28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 6





KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 6





Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(3):

Osman Yurt 





C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

O.Y: Osman Yurt. 1959 Kayseri Felahiye doğumluyum. 12 Eylül darbesi olduğunda Ülkü Ocakları’nın o zamanki yasal çatısı olan Ülkü Yolu Derneği’nin Genel Yönetim Kurulu Üyesi idim. Sonradan Gazi Üniversitesadını alan Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi Yönetim Bilimleri Fakültesi son sınıf öğrencisi idim. Eylül 1980'de mezun oldum. İhtilal gecesi MHP Genel Merkezi’nde gözaltına alınıp iki gün sonra bırakılan 8 kişiden birisi olduğum için 12 Ekim 1980 günü ilk toplu tutuklama kararları ile birlikte hakkımda gıyabi tevkif müzekkeresi çıkarıldı. 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

O.Y: Ülkü Ocakları genel merkez yöneticisi idim. Ben ve benim gibi çok sayıda arkadaş tabandan doğal liderlik elde etmiş kimselerdik. Tabanı temsil ediyorduk. Okul ve sokak hakimiyeti kavgaları içinde bulmuştuk kendimizi. Yaşamak için kavga etmek zorundaydık. 18 yaşında öncesini sonrasını bilemediğimiz bir çatışmanın tarafı idik. Farklı olarak okuyordum. 

İnançlarımla ayakta duruyordum. Kavganın tarafı olarak olaylara bakıyordum. Ancak okul başkanı iken Gün Sazak öldürülmüştü, kendiliğinden solcuların içinden bize haber getiren birisi sol grup toplu iken patlatmak üzere bomba istediğinde kabul etmemiştim. Böylesine somut çok olay vardır ki engellemişimdir. Bir çok olaya da anlam veremiyorduk. Kahve taramalar, Çorum, Zile olayları gibi karanlık gelişmelerden çok rahatsız oluyorduk. Bir kongreyi yapmış dönerken Çorum olayları olmuş, otobüsle içinden geçerken şehirde polis araması ile haberdar olmuştuk. Hiçbir bilgimiz yoktu. Daha sonra başka şekillerde de garip bir şekilde karşılaştığımız bir olgu ile yüz yüze idik: Tarafı görünüyorduk, ortada bilinendik, biz de herkesle birlikte sonuçlardan bilgileniyorduk. Burada eklemek istediğim somut ve tam zihnimde oturtamadığım şey, o dönem büyük olayların gelişmesine etkin olan “farklı” 
isimlerin sonra da askeri yönetimle iç içe ve açık operasyonlara girmiş olmaları ve o zaman da doğal bir farklı duruşun, gerilimin varlığıdır. 



C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

O.Y: Olaylara daha geniş perspektiften baktığımı düşünüyorum. Tahminlerimiz artık somut bilgilerle önümüzde duruyor. Soğuk savaş döneminin kurbanları olduk. Hayatlarımızla, geleceklerimizle, kanlarımızla oynanan bir kumardı bu. Bir tek karşılığı oldu: Totaliter, militer iktidar kurgusu gücünü artırarak sürdürdü. Hepimiz bu ateşe odun taşımış olduk. Kültürel arka planımız buna zemin oluşturuyor. Demorasi, açık tartışma, farklılığın güçlendirici etkisi sürecin bize kazandırdıkları oldu. Eski şucular gibi gereksiz ayrımlar yerine birikimimizin 
zenginliğine bakmamız daha doğru olur diye düşünüyorum. Bugün birlik içinde olmanın gerekli olmadığını hatta yanlış olduğunu, “başkası olmayıp kendi olanın daha güzel” herkes için de daha iyi olacağı kanaatindeyim. 

C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

O.Y: Soğuk savaş, dönemin temel karakteristiğini yansıtır. İttihatçılığın sol ve sağdaki iki ana akımı da bu soğuk savaş ortamına katkı sunmakta çok hevesli idiler. Sol ve sağ ittihatçılık da hukuku tanımamak ve “zor”u yöntem olarak kullanmak gibi ortak özelliklere sahiptirler. “Kurtarıcılık” ve toplumu kurtarmak adına belirli kalıplara sokmak iradesi bir çok sürece etki eden davranış kalıplarıdır. Modernleştirici ve koruyucu sağ ve sol seçkinlerin özel sohbetleri 
en samimi anlarında toplumu nasıl eğitecekleri ve değiştirecekleri üzerinedir. Eğitim sistemi bunun üzerine kuruludur, ki yeni yeni normalleştirme çabaları hissediliyor. MGK gündemlerinin başında eğitime müdahaleler gelir. Militer yapıyı güçlendirmek bütün politikaların temelini oluşturur. Ülke ekonomisi felaketmiş, yetişmiş, fedakar bütün gençlerini insanlıktan çıkaracak şekilde düşmanlık ortamında yaşatmışız, üniversite eğitimi gören nüfusun % 17’sine asker postalı öptürmekle övünmüşüz, ne önemi var ki? Vesayetçi sistemimiz sağlam ya, ne gam! 

C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

O.Y: O gün içinde buluduğum kesime yapılanlar açısından, şahsi ve ailevi mağduriyetler çerçevesinden bakıyordum. Kırılma noktaları oldu. Her taraftan bakmaya başladık. Mesela, 1986'da tahliye olduğum gün sevinmemiştim; cezaevinde bütün uygulamalar işkence niteliğinde devam ettiği için serbest kalacağım bir gün sonraya kadar yaşayacaklarımın endişesi baskın geliyordu. Tahliye sonrası Kayseri’ye babamlara ziyarete gitmiştim. Geçmiş olsuna gelenler arasında Diyarbakır’da askeri cezaevinde askerliğini yapıp terhis olmuş bir 
genç vardı. Güya beni rahatlatmak için PKK’lılara orada neler yaptıklarını anlatmıştı. 

İnanamamıştım, donup kalmıştım. Ondan sonra Mamak anılarımı ya anlatmadım ya da haddimi bilerek görüşlerimi ifade etmişimdir. 

12 Eylül olduğunda 27 Mayıs gibi bir iki yıl içinde normalleşme olacağını varsaymıştık. 12 Eylül hiç bitmedi. Hayatımızı altüst etmeye devam etti. Anlaşıldı ki “sürekli darbe” ortamında yaşamaya mahkum edilmişiz. Bunun için de ‘azdırılmış’ PKK terörü yeter malzeme olarak. Arada kışkırtılmış kalabalıkları hedef haline getirilmiş bir otelin etrafında 8-10 saat tuttunuz muydu, yeter de artar bile. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları geleceğe yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

O.Y: İhtilal gecesi MHP Genel Merkezi’nde gözaltına alınıp iki gün sonra bırakılan 8 kişiden birisi olduğum için 12 Ekim 1980 günü ilk toplu tutuklama kararları ile birlikte hakkımda gıyabi tevkif müzekkeresi çıkarıldı. Teslim olmadım. Mamak’ta özel bir sorgu ekibi ile C-5 ismi ile bilinen meşhur işkencehanede Ülkücülere işkence yapıyorlardı. C-5 kapanana kadar bekledim. 10 Kasım 1982 günü teslim oldum. Hiçbir somut olayla ilgili bir iddia yoktu. Aynı hukuki şartlara sahip bir arkadaşım 4 ayda tahliye edilmişti. İki yıldır bekliyordum. Hayatımı düzene koymam lazımdı. Özel işkence ihtimali azalmıştı. Askeri cezaevi içinde koğuşa girene kadar 100 cop yiyeceğimi tahmin ediyordum. Tahliye olanları dinleye dinleye bu sonuca ulaşmıştım. Savcılıktaki polisler teslim olmaya geldiğimi öğrendiklerinde üzüldüklerini belirttiler. Savcı Okan Yalçınkaya “Neden önce gelmedin?” dedi. “İşkence görmemek için,” dedim. “Sana mı yapacaktık?” dedi. “Ama yaptınız,” diye cevapladım. Teslime götüren avukat Enver Kaynak yol boyu “Çok konuşma,” uyarıları yapmıştı. İlk aşamada kurala uymadım. 

Mamak Askeri Cezaevi’nin dış kafesinde ilk coplar vurulmaya başladığında tahminimin doğruluğunu kontrol etmek için saymaya başladım. İkinci gün koğuşun önüne gelip de son dayağı yerken yüzü geçtiğini hatırlıyorum. Gerçi çok fazla geçmedi. 20 bilemedin 30 cop daha yemişimdir. Buncağız fazlalık da vatanıma milletime hayırlı olsun. Yerde falaka vaziyetinde ayağa vurulanların 100 rakamı tahminime uygun olup olup olmadığına karar veremedim bir de. Bir çok olayda olduğu gibi bunda da hesapta yanılmadığım için çok mutlu oldum. Gece kafes beklemesinde nöbetçi “Adanalı Çavuş”un kıyağı ile kıpıdamadan dayaksız sabahlamanın ertesinde diğer çavuşların “Bu otelde sabahlamış” uyarıları sonrası görevli astsubayın koğuşa gönderirken teslim ettiği solcu askerler ülkeyi faşizmden koruma aşkına “bir faşist katil(!)”e amirlerinin gazı ile dayak ibadetlerini yapmamış olsalardı 100 tahminimin tutmama ihtimali vardı ki, maazallah, o zaman üzülürdüm. 

 Bir ay sonra savcı Okan Yalçınkaya ifademi aldı. Genel konular sordu. Hicabi Koçyiğit isimli o zaman meşhur bir isim vardı. 12 Eylül’den önce anlattıkları kasetlerle notere konulmuştu. MHP’ye dönük özel çalışan karma bir ekibin kullandığı bir elemandı. Birçok hukusuzluktan, provokasyondan sözediyordu. Bu isim uzun bir inceleme konusudur. Kasetlerden birinin doldurulmasında bulunmuştum. Savcı bu ismi tanıyıp tanımadığımı sordu. “Biliyorum, anlatacağım,” dedim. “Anlatırsın anlatırsın,” diye mırıldandığını hatırlıyorum. Dört ay sonra MHP ana davasına dahil edildim. Benimle aynı durumda olan arkadaş dört ayda tahliye edildiği halde, Mahkeme, 6 Nisan 1986 günü tahliye kararı verdiğinde zamanın infaz yasalarına göre 10 yılın infazını tamamlamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam 1989'da Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi yargılamayı tamamladı. Bana 7 yıl ceza vermişti. Hakimler bunu hiç tartışmışlar mıdır, bir vicdan muhasebesi yapmışlar mıdır, hep merak ederim. Yine yanlış hatırlamıyorsam 1996 yılında Yargıtay zaman aşımından dosyayı ortadan kaldırdı. İlk tutuklama kararı verildiğinde memurdum. İşyerine gidemediğim için müstafi sayılmıştım. 

Yargıtay sonrası yargı yolu ile uğraştım. Ancak hiçbir özlük hakkımı elde edemedim. 2002'de o süreç de başarısızlıkla bitti. Şimdi Bağ Kur emeklisiyim. Cezaevinden çıktıktan sonra el atıp batırdığım işlerden sonuncuların sorunları ile boğuşuyorum. Yıkılmadım ayaktayım. 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

O.Y: Yine hikayeye dönersek, C-5 işkencesine uğramamak için 2 yıl kaçtım. Memuriyet hayatımı bitirdim. Bütün özlük ve mali haklarımı kaybettim. İki yıl sonra ihtilal şartları ve kızgınlığı biraz azalmışken teslim oldum. O gün bile 100 copluk bir ortalama uygulama ile koğuşa girebildim. Mamak boşaltılana kadar eziyeti hiç kesmediler. Dayak yasaldı. Duvarda asılı yönergelerde tutukluların ellerine copla vurularak cezalandırılacakları yazılı idi. Bütün uygulamalar kişilikleri ezmeye, onurları kırmaya yönelikti. Cezaevindeki ilk günlerimde 
havalandırmaya çıktığımızda gülüyorsun gerekçesiyle dövüyorlardı. Sorgu işkencesi görmemiştim. Teslim olana kadar cezaevinde kalanlarla konuşup kendimi hazırlamıştım. 
Anladım ki rahat görünüyorum, sürekli dayak yiyeceğim, depresyonlu rolü yaparak baskıyı hafifletmiştim. Bir de aramaları korkunç eziyete çeviriyorlardı. Koğuşu çığlıklar coplar eşliğinde boşaltıyorlardı. Tutuluların bütün eşyalarını, yatak içlerini ortaya harman yapıyorlardı, mutfaktaki herşeyi ortaya döküyorlardı. Havlulardan maske yapıyorduk içeri girdiğimizde. Eşyaları üç günde ayırıp paylaşabiliyorduk. Dile kolay. 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

O.Y: 12 Eylül’den önce üç gün boyunca Ankara’nın her tarafında bombalar patlıyordu. Kim yapıyordu bilinmiyordu. Bilgisayar kayıtları, haberleşme bilgileri şimdiki gibi kayıt altında olmadığı için yeterli delil olmamasına rağmen bu tablonun planlı gerçekleştirildiği bizim için kesin bir olgu idi. Darbe sabahı çok sembolikti. Her şey süt liman olmuştu. Bir yıllık “olgunlaşma” da başarılı şekilde tamamlanmıştı. Ben de bu olgunlaşmanın kurbanlarından idim. Altı aylık yönetim kurulu üyeliğimin karşılığı ülkeyi ele geçirmek ve kaos yaratmaktan bütün bir kamusal öfkenin hedeflerinden idim. Cezaevlerindeki gençlerin çoğunluğu son bir yılın kurbanları idi. Doğal olarak aynı cephede olduğumuz ama gerçekten asıl “kaos”un oluşmasını sağlayan olayların arkasındaki, içindeki isimlerle darbe merkezinin ilişkileri en çok kafamı karıştıran konuların başında gelmiştir. Açık ki ülkeyi kurtarmak için hayatlarını ortaya koyanlar ihtilali meşrulaştırmaktan başka bir hedefe ulaşamamışlardır. Bir darbe veya “sürekli darbe” için öyle acımasız proğramlar yürütülmüş/yürütülmektedir ki, mevcut tablo, zihnimde bu ülkeyi “kendi evlatlarını yiyen pis bir kedi” konumuna getirmiştir. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

O.Y: Benim ve bir neslin, özelde ailemin hayatı tümden alt üst oldu ve bu hiçbir zaman düzelmedi. Şahsen her şeyini kaybetmiş ve kaybetmeyi karakter haline getirmiş bir insan oldum. “Sürekli Darbe” ortamında yaşamaya mahkum edildiğimizi düşünüyorum. Gariptir 28 Şubat’da da benzer operasyonlarla yüzyüze geldim. Umudumuz Referandum’un normal olarak da yaşanabilecek günleri bize göstermesi. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

O.Y: Darbe insanlık suçudur. Aslında herkesin kaybetmesidir. Darbelerle hayatımız kararıyor, ekonomi çöküyor; demokrasi benzeri günleri yaşamaya çalışırken biraz toparlanıyoruz. Gerçekten darbeleri bilerek isteyenler bu ülkeyi düşünmüş olamazlar. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

O.Y: 12 Eylül’ün mimarları Türkiye’de “sürekli darbe”yi tesis etmek isteyenlerdir. Sorumlu gösterilenler ise gerçek mağdurlardır ve bu ülke onlara en azından bir özür borçludur. Ergenekon davasının öncesinde Susurluk gündemde idi ve arada bir süreklilik ilişkisi vardır. Susurluk’un en önemli ismi Meclis ifadesinde sorumlu tutuldukları bir sanıkla ilişkilerini meşrulaştırmak için “12 Eylül’den önce de ilişkimiz vardı” demiştir ki her şeyi açıklamaktadır. O zamanki dengeler, liderlik, kitle, eylemlerle ilgili ayrıntılı bir analiz yapılabilirse durum daha da açıklığa kavuşacaktır. 


 C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

 Y.O: Cezaevinden çıktıktan sonra MHP’nin yayın organı Yeni Düşünce’de Mamak Zulmü isimli bir yazım yayınlanmıştı. Bana sormadan bir paragrafı çıkararak yayınlamışlardı. (Bununla birlikte Mamak’ta yaşananlarla ilgili bir yazımı da son anda yine bana sormadan yayından çıkarttıkları için Yeni Düşünce yazı hayatıma son vermiştim.) Mamak Zulmü yazısından çıkartılan paragraf mealen şöyle idi: “Öğretmen Lisesi’nde iken Harp Okulu’na gitmek en büyük hayalimdi. Daha sonra yanlış olduğumu öğrendiğim, meslek okulları mezunlarının alınmaması ilkesinin Öğretmen Liseleri için de geçerli olduğu bilgisi yüzünden bu amacıma ulaşamamıştım. Mamak’ta kalırken yaşıtlarım teğmendi. Onlar gibi zulmü yapan tarafta yer almaktansa zulmü gören tarafta bulunmuş olmaktan mutlu oldum ve Harp Okulu’na gidememiş olmaktan dolayı üzülmekten vazgeçtim.” 

 C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 

 O.Y: Bir cevapta belirttim: Referandum “Sürekli Darbe” sürecinden normale dönebilmemiz için bir umuttur. Yoksulluk, acılar normalleşme ve demokrasi ile azalmaya yüz tutacaktır. Ben normalleşmeyi, çocuklarımızın daha iyi bir dünyada yaşamasını arzu ettiğim için “evet” tarafındayım. 

1982 yılı idi. Ankara’daydım. Gıyabi tutuklu idim. Kayseri’de kardeşim “Ülkücü Kuruluşlar” davasında ilk başta teslim olmuştu. Askeri cezaevinde idi. Sorgular da aynı binada idi. İki yıldır sürekli sorgu ve işkence ile yüzyüze yaşıyordu. 18 yaşında girmişti. Sorguda yaşadığı işkenceler sebebiyle iki yıl içinde üç kez intihara teşebbüs etmişti. Aile için felaket içinde felaket yaşamaya devam ediyorduk. Kendi durumumdan çok ona üzülüyordum. “Devlet Abi” olarak hep anmaktan mutlu olduğum Devlet Bahçeli Akademi’de hocam ve ağabeyimdi. 
Ülkücü bir önder olarak çok yakın bir hukukumuz vardı. Yetişmemde çok emeği vardı. 

Kendisine çok saygım ve sevgim olduğu gibi kendisinin de hakkımda olumsuz bir değerlendirmesinin olduğunu hiç duymadım. 1988 yılında cezaevinden çıktıktan sonra beraat eden ve bir trafik kazasında kaybettiğimiz kardeşimin üçüncü intihar girişiminden sonra bir umutla Devlet Abi’ye gitmiştim. YÖK’ün kuruluş günleri idi. Devlet Abi’nin yeni süreçte etkili olduğunu, Konsey’le iletişiminin bulunduğunu biliyordum. Kardeşimin yaşadığı iki yıllık işkencenin durdurulması için somut bir adım atılabileceği umudumu, talebimi kendisine anlattım. “Yeter artık bunların yaptığı,” cevabından başka bir şey söylemedi. O an Devlet 
Abi’nin benimle aynı acıları paylaştığını ancak ayrı mevzilerde olduğumuzu, üzülmekten başka bir yapamayacağını/yapmayacağını anlayarak, hayatımın önemli bir kırılma noktasında yanından ayrıldım. Yıllarca sonra Ahmet Kaya’nın bir parçasında geçen “Bir yanımız bahar bahçe, yaprak döker bir yanımız,” dizelerini her dinlediğimde hep o Devlet Abi ziyaretimi hatırlamışımdır. 

Bugün de Devlet Abi ile aynı duyguları paylaşacağımızdan eminim. Kadere bakın ki yüreğimiz yanarak ayrı cephelerdeyiz yine. 


 C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

 O.Y: Her cevapta bunun için birşeyler söyledim. Bizim nesil için hep kaybetmenin sembolik ismidir 12 Eylül. İhtilal sürecinde yaşadıklarımın ranta dönüştürülmesinin de mümkünü vardı. 
Ben ondan da hep uzak durdum. Bu noktada da kaybedenlerden olmayı tercih ettim. Hep kaybettim. Bağımsız düşünebilme, acılarla olgunlaşma, erdemin gerçek niteliklerine yaklaşma gibi kazanımlarımın daha değerli olduğunu düşünüyorum. Maddi olarak sahip olamadıklarımın yanında sahibi olduğum değerlerin çocuklarıma bırakacağım kıymetli bir miras olduğu kanaatindeyim. 

 C.B: Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler. 


Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(4):





Mehmet Şahin 


Mehmet Şahin

C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

 M.Ş: 1959 Nevşehir Ürgüp doğumluyum. 1966 yılından bu yana İstanbul’da yaşamaktayım. 12 Eylül olduğunda ben Kartal Maltepe Askeri Cezaevinde Akıncı siyasi tutuklu olarak bulunuyordum. Darbeyi cezaevinde yaşayan biriyim, Akıncı Siyasi Tutukluların sorumlusuydum. Bugün halen Fatih Akıncılar Derneğinin onursal başkanlığını yürütmekteyim. 

 C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

 M.Ş: 12 Eylül dönemi Akıncılar hareketi içersinde yer almaktaydım, İslamcı düşünceye sahiptim. 

 C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

 M.Ş: O günden bu güne siyasi düşünce ve yaşantımda hiç bir değişiklik olmadı, siyasi bilincim dahada derinleşerek gelişti diye düşünüyorum. 

 C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

 M.Ş: Dünyada gelişen olaylarla birlikte elbette Anadolu insanının da düşünce yapısı ve olaylara bakış açısı değişmiştir. O zamanlar dünya doğu ve batı bloku olarak ikiye ayrılmış, komünizm ve kapitalizm arasındaki mücadele her yerde sıcak ve soğuk savaş şeklinde sürmekteydi. Bu gün ise doğu blokunun çökmesiyle birlikte Amerikan Emperyalizmi, kapitalizmin ve kendi dünya düzeninin yer yüzüne hakim olabilmesi için her türlü zulüm ve işgali pervasızca gerçekleştirmekte ve düşman olarak da İslam ve Müslümanları hedef almış 
bulunmaktadır. 

 C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

 M.Ş: 1980 Türkiye’si adeta bir iç savaş yaşanmaktaydı. Doğu ve Batı emperyalizmi insanımızı ikiye bölmüş sokaklar, mahalleler, köyler ve şehirler paylaşılmıştı. Her iki tarafta bizden olmayanın yaşama hakkı yok mantığıyla hareket ediyordu. Bizden olmayan bu kavganın parçası olmak istemeyen Anadolu insanı kendi değerlerine sahip çıkan Akıncılar Hareketini kısa zamanda benimsemiş, emperyalist güçlerin yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadelede saflarını belirlemeye başlamıştı. Öyle ki 1976 yılında kurulan, Akıncılar Derneği 1980 yılında, tam 1200 teşkilata sahipti. 12 Eylül sonrası Türkiye düşünmenin dahi yasak olduğu bir döneme girmiş, askeri vesayet had safhada kendini gösteriyordu. Düşünceler ifade edilemiyordu, sosyal haklardan kimse söz edemez durumdaydı. 12 Eylül sabahına kadar insanımızı birbirine kırdıranlar yine emperyalizmin düğmeye basmasıyla bir anda çatışmaları durdurmuştu. O sabaha kadar olayları seyrederek ve hatta örgütleyerek, bir köşede duranlar, şartların kendilerine göre olgunlaştığını düşünerek müdahale kararı almışlardı. Emperyalizm, Türkiye’ye yeni bir düzen getirmek için 12 Eylül darbesini gerçekleştirmiştir. 

 C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

 M.Ş: Bugün 12 Eylül’e dönüp baktığımda düşüncelerimin ne kadar doğru olduğunu bütün çıplaklığı ile görüyorum. 

 C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları gelece yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

 M.Ş: O dönem de, başta da belirttiğim gibi yargılandım, tutuklandım. Yıllarca cezaevinde kaldım. daha önce de belirttiğim gibi bir iç savaş dönemi yaşıyorduk, ülke sol ve sağ olarak ikiye bölünmüştü, bizler Akıncılar Hareketi olarak bu bölünmüşlüğe karşı çıkıyor, bu savaşın emperyalist güçlerin oyunu olduğunu söylüyorduk, diyalog ortamının olmadığı bir süreçte yaşıyorduk. Bizim İslami söylemlerimiz ve halkı uyarmamız sol ve sağ örgütler tarafından hoş karşılanmadığı gibi mevcut sistem ve statüko da bizden rahatsız durumdaydı. 
Düşüncelerimize cevap veremeyen sol ve sağ örgütler ve statüko bizleri şiddet kullanarak susturma yöntemini seçmişti. 1979 yılının 9. ayında sol bir örgüt tarafından uğradığım silahlı saldırıda kendimi korumak maksadıyla silah kullanmak zorunda kaldım, bu sebeple İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesince tutuklanarak cezaevine konuldum. 

 C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 


 M.Ş: Hem gözaltında kaldığım, hem de tutuklu kaldığım süre içerisinde çok ağır işkencelere maruz kaldım. 

 C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

 M.Ş: Yukarıda da belirttiğim gibi, zaten çatışmaları emperyal güçler başlatmış ve tezgahlamıştı. Aynı şekilde bitirme kararını da onlar vermişti. 

 C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

 M.Ş: Darbe sonrası cezaevinde yaşadıklarım ve daha sonrası hiçbir hukuki gerekçeye dayanmadan, yıllarca hak mahrumiyeti yaşamış olmam, elbette beni her yönden olumsuz etkiledi. En basit örnek; ‘ hakkımda yurt dışına çıkamaz’ kararı nedeniyle, yıllarca pasaport alamadım, çocuklarıma nüfus kağıdı çıkartırken, nüfus memurlarınca fişlendiğime dair uyarılar aldım. Hiçbir ilgim olmayan olaylardan dolayı defalarca gözaltına alındım sorgulandım, işkence gördüm, yargılandım. 

 C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

 M.Ş: Darbe özgürlüklerin ve insan haklarının rafa kaldırılması demektir. Hiçbir gerekçe darbeleri haklı gösteremez. 

 C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

 M.Ş: Türkiye gibi ülkelerde, emperyal güçler her zaman yasal olmayan bir devleti faal halde tutmuşlar. Tabiri caiz ise, pis işlerini bu devlete gördürmüşlerdir. Kontrgerilla veya Ergenekon Yapılanması, bunun bir parçasıdır. Yakinen biliyorum ki, 12 Eylül’den sonra Türkiye ‘ derin devleti ‘ yeniden yapılandırılmış, Ergenekon ve benzeri pek çok yasal olmayan güçler 
meydana getirilmiştir.12 Eylül’de, derin devlette ve hatta Ergenokon olayını gündeme getiren de emperyal güçlerdir. Şimdiler de eski ‘ derin ‘ tasfiye edilip, Amerika’nın yeni dünya düzenine uygun, yeni ‘ derin devletin ‘ inşası gerçekleştirilmektedir. 

 C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

 M.Ş: TSK milletin ve hukukun emrinde olmalıdır. Hiçbir millet, ordusuz olmaz ancak ordu millet için var olmalıdır. 

 C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 


 M.Ş: MEVCUT ANAYASANIN TAMAMI DEĞİŞTİRİLMELİDİR. Askeri vesayet altında bir anayasa, ülkemize hiçbir şey kazandıramaz. Daha özgürlükçü, insan hakları ve adalet anlayışını önceleyen, toplumun her kesiminin meşru haklarını karşılayacak, Müslüman halkın taleplerini karşılayacak, bir anayasadan yanayım. Bu Referandum’u bu yolda atılan bir adım olarak görüyor, bu sebeple; ‘ yetmez ama evet ‘ diyorum. 

 C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

 M.Ş: 12 Eylül yıllarını karanlık, işkence ve baskılarla dolu kaybedilmiş yıllar olarak görüyorum. 

 C.B: Vakit ayırdığınız için ve samimi açıklamalarda bulunduğunuz için çok teşekkürler. 



..

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 5




KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 5




Darbe Öncesi Yaşanan Gelişmeler 

 Siyasi Cinayetler 

 ” 11 Temmuz 1978‘de Bedrettin Cömert Ankara’da,
1 Şubat 1979‘da Abdi İpekçi İstanbul Teşvikiye‘de, 
10 Eylül‘de Türkiye İşçi Partisi Adana eski il başkanı Ceyhun Can yazıhanesinde, 
Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde, 
19 Eylül‘de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet‘te, 
28 Eylül‘de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul , 
19 Kasım‘da eski Adalet Partisi İstanbul milletvekili İlhan Egemen Darendelioğlu İstanbul Beyazıt‘ta, 
20 Kasım‘da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Ümit Doğançay İstanbul Etiler Profesörler Sitesi’nde, 
3 Aralık 1979'da, Fedai Dergisi sahibi yazar Kemal Fedai Coşkuner İzmir Agora semtinde, 
7 Aralık‘ta İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden Cavit Orhan Tütengil İstanbul Levent’te, 
11 Nisan 1980‘de TRT İstanbul Radyosu prodüktörlerinden Ümit Kaftancıoğlu, 
27 Mayıs‘ta Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak Ankara’da, 
24 Haziran‘da Milliyetçi Hareket Partisi Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok evinde ve kızıyla birlikte, 
15 Temmuz‘da Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu Şişli’deki işyerinde, 
19 Temmuz‘da Eski Başbakan Nihat Erim İstanbul’da Dragos Deniz Kulübü’nden çıkarken, 
22 Temmuz‘da Maden-İş Sandikası genel Başkanı Kemal Türkler İstanbul Merter semtinde silahlı saldırı sonucu öldürülmüştür. ” 


 Tüm bu siyasi Cinayetler fondayken, siyasi olarak huzursuzluklarda mevcuttu. 

 Siyasi Durum 

     5 Ocak 1978- 12 Kasım 1979 yılları arasında Bülent Ecevit daha sonraları 11'ler olarak bilinecek AP’den ayrılan 11 bağımsız milletvekili ile Güneşli Motel’de görüşmüş, yeni 
kurulacak hükümette bakanlık koltuğu vaadiyle Demirel hükümeti aleyhine destek amaçlı gensoru girişimini desteklemesi konusunda anlaşmıştı. 31 Aralık’ta İkinci 
Milliyetçi Cephesi hükümeti (ıÜü”Milliyetçi Cephe Hükümetleri, TBMM‘de grubu 
bulunan sağ eğilimli AP, MSP, MHP ve CGP‘nin sol eğilimli CHP‘nin yeniden iktidar 
olmasını engellemek ve yakın bir tehlike olarak gördükleri komünizmin gelişmesini durdurmak amacıyla kurdukları Hükümet.
DP’den ayrılan dokuz milletvekilinin destek vermesiyle 31 Mart 1975‘te, Süleyman Demirel‘in başkanlığında bir koalisyon hükümeti kuruldu. 
Bu hükümet sonradan kamuoyunda ve siyasal çevrelerde I. Milliyetçi Cephe hükümeti olarak adlandırıldı. Bir sonraki dönem seçimlerde CHP salt çoğunluğa kıl payı 
erişemedi ve çoğunluk için koalisyon ortağı bulamayınca CHP lideri Bülent Ecevit azınlık hükümeti kurmayı denedi ama bundan bir sonuç elde edemedi, çünkü “Milliyetçi Cephe”  P
artileri (Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ) 229 milletvekilliğiyle TBMM’de salt çoğunluğu* oluşturuyordu ve Ecevit’ in kurmaya çalıştığı azınlık hükümetine 
destek vermediler. Bunun ardından Cumhurbaşkanından hükümeti kurma görevini alan AP lideri Süleyman Demirel AP-MSP-MHP koalisyon ortaklığında “II. Milliyetçi Cephe” hükümetini 
kurdu.”) düşürülmüş, Ecevit hükümeti kurulmuştur. Görüşüldüğü üzere, bir milletvekili hariç diğer tüm milletvekillerine bakanlık koltuğu verilmiştir. AP’nin ‘ bir oya bakanlık ‘ cümleleriyle 
eleştirdiği bu hükümet ‘ Motel Hükümeti ‘ olarak anılmıştır. 

 Maraş Olayları 

 19 Aralık- 26 Aralık 1978'de Alevi-Sünni çatışmasının gerekli görülen her dönem bilinçli olarak kışkırtıldığı dönemlerden biri olan Maraş Olaylarında da aynı kışkırtmalar 
gerçekleşmişti. Kentteki Çiçek Sinemasında gösterilen milliyetçi bir filmin gösterimi sırasında Ökkeş Kenger adlı ülkücü bir gencin patlayıcı atması, Türk Solu tarafından olayların başlangıcı 
olarak kabul edilir. Olayın failinin solcular olduğunu iddia eden bir sağcı gurup ile bir ülkücü gurup, seyirci kitlesini etkileyerek, sloganlar atarak CHP il merkezine ve birçok yere saldırır. 

 Ertesi gün Alevilerin yoğunlukta bir başka bölgede bir kıraathane bombalanır. Bir Alevi vatandaş ölür. Aynı gün iki solcu öğretmen öldürülür. O dönem Maraş valisi olan Abdülkadir 
Aksu, bölgeye askeri güç gelmesini istemiş ancak bu isteği kabul görmemiştir. 22 Aralıkta, cenazelerin geldiği camide olay çıkaran ve cenazelerin kaldırılmasına, namazlarının 
kılınmasına itiraz eden bir gurup sağcının çıkardığı gürültü sonrasında gurup, kent çarşısına doğru yürür, burada bir Alevi-Sünni çatışması gerçekleşir ve 3 kişi yaşamını yitirir. 

 24 Aralık’ta saldırıların polis kuvvetlerine yönelmesi üzerine, kentteki tüm polisler görev dışı bırakılır. Ortalık çok daha fena bir hal alır. Bölgeye asker gücü gelmek zorunda kalır. 

 Bu olaylar sırasında CHP iktidardır. Olaylardan sonra CHP’nin içişleri bakanı ve ülkücü ajanı olduğu iddia edilen İrfan Özaydınlı, olayların sebebinin sol örgütler olduğunu iddia etti, 
partisinden büyük tepki aldı. Bülent Ecevit ise olaylarının failinin uzun süredir direndiği sıkıyönetim talebine zorlamak için kontrgerilla tarafından çıkarıldığını belirtti. 

 Olaylar neticesinde birçok ilde sıkıyönetim ilan edildi. 105 kişi yaşamını yitirdi. Olaylardan sonra yargılanan Ökkeş Kenger çok ilginç bir şekilde beraat etmiş, soyadını Şendiler olarak 
değiştirmiş, daha sonra ise Kahramanmaraş’tan milletvekili seçilmiştir. 

 Burada bir not girelim. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği bir dönemde yaşananları bugünün şartları içerisinde çok daha kolay ve net isimlendirebiliriz ancak o 
dönem için bundan bahsetmek mümkün değildir. O dönem sol olarak kabul edilen CHP’nin sık sık faşizan ve ırkçı söylemlerine şahit olduğumuzdan kaynaklı olarak, tarihinin hiçbir 
zamanında olması gereken bir sol olmadığı, hatta iddialara göre solun yaşadığı kıyımlarda yer yer fail olduğu gerçeği yanısıra, Dersim gibi bir deneyim yaşamış olan bazı Alevilerin, halen 
CHP’li olması tutarsızlığı, sağcı kesimden birçok kişinin önce maşa olarak kullanılıp, sonra katledildiği gerçeği, mezhepsel ayrılıkları çatışmaya çevirmeyi bir gelenek haline getiren sağın 
şiddet içeren tutumları, bir dönemi aydınlatmanın ne kadar zor olduğunun kanıtıdır. Belki bugün tarafsız olarak yazmaya çalıştığımız tarihin bir bölümünün zorlanmasındaki neden, 
Ergenekon Davası süreciyle kısmen görebildiğimiz, işlerin ne kadar karmaşık yürüdüğü gerçeğidir. Sanırım ‘ tek tipçi ‘ siyaseti yürütmenin yolu, çok tipli katletmelerden geçiyor. 

 Muhtelif Gelişmeler 

 14 Ekim 1979'da yapılan seçimlerde, AP sandıktan ikinci parti olarak çıkar ancak Bülent Ecevit’in istifası üzerine Demirel azınlık hükümetini kurar. MHP ve MSP bu hükümeti dışardan 
destekler. Demirel bu dönem ‘ Yüz Gün planını ‘ açıklar. Güya, yüz gün gün içerisinde, anarşi ve enflasyon gibi iki temel sorunu kökünden çözecektir. 

 27 Aralık 1979'da Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve birçok üst düzey rütbelinin imzasını taşıyan ‘ uyarı mektubu ‘ (ıÜüTürk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati 
sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör 
ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla 
istemektedir.) Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderilir. 

 24 Aralık 1980'e gelindiğinde ekonomik istikrarsızlık, üretimin azalması, yayılan karaborsacılık sonucu ortaya ekonomik önlemler zorunluluğu çıkar. Konuyla alakalı olarak 
Demirel, Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atar ve İMF ile bu kapsamda bir antlaşma imzalanır. 


     Şubat 1980'de ise o dönemin MSP başkanı Erbakan, Demirel Hükümetini kerhen desteklediğini açıklar ve o meşhur ‘ kadayıfın altı ‘ (ıÜüKadayıfın altı kızarmadan bu hükûmeti 
uzaklaştıracak olursanız, bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfn altının kızarmasını bekleyeceğiz. “ (Necmettin Erbakan, 13 Mart 1980 tarihli basın 
toplantısı)“18 Mayıs’a MSP il başkanları toplantısına kadar bekleyeceğiz. Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız.” (Necmettin Erbakan, 23 Nisan 1980 tarihli basın toplantısı) 
teşbihini yapar. 

 Olaylara bir ekte Demirel’in bir açıklamasıyla yerleşir; ” 70 sente muhtaçız ” 

 Cumhurbaşkanlığı seçimi bunalımı ayrı bir pürüzdür. Fahri Korutürk’ün görev süresi dolmuştur ancak bir türlü oy birliği ile yeni bir cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

 17 Haziran 1980'de Kenan Evren mevcut duruma bakarak, kod adı ‘ Bayrak Harekatı ‘ olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de yapılması talimatını, Genelkurmay 2. başkanı Necdet 
Öztorun’a vermiştir; ” ıÜüBütün Ordu Komutanlarına; Bayrak Planı’nın uygulanmaya giriş günü 11 Temmuz, saati ise: 04.00'dır.” Ancak 2 Temmuz’da Demirel hükümeti güvenoyu 
aldığı için ertelenmiştir. 

 Alevi- Sünni çatışmaları Maraş Olayları ile kalmaz, 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum’da meydana gelen olaylarda, MHP’den önemli bir isim olan Gün Sazak’ın, 27 Mayıs günü 
solcular tarafından öldürüldüğünün iddia edilmesi üzerine, zaten gergin olan ortamda, bir Alevi mahallesi olarak bilinen Milönü Mahallesine saldıran bir gurup ülkücünün çıkarttığı 
olaylarda, çoğu Alevi olmak üzere 57 sol görüşlü yurttaş öldürülür. Çorum Olayları, bir vahşet sahnesi olarak bölünmelerimiz arasındaki yerini alır. 

 Elbet aynı dönem Fatsa Nokta Operasyonundan da bahsetmeden geçilmez. Devrimci Yol’un bağımsız adayı olan, Fikri Sönmez, Fatsa Belediye Başkanıdır. Belediye halk komiteleri 
şeklinde örgütlenmiştir. Fatsa’da mevcut bu uygulamaları tehlike olarak gören Evren, 9 Temmuz 1980 tarihinde Fatsa’ya gider, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan kararla 11 
Temmuz sabahı, asker ve polis ‘ nokta operasyonu ‘ düzenlemiş, Fikri Sönmez ile beraber 300 kişiyi gözaltına alınır. 12 Temmuz’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve kaymakam görevden 
alındı. Kenan Evren’in ‘ devletin hukukun uygulanmadığı, kurtarılmış bölge Fatsa ‘ olarak tanımladığı bu belde de, asker halk için kurguladığı kaderi çiziyordu. 

 Bardağı taşıran son damla ise Kudüs Mitingi‘dir. Erbakan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın Anıtkabir’deki kısmı ile Genel Kurmay Başkanlığında yapılan kutlama törenlerine 
katılmamıştır. 23 Temmuz 1980'de İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi sonucu MSP 6 Eylül Cumartesi günü, Konya’da ‘ Kudüs’ü Kurtarma Yürüyüşü Mitingi ‘ düzenler. Miting sırasında 
atılan ‘ şeriat ‘ sloganları, mevcut irtica tehlikesiyle(?) mücadeleyi tek görev haline getirenleri oldukça rahatsız eder. 

 Darbe 


 Kendiliğinden gelişmiş huzursuz siyasi ve sosyal ortam şartları biraz kendi halinde gelişse dahi, birazdan daha fazlası olarak tezgahlandığı 
ve tezgahın tuttuğu, zamanlardan sonra bir kesimce arzulanan ve hatta kurgulanan darbe günü gelir. 

 Her darbede olduğu gibi bu darbede de radyolardan halka okunan bildiriyle, asker yönetime el koymuştur. 13 sıkıyönetim 
bölgesine, 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanmıştır. Birçok derneğin faaliyeti durdurulmuştur. Emniyet Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir. 20 
Eylül’de Evren, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Uslu’yu başbakan olarak görevlendirmiştir. 

 Darbeler, darbeye giden süreç, gerçekleşen darbe ve en kalıcılığı ve etkileri açısından darbe sonrası dönemleri ile mevcuttur. Türkiye’nin 12 Eylül dönemi, gelişme süreci ve darbe 
sonucu ile sınırlı değildir. 

 Darbeden hemen sonra, Demirel, Erbakan ve Ecevit’e birer pusula tutuşturuldu. Demirel ve Ecevit’e Hamzaköy Gelibolu, Erbakan ve Türkeş’e ise Uzunada İzmir adresi verilir. 

 Bu dönemden 1983 genel seçimlerine kadar Milli Güvenlik Konseyi adı altında askeri yönetim, Kenan Evren başkanlığında ülkeyi yönetir. 

 Darbeden hemen sonra, ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı idam edilir. Öyle ya, her iki taraftan birer 
kişinin idam edilmesi, sözüm ona bir eşitlik sağlayacaktır. Yerinin kışla olduğunu hiçbir dönem tam anlamıyla anlayamamış olan TSK 
içinden bazı isimlerin, tutarsız bir dönemde yarattıkları tutarlılık ancak iki eşit idam ile mümkündür. 

 19 Mart 1980'e gelindiğinde, idam kararı iki kez Yargıtay kararı ile iptal edilmiş olmasına rağmen, Erdal Eren hukuksuzca idam edilir. 
Bu hukuksuzluk uygulaması üzerine, bir vicdansızlık açıklaması, darbe mimarı Evren’den gelir; ‘ asmayalım da, besleyelim mi? ‘ 

 Bu dönem, her dönem olduğu gibi Kürtlerin de hiçe sayıldığı bir dönemdir. Bir milletin varlığı nasıl yok edilir, kelime oyunları ile 
asimilasyon nasıl sağlanır, soruları, akıl almayacak bir yorumlama ile Genel Kurmay Başkanlığınca bastırılmış ‘ Beyaz Kitap’ta, Kürt 
milletine kart-kurt-Kürt denilmesiyle cevap bulmuştur. 

 Sonra, YÖK, İç mihrakların yer yer yönetimi devrettiği dış mihrakların etkileri… 

  Sonra, bir itirafla gelen; ‘ Darbe olmasaydı ordu bölünecekti, Darbe biraz da ordu bölünmesin diyedir ‘. 

 Ancak darbe o yıllarda kalmaz. Darbecilerin, mevcutlarını devamlı kılma hastalığı sonucu yeni bir anayasa oluşturulur. Halen kullanmakta 
olduğumuz 1982 Darbe Anayasası, mavi rengin hayır, beyaz rengin evet olduğu, %92.7 ile evet, %8.6 ile hayır oyuyla kabul edilir. Ancak bu 
seçim, halk için mevcut bir anayasa oluşturmak için değil, güdümlü referandumla, sansürle, zorla uygulandı. Evren, hayır oyu konusunda telkin veriyordu, evet oyu için çeşitli gazetelere 
sansür uygulanıyordu. Tüm bu baskı altında ortaya çıkan anayasa sonrası, tüm yaptıklarına rağmen ortamın ruhundan faydalanarak Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı 
seçildi. Bugün halen yürürlükte olan ve yargılanması gerektiği halde yargılanamayan, darbe mimarlarından, Kenan Evren’in siyasi uygulamalarının imzasını taşıyan bir anayasa ile yol 
almaya çalışmamızdan daha garip ne olabilir ki? 

 Elbet bunlar, karıştırılacak birkaç kitap, birkaç internet sitesi ile edinilecek kronolojik bilgilerdir. Elbet bu bilgilere ek bilgiler de eklenebilir. Burada bilgilendirmeden çok 
bilinçlendirme niyeti önemlidir. Bilginin insana katacağı, söyleyecek söz ile kısıtlıdır ancak bilincin katacağı anlam yaşanacak alan ile bağlantılıdır. 

 O dönem öldürmeler, bilinçli olarak öldürmelere zemin hazırlamalar, hukuksuz tutuklamalar, insanın bırakın canına, onuruna ve şerefine en yüksek perdeden etki eden türlü 
türlü işkenceler, simgeleşmiş Diyarbakır Hapishanesi gibi gerçekler bu nedenle yukarıda yazılanlardan çok daha önemlidir. En azından o döneme ait bilinci oluşturmak açısından, çok 
çok önemlidir. Mesela bir utanç belgesi olan Diyarbakır hapishanesinin müze yapılması, kart kurt denilen Kürtlerin bir millet olarak hukuksal düzeyde tanınması, Evren’in yargılanması çok 
çok önemlidir. Solu, Kemalist anlayışın tekelinden kurtarmak çok önemlidir. Tarlaları sürenlerin kimler olduğunun ortaya çıkması çok çok önemlidir. Türk-İslam sentezinin, İslam 
ile bağdaşamayacağını vurgulamak çok çok önemlidir. 

 Şimdi ben bırakıyorum, kalemi o dönemin canlı şahitlerinden bir İslâmcı, bir ülkücü ve bir solcu anlayışa amade kılıyorum, tam da olması gerektiği gibi. Çünkü yazmak eylemdir, oysaki 
yaşamak yazılanları anlatmak açısından erdemdir. 


Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(2):

Mehmet Nazım Öztürk 

“… İnsanları gözlerini bağlayarak alıp sorguya götürüyorlar. Getirdiklerinde, insanlığınızdan çıkmış halde geliyorsunuz. 
Sorguya götürülüp günlerce sonra getirilenler var. Bir aya yakın süre, lağımın içinde tutulan insanlar gördüm. Vücutları yara 
içinde idi. Tek yöntemleri, işkence ile suçu kabul ettirmek, hatta yapmadıklarını bile üstlenmeni sağlamak. Ellerinde ne bilgi var, 
ne dedektiflik kabiliyeti. Kemik kırarak, en zalim işkenceleri yaparak kabul ettirmek, ve insanların çok ama çok insan ismini 
vererek, o insanlarında oraya getirilmesini sağlamak. …” 

C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

N.Ö: Adım Mehmet Nazım Öztürk. 56 yaşındayım. Elektrik mühendisiyim.Üç erkek evladım var. Solcuyum, Ateistim. Eşitlik ve Demokrasi Partisi İstanbul il 

Y.K. üyesiyim. 

12 Eylül darbesi olduğunda, Tüm Sağlık Elemanları Derneği yöneticisi idim. Aynı zamanda İlerici Gençler Derneği üyesi ve illegal T.K.P taraftarı idim. (lütfen şu anki milliyetçi sahte T.K.P 
ile karıştırmayın) 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

N.Ö: O zamanlar, toplu halk ayaklanması ve işçi sınıfının önderliğinde yapılacak bir devrim’e inanıyorduk. Sovyet tipi bir ülke kurulmasını istiyorduk. 

 Tüm sömürünün ortadan kalktığı ve halkın yönetimde olduğu bir ülke. Bireysel şiddete karşıydık. TKP’nin yasala 
çıkmasını, yasal parti olarak çalışmasını istiyorduk. Parti, silahlı eylemlere karşı idi. Fabrikalarda ve gençlik içinde 
örgütleniyorduk. Kadın, Barış, Sanatçılar, Kırsal kesim örgütlenmeleri de yoğundu. 

 Ancak sol güçlü olmasına rağmen çok parçalı ve birbirleri ile anlaşamayan yapılar halinde idiler. 

 Bu günkü sol ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü idiler aynı zamanda. 

 CHP dışı sol, 500.000 kişilik mitingler yapabiliyordu. 12 Eylül’ün arifesinde, öldürülen Kemal Türkler’in cenazesi milyon kişi ile kaldırılmıştı. 

 Darbeyi Amerikancı generaller ve onun işbirlikçileri, yani ülkenin kaymağını yiyen Oligarşik gurubun yaptığını biliyoruz. O günde, bu günde aynı şeyi düşünüyorum. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

N.Ö: Elbette, bu gün geldiğim noktada görüşlerimizde değişiklikler oldu. O zamanlar, sol kendi içine kapanıktı. Daha çok birbiri ile rekabet halinde ve karşıt sağ çetelerin saldırılarına 
karşı koymak üzerine konuşlanmıştı. Gençliğimiz, cenaze kaldırmak, silahlı, bombalı saldırılara karşı koymakla geçiyordu. 

 Okula gidip gelmek, bir mahalleden diğerine gidip gelmek, ölüm riskleri içeriyordu. Ki ben gündüz Cerrahpaşa tıp fakültesinde, elektrikçi olarak çalışıyordum, gece de Yıldız 
Üniversitesine devam ediyordum.. 

 Nerede ise tüm sağ görüşlüleri düşmanımız ve bize saldırabilecekler olarak görüyorduk. Ortalık toz duman idi. Bu gün oynanan derin devlet
operasyonlarının, çok daha fazlası, tüm 
şiddeti ile tepemizde idi. 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Geçen otuz sene içinde ne değişimler olmadı ki. 


 Sovyetler ve diğer Sosyalist ülkeler birden bire çöküverdi. Bu çöküşü, Amerikanın oyunlarına bağlamak, sığ tahlilinin yanında, Çöküşün hangi tarihsel hatalardan kaynaklandığını, 
sorgulamaya başladık. 

 Birer tabu halinde olan katı dogmatik ideolojiler, ve İsimler, tartışılabilir oldu. Tamamı ile olmasa da tabu olmaktan çıktı. 

 Tabulardan kurtulmayı becerebilenler, sorgulamaya başladı. Kendi ülkesini araştırmaya ve kendi halkını tanımaya başladı. Daha objektif bir bakışla, tarihimizi, kültürümüzü, irdelemeye, 
yeniden öğrenmeye başladık. 

 Benim gerçekten ezberlerim bozulmaya başladı. Ve bu ezberlerin bozulması süreci halen de devam ediyor. 

C. B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

N.Ö: Yukarıda da bahsettim. Sağ Demirel’in başkanlığında, M.C. idi, Sol legal- illegal sol gurup ve partilerin yanında, Ecevit önderliğindeki C.H.P idi. Bu günkü CHP’nin konumunda olan CGP 
vardı ve MC içinde idi. DİSK, TÖB-DER gibi örgütler çok güçlü idi. 

 Ülke, geniş gümrük duvarları ile çevrilmiş, sosyal hakların kıt olduğu, yüksek karların ve ülke kaynaklarının, Bir avuç sanayici, bankacı, ve asker-sivil bürokrasi tarafından talan edildiği bir 
dönemdi. Bir general emekli olduğunda, bir sanayi kuruluşu ya da bir bankanın yönetim kurulunda yeri hazırdı. 

 Yükselen bir sosyal hareketlilik, buna karşıda, derin devletin örgütlediği çeteler ve onların katliamları vardı. Bu süreç, ister istemez, birçok kişiyi ve örgütlenmeyi, bu çatışma sürecinin 
içine çekmişti. 

 12 Eylül’den önceki yaklaşık iki yıl ülkede sıkıyönetim vardı. Ancak günde 10-20 kişi ölmeye devam ediyordu. Bakın burası önemli bir nokta. Sanki birileri, çatışmaların son sürat devam 
etmesini arzuluyor ve teşvik ediyordu. Çatışan yada çatışmaya hazır kesimler arasında hiç bir diyalog ortamı yoktu. Sol-sağ ile, Sol-sol ile, derin devletin çeteleri, tüm kesimler ile çatışma 
ve katliamlara varacak eylemler içinde idi. 

 Biz silaha tapan bir yapılanma içinde değildik. Ancak silah bulmak o kadar kolaydı ki. 

 Çok geniş ve güçlü grevler yapılıyordu. 

 12 Eylül’de, bu silahlar birden susuverdi. Aslında işin önemli noktası bu. 

 Darbeden sonra, bir insan avı başladı. Yıllarca kışkırtılan çatışma ortamından ve akan kandan bıkan, geniş halk kitleleri suskundu. İstanbul’daki grev çadırları boşalmıştı, ancak 
darbeciler, ne olur ne olmaz diye, bir hafta dokunamadılar. Belki de bir tepki bekliyorlardı. 

Halk tepki göstermedi. 

 Legal ve kendini illegal sanan sol örgütlerin üzerine balyoz tüm şiddeti ile indi. Dile kolay, 650.000 kişi tutuklandı, işkence gördü, asıldı, öldürüldü. 

 Birçok sol gurup illegaliteye çekildi. Ancak bu her zaman çok kolayca olamıyor. Bazıları dağa çıktı, bir kısım insan şu ya da bu şekilde ülke dışına çıktı. 

C.B: Bu günden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

N.Ö: Bugünde 12 Eylül üzerine olan düşünce ve kanaatlerim değişmedi. Amerikan devlet adamları demeç vermişlerdi. Bizim çocuklar iyi iş başardı diye. Yıllar boyu, senaryolar yazıp 
uyguladılar, 1 Mayıs 77'yi, tam göbeğinde yaşadım. Çorum, K.Maraş vb. katliamlar bir türlü ortaya çıkartılamadı. Bu provakasyonların, Amerika’nın ve kontrgerillanın birlikte 
düzenlediklerine o günde , bu günde inanıyorum. 

 Ancak, bugün şunu da görebiliyorum, sağa inanmış, Müslüman, milliyetçi, ve sol da olan birçok oluşumu bu oyunun ve provakasyonun içine çekebilmişler, ve bu büyük senaryonun 
figüranları haline getirebilmişler. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları gelece yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir 
misiniz? 

N.Ö: Darbeden sonra, ekim sonu gibi gözaltına alındım. Gayrettepe ve Selimiye’de 68 gün kaldım. Tutuklanmadım, çünkü tutuklanacak delil ve kendi ifadem yoktu. 

 Gayrettepe (ki orası ana işkence merkezlerine göre daha hafifti) belki de tam bir kıyım yeri idi. 

 Eski bir özel okul binasıdır o bina. Mahallelerin ortasında. Üç metrekarelik hücrelere ayırmışlar, eski okulun alt iki katını. Eskiden kantin olarak kullanılan katta idik. Üç 
metrekarede altı kişi, Işık yok, yatacak oturacak yer yok. Sadece bir tepsi büyüklüğünde bir tahta parçası var yerde. onun üzerinde sırayla oturuyoruz. Bizlerden para topluyorlar, süt, 
yoğurt, bisküvi, ekmek, zeytin, helva alıyorlar. Bu malzemelerin kağıt ambalajlarını biriktiriyoruz yerde üzerine oturmak için. Soğuk ve nemli.24 saat işkence sesleri geliyor. Hele 
de kadınların çığlıkları. Hala geceleri kulağıma o sesler gelir. İnsanları gözlerini bağlayarak alıp sorguya götürüyorlar. Getirdiklerinde, insanlığınızdan çıkmış halde geliyorsunuz. Sorguya 
götürülüp günlerce sonra getirilenler var. Bir aya yakın süre, lağımın içinde tutulan insanlar gördüm. Vücutları yara içinde idi. Tek yöntemleri, işkence ile suçu kabul ettirmek, hatta 
yapmadıklarını bile üstlenmeni sağlamak. Ellerinde ne bilgi var, ne dedektiflik kabiliyeti. 

Kemik kırarak, en zalim işkenceleri yaparak kabul ettirmek, ve insanların çok ama çok insan ismini vererek, o insanlarında oraya getirilmesini sağlamak. Tek amaçları bu idi. Ve hepsi 
aptal, acımasız polislerdi. Benden bir iki hafta evvel babam orada kalmış ve çıkmıştı. Babamla benim aramdaki akrabalık bağını dahi kuramadı salaklar. Ben kendi örgütümün soruşturması 
için değil, başka bir gurubun ” işlediği ” suç için alınmıştım. Bütün eziyetleri, üstlenmem doğrultusundaydı. 

 Çok yazıldı, çizildi söylendi o günler için. 

 Ben farklı bir şey söyleyeyim. Çıktıktan kısa bir süre sonra Gayrettepe’nin tüm etrafını gittim, dolandım. Apartmanlarla çevrili bir bölge, Emniyet binasına 8-10 metre yakın apartmanlar 
var. Aileler yaşıyor, çocuklar oynuyor sokaklarda. Ve bir kaç metre yakınlarında, bir işkence merkezi çalışıyor. Tüm feryatları ile ve çocuklar büyüdü o apartmanlarda. Duyulsun, 
korkulsun istendi çünkü. 

 Birde BİT konusu var. Hayatımda ilk kez bit ile tanıştım. Aman ne kadar çok bit. Her yer bit, çığlıklar, yürüyemeyen insanlar. 

 Alacakları ifadelerde, hayatınızı yazmanızı istiyorlar. İlkokul öğretmeniniz kim. Size ilk kitabı kim verdi. İş arkadaşlarınızın ismi, okul arkadaşlarınız, akrabalarınız, samimi olduğunuz 
komşularınız. Yanılıp ya da dayanamayıp bu isimleri yazdığınızda, o insanlarda, ertesinde getiriliyor buraya. Suç aramak falan yok. 

 Bir anektot daha, gözlerinizi bir çaputla bağlıyorlar, sorguya götürülürken. Ve sakın bu bağı çözmeyin diye hatırlatıyorlar. Gözleriniz bağlı işkence görüyorsunuz. Gözünüzün bağını ola ki 
çözdüğünüzde, tüm polisler, masaların arkasına tam siper atıyorlar kendilerini. 

Tanınmayacaklar ya. Peşinden de gelsin yeni metodlar. Gözümü çözüp onların saklandıklarını gördükten sonra, bir tanesi beni duvarlara vurdu. Nefessiz kaldım. Nefes alamıyorum… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

N.Ö: Yukarıda da anlattım. İşkence ikiye ayrılıyor. 

Gözaltı süresindeki, konuşturmak, üstlendirmek, yeni insanların ismini almak için yapılanlar, ilki bu. 

 Gözaltı süresi 90 gün idi. Bu süre içinde, kimse ile görüşemezsiniz. Sizin orada olduğunuzu bile söylemezler, sizi arayan eşinize, ananıza, babanıza. Ya sorguda, işkencedesinizdir. Ya da 
hücrede. Gece mi, gündüz mü bilemeyebilirsiniz. Günde bir kez tuvalet izni çıkar, 2 dakika. O iki dakikada da, hem ihtiyaç giderirsiniz, hem de içtiğiniz süt, yoğurt kabına su doldurursunuz 
heladan. 90 günün sonunda sizi askeri savcıya çıkartmak zorundadırlar. Ancak, gidip, savcılıkta bırakıldı gösterilip, tekrar getirilip bir 90 gün daha kalabilen insanlara şahit oldum. 

 Her türlü işkence var orada, sıralamayayım şimdi. Falaka, kaba dayak, su, elektrik benim şahit olduklarımdı. Ama hücrede bir arkadaş, kedi ile birlikte bir çuvala konulduklarını, ve 
çuvala sopalarla vurduklarını, çılgına dönen kedinin arkadaşı kan revan içinde bıraktığını anlatmıştı. 

 Benim işkenceyi anlatmam, en ağır işkenceleri gören, paramparça olan, orada son nefesini verenlerin yanında haksızlık olur kanısındayım. 

 Bu gözaltı sürecinden sonra askeri binalara gidiyorsunuz. Askeri savcı sizleri bir kez daha sorguluyor ve ya tutuklanıp askeri ceza evine gidiyorsunuz, ya da tahliye oluyorsunuz. 
Selimiye’de de diğer yerler gibi, oh işte işkencehaneden kurtuldum derken, hoş geldin dayağı ile karşılanıyorsunuz. Bu dayak başka bir şey, İşkenceden farklı, Allah ne verdi ise, kırıp 
geçiriyorlar. Ayrıca savcı sırası beklerken, her an dayak yiyebilirsiniz. 

 İşkencenin diğer bir safhası askeri ceza evinde tutuklu ya da hükümlü olarak yatarkenkidir. Diyarbakır, Mamak, Metris bunlara en acı örnektir. Yıllarca, ve her dakika süren bu işkence, 
sizi insanlığınızdan çıkartmak, robotlaştırmak, itaatkar insan yada itirafçı yapmak içindir. Buralarda yüzlerce insan öldü, bu uygulamalarda, yüzlercesi de, çıkınca, dağa çıktı. 

 Yani işkence ikiye ayrılıyor. Sorgu sırasındaki konuşturmak, itiraf ettirmek, üstlenilmesini sağlamak, dışarıdan yeni isimlerin getirtilmesini sağlamak için. 

 Ve cezaevinde, robotlaştırmak, yıldırmak, itirafçı olmaya zorlamak için yapılanlar. 

 Tabii ki, birde, bu yatan insanların ailelerinin yaşadığı işkenceler var… 

 Ben içerden çıktığımda, 3-4 tırnağım yoktu. Oğlum daha 3-4 yaşlarında idi. Görmüş ve hafızasına kazımış. 1988 de tekrar gözaltına alındım, 9-10 gün sonra salındım. Eve 
geldiğimde, oğlum koşarak geldi ve hemen parmaklarıma, tırnaklarıma baktı.Yerinde duruyorlar mı, bilmek istedi. 


 Son bir, not daha; insana elektriği cinsel organından ve kulağı ya da parmağından kabloları bağlayarak veriyorlar. Benimle dalga geçmişlerdi, ”Artık bir daha çocuğun olmayacak, i.ne 
oldun” demişlerdi. Yaşları 13 olan ikiz oğullarıma bakınca, hep hatırlarım bu lafı. Gözlerinin önünde karısına tecavüz edilenler mi desem, ya o kadınların çığlıkları… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Yine yukarıda bahsettim. Derin devlet, vesayet rejimi, Amerikancı oligarşi, ne derseniz deyin, bu ülkeyi 100 yıldır zulümle ve birbirine düşürerek, halkları, birbirine düşman ederek, 
ve kanlı senaryolarını, uygulamaya, tüm kesimleri de figüran olarak olaya katarak sürdürdü. 

Hepsi, kendi yağma düzenlerinin sürdürülmesi için. İşlerine geldiğinde dozajı arttırarak ortalığı kana verdiler, Darbe ile başa geçtiklerinde, ortalık sütliman oldu. 

 Burada bir şey anlatmalıyım. Gözaltında iken, bir sol örgütü olduğu gibi toplayıp getirmişlerdi. 

 Hepsi hepsi 30-35 kişilik bir örgüt. Küçük ama ismi büyük. Ciddi suikastlara adları karışmıştı, ciddi de soygunlara. Bu örgütün 3 numaralı ismi ile aynı hücrede kaldım; Tuncay. Adam bir 
yüksek rütbelinin oğlu, karısı da Gayrettepe’de. Örgütün kasası. Paralar onda duruyor. ”Örgüt” şüpheleniyor, adamın evini basıyor, ve hepsi orada toparlanıp geliyorlar. Adam ajan 
çıktı. 3. numaralı adam. O örgütün nerede ise yarısı idam cezasına çarptırıldı. Tuncay nerede, hangi ülkede, hangi isimle yaşadığını, devlet açıklasın. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

N.Ö: Darbeden sonra, çoğu insan karamsarlığa kapıldı. Bir kısmı her şeyden elini eteğini çekti. Ya iş adamı olmaya çalıştı, ya da alkole sığındı. Ben hala inandığım değerleri savunuyorum. 
Aynı ideolojik çizgide değil belki, ama zulmün, yoksulluğun, ortadan kalkması, gerçek adaletin sağlanması vb. konularda mücadelem farklılaşarak sürüyor. 

 Sosyal yaşamımız, çok etkilendi tabii ki, bizlerdeki ani parlamalar, zaman zaman agresifleşmeler, bu dönemin ürünü. 

 İş yaşamımızda, hep ötekileştirmenin acılarını yaşadık… 

 İlginç bir yaşantımı paylaşayım. Ben elektrik-elektronik sistemler kuruyorum. Tabii ki, devletle, hükümetle, belediyelerle, ve kapitalistlerle bağlarımız olmadığından, işi ihalede 
alanın işini, taşeron olarak yapıyoruz. İşi biz yapıyoruz, parayı ihaleyi alanlar kazanıyor. Bizde çorbamızı içiyoruz sadece. 

 90'lı yılları başı idi, Bir mimarlık şirketi, İstanbul Levent’teki Harp Akademilerinden bir iş almış. 

 Kurmaylık imtihanında, 3 salon olacak, kırmızı ve mavi kuvvetlerin salonları, ortada da jüri odası. Elektronik ortamda savaş yapacaklar. Bu üç salonun tüm elektrik ve elektronik 
sistemlerini kurma işini taşeron olarak aldık, mimarlık firmasından. 

 Araç giriş ve eleman giriş belgelerimiz verildi, 15 gün çalıştık, yüzlerce kablo çektik, binlerce kablo ucunu kodladım. Artık, montaja geçeceğiz. Bir sabah, girişte, sertçe azarlandım, 
belgelerim elimden alındı ve kovuldum. 

 Mimar bana telefon etti, beni yaktınız, mahvettiniz diye. Adam, 2 saat sonra tekrar aradı, Makine taşeronu mühendis de seninle aynı komünist çıktı, mahvettiniz beni dedi. 


 Kodlamaları ben yapmışım, kimse müdahale edemiyor, sürede azalıyor. Bir hafta sonra geri çağırıldım. Yanıma bir yarbay verdiler, adam bana karşı çok kibar, ama tuvalete bile yanımda 
geliyor. Neyse sistemi çalıştırdık, teslim ettik daha sonra. 

 Darbe sonrasını, kendimi işime vererek, yoldaşlarımla bağlarımı koparmayarak, ülkemi tanıyacak çok ama çok kitap okuyarak, en az psikolojik zararla atlattım diyebilirim… 

 Ancak, 5-6 yıl yarı illegal olarak yaşamak, askerliğimi 33 yaşımda yapmak gibi çok zorluklar yaşadım. 

 Askerde, 20 gün sonra, beni uyduruk bir göreve çektiler, ağaç dipçikli 1000 yıllık Kırıkkale tüfekle bir kez ateş edebildim. Halbuki, ben istihtamcı idim. Hiç bir şey göstermediler bana. 
Yinede ben diğer arkadaşların yanında en şanslısıyım. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

N.Ö: Darbe, bir sınıfın yada çıkar gurubunun, iktidara ve iktidarın nimetlerine, şiddet yolu ile kaba olarak, hile ile el koymasıdır. 

Asla gereklidir diyemeyiz. Gereklidir diyenler, korkutulmuş insanlardır. Ya da, ” hırsız çalsın, kaçsın, dökülenler bana yeter” diyen zavallılardır. 

Ne yazık ki, ülkemizde, yüzyılların getirdiği ötekileştirmeler, suni yaratılan korkular, darbecilerin değirmenine su taşıyor. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor 
musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

N.Ö: Bu gün, değil 12 Eylül’ü, 12 Mart’ı, 27 Mayıs’ı yapanlarla, Ergenekon’un arasında bağ kurmak, ” 31 mart gerici ayaklanmasını” tezgahlayanlarla bile bağ kuruyorum. Bu 100 yıllık 
bir sürecin günümüz versiyonu. Ergenekon’un kökü, 31 Mart ”ayaklanmasını ”tezgahlayanlara kadar gidiyor bence. 

 Burada, Amerika’nın rolünü de unutmamak lazım. Değişen dünya şartlarında, bugün niçin darbeleri rahatça yapamıyorlar. Amerika’nın, şu an işine gelmemesi de bir nedeni olmasın 
sakın? 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

N.Ö: İmparatorluk artığı bu topraklarda, onlarca ulusu harmanlayıp, o çağın kapitalist dünyasının ihtiyacı olan ULUS DEVLETİ yaratmak pek kolay olmamış, hatta başarısız olmuş 
günümüzde gelinen nokta itibariyle. 

 TSK derhal, asli görevine dönmeli, elini siyasetten ve ekonomik ilişkilerden çekmelidir. Dünyada, ülke içindeki 5. büyük holdingin sahibi, başka bir ordu var mı, Allah aşkına? 

 1.000.000'na yaklaşan bir ordunun, içinde 150.000 asker, emir eri olarak görev yapıyormuş, 70.000 kadar da, orduevinde hizmetçilik yapan asker varmış. Tayland ordusunda, böyle bir 
şey yok ya… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 

N.Ö: Oyumun rengini, değil saklamak, sokaklarda haykırıyorum. 

BUGÜN EVET, YARIN YENİ BİR ANAYASA, DEMOKRASİ İÇİN EVET, YETMEZ, AMA EVET. 

 Ülkemin, en az Avrupa’da olduğu kadar demokrasiye kavuşmasını istiyorum. 12 Eylül darbecilerinin, ördüğü, kalın duvarda, bir delik açılmasını arzuluyorum. Oradan içeri güneş 
ışıklarının gireceğini, bir sonraki hamlede, askeri vesayet rejiminin anayasasının değişebileceğini umuyorum… Bizlerin, Alevi, Sünni, Kürt, Türk, inanan, inanmayan, kadın, 
erkek, gidecek başka bir ülkemiz var mı? Bu ülke sınırlarında doğduk, yaşadık yüzyıllarca, ve yaşıyoruz. Bizleri ötekileştirenler, bu ülkenin kaymağını yalayıp yutanların, onlarca ülkeleri 
var, gidecek…Bizleri bir arada, huzur içinde yaşatacak, suni karşıtlıkları ortadan kaldıracak olanda adaletli demokratik bir sistemin yerleşmesidir. Bu değişiklikler, ufak, az, korkarak 
yapılmış değişikliklerdir, Ama bir sivil başlangıçtır. 

 Çocukluğumdaki bir anı geldi aklıma. 12 Mart günleri, 15-16 yaşındayım. Babam, amcalarım, ağabeyim tutsak. Kartal Maltepe askeri ceza evindeler. O gün amcamın duruşması var, 
avukatla beraber, dinleyici olarak gittim Selimiye ye. Amcam söz istedi, ilk duruşması. Ayağa kalktı, ve işkencede makatına nasıl cop sokulduğunu anlatmaya başladı. Hakim bağırmaya 
başladı, amcamı azarladı, iki asker geldi ve sertçe amcamı oturtup susturdular. 

 Amcam yayınevi sahibi idi, suçu kitap. Yargılayanlar, askeri üniformalı kişiler. 

 Sivillerin bu değişiklikden sonra askeri mahkemelerde yargılanmayacak olması, devlete karşı suç işleyen, çete oluşturan askerlerinde sivil mahkemelerde yargılanacak olması, yeterli 
neden değil mi? 

C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Ülkemde yapılan bütün darbeler, yaşanan süreç, Ergenekon gerçeklerinin su yüzüne çıkması, hemen herkese göstermeli ki, bu ülkede en başta eksik olan ADALET, DEMOKRASİ, ve 
REFAH’ın ADİLCE PAYLAŞILMAMASI. Tüm, namuslu insanlar, insanlığından nasibini almış tüm kişiler, bu ülkenin sivilleşmesi, demokrasinin tüm kurumları ile oluşması için mücadele 
etmeliler. 


 Darbeciler, 650.000 kişiyi tezgahlarından geçirdiler, hayatlarını kararttılar, bitti mi? 

 30 yıllık savaşta 40-50.000 kişi öldü, 17.000 faili meçhul var. Milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Aileler hala kayıplarını arıyorlar. Bir bölgenin halkı ağır travmalar yaşadı, 
bedenlerinde, ruhlarında… 

 5.000.000 gencimiz askerliğini, savaşın en yoğun olduğu bölgede geçirdi. Bunların büyük kısmı, şu anda yoğun psikolojik tedaviye muhtaç. Her gün aramızda yaşıyorlar, dolaşıyorlar… 

 Çok anlattım belki. İsteğim ve amacım, tüm mazlumların, tüm vicdan sahibi olanların, tüm insanım diyenlerin, birlik olması. Ötekileştirme planları ile ayrıştırılanların, birbirlerini 
tanımaları, anlamaları. Mahalleler arasına örülen duvarların yıkılması. 

 Demokrasinin tüm kuralları ile gerçek yaşamda yer bulması. Sivil bir anayasa, sivillerin yönettiği bir ülke. Tabii ki, en başta refahın adaletli bölüşümü… 

C.B: Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler.