaktadır. Ancak bireyin bu seçimini fiziksel ve sosyal çevresinden etkilenmeden, bir başka deyişle çevresi tarafından sınırlandırılmadan yapma şansı yoktur. Bu sonuncusu, rasyonel 
seçim kurumsalcılarına kurumların insan davranışı üzerindeki sınırlamalarını, bu kurumsal sınırların tercih oluşumuna etkisini inceleme fırsatı vermiştir. 

Rasyonel seçim kurumsalcığında devletlerin kurumları işbirliği aracı olarak kullandığı varsayılmaktadır. Bu bakış açısında, kurumların devleti sınırlandırdığı kadar devletin de kurumları sınırlandırdığı görüşü hakimdir (Abbott ve Snidal, 1998: 5, 6). Buna göre kurumların nedenselliği (bir başka deyişle, devlet tercihlerinde değişime neden olmaları), devletin bireysel ve maddi çıkarlarından sonra gelmektedir. Kurumlar, değişim nedeni olmaktan çok, eylem için sınırlandırmalar ve teşvikler anlamına gelmektedir. Uluslararası kurumlar da devletlerin çıkarlarını takip etmelerine yarayan araçsal topluluklardır. 

Bunlar, işlem masraflarını düşürür, eylemleri bir havuzda toplar, normları gözden geçirir ve tarafsız bir bilgi sağlayıcı olarak işler. 

Bu bakış açısında kurumlara otonom bir rol atfedilmez (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 509). 

1990’lı yıllardan itibaren AB’nin alt politika alanlarının araştırılmasında bu rasyonalist bakış açısını temel alan rasyonel seçim kuramının yaygın şekilde kullanıldığı görülmüştür. AB çalışmalarında rasyonel seçim kurumsalcığı, AB politikalarının nasıl üye ülkelere yasal olarak ya da aday ülkelere koşulluluk yoluyla transfer edildiği (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2005a), AB’nin yasama, yürütme, yargı siyaseti, 

AB kurumlarının işleyişi (Pollack, 2006: 37), ayrıca kamuoyu ve Avrupalılaşma gibi somut ampirik alanlara ışık tutmuştur (Pollack, 2006:31). 

1990’lı yıllarda AB’nin aday ülkelerle ilişkileri ve genişleme konusu da rasyonel seçim kurumsalcılığının ilgisini çeken konular olmuştur. AB’nin genişlemesi bakımından, rasyonalist yaklaşımlarda genel olarak, üyelik başvurusunda bulunan devlet ile üye devletlerin genişleme tercihlerinin bireysel kâr-zarar beklentileri doğrultusunda belirlendiği, devletlerin elde edecekleri net faydayı azamileştirecek yatay kurumsallaşma derecesini tercih edecekleri görüşü hâkimdir (Schimmelfennig ve Sedelmeier, 2002: 510). 

Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, rasyonel seçim kurumsalcılığının ele aldığı kurumların rolü, karar alma, aktör tercihlerinin oluşumu, genişleme, koşulluluk, Avrupalılaşma vb. konulara sosyal ontolojiye sahip yaklaşımlar alternatif bir bakış açısı getirmiştir. 

Sonuçların bireylerin temel davranışlarına kadar takip edilmedikçe tam olmayacağı yaklaşımındaki aktör temelli rasyonel seçim kurumsalcılığı karşısında, yapı ve aktörlerin oluşumunun birbirinden bağımsız olgular olmadığı yargısındaki sosyal inşaacılık arasındaki tartışma Avrupa çalışmalarının yeni “büyük tartışması” haline gelmiştir.4 

2. Sosyal İnşaacılık ve AB’nin Doğu Genişlemesi Sosyal inşaacılık temel olarak üç varsayıma dayanmaktadır. 

İlk olarak sosyal inşaacılık, aktör tercihlerinin belirlenmesinde maddi yapılar kadar normatif ve fikirsel yapıların da önemli olduğunu varsaymaktadır. Sosyal 
inşaacılıkta, nesnelerin zaman ve mekân içindeki hareketine ilişkin ‘nasıl, ne zaman ve niçin’lerin sadece fiziksel güçlerle ya da sınırlamalarla belirlendiği düşüncesine karşı çıkılmakta, bunun aynı zamanda, paylaşılan bilgi, nesnenin durumuyla ilişkilendirilmiş kolektif anlam, bağımlılık, meşruluk, kurallar, kurumlar, kullanılan maddi kaynaklar, uygulamalar ve hatta müşterek yaratıcılıkla da ilgili olduğu savunulmaktadır. 
Dışarıda var olan bütün kurumların "oluşturulmuş" olduğu, bireylerin ve sosyal aktörlerin bunlara atfettiği değer ve anlamın fiziksel etkiler yarattığı, bu nedenle fikirlerin de maddi güçler gibi davranışları belirlemede etken olduğu sözkonusudur. Ruggie, inşaa edici kuralların “tüm sosyal hayatın kurumsal temeli” olduğunu öne sürmektedir (Ruggie, 1988: 873). 

Kurumların (genişlemesinin) rasyonalist açıklaması daha çok işlevselci bir yaklaşıma benzerken, normatif bir gündeme sahip olan sosyal inşaacılık bu 
olguyu, dünya politikalarını uygun normların ve kimliklerin yayılması olarak görmektedir.5 Bir başka deyişle, normların mutlaka davranışları sınırlandırmadığı, oluşturucu etkilerinin de olduğu savunulmaktadır.6 

Bu nedenle ikinci olarak, sosyal inşaacılıkta kimliklerin çıkar ve eylemleri oluşturduğu/belirlediği varsayılır7. Tercih oluşumunu açıklamak için sosyal inşaacılar aktörlerin sosyal kimliklerine odaklanır. Sosyal inşaacılığa göre aktörlerin çıkarları sosyal olarak inşaa edilmiştir (Ruggie, 1988: 856). 

Üçüncü varsayıma göre, aktörler ve yapılar karşılıklı oluşmuştur. Kimliklerimizi ve çıkarlarımızı tanımladığımız sosyal yapıları karşılıklı etkileşim ile oluştururuz. Bunlar rutinleşmiş söylemsel ve fiziksel, zaman ve mekânda süregelen uygulamalardır. Yapılar aktörleri çıkarlar ve kimlikler bakımından oluşturur, ama kendileri de aktörlerin karşılıklı etkileşimleri sonucu üretilir, yeniden üretilir ve değişir (Copeland, 2006: 3).8 

Sosyal inşaacılıkta aktörün (kurumlar dahil) devlet tercih ve davranışlarına fikirler, sosyalleştirme, eğitim, ikna, söylem ve norm telkini gibi süreçlerle etki ettiği varsayılmıştır. Sosyal inşaacılar bu süreçlere ve öznelerarası etkileşimlere odaklanarak, aktörlerin ulusal kimlik, çıkar, uluslararası gündem vb. kimlik algıları ile bu algılar ve tercihlerdeki dönüşümü açıklama imkânına kavuşmuştur.9 


***

15 Aralık 2020 Salı

Türkiye AB’ye Sığar mı?

Türkiye AB’ye Sığar mı? 



Prof. Dr. Mehmet Can
Yarınlar İçin Düşünce 
mcan@ius.edu.ba 


Ankara Anlaşmasının imza töreni Türkiye, 1959 yılında oluşum halindeki Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile yakın iş birliği içinde olmak isteyen ilk ülkelerden biridir. Bu ortaklık, 12 Eylül 1963 yılında, Ankara Anlaşması çerçevesinde gerçekleşti. 

Ankara Anlaşmasının temel amacı Türkiye ve AET ülkelerindeki yaşam standartlarının hızlandırılmış ekonomik gelişme, ticaretin düzenli genişlemesi Türkiye ekonomisi ile topluluk ekonomisi arasındaki farklılıkların giderilmesi sayesinde iyileştirilmesini sürekli kılmak, “Gümrük Birliği’nin” oluşturularak Türkiye’nin AET ülkeleri ile kısıtlama olmadan mal ve tarımsal ürün ticareti yapabilmesine imkan vermekti. 


AB -Türkiye İlişkilerinde Anahtar Kilometre Taşları 1987 Türkiye 14 Nisan’da tam üyelik başvurusunu sundu. 
1999 Türkiye ve AB arasında “Gümrük Birliği”, üç yıllık müzakereden sonra, 1 Ocak’ta yürürlüğe girdi. Avrupa Konseyi, Komisyonun Türkiye hakkındaki ikinci Düzenli Raporundaki tavsiyelerine uyarak Aralık ayındaki Helsinki Zirvesinde Türkiye’ye AB üyeliği için aday ülke statüsünü verdi. 

2000 Avrupa Konseyi 8 Mart tarihinde Türkiye’nin AB katılım süreci için bir yol haritası sağlayan 
“AB - Türkiye Katılım Ortaklığı”nı kabul etti. 19 Mart’ta Türk Hükümeti, Katılım Ortaklığını yansıtan, Müktesebatın Üstlenilmesi için Ulusal Programı (NPAA) kabul etti. 2001 Eylül ayındaki Kopenhag Zirvesinde, Avrupa Konseyi, şimdilerde “Katılım Öncesi Malî Yardım Aracı” olarak geçen mekanizma vasıtasıyla malî desteği kayda değer şekilde arttırmaya karar verdi. 

2004 Avrupa Konseyi 17 Aralık’ta Türkiye ile üyelik görüşmelerini başlatmaya karar verdi. 

2005 Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri 3 Ekim’de, müktesebatla uyumun analitik incelemesi olan “Tarama Süreci”yle 35 başlık altında başladı. Aralık’ta, Konsey Türkiye için yeni katılım ortaklığı belgesini kabul etti. 
2006 Kasım’da, Avrupa Komisyonu Türkiye ile katılım müzakereleri hakkında Konsey’e ilerleme raporunu sundu. 
Gelinen Nokta Nedir? 
Tarama toplantılarının, Ekim 2006’da sona ermesinin ardından Komisyon, her bir fasılla ilgili tarama raporunu hazırladı. 
Müzakere edilecek ilk fasıl olan 25. numaralı Bilim ve Araştırma Faslı açıldı ve 12 Haziran 2006 tarihinde geçici olarak kapandı. 
KKTC: Anan planına EVET. 
Kasım 2006’da, Avrupa Birliği malların serbest dolaşımı ile ilgili kısıtlamalar konusunda taşıdığı endişeleri dile getirdi. Avrupa Birliği Konseyi 14–15 Aralık 2006 tarihinde Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yönelik kısıtlamaları bağlamında sekiz başlıkta müzakereleri askıya alma kararını aldı: 

 1. Fasıl Malların serbest dolaşımı 
 3. Fasıl İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunumu Serbestisi 
 9. Fasıl Mali hizmetler 
 11. Fasıl Tarım ve kırsal kalkınma 
 13. Fasıl Balıkçılık 
 14. Fasıl Ulaştırma politikası 
 29. Fasıl Gümrük Birliği 
 30. Fasıl Dış İlişkiler 

Bunun yanı sıra Türkiye’nin AB-Türkiye Ortaklık Anlaşması Ek Protokolü kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemesi halinde hiçbir faslın geçici olarak kapatılmayacağı kararı da alındı. 

Ancak bu, müzakere sürecinin tıkandığı anlamına gelmiyor. Ocak 2007’den itibaren müzakereler askıya alınmamış, fasıllar bağlamında yeniden rayına oturmuştur. 

Girişimcilik ve Sanayi Politikası başlıklı 20. Fasıl Mart 2007 sonunda müzakerelere açılmıştır. 
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile üyelik görüşmelerine son olarak İstatistik başlıklı 18. Faslın ve Mali Kontrol başlıklı 32. Faslın müzakereye açılmasıyla devam edilmektedir. 
AB, Türkiye’nin Üyeliği konusunda Bölünüyor 
AB, iki büyük Avrupa ülkesi Almanya ve Fransa’da son iki yılda seçilmiş iki yeni liderle, zaman zaman çatışmaya ve rekabete yol açabilecek yeni bir yola girdi. 

Bu serüven Avrupa’yı ve geleceğini özellikle ilgilendirirken, Türkiye’yi de derinden etkileyebilecek bir kavşak noktasına getirecek. Çünkü her iki lider de bir şekilde “Türkiye’nin AB’de yeri yok” dediler. 

Nicolas Sarkozy 

Sarkozy, Angela Merkel’in açık etmekten çekindiği hedefi gerçekleştirecek lider olmaya oldukça hevesli ve kendinden emin. Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlamasına destek veren eski Almanya Şansölyesi Gerhard Schröder’in aksine Merkel, Türkiye’ye tam üyelik değil imtiyazlı ortaklık verilmesinden yana. 

Angela Merkel 

Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Merkel’in Hristiyan Demokrat Birlik’i (CDU) ile Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in Sosyal Demokrat Partililer’i (SPD) arasında kurulan koalisyon, Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda farklı yaklaşım lara sahip. “Pacta sunt servanda (Ahde vefa) Avrupa zemininde geçerli olan ilkedir” diyor Steinmeier, Fransız devletinin sayısız onayını taşıyan onlarca belgeye rağmen, bu ülkenin Avrupa İşleri Bakanı Jeanne Pierre Jouyet Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine ehil olmadığını söylüyor. Le Figaro'ya konuşan Jouyet, hükümeti nin Avrupa'nın sınırlarının belirlenmesini tartışmak üzere yıl sonundan önce bir akil adamlar heyeti toplanmasını isteyeceğini söylüyor. 
Sarkozy ve Merkel ilk Avrupalı lider değiller. Onlardan önce Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel, Türkiye'nin üyeliğine karşıydı. Türkiye'nin tartışıldığı ve Schüssel'in de ciddi muhalefet ettiği bir noktada kendisine açıkça şu söylenmiş: Elinde bu süreci durdurmak için her imkan var. Açıkça çık ve Türkiye'yi durdur. Bugün Türkiye'nin AB süreci devam ettiğine göre, gözlerimizi doğal olarak Türkiye'nin üyeliğini destekleyenlere çeviriyoruz. 

İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband Türk mukabili Ali Babacan ile son Türkiye ziyaretinde, Türkiye’de 61. hükümetin kurulmasından sonra başkent Ankara'yı ziyaret eden ilk yabancı konuk olan İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, "Türkiye'nin Avrupa'nın geleceği için hayati önem taşıdığını" belirtti. Türkiye AB için bir sınavdır diyen Miliband, Daily Telegraph gazetesine yazdığı makalede, "Avrupa ile Asya arasındaki mesafeyi kapatmak, ortak insani değerlerin dini 
farkları gölgede bıraktığını göstermek için Türkiye'den daha önemli bir ülke yok" dedi. David Miliband, Türkiye'nin AB üyesi olarak üzerine düşen rolü oynaması, ortak projelerde yer alması ve ortak değerleri desteklemesi halinde, Türkiye, İngiltere ve Avrupa için kazancın çok büyük olacağını vurguladı. 

İtalya Dışişleri Bakanı Massimo D’Alema, Türkiye’nin AB’ye girmesinin, "dinler savaşı" çağrısı yapanlara karşı "en iyi cevap" olacağını belirtiyor. 

Massimo D’Alema 

Massimo D’Alema, Bari’de Eylül 2007 içinde, Balkanları konu alan bir seminerde yaptığı konuşmada, "Uygarlıklar çatışması tarihinde trajik bir günü hatırladığımız bugün, dinler savaşı çağrısı yapanlara verilecek en iyi cevabın, Türkiye gibi Müslüman ve demokratik büyük bir ülkenin AB bünyesinde olması olduğunu düşünüyorum" dedi. 

D’Alema, Türkiye’nin AB’ye girmesinin, "insan haklarına bağlılık, ortak kalkınma projesi ve demokratik değerlerin ortak kabulü çerçevesinde farklı dinler ve uygarlıkları paylaşma imkanını" yansıtacağını kaydetti. 
ABD, İsrail ve Yahudi Kuruluşları Türkiye’nin AB Üyeliğini Destekliyor Bir yandan AB’nin, ABD’nin Avrupa üzerinde etkisini dengelemek için kurulduğu söylenir ken,  ABD’nin, bölgedeki stratejik ortağı Türkiye’nin AB’ye alınması için, AB siyasi liderlerini öfkelendirecek şekilde ve siyasi incelikten yoksun baskı uygulaması çoğu kişiye çelişkili gelmiştir. 

ABD resmi politikasından başka, bu politikaların oluşturulmasında önemli ağırlığa sahip Amerikan Yahudi düşünce kuruluşları da Türkiye’nin AB’ye alınması için fikir üretir ve lobi yaparlar. 

Morton Abramowitz 

Turgut Özal döneminde Amerika'nın Ankara büyükelçisi olan Morton Abramowitz, 5 Eylül 2007’de Amerika'nın Sesi Türkçe bölümüne Türkiye'nin Amerika, İsrail ve Avrupa Birliği'yle ilişkilerini değerlendirdi. Büyük Ortadoğu Projesini şekillendiren ve Amerika’nın yirmi birinci yüzyılda da dünyanın tek süper gücü kalmasının koşulları belirleyen dokümanı hazırlayan American Century Foundation adlı Yahudi düşünce kuruluşu uzmanlarından emekli Büyükelçi Abramowitz, bundan sonraki siyasi dönemin iyi değerlendirilmesi durumunda, Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunda önemli mesafe alacağını söyledi. 

Ezher Weizmann 

1999 yılı içinde Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girmesinden hemen sonra İsrail cumhurbaşkanı Ezher Weizmann kendisiyle yapılan söyleşide bir Türk gazeteciye, Türkiye’nin AB Gümrük Birliği’ne girmesi için neden lobi yaptıklarını şöyle açıklıyordu: 
_ Bu bizim ilk çabamız değildir. Türkiye Cumhuriyet’inin, ilk yıllarından itibaren bir Avrupalı devlet olması için daima çaba göstermişizdir. Bir Müslüman ülkenin Avrupalı olabileceğini İslam dünyasına göstermek çok önemlidir. 

Jeokültürel Alanlar Açısından Bakılınca 

Bir toplumun kültürel değerlerini ve medeniyet kimliğini paylaşan insanlardan oluşan nesneye, o toplumun jeokültürel alanı denir. Bu alanın fiziksel sınırları olmaz.1 

Türkiye'nin Sınırları ve Büyüklüğü 

Jeokültürel yaklaşıma göre Türkiye jeokültürel alanı üç kanattan oluşur: Birinci kanat, Osmanlı İmparatorluğu’nun en geniş sınırlara sahip olduğu zamanki coğrafyada bu gün yaşayan insanlardır. İkinci kanat, birinciye dahil olmayan, fakat Türkçe’nin çeşitli lehçelerini konuşan Müslüman toplumlar, üçüncü kanat ise, ilk iki kanat dışında kalan bütün Müslümanlardır. 

Şunları birer stratejik kayıt olarak ortaya koymak şarttır:2 

• Türkiye'nin jeokültürel gücü jeoekonomik gücünden daha büyüktür. 
• Türkiye'nin jeoekonomik gücü jeopolitik gücünden daha büyüktür. 
• Türkiye'nin jeopolitik gücü coğrafi/idari/siyasi Türkiye'nin gücünden daha büyüktür. 
• Gerçek Türkiye, öz coğrafyası değil, jeokültürel havzasıdır. 
• Gerçek Türkiye, öz coğrafyası kadar küçük değildir; aksine, jeokültürel havzası kadar büyüktür. 
• Gerçek Türkiye'nin sınırları fiziksel olmayan jeokültürel sınırlarıdır. 

Türkiye'nin sınırları ve büyüklüğü ancak ve ancak jeokültürel değerine bakarak anlaşılabilir. AB ile ilişkiler için strateji oluştururken varolan tüm değerler hesaba katılacaksa, burada en büyük açılımı sağlayan jeokültürel değerlerin dikkate alınması gerekir. 

Türkiye'nin jeokültürel alanı 

Osmanlı kuruluş stratejisi jeokültürel bir stratejik aklın ürünüdür ve bu akıl jeopolitiği jeokültüre göre yerli yerine oturtmuştur. 
Yahudilik Jeokültürel Alandır Jeokültürün ne işe yaradığını, neler başarabileceğini ve nelere kadir olduğunu anlamak için İsrail'e bakmak yeterlidir. Modern dönem devletlerinden biri olan İsrail bir jeokültürel stratejiyle devlet olabilmiştir. Yahudiler, altı bin yılı aşan sürgüne ve dünyanın dört bir yanına dağılmışlığa 
rağmen, sıkı sıkıya sarıldıkları ve asla vazgeçmedikleri kültürel değerlerini stratejik düzeyde ele almışlar, jeokültürden hareketle jeopolitik değer üreterek çok güçlü bir jeokültürel alan kurmuşlardır. 
İsrail devletinin kuruluşunda 'dış güçlerin' desteği olmasaydı Yahudiler hiçbir şey yapamazdı denilebilir. 

Ancak, katkı sağlayanları katkı sağlamaya iten sebepler incelendiğinde, o etki taşının altında Yahudi jeokültür alanının olduğu görülecektir.3 
AB, Hıristiyan Avrupa Jeokültürel Alanının Gereksinimidir AB, Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan itibaren Hıristiyan Avrupa Jeokültürel Alanının Gereksinimidir. Uluslar arası Siyonist politika, kendi jeokültürel alanı için tehlikeli bulduğu 
Türkiye’yi jeokültürel alanının dışına çıkararak AB’ye kapatıp etkisizleştirme politikası izlemektedir. AB politikacılarının Türkiye yanlıları arasında Türkiye’nin jeopolitik olarak AB'ye lazım olduğuna samimiyetle inananlar küçük bir azınlıktır. Yahudi Jeokültürel gücünün Avrupa halkı üzerindeki etkisi sınırlı olsa da, Türkiye’nin AB’ye girmesine kesin karşıt olan siyasilerin iktidar yollarını daraltabilmektedir. 

Wolfgang Schüssel 

Avusturya Başbakanı Schüssel'in Türkiye’ye muhalefette pasifleşmesi, hatta siyasetten silinmesi, Merkel’in dikkatli politikası bunu göstermektedir. Sarkozy şu anda Hıristiyan Avrupa Jeokültürel alanının liderliğine oynayan hiperaktif bir yaramaz rolündedir. Çok geçmeden sosyalist rakibi Segolene Royal ile arasının kapanmakta olduğunu görerek o da uysallaşacaktır. 

Maria-Segolene Royal 

Türkiye’nin AB’ye Girişi Süreci, İki Jeokültürel Alanın Karşılaşmasıdır AB sürecinde yaşadığımız yarım yüzyıllık sorunun özünde, jeopolitik olarak AB'ye lazım olan 
Türkiye'nin jeokültürel olarak AB jeokültürüyle uyumsuz olması, daha doğrusu baskın konumda olması yatmaktadır. Türkiye jeokültürü AB için bir tehdittir ve AB jeokültürü bu meydan okumayı karşılayabilecek güçte değildir. Bu yüzden karşılıklı olarak yaşanan jeopolitik gereksinim, jeokültür söz konusu olduğunda anlamsızlaşmaktadır. 
Osmanlı İmparatorluğunun Millet Sistemi ile başardığı gibi, iki jeokültür havzasının bazı coğrafya bölgelerinde birbirine girmiş olarak yaşamaları mümkündür. 
Bu iç içe yaşam her iki kültürün şu üç hakkı desteklemesiyle mümkün olmaktadır:4 

 Kültür guruplarının kendi kültür ve medeniyetlerini kurumlarıyla birlikte yaşama özgürlüğü, 
 Ebeveynin çocuklarını kendi kültür ve medeniyet kimliklerine göre yetiştirme özgürlüğü, 
 Kültürlerinin şeriatına göre hüküm veren alternatif hukuka sahip olma hakkı. 
Türkiye’nin kültür alanının belirleyici medeniyeti, bu hakları desteklemektedir, 
Medine Vesikası ve Osmanlı Millet Sistemi ile tarihte pratiğe dökmüştür. 
Türkiye ve AB Ülkelerinin Demokrasileri Birlikte Yaşamayı Destekleyecek Olgunlukta Değildir Türkiye’nin ve etkilendiği Batı’nın hala kuvvetle etkisinde bulundukları Allah’sız Aydınlanma felsefesi ve onun desteklediği laiklik ve sekülerlik, demokrasilerinin bu üç temel insan hakkını destekleyecek şekilde genişlemelerinin önündeki en büyük engeldir. 

Post modern dönemin organizasyonlarından artık hizmetlerini halklara, onların inançlarını kaale almadan değil, inançlarının gereklerine uygun olarak götürmeleri beklenmektedir. 
Aslında yarım asır önce ilan edilen ve AB ülkelerinin hepsi tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 18. ve 26. maddeleriyle yukarıdaki üç temel haktan ilk ikisini biraz utangaçça da olsa desteklediği ve üçüncü hak, birincinin mantıksal sonucu olduğu halde Kıta demokrasilerinin bu hakları destekleme başarıları çok alt düzeylerde kalmıştır. Cumhurbaşkanı olmadan önce Sarkozy’nin başında bulunduğu komisyon ise, hazırladığı raporla Fransa’yı bu hakların desteklenmesi konusunda çok gerilere itmiştir. 

Brüksel’de 11 Eylül 2007’de yaşanan “Avrupa’da İslam’ın Gelişmesini Durdurun” eylemi, Avrupa halklarının önemli bir kısmının bilinçlerinin nasıl şekillendiğini göstermesi bakımından ibret vericidir. 

Avrupa’nın İslamlaşmasını durdurun 

Türkiye’nin 1982 anayasasında inanç özgürlüğü T.C. Anayasası Madde 24. – Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir. 
maddesinde ifadesini bulmakta, ve açıkça görüldüğü gibi İnsan Hakları Evrensel Beyannamesindeki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, din veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğrenim, uygulama, ibadet ve dinsel törenlerle açığa vurma özgürlüğünü içerir. 

Orijinal hali “free practice” olan “uygulama” unsurunu, yani inancın şeriatını yaşama hakkını içermemektedir. Esefle görüyoruz ki yeni “Sivil Anayasa” taslağı da bu hususta 1982 anayasasından daha öteye gidememektedir. 

Çocuklarının eğitimi konusunda ebeveyni tek tayin edici kabul eden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 26. Maddesi 26/3. Çocuklara verilecek eğitimin türünü seçmek, öncelikle ana ve babanın hakkıdır. 
İse hem TC Anayasasında ve hem de AB ülkelerinin yasalarında açıkça ihlal edilmekte ve bu yetki devlete verilmektedir. 

İki jeokültür alanına mensup bireylerin birlikte yaşamalarının olmazsa olmazı olan alternatif hukuka ise hem TC ve hem de Avrupa Anayasası kapalıdır. 

Dünya globalleşme ile küçük bir köy haline gelirken, laiklik ve sekülerlik post modern dönem insanının taleplerinin gerisinde kalmıştır. Türkiye ve Avrupa demokrasileri bir başka kültür havzasının insanları ile bu küçük köyde bir arada yaşamayı başarmak için muhakkak demokrasilerini insanların inanç ve kültürlerinden doğan yaşam şekillerini destekleyecek şekilde geliştirmelidirler. Türkiye de zaruri anayasal açılımları yaptıktan sonra bu husus, AB-Türkiye 
müzakere masasında yakın gelecekte “Ankara Kriteri” olarak yerini almalıdır. 
AB Müktesebatı Azınlık Dilleri Konusunda Türkiye’nin Önündedir İnanç özgürlüğü nü desteklemek açısından aynı ölçüde özürlü olsalar da, AB Müktesebatı, azınlık  dilleri konusunda Türkiye’nin önündedir. Avrupa Azınlık Dilleri Sözleşmesi, bu dillerde yazılı, görüntülü, sesli her türlü yayına sınırsız serbestlik tanıdığı halde Türkiye’nin yasal çerçevesi, tercüme edilmek şartıyla haftada kırk dakika görüntülü yayından ve özel dil kurslarından öteye geçememiştir. 


Anadilde eğitim konusunda AB müktesebatı, Katalonya örneğinde olduğu kadar ileri gittiği halde, TC Anayasası geçilmez bir duvar örmüştür. Ne yazık ki, yeni Sivil Anayasa taslağında da bu konuda bir açılım görülmüyor. Türkiye-AB üyelik müzakereleri sırasında bu dosyaya da sıra gelecektir. 

Türkiye AB’ye Girmese De 

Yukarıdaki tespitlerden anlaşıldığına göre Türkiye’nin Kültür alanı, onun AB kültür alanına dahil olmasına imkan vermeyecek adar büyük ve temel felsefe bakımından farklıdır. Batı demokrasileri ise, AB’nin, Türkiye Başbakanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın dediği gibi “medeniyetlerin bir arada yaşadığı”, kültür havzalarının üst üste bindiği bir organizasyon olmasını destekleyecek kadar gelişmiş değillerdir. 
Ancak Batı demokrasileri Türkiye’nin AB içindeki varlığını desteklemek için olmasa bile, Avrupa’da yaşayan ve sayıları hızla yirmi milyona yaklaşan yerli, ya da göçmen Avrupalı Müslüman’a karşı uyguladıkları asimilasyon politikalarının ve kültürel soykırım suçlarının ortaya çıkardığı problemlerin üstesinden gelmek için muhakkak kendilerini yenilemeli, laiklik veya sekülerlik takıntılarını bir tarafa bırakıp, hiç olmazsa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ifadesini bulan insan hak ve özgürlüklerini tatminkar şekilde destekleyecek açılımları yapabilmelidirler. 

Terry Davis 

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Terry Davis Brüksel’de 11 Eylül 2007’de yaşanan “Avrupa’da İslam’ın Gelişmesini Durdurun” eylemi için “Avrupa değerleri gerçekten tehdit altında, ancak tehdit İslam’dan değil, dar kafalılıktan geliyor” dese de, AB üyesi ülkelerin asimilasyon politikaları, vatandaşlık ve göçmen yasaları, asıl tehdidi Avrupa demokrasilerinin dar kafalılığının oluşturduğu gerçeğini saklaya mıyor. Diğer taftan Türkiye bir yandan yeni “Sivil Anayasa”sını, Türkiye insanının yukarıda sıraladığımız üç temel hakkını destekleyecek şekilde yeniden yazıp kendi evini düzene sokarken, diğer yandan AB müzakere sürecinden bağımsız olarak, AB ülkelerinde kendi jeokültür havzasının parçaları olan Müslüman toplulukların yaşam zorlukları ile yakından ilgilenmelidir. Mesela Almanya’da ve Fransa’da vatandaşlık almanın şartı “en üst düzeyde Almanlaşmak, Fransızlaşmak”, yani 
asimilasyondur. Asimilasyon, yirmi birinci yüzyılda, başta Fransa ve Almanya olmak üzere bütün Avrupa’da, dünyanın gözü önünde işlenmekte olan bir “kültürel soykırım”dır. Türkiye kendini bu konuda kusurlu olmaktan çıkardıktan sonra, bu derin insan hakları ihlallerini durdurmak için derhal teşebbüste bulunmalıdır. 

Yazar ve Üniversitesi International University of Sarajevo Hakkında 
Profesör Doktor Mehmet Can, Saraybosna’da International University of Sarajevo’da öğretim üyesidir. 
International University of Sarajevo’nun Saraybosna’da inşaatı devam eden yeni kampüsü International University of Sarajevo, Sanat ve Sosyal Bilimler, Ekonomi ve Yönetim Bilimleri, Mühendislik ve Fen Bilimleri Fakültelerinin on dört programın da lisans ve lisansüstü düzeyde eğitim vererek, bölge meselelerini anlamaya ve çözüm üretmeye yönelik bilimsel araştırmalara ev sahipliği yaparak, Sokulu Mehmet Paşa’nın güney doğu Bosna’da Drina nehri üzerine yaptırdığı köprünün misyonunun bilgi çağı karşılığını üslenmektedir. 

Drina Köprüsü 

Drina Köprüsü’nden geçen ticaret yolu Doğu’nun değerli dokumalarını Batı pazarlarına ulaştırarak Bosna’ya zenginlik getirdi, International University of Sarajevo başta olmak üzere Bosna’ya yapılan kültür yatırımları da İslam’ın irfan ve hikmetini Batı’ya ulaştırarak, Batı’nın bu gün içinde bulunduğu medeniyet bunalımına derman taşıyacaktır. Üniversite hakkında ayrıntılı bilgiye 
http://www.ius.edu.ba    

Adresinden ulaşılabilir. 

Yarınlar İçin Düşünce 
Yıl 3, Sayı:25 
Kasım 2007. 


DİPNOTLAR;

1 Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve Jeokültür, İz Yayıncılık, 1993. 
2 Mustafa Şen, Dış siyasette stratejik ters çevirme harekatı, 
   http://www.yenisafak.com.tr/yorum/?c=12&i=20032 
3 Zbigniev Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, İnkılap Kitabevi, 2005. 
4 Mustafa Özel, İsrail barış yapamaz!, 06.08.2006, 
   http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=1019&y=MustafaOzel 


***

4 Aralık 2020 Cuma

Adb Irak İşgali 3 YILI

Adb Irak İşgali 3 YILI 




İşgalin 3. Yılında Pandora'nın Kutusundan Çıkanlar,

Mete Çubukçu,


Irak’ın durumu ile ilgili yapılacak değerlendirmeler artık “wishful thinking”i aşmış durumda. Durum tahminlerimizin ötesinde bir vehamet içeriyor.
Çünkü, reel politikacıların, düşünce kuruluşlarının ya da Amerikan politikasını yürütenlere yön verenlerin stratejilerinin iflas ettiğini söylemek 
“niyet beyanından”, “biz söylemiştik” ten öte bir şey.

Tabii ki Irak’ın işgalini hâlâ başarı olarak görenler, savunanlar var. Ama hiçbir aklı selim sahibi -ki buna neoconların fikir babaları, neocon politikayı 
dışarıdan destekleyenler de dahil- Irak’taki içler acısı durumu inkar edemiyor.
ABD Dışişleri Bakanı Rumsfeld “Irak’ta her şey yolunda” diyor kaçınılmaz olarak. İşgal destekçileri ise ondan öteye giderek Irak’ta “neleri başardıklarını” 
sıralıyorlar. Ama onların reel politik bakış açısıyla 3. yılda geriye dönüp baktığımızda önümüze çıkan manzara ve rakamlar onların bile içinden 
çıkamayacakları bir bilançoyla karşı karşıya geldiklerini ortaya koyuyor.
Amerika’nın Irak’ı işgalini destekleyenler, işgalin yolunda gitmemesini 3 yıldır olmadık bahanelerle savunanlar, geriye dönüp baktıklarında savunmalarını 
genelde 4 noktada topluyorlar;

1. İşgal Saddam Hüseyin gibi bir diktatörü devirmiştir.
2. Çağdışı bir rejim yıkılmıştır.
3. Saddam Hüseyin sonrası Irak bölgede tehdit olmaktan çıkmıştır.
4. Demokrasiye geçilerek seçimler yapılmıştır.

ABD yönetiminin 3. yıldaki en önemli ikilemi şudur: “Irak’tan çekilirsek iç savaş çıkar ve kontrolü kaybederiz”; Irak’tan çekilmedikçe işgale karşı direniş yükselecek ve kaos artacaktır. Önümüzdeki dönemde Amerikan politikacılarının en temel tartışma konusu bu olacaktır.

Çekilme: Ortadoğu’yu yeniden işgale kalkışan güçlerin her şeye rağmen Irak’tan kısa vadede çekileceklerini beklemek hata olur. Nitekim Bush bile 2009 yılına kadar Irak’ta kalacaklarını saklamıyor. Tüm başarısızlığa rağmen çekilme ABD İmparatorluğu’nun prestij ve morali açısından kaldıracağı bir durum değil. Üstelik, İran gibi yeni bir hedefin (Amerika’ya kafa tutacak Irak’tan çok farklı bir ülkenin) yanı başında durduğu coğrafyayı hemen boşaltması beklenemez. Bazılarının iddia ettiği ve çoğunlukla komplo-kaos teorisine dayanan “ABD’nin bölgedeki kriz üzerinden politikasını yürüteceği ve dolayısıyla Irak’taki kaos ortamının bilinçli olarak körüklendiği” tezinin hiçbir dayanağı mevcut değil. Çünkü Irak’taki durum kontrol altına alınmadıkça Amerikan kamuoyu tepkisinin giderek arttığı görülmektedir. Üstelik, Irak’taki petrolü bir an önce kontrol altına alıp dünya piyasalarına sürmek ve piyasalar üzerinde daha etkin bir kontrol sağlamak isteyen ABD ve küresel şirketler için Irak işgalinin umulduğu gibi gitmemesi uzun vadede kendilerinin aleyhine dönecek bir silah gibi durmaktadır. Bush yönetiminin, İran ve Suriye üzerindeki baskısını arttırması belli bir politikanın ürünüdür ama askerî olarak Irak’ın kontrol altına alınamaması ABD’nin bilinçli bir politikası değildir.

İç Savaş: Ancak, ABD’nin Irak’tan çekildikleri takdirde “bir iç savaşın yaşanacağı” tehdidini ve medya aracılığıyla bu dezenformasyonu yayarak özellikle uluslararası kamuoyunu ikna etmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu dezenformasyondan Türkiye kamuoyu da nasibini almaktadır. Irak’ta var olan koşullarda zaten bir iç savaş yaşanmaktadır. Yaşanan iç savaşın derinleşmemesi, kitleselleşmemesi, şimdilik bazı Şii (Sadr gibi) ve Sünni (Sünni Ulema Birliği) liderlerin çabalarına bağlı olup kısa süre sonra bu çaba da sonuçsuz kalma ihtimaline sahiptir.
İşgali savunanların bir diğer argümanı ise her şeye rağmen Saddam Hüseyin diktatörlüğünün yıkılmış olmasıdır. İşte bu sav birbirini ile ilişkisiz iki gerekçenin bir arada savunulmasıdır. Tarihi, geçmişi, insanları, doğal kaynakları ile yok olmaya doğru giden bir ülkenin işgali Saddam Hüseyin’in devrilmesi ile haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.

Seçim: Irak’ta seçim yapmayı bile başarı sayanlar, indirgemeci bir mantıkla demokrasiyi sadece seçimlerle özdeşleştirmektedir. Oysa seçim demokrasinin sadece bir unsurudur. Üstelik Irak seçimleri ülkeyi birleştirmeye değil bilakis parçalanmaya yaklaştırmış, tüm etnik ve dinî gruplar sadece kendilerini temsil edenlere oy vermiştir. Bu da Irak’ı iç sınırları çizilerek üç saflı hale getirmiştir. İyad Allavi’nin liderliğindeki laik ve farklı grupların oluşturduğu cephe Meclis’te 25 sandalye kazanmış dahi olsa bu birliktelik sembolik olmaktan öteye gidemeyecektir. Çünkü Iraklı Araplar mezheplerine, Kürtler etnik kimliklerine göre hareket etmektedir.

Ordu: Bu saflaşma askerî olarak de netleşmiş ve Irak ordusu ve polisi olarak algılanan güçler aslında Şii ve Kürtlerin kendi güvenlik güçleri olup her grup kendi içinde silahlı olarak da bölünmüştür. Üstelik Irak ordusu denilen yapı içinde barınan Ölüm Mangaları özellikle Bağdat civarında Saddam Hüseyin’i aratmayan toplu katliamlara imza atmaktadır. Bu ölüm timlerinin birçoğu yönetimde hakim olan Şii grupların içinden çıkarken, hükümetin kontrolü ve bilgisi dahilindedir. Sayıları 100 bin civarında olan Irak Ordusunun, karşısında ise 30-40 bin militan ve 100 bine yakın milisin bulunduğu bir direnişçi bloku söz konusudur.
Anayasa: Anayasadaki muğlak ifadeler de ileride karşımıza çıkacak çok parçalı, her grubun kendi yorumuna göre yön vereceği ve parçalanmayı hızlandıracak bir metin olarak durmaktadır. Hem adem-i merkeziyetçi hem de gevşek bir federatif yapıyı öngören Anayasa kendi içinde çelişkili maddeler ve ifadelerle dolu olup uygulanması neredeyse imkansız gibidir. Aralık ayında yapılan bir seçimin sonucunda hâlâ bir hükümetin kurulamamış olması da ülkenin tüm bu saydığımız segmentlere ayrılmasının bir sonucudur.

Bu ayrışmanın sonucunu şimdiden görmekteyiz. Ancak Amerikan işgali devam ettiği sürece kaosun derinleşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Irak’ta Kürtler hariç diğer gruplar bir an önce işgalin sona ermesini temel koşul olarak öne sürmektedir.

Yeni Aktörler: Tüm bunların yanı sıra Irak’ın mevcut durum dolayısıyla bölgede ortaya çıkan yeni aktörlerin yol açacağı yeni oluşumların önümüzdeki dönemde nasıl davranacaklarının hâlâ belirsiz olmasını gösterebiliriz. Çünkü önümüzdeki yıllarda bölgenin geleceğinde rol oynayacak yeni bileşenler ortaya çıkmıştır:

1. Bölgede, Pakistan’dan başlayarak, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn, Suudi Arabistan’a uzanan bir çizgide ortaya çıkan Şii Kuşağı,

2. Irak, Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt Kuşağı,

3. Arap kimliğinin yitirilmesinden sonra Irak’ta ortaya çıkan İran etkisi.

Bu üç önemli gelişme Türkiye’yi içine alan bir eksende (sadece Kürt ekseni ile değil) etki yaratma kapasitesine bağlı olup yine sadece Türkiye’nin kendi inisyatifi ile politika oluşturabileceği ya da aşabileceği bir durum değildir. Her ne kadar kadar AKP hükümeti bütün bölgedeki hükümetler ve kendine yakın hareketler (Hamas gibi) üzerinde etki kurup bölgesel bir aktör olmaya soyunsa da yukarıda saydığımız üç argüman nedeniyle Türkiye hem siyasi hem de ekonomik olarak kendi başına bu rolü üstlenebilecek bir durumda değildir. AKP hükümeti başından itibaren yürüttüğü dış politika üzerinden iç politika yürütme yeteneğini yitirmiş gibi görünürken, konjonktürel olarak Irak’ın işgali ve Avrupa Birliği üzerinden yaratmaya çalıştığı ve bir oranda da başardığı olumlu rüzgarın hızından yorulmuştur. AB rüzgarı bir yana konacak olursa, AKP hükümetinin Ortadoğu’ya yönelik perspektifinin olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur. Hükümet, danışmanları aracılığı ile bir “Osmanlı uzlaşması” benzeri orta çaplı emperyal bir hülya ve anakronik bir hareket tarzıyla mı hareket etmektedir, yoksa Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, iflas etmiş ve uygulaması çok tartışılır hale gelen Büyük Ortadoğu Projesi üzerinden mi? Ya da görece bağımsız bir tavır mı takınacaktır. Örneğin, olası bir İran krizinde ne yapılacağı bilinmemektedir. Özellikle de medyaya yansıyan ve Irak işgali öncesi 25 milyar üzerinden yapılan ve rakam çok yüksek bulunarak reddedilen “at pazarlığı” sonrası.

Olası bir kriz sırasında Türkiye’nin önceliği tabii ki kendi Kürtlerinden kaynaklı olarak Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve onun hemen yanı başındaki İran Kürtleri olacaktır. Bu yüzden işgalin 3. yılında Türkiye kendi Kürtlerine yönelik gerekli açılımları yapmak zorundadır. Zira işgal Kürt meselesini sadece Türkiye’nin kendi iç meselesi olmaktan çıkarmış ve yine Irak Kürtleri’ni de aşmıştır.
Bu yüzden bir Şii ekseni Türkiye’yi dolaylı olarak etkileyecek bile olsa Kürt ekseninde Türkiye’ye doğrudan muhatap olacaktır. Irak’ı işgal etmeyerek ve asker göndermeyerek onurlu bir tavır sergileyenlerin aksine, işgale bulaşılmadığı için hâlâ üzülenleri de unutmadan önümüzdeki dönemde de Türkiye’nin anahtar ülke konumunda olacağını hatırlatmakta da yarar var.

Vaatler ve Gerçekler

1 Haziran 2003’te George Bush “Irak’ı söz verdiğimiz gibi özgürleştirdik. Ülkeyi temsil eden bir hükümet kurulmasını sağlayacağız. Amacımız kendi sorunlarını kendi çözecek, kendi güvenliklerini sağlayacak geçişi sağlamaktır” derken muhafazakar kanadı temsil eden gazetecilerden George Will Mart 2006’da şunları söylüyor: “İşgalden 3 yıl sonra ortada bir Irak ulusu var mı bilemiyoruz. 2 seçim ve bir anayasa referandumunun ardından Irak hâlâ bir hükümete sahip değil”.
İç savaş korkusu büyürken Şii Başbakan İbrahim Caferi, Şii ölüm mangaları ile ilintili olduğu için kabul görmüyor. Uzlaşma hükümetinin kurulması zor görünüyor.
8 Nisan 2003 tarihindeki Bush ve Blair’in ortak açıklamasından: “ Irak’ın geleceği Iraklılara aittir. Yıllar süren diktatörlüğün ardından Irak özgürleşti. Biz de Irak halkının kendi geleceğine karar verecek demokratik ve barışçıl bir ortamı yaratmakla yükümlüyüz.”

Yanıtı 2006’nın Mart ayındaki Uluslararası Af Örgütü’nün raporundan: “Irak hükümeti vatandaşlarına hayatlarını korumak için gerekli olan asgari güvenceleri sağlayamaz durumda olup işkence kadın erkek ayrımı gözetmeden devam etmektedir. 14 bin mahkum kaynağı belirsiz suçtan cezaevlerinde yatmaktadır”.
Irak’ta Saddam Hüseyin sonrası ifade özgürlüğünün sınırlarının genişlediği iddia ediliyor. Bu doğru. Ancak, bunun doğru olması önümüzdeki tabloyu görmememize engel değil. Örneğin, işgal güçlerinin aleyhine yazıp çizmek hapse girmek, gazete ve TV’nizin kapanmasıyla eşanlamlı. Ülkede yükselen İslamcı dalga (Şii-Sünni) günlük yaşamı ciddi bir şekilde etkilemekle kalmayıp, Irak’ın İslamlaşma sürecine de katkıda bulunuyor. Irak hiç olmadığı kadar seküler kurallardan uzaklaşırken günlük yaşamın küçük ama önemli ayrıntılarında kadınlara yönelik büyük baskılar göze çarpıyor. Ülkenin yetişmiş kuşakları özellikle üniversite öğretim üyeleri ve aydınlar öldürülüyor, ülkeden kaçmaya zorlanıyor. Sadece 2005 yılında öldürülen öğretim üyesi sayısı 300. İşgalin hemen ardından başlayan yağmalama karşısında ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in manidar açıklaması Irak’taki “özgür” ortam açısından önemliydi: “Irak’a özgürlük getirdik. Bunun içinde adam öldürme ve soygun yapma da var”.

Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, tarih 18 Şubat 2003: “Irak Afganistan’ın tersine zengin bir ülkedir. İnanılmaz zengin kaynaklar da Irak halkına aittir. Bu yüzden Irak kendi kaynakları ile kendisini yeniden yapılandırma yeteneğine sahiptir”.

Sözcünün 3 yıl önceki bu yorumuna cevap olmasa da Irak’taki son durumu işgal güçlerinin mühendislerinin komutanı Tuğgeneral William McCoy şöyle özetlemektedir: “ABD’nin Irak’ı yeniden yapılandırmak gibi bir niyeti hiçbir zaman olmadı. Sadece başlangıçta böyle bir niyetten söz edilirdi”.

Irak bugün benzin ithal eden bir ülke konumumdadır. Bağdat’ta benzinciler önünde kuyruklarda saatlerce benzin almak için bekleyebilirsiniz. Türkiye sınırındaki tankerler her gün binlerce ton işlenmiş benzini Irak’a taşımaktadır. Irak’ın petrol ihracı Saddam döneminden daha azdır. 

Çünkü rafineriler derinişçilerin saldırıları nedeniyle işletilememektedir. 

Güvenliğin sağlanamamasından dolayı yıkılan rafineriler ve altyapı inşa edilememiştir. Kısa vadede de petrolün ekonomiye katkısı daha azalacaktır.

30 Kasım 2005 George Bush’un Amerikan Deniz Akademisi’ndeki konuşmasından: “ Irak güvenlik kuvvetleri ayağa kalkmış ve Irak halkının güvenini kazanmıştır. Artık teröristlere yönelik bilgi akışı da sağlanmıştır”.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2006 Raporu’ndan:

“Irak’ta güvenlik kuvvetlerinin göreve gelmesinin ardından işkence ve kötü muamele ile ilgili olarak yüzlerce rapor mevcuttur. Durum Irak yönetiminin insan hakları ihlallerinin görmezden geldiğini ve güvenlik kuvvetlerinin bu durumun içinde olduğunu göstermektedir.”

Yeni Irak ordusu en tartışmalı konulardan biridir. Çünkü bu oluşum Irak ordusu olmaktan çok Şii ve Kürt ordusu şeklindedir. Ordunun 60 taburu Şiilerden 3 tanesi de Kürtlerden oluşmaktadır. 45 civarında da Sünni taburu mevcuttur. Irak ordusu ve polisi denilen güç, mezhepler ve etnik gruplar arasında bölüşülmüş ve büyük bir kısmı ölüm mangaları olarak anılmaya başlanmıştır. Örneğin, başkent Bağdat’ta Şii güvenlik güçlerinin Sünnilere yönelik kaçırma, işkence ve öldürme eylemleri artık gizlenemez hale gelmiş, toplu ölümler ve toplu mezarlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ordu mensubu Sünnilerin de direnişçilerle dirsek temasında olduğu, eski Baasçıların orduya sızdığı ve istihbarat taşıdığı iddia edilmektedir.
Üçüncü yılda saymaya çalıştığımız birkaç enstantane işgalin boyutlarını ve Irak’a nelere mal olduğunu ortaya koyması açısından anlamlıdır. Bu işgal sadece bir ülkenin yok oluşunu ilan etmekle kalmayıp, etkilerini içinde Türkiye’nin de bulunduğu bir coğrafyada önümüzdeki dönemlerde gösterecektir.

Tek çıkar yol sonuna kadar işgallere uzak durmak ve “hayır” diyebilmektir. Aksi takdirde dünyanın emperyal güçlerin küresel kapitalizmi ayakta tutmak için uyguladıkları araçlardan biri olan savaş ve şiddet uzun vadede tüm insanlığı içinden çıkılmaz bir noktaya götürecektir. Bugünü kurtarma adına hareket edenler bu sarmaldan tek başlarına çıkamayacaklardır.

METE ÇUBUKÇU

https://www.birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-204-nisan-2006/2388/isgalin-3-yilinda-pandora-nin-kutusundan-cikanlar/3370


***