29 Ocak 2015 Perşembe

BÖLÜCÜ VE YIKICILARA.,



BÖLÜCÜ  VE YIKICILARA.,



Yekta Güngör Özden


Ulusal dayanışmayla karşı koyacağız,

Ulusumuzu derinden düşündürüp kaygı duyuran yüksek öğrenim kurumlarındaki anlamsız ve sakıncalı kavgaları üzüntü ve endişeyle izliyoruz. Geleceğimizin güvencesi gençlerimizin, bilimsel donanımlar kazanarak insanlık ve yurttaşlık bilinçlerini güçlendirip yararlı hizmetlere hazırlanacak yerde uygar tartışmayı, özgür düşünceyi gözardı ederek birbirine kıyacak biçimde düşmanca ayrılmalarını, öğrenim-eğitimin barış, hoşgörü ve kardeşlik ortamını kana bulamalarını her yönden tehlikeli buluyoruz. Gençlerimizin siyasetle ilgilenmelerinin verdiği mutluluklar, katılık, bağımlılık ve saplantılarla gölgelenmemeli, kavgalarla kararmamalıdır.
Varlık nedenleri, yaşam felsefesi olan Atatürk ilkeleriyle Atatürkçülere saldırıyı beceri sayan, medyanın kimi köşelerine kurulmuş, kimlikleri, kişilikleri, düşkünlükleri bilinen yeşil sermaye destekçisi, laiklik karşıtı, patron buyruğundaki kimi yazarcıkların kışkırtmalarına kapılmak asla bağışlanamaz. Şeriatçılarla bölücülerin, günümüz iktidarının tutumuna, iktidara ayak uyduran yöneticilere ve emirlerindeki güçlere güvenerek kalkıştığı saldırılar, üstelik Atatürk Türkiyesinde Atatürk fotoğraflarına katlanamama hastalığı, köktendinci girişimleri, kadrolaşmaları, hukuk ve anayasa tanımazlığı, yağmacılığı gelişme sayan, silahlı kuvvetlere sataşan, yazdıkları anlaşılmayan, okuduğunu anlamayan, iktidar ve körükörüne AB, ABD, IMF şakşakçısı medya tetikçilerinin, dönek ve sapkınların ortak niteliğidir. Bölücü ve yıkıcılarla, yeni mandacılarla kolkola sürdürülen kötülüklere ulusal dayanışmayla karşı konulacaktır. Laik Cumhuriyetimizin Atatürkçü niteliğini kimse yıkamayacaktır.
Gençlerimizi, Atatürkçü doğrultuda birleşmeye, özveride bulunan ailelerini üzmemeye, aileleriyle yükseköğretim yöneticilerini etkin önlem almaya, kolluk güçlerini yansız davranmaya çağırıyor, sorumluların bir an önce etkin yaptırımlarla durdurulmasını öneriyoruz.

GERÇEK KURTULUŞ İÇİN..,




GERÇEK KURTULUŞ İÇİN..,



Yekta Güngör Özden










23 Nisan özgür, bağımsız ve gönençli bir ulus olarak yaşamanın altın anahtarı Ulusal Egemenlik ilkesini simgeleyen, temelde Türk Ulusunun yönetimini kendi eline aldığını dünyaya duyuran Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mustafa Kemal’in önderliğinde açılışının 83. yıldönümüdür. Ulusumuza kutlu olsun.
Ulusun yazgısını kendi özgür istenciyle belirlemesi, her yaptığını sürekli olarak denetleyeceği, her işlem ve tutumundan sorumlu tutacağı hükûmet düzenini gerektirdiği için, bu yönetim altında ulusun bağımsızlık, özgürlük, birlik ve gönencinin gerçek güvence altında olacağı doğru bir düşüncedir.
Mustafa Kemal, “Ulusun yazgısını yine ulusun azim ve kararı belirleyecektir!” ilkesini bayrak yaptığı için, o zamana değin anlamsız savaşlarla tükenmenin eşiğine getirilmiş olan Türk Ulusu’na “Bu savaş benim savaşımdır.” diye benimseterek Bağımsızlık Savaşına yöneltebilmiştir. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın zaferle tamamlanışını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne müjdelerken, “Ulusun geleceğini doğrudan doğruya üzerine alarak umutsuzluk yerine umut, dağınıklık yerine düzen, duraksama yerine kararlılık ve inanç koyup yokluktan koskoca bir varlık çıkardığını, bu Anadolu zaferinin, tarihte bir ulus tarafından tam olarak benimsenen ulusal egemenlik düşüncesinin ne denli büyük ve dinç bir güç olduğunun en güzel örneği olarak kalacağını” belirtmiştir.
Ulusal egemenlik ilkesine doğru anlamı vermek
Atatürk, yalnız askerî zaferin değil, gerçek kurtuluşun, yani bir daha “kurtulmak”     zorunluluğuna düşmemenin güvenceye alınabilmesi için ulusal egemenlik düzeninin doğru anlaşılıp dürüstlükle uygulanmasının yaşamsal önemini de vurgulamıştır. Özellikle ulusal egemenlik düzeninin devlet yönetimi yanında, eğitim, aile, ekonomi, felsefe, ahlâk, sanat, dil, yazı, giyim ve kuşam gibi tüm kamusal yaşam alanlarının da dinsel ve dinsel olmayan her türlü baskıcı bağdan özgürleşmesini zorunlu kıldığını görmüş ve bize bağımsız, özgür ve çağdaş bir ulus olarak yaşama olanağını sağlayan devrimleri gerçekleştirmiştir.
Atatürk, ulusal egemenlik ilkesine doğru anlam veren ve ona dürüstlükle bağlı kalan düşünce ve eylem yapısıyla, bu yaşam ilkesine yapılacak açık ya da dolaylı     her türlü saldırı girişimini Türk ulusunun yaşamına yönelik bir suikast, Türk Ulusu’nun yüreğine gönderilmiş zehirli hançer saymıştır. Başta lâiklik olmak üzere devlet ve öteki toplumsal kurumlar alanında gerçekleşen devrimler, ulusal egemenlik ilkesini saldırılardan korumaya yönelik anayasal kurumlar ve önlemlerdir. Ancak, ulus egemenliğine dayalı lâik devlet ve toplum düzenini suikastlar karşısında koruyup kollamakla görevli anayasal kurumların ödevlerini yerine getirememesi durumunda, yani halkımızın bilgece deyimiyle tuz koktuğunda, her yurttaşın baskı yönetimine karşı direnme hakkının doğacağını belirtmiştir. Yüce Atatürk bu konuda şunları söylüyor: “Kuşku yok ki ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında elde ettiği yaşam ilkesi olan ulusal egemenlik ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim; bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!”
Ulusal egemenlik ilkesi kamu yönetimi tarafından çiğneniyor
Derin acılar içinde görüyoruz ki, Büyük Atatürk’ün her şeyin üzerinde tutulup, her türlü özveri gösterilerek korunması gerektiğini belirttiği ulusal egemenlik ilkesi, devlet ve toplum yaşamımızda uzun yıllardanberi adım adım, değişik oyunlar ve çirkin yöntemlerle işlemez kılınmaktadır.
Ulusal egemenlik ilkesinin baş uygulayıcısı olması gereken kamu yönetimi, partizanlık yoluyla hukukun üstünlüğünü ve yasalara saygıyı yok ederek, yurttaşlar arasında eşitliği bozarak, kamu kaynaklarının yolsuzluk ve hırsızlıkla soyulmasına ortam hazırlayarak, tarikat okulları ve benzeri yollarla eğitim birliği ilkesini yıkıp ulusal birliği dinamitleyerek ulusal egemenlik düzenini yıkmanın baş etkeni durumuna getirilmiş bulunmaktadır. Yine ulusal egemenlik ilkesi gereğince gönenç devleti ilkesinin hizmetinde ekonomik kalkınmanın etkin aracı olması gereken kamu yönetimi iç ve dış sömürücü çevrelerin dayatması ile, bu görevinden uzaklaştırılmış, bunun sonucu olarak işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmış, eğitim, sanat ve meslekten yoksun bırakılan nüfusun ulusumuz içindeki oranı artmış, ulusal dayanışma ortamı bozulmuş, ulusal egemenlik düzeni için en önemli destek olan demokrasi kültürüne sahip yurttaş desteği zayıflatılmıştır.
Bir yandan da devlet yönetiminden eğitime, ekonomiden kadın haklarına, sanat ve felsefeden giyim kuşama varıncaya değin her alanda lâiklik ilkesi baltalanmakta, ulusumuzu uyuşturup kötürüm kılmak üzere, demokrasi düşmanı, ortaçağ artığı karanlık mikrop yuvası tarikatlar, kamu kaynaklarıyla özellikle desteklenip semirtilmekte, yurt içinde ve dışındaki kamusal kurumların etkinliklerine çağrılmaları öngörülmektedir. Demokrasinin olmazsa olmaz gereği olan lâiklik ise “din karşıtlığı” imiş gibi sunularak gerçekler ters-yüz edilmekte, ulusal bilinç köreltilmek istenmektedir.
Bu ortamda uluslararası meşrû hak ve yararlarımız da sahipsiz ve savunmasız kalmış bulunmaktadır. Ulusal kalkınmamızı engelleyecek, kaynaklarımızı sömürecek, ulusal birlik ve yurt bütünlüğümüzü dinamitleyecek koşullar öne süren, hattâ tümüyle demokrasinin gerekleri ve Cumhuriyetimizin temeli olan Atatürk ilke ve kurumlarına saldırarak bunlardan uzaklaşmamızı dayatan AB’ne, küçük bir sömürgen azlığın çıkarı için, ülkemiz ve ulusumuz peşkeş çekilerek sığıntı gibi sokulmak istenmektedir.
Özetle, ulusumuz iç ve dış sömürgenlerin elbirliği ile bir yandan Arap ülkelerinin düşkün durumuna sürüklenmekte, öte yandan sömürgeci Batı’nın Anadolu’yu bin     yıl önceki gibi bir Roma-Yunan eyaletine dönüştürme hevesi uyandırılmaktadır.
Başkanlık sistemi kişisel diktaya yol açar
Sevgili ulusumuz, bu kötülüklerin tümünün de baş nedeni, ulusal egemenlik yani     ulusa karşı sorumlu yönetim ilkesinin siyasal partiler eliyle ortadan kaldırılarak bir görüntüye indirgenmiş olmasıdır. Siyasal partilerin iç yapısı demokratik olmaktan çıkarılarak, milletvekili adaylarının büyük bölümünün parti başkanları ve yandaşlarınca belirlenmekte olmasıdır. Şimdi de, partilerin bu yapısından yararlanılarak “başkanlık düzeni” getirilmek ve ulusal egemenlik ilkesini yıkma çabaları daha ileri boyutlara ulaştırılmak çoğunluk diktasından kişisel diktaya geçilecek bir yolun açılması istenmektedir.
Demokraside “Dördüncü Erk” olması gereken kitle iletişim araçlarının da çok büyük bir bölümü, partizan yönetimin ve uluslararası sömürü ortamının sağladığı     haksız kazançlarla beslendiğinden güdümlü yayın yapmakta, ulusumuzu gerçeklerden habersiz kılmakta, çoğu kez de yanlış yönlendirmektedir. Atatürk’ün Erzurum Kongresi’nde yakındığı gibi “Ülkemizin her yanında çok miktarda yabancı parası ve yabancı propagandası dolaşmakta”, ulusal birliğimiz içerden yıkılmaya çalışılmaktadır. Bunların sonucu olarak başarısızlık bir yana, cinayet ve hırsızlık gibi yasa-dışı eylemlerinin bile hesabını vermemenin yolunu bulmuş bir siyasetçi takımı ülkemizde at oynatmaktadır. Bunun, ulusal egemenlik düzeni olmadığı açıktır. Bu sakat durum yüzünden Türk Ulusu’nun sesi kısılmış, hakları dile getirilemez olmuştur.
Komşumuz Irak halkının başına gelen yıkımlar, “Ulusal egemenlik” ilkesini anlayamayan ve uygulayamayan bunca müslüman halkların, yurtlarını da onurlarını da yabancı saldırısından ve onlarla işbirliği yapan yerli baskıcılardan kurtaramadıklarını gözler önüne sermiştir. Böylece Atatürk’ün ulusal egemenlik düzenini doğru anlayıp dürüstlükle uygulamayı neden bağımsız ve onurlu yaşamanın zorunlu gereği saydığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bu ilkeye her türlü saldırının baskıcı yönetim getireceği, baskıcı yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı bulunduğu uyarısını yapmış olmasının anlam ve önemi ortaya çıkmaktadır.
83. yıldönümünde Ulusal Egemenlik Bayramı’nın ulusumuza kutlu olmasını diliyor, bu ilkeyi ulusumuza kazandıran Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve bu yolda O’nunla birlikte uğraş veren ulus büyüklerini saygı ve bağlılık duygularıyla anıyor, ulusal egemenlik ilkesinin aykırılıklardan ve saldırılardan korunması yolunda her tülü özveriyle mücadeleyi sürdüreceğimize bir kez daha söz veriyoruz.





DUMLUPINAR



DUMLUPINAR



Behçet Kemal Çağlar




Ey mazlum Asya’nın
Esir milletleri
Beklemeyin gelmeyecek peygamberi
Kurbanlık koyunlar
Gibi akın akın
Boynu bükük yürümeyi
bırakın
Avrupa merkezlerinin
Kanlı, Engin
Mezbahasına!...
Ey birer birer
Kurtuluş yolunu arayan
Esir milletler
Nerde ve nasıl olursanız olunuz
Kurtuluş yolunuz
Bir Dumlupınar’dan geçer
Ey kurdukları yapının
temelleri çatırdayan
Yolunu kaybedip arayan
Esir sahipleri!
Sonu geldi artık
alınteri ticaretinin
Şimdi artık kısılan sesinize karşı
Gürlüyor milyonların marşı:
Dumlupınar, Dumlupınar....
Artık ne tevekkül ne sükun
Hız, heyecan
İstiklale varacağız,
İstiklale varacağız!...



Behçet Kemal Çağlar 





KUTLAMA




KUTLAMA



YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN,

Gazete, dergi, kitap çıkarmanın güzlüklerini bilenler yayın yaşamında bir yaşın mutluluğuna alkış tutarlar. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarında duvar gazetesi, okul dergisi, yerel gazetelerin sanat sayfalarıyla uğraşan, sonraki yıllarda kimi gazete ve dergide yönetici ve yazar olarak çalışan, kitaplarıyla görüşlerini kamuoyuna sunan bir yurttaş olarak ülkemizde yayıncılığın insandan neler alıp götürdüğünü iyi bildiğimi sanıyorum. Küreselleşme-globalleşme adıyla dayatılan yeni sömürgecilik sürecinde yeryüzü medyasının ne hale geldiğini de üzüntüyle izliyoruz. Hele savaş çığırtkanlığının çıkar bağlantılarıyla sergilediği çirkin boyut, düşünenleri karamsarlığa, umutsuzluğa düşürüyor. Yalanı, yakıştırmayı, karalamayı, kötülemeyi, suçlamayı, gözdağını, tehdit ve iftirayı beceri sayarak saldırganlıklarını demokratlık savıyla sürdürenler, saygıdan ve terbiyeden uzak yazı ve sözlerini kişisel bozukluklarını yansıtan belirtilerle kirletenler, düşmanların yapamadıklarını çekinmeden ve utanmadan yapmaya kalkışanlar, çöreklenip yuvalandıkları medyanın tetikçiliğine soyunup terör aracı durumuna düşenler, Kıbrıs'ı satmak, Türkiye'yi kiralamak için onursuzluğu yeğleyenler, bilgi ve bilinç yoksunu uydu ve uşak ruhlular, Türkiye'yi Türkiye yapan Atatürk ilkeleri ve Türk Devrimi karşıtları etkin konuma gelince insanın kanı donuyor. Birbirine eklenerek büyüyen sorunların altında ezilen toplumun ilgisi ve tepkisi de yeterli olmayınca gerçeğin, aklın, onurun, erdemin, ahlâkın, adaletin, bilimin, soyluluğun, bağımsızlığın, özgürlüğün, egemenliğin sesini duymak özlemi giderek büyüyor. Bu sesleri duyurmak da kutsanacak bir görev niteliğini kazanıyor. Bir yıldır okuyucularına doğru bildiklerini anlatan gençlerin TÜRKSOLU adlı yayın organını düzenli biçimde çıkarmalarını bu nedenlerle övgüyle karşılıyorum. Umursamazlık, aldırışsızlık, adamsendecilik, ilgisizlik, tembellik ve "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışıyla uyuklayanlar, tiksindirici bir uyuşukluk içinde korkudan titreyenler, onun bunun kapısında el açıp bekleyenler, bir yer kapmak ya da ad yapmak için aşağılanmaya katlananlar bu gençlerin devingenlikleri, yılmak-yorulmak bilmeden çalışmaları karşısında kendilerini özeleştiriye bağlı tutmalıdır. Örnek alınacak çabalarıyla güçlükleri göğüsleyen gençler, öğrenimlerini de aksatmamaktadır. Türlü yavanlıkların, sahteciliklerin boy attığı günümüzde, yönetimin karakteri ve amacıyla dış ilişkilerdeki bozuklukların belirgin olduğu ortamda Mustafa Kemal Atatürk'ün tam bağımsızlık başta tüm ilkelerini içtenlikle savunanları kutlayarak yüreklendirmek en yapıcı katkıdır.
Değişik kat ve alanlarda, değişik yüz, giysi, biçim ve yöntemle rastlanılan laik Atatürk Cumhuriyeti, İnönü ve barış karşıtlarının güçbirliği ve dayanışmasına bakıp yüzlerinin kızarması gerekenler, gelişmelerin doğallığını, iyiye doğru gelişmeyi, deneyimi ve oluşumları göz ardı edip geçmiş kimi olaylara bakarak gençleri suçlamakta, haksız eleştirilerle güçlerini kırmaya ağırlık vermektedir. Yanlışta direnmek sakıncalıdır. Yanlışı düzeltmek, doğru yapmayı da aşan bir düzeylilik göstergesidir. Gençler ulusal yapımızı, ulusal çıkarlarımızı yürekli biçimde savunuyor, özveriyle çalışıyor. Herkesin yanlışı olabilir. Katılmadığımız anlatım biçimleri, kullanılmasını uygun bulmadığımız sözcükler, eleştirdiğimiz ve karşı çıktığımız davranışlar olabilir. "İyi ilaç acıdır" sözünün anımsattığı gibi uyararak, öğüt vererek değil, örnek olarak onların bizden iyi yetişmelerini sağlamalıyız. Önleyip engelleyerek, durdurup gerileterek değil. Özendirip destekleyerek.
Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuvayı Milliye ateşiyle başarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın amaçladığı çağdaş demokrasi yepyeni, laik Cumhuriyetimiz üzerinde taçlanacaktır. Gerzek ve gevezelerin, sarsak ve sapkınların, satılmış ve döneklerin, ikiyüzlü çıkarcıların, ulusal kimliğini yadsıyan bölücü ve yıkıcıların kararttığı çevremiz yine Kemalizm/Atatürkçülük aydınlığıyla gönenecektir. Sorunlarımız ancak Atatürkçü Düşünce dizgesiyle çözümlenecektir. Solcu, ilerici, demokrat, aydın, çağdaş geçinenler anlaşıp birliktelik oluşturamadıkça yapaylıklarını açıklamaktadır. Duygusallık, bilgisizlik, yüzeysellik, içtensizlik, ilkesizlik, tutarsızlık, bencillik, özseverlik, büyüklenme, kıskançlık, yalan-dolan ancak karşıdevrimcileri sevindirir, onların gücünü oluşturur, onlara destek sayılır. Bu da bir tür yozlaşma ve yıkıcılıktır. Bu olumsuz görünüm içinde TÜRKSOLU bir umut ışığı olarak görev yapmaktadır. "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" sözündeki anlamı, güzelliği ve gerçeği yansıtarak yapraklarını doldurmakta, içeriğiniz çekici kılmaktadır. Daha ne yapsın? Hiçbir şey yapmayanlar, kötülüklere ve yitiklere neden ve araç olanlar güçlenirken Atatürkçü gençleri yalnız bırakmak varlığımızın değerini bilememekten ötede kendimize kıymaktır.
Ulusalcı kesimde paylaşılamayan nedir? İlkede ve ülküde birliktelik varsa ayrılıkların nedeni var mıdır? Kim kimi niçin istemez ve beğenmez? Yanlışlık ve yanılgı nerededir? Konuşmak, görüşmek, tartışmak, çözümlemeye çalışmak aklın, yurtseverliğin gereği değil midir? Yaşamı özelde ve genelde etkileyen tüm koşullar kötüye giderken, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın gerektiren durumlardan söz edilirken, yeni Sevr dayatılmaya çalışılır Lozan'ın intikamını almak için oyunlar birbirini izlerken Kemalist/Atatürkçü olduğunu söyleyenlerin bir kesiminin donukluğu, tutukluğu, ilgisizliği, kopukluğu, ayrımcılığı, bozgunculuğu, dağınıklığı, saplantıları şaşırtıcı ve üzücüdür. TÜRKSOLU bu yanlışlıkları, sorumlularını gündeme getirmeli, kimi oyunları bozmalıdır. Geleceğimizin güvencesi olan gençlerimiz yansız, gerçekçi ve yapıcı tutumlarıyla yararlarını daha da arttıracaklardır. TÜRKSOLU'nun Atatürk aydınlığında esenlik ve başarı dolu nice yıllar dileğiyle birinci yaşını içtenlikle kutluyorum.




Bağımsızlık Onurdur




Bağımsızlık Onurdur








Yekta Güngör Özden

ABD’nin kaba gücü ve sahte demokrasisi
Sizlere ulaşmak için ivedi yazılan bu yazımı okuduğunuz zaman belki de ABD’nin Irak saldırısı başlamış olacak. BM Güvenlik Konseyi’nin kararına gerek duymadan, NATO’daki ortaklarıyla AB’ni dışlayarak, dünya kamuoyuna aldırmayarak İngiltere’yle birlikte kalkıştığı savaşın insanlığın geleceğine olumsuz etkilerini de düşünmemektedir. Kaba güç niteliğindeki silah olanaklarına güvenerek istediğini yapacağı kanısını yaymaya çalışması, demokrasi sahteciliğiyle koşuttur. Irak liderinin diktatörlüğü, halkının yaşam biçimi ve koşulları, kitle imha silahları yapımı, geçmişte yapılanlar gözetilince insan hakları ve demokrasi yönünden duyarlıkları zorunlu kılsa da bağımsız bir ülkenin sınır ötesi hiçbir olayı saptanmadan toprak tümlüğüne yönelik eylemler uygun karşılanamaz.
Şu sırada Saddam başka bir ülkeye saldırıya geçmemiştir. Ekonomik ve askeri kısıtlamalar içindedir. 36. enlemin üstü, ülkesinden koparılmışçasına, yasaklıdır. ABD ve İngiltere uçakları denetimleri sırasında sık sık Irak’ın güneyini bombalamaktadır. Ulaşım yolu bakımından sakıncalı bulunan füzeler imha edilmektedir. Silah denetçilerinin raporuyla Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu’nun raporu suç kanıtı bulamamıştır. Saddam suçüstü yakalanmış değildir. Başka ülkelerde Irak’a ilişkin suçlamaların benzerlerinden de söz edilmektedir. İsrail’in tutumu da açıktır. BM’nin Irak’ta gözlemci, kimi ülkelerin izleme kurulları bulundurması da sağlanabilir. Tüm bu önlemler ve daha niceleri itilerek uluslararası hukuk kurallarını çiğneyip çirkin kabadayılığa soyunmanın anlaşılır yanı yoktur.
Yazılı ve görsel basında, görüşleri olumlu ya da olumsuz bularak, karşı görüşlerle eleştirmek yerine terbiye dışı anlatımlarla kişiliklere saldırılmakta, demokratlığın en doğal gereği yadsınmaktadır. Bağımlılıkları tartışılmayacak ölçüde somutlaşan kimileri yandaşlıklarını en tiksindirici biçimde sergilemektedir. Önceleri başkaları, kendileri gibi düşünmeyenleri şahinlikle suçlayanlar şimdi babaşahin kesilmişlerdir.
Bu arada ABD’nin Türkiye tutumu da gereken karşılığı bulamamaktadır. Kuzey Irak’taki Kürt Devleti yapılanmasına seyirci kalan yönetimlerin yanlışlığı, ABD’nin saldırısı sırasında oraya girip etkili önlemlerle sakıncanın hafifletileceği sanılarak, yinelenmektedir. Türkiye, yaşamsal bir savaşı ancak kendi kararıyla ve savunma ilkesiyle yeğleyebilir. Hiçbir devletin uydusu durumuna düşmeden. Ekonomik sıkıntılarını azaltıp giderecek yardım ya da bağış pazarlığına girmeden. TBMM’nin kararını yine TBMM’ne geri aldırma oyunlarına gelmeden. Hiçbir yurttaşı utandırmadan.
TBMM kararlarına aykırı davranmak Yüce Divanlıktır
Devlet radyo ve televizyonları İskenderun Limanı’na çıkarılan aygıtların, otobüslere doldurulan askerlerin, araç-gereç yüklenen tırların ve Güneydoğu Anadolu’ya konvoylar oluşturarak gittiği haberlerini verirken bunların TBMM’den geçen limanların modernizasyonuyla ilgili tezkere kapsamında olduğu savunmasına inanmak güçtür. Kapalı toplantılardan sonra saklı tutulan “mutabakat” metinlerinin uygunluğu savunması da inandırıcı olmaktan uzaktır. 2. Tezkere’nin reddini “trafik kazası”na benzetmek, özür dilemek, dayatmalara, baskılara, gözdağlarına, küçük düşürmelere katlanmak ve yaraşır olmak demektir. Ülkemizin Irak’la ilgili sorunları aşması, AB’nin yanlı, ABD’yle BM Genel Sekreteri’nin (İngiltere kökenli Kıbrıs’la ilgili danışıklı planlarıyla açığa çıkan, “Kürt kartı” ve “Ermeni soykırımı tasarısı”yla sırıtan) amaçlarını geçersiz kılması, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tam bağımsızlık” ilkesine sarılmakla olanaklıdır.
Atatürk’ün gerçekçiliğini yansıtan, yalnız bugünler için değil, yarınlar için de geçerli olan anlamlı sözlerinden bağımsızlık içerikli kimilerini aktararak ilgilileri uyarmak, Sevr’i, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, Lozan Barış Antlaşması’nı anımsatmak, ulusal varlığımız için yapılması gerekenler konusunda yardımcı olmak istiyoruz. Yoksa, kimi yurttaşların haklı olarak “Mardin’de liman mı var?” sorularının ortaya koyduğu çelişkinin ağırlığı hepimizi sorumlu kılar. TBMM kararlarına aykırı anlaşmalar, uygulamalar görevli Bakanlarla birlikte tüm ilgilileri Yüce Divan’a taşıtır.
ABD gereken yanıtı almalıdır
ABD’nin yakışıksız davranışları, yaraşır olduğu yanıtı almalıdır. Olasılıklar gözetilerek en etkin önlemler gündeme getirilmelidir. Barışı korumak için savaş son çözüm olmalıdır. ABD’nin petrol gereksinimi, dünyaya egemen olma güdüsü, güç gösterileri, savaşın getireceği yoksunluklar, yıkımlar ve yeni sorunlar insanlığı yeni karanlıklarda boğacaktır. İstediği devleti yıkma, istediğini kurma, sınırları değiştirme gibi çabalarına aracı, yardımcı, destekçi olmak, savaş kışkırtıcılığına, çığırtkanlığına soyunmak bağışlanamaz. Kendi güçlüklerimizi kendimiz yenme, kendi sorunlarımızı birlikte çözme alışkanlığını edinmezsek, ekonomik bağımlılıktan kurtulamazsak aşağılanır, dışlanır, kullanılır, sarsılır, yıkılırız. Bağımsızlıktan ödün vermezsek güçlenir, yükseliriz.
İşte Atatürk’ün gösterdiği yön, çizdiği yol, tuttuğu ışıklar:
“TBMM’nin tüm izlencelerinin temeli iki ilkedir: Tam bağımsızlık, koşulsuz-sınırsız ulusal egemenlik.”
“Türk ulusu yeni bir iman ve kesin bir ulusal kararla yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı ilkeler tam bağımsızlık ve koşulsuz-sınırsız ulusal egemenliktir.”
Atatürk’ün tam bağımsızlık yolu
“TBMM’nin ve Hükümetinin ulustan aldığı buyruk, tam bağımsızlık ve koşulsuz-sınırsız ulusal egemenlik ilkelerine dayanarak ülkeyi bayındırlaştırmak, ulusu varlıklı ve mutlu kılmaktır.”
“Tam bağımsızlık, bugün bizim üzerimize aldığımız görevin asıl ruhudur. Biz onuruyla yaşamak isteyen bir ulusuz. Bu ulusun kişileri yalnız bir amaç çevresinde toplanmış ve kanını sonuna değin akıtmaya karar vermiştir. Bu amaç, tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürdürülmesidir. Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel vs. her konuda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımızın birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla tüm bağımsızlığından yoksunluğu demektir.”
“Bir ulus, varlığı ve hakları için tüm gücüyle, tüm yapısı ve düşünce gücüyle davranmazsa, kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.”
“Ulusal ve ekonomik gelişme olanağını elde etmek, daha çağdaş ve düzenli bir yönetimle işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi bizim de gelişmemizin sağlanmasında tam bir özgürlük ve bağımsızlığa kavuşmamız varlığımızın ve yaşantımızın özüdür.”
“Türk Ulusu içte ve dışta tam anlamıyla bağımsız kalacaktır.”
“Yabancı devletlerin güdümü ve koruması kabul edilemez.”
Bağımsızlık tam bağımsızlıksa gerçektir
“Gelişigüzel, bitmeyen emellerin peşinde ulusu uğraştırmaktan, zarara uğratmaktan kaçınmayı” öğütleyen Atatürk, uygar dünyadan uygarca, insanca davranış ve dostluk beklediğimizi vurgulamıştır. Ekonomik güçlenmenin bağımsızlık için koşul olduğunu belirtmiştir. Ulusumuz güvenilir yönetimlerin çağrısına özverilerle koşacak düzeydedir. Kişisel çıkarları, patron bağlılıkları, siyasal bağımlılıkları nedeniyle TBMM’nin kararını saygısızlıkla eleştiren, barış yanlılarını suçlayan, ulusal ve uluslararası ilgili hukuk kurallarını bilmeden konuşup yazan, tartışmaları kavgaya dönüştürüp devletimizin küçük ve gülünç duruma düşürülmesine ilgisiz ve tepkisiz kalanların kimler olduğu, nereden geldikleri, ne istedikleri kestirilmektedir. Ulusal onuru üstün tutanlar ona yaraşır olanlardır. Bağımsızlığın değerini ve önemini bilmeyenler, ulusal onurun kıvancını duyamaz, gönencini yaşayamaz. Ulusal onurun ödünsüz ve özenle korunduğu ve benimsendiği güveni, ulusal mutluluğun dayanağıdır. Onursuz yaşanamaz. Bağımsızlık, tam bağımsızlıksa gerçektir. Tam bağımsızlık, ulusal onurun gerçek kaynağıdır.
Kullanılma, el koyma, boyun eğme ve işgal izlenimi veren durumlar acıdır. Hiçbir özür, zorbalığı, diktatörlüğü, terörü hoşgördüremez. Ölümlerin, yıkımların, bozulan dengelerin bedeli olamaz. İnsan olan, insanlık suçu işlemez. Saldırgana ortaklık ya da yataklık da saldırganlıktır. Barışçı olmak onuru, bağımsızlıkçı olmak onuru, kendini insan bilene yeter.




..

Aç kalınır, onursuz kalınmaz




Aç kalınır, onursuz kalınmaz







Yekta Güngör Özden

10/03/2003   Sayı: 25

Kendi çıkarları için dünya egemenliği kurmak doğrultusunda barışı gözardı edip savaşı çözüm olarak yeğleyen yeni yayılmacı ve sömürgeci tutumuyla ABD, medyadaki maşaları aracılığıyla Türkiye’yi zorlamaktadır. Yaşamsal olursa savaş kaçınılmaz ve zorunludur. Hiçbir barış ve savaş tek yanlı değildir. Sıradan kavgalar bile. Barış ve savaş için söylenecek çok söz, yazılacak çok değerlendirme vardır. Kuşkusuz savaş, us taşıyan hiç kimsenin isteyeceği bir durum değildir. Ateştir, kandır, ölümdür, yıkımdır. Barışın aracı sayılsa bile, yitiklerle doğacak boşluğu, yaşanacak acıyı hiçbir şey dindiremez. Bir Fransız sözündeki (Kader isteyeni sevk eder, istemeyeni sürükler) duruma düşmemek için bilinçli davranma zorunluluğu tartışılamaz. Ama ülkemizde, özellikle büyük bir kesimi terör aygıtı gibi çalışan, medyamızın tek yanlı yönlendirmesiyle (birkaç bağımsızlık tutkunu, özgür düşünceli yazar dışında) savaş çığlıkları atılmaktadır. Giderek bozulan ekonomiye kısmî katkısı olacağı savunularak neredeyse dilenen, yardım karşılığında savaşta yer alınacağı izlenimini veren, ulusumuzu küçük düşüren çirkin pazarlıklar, TBMM’nin tepki niteliğindeki kararıyla sonuçlandı sanılmaktadır. Kanımca, “tezkere trafiği” bitmemiştir, sürecektir. Olayın, Anayasa’nın 92. Maddesinde öngörülen koşullara uygunluğu, BM Güvenlik Konseyi’nin yeni bir kararını, hatta yasama işlemini gerektirip gerektirmediği ayrıca, salt hukuksal bir sorun olarak tartışılabilir. Bir dergi sayfasının kısıtlı sayılacak bölümünde ayrıntılara girmek olanaksız ve yararsız. Ancak, her olaydan bir ders çıkarmak gelecek yönünden yararlıdır. Kan parası, asker kiralama, savaştan çıkar sağlama, savaşla yapılanma ve gelişme sayılabilecek, ABD ve AB yanlı medya militanlarının şakşakçılığı ve şaklabanlığıyla sürdürülen, tekelci sermaye yamyamlarının doyumsuzluğunu sergileyen savaş körüğü delinmiştir. Kimi AB ülkelerinin, başta ABD’li diplomat ve yazarların uyarıları, eleştirileri ve önerileri bizim uydu ve uşak yapılı çıkarcıları durduramamıştır. TBMM kararını büyük bir düş kırıklığı olarak karşılayan, neredeyse kahrından ölecek bu aymazların yazılarında ve konuşmalarında kişiliklerini ve niteliklerini yansıtan terbiyedışı saldırıları kim olduklarına ilişkin kanıları güçlendirmiştir. Kimi saplantı ve sapkınlıkları, inanç sömürüsü girişimleri düşünce özgürlüğüyle karşılamaya çalışan bu sözde demokrat, sözde ilerici, sözde liberal koro, barış isteyen savaş karşıtlarını, okuyanları utandıracak bir ölçüsüzlükle suçlamaktadır. Eleştiriye, değişik düşünceye katlanamayanların demokrasi anlayışına ve demokratlığına kimse inanamaz. Savaş zorunlu olursa kaçınılmaz. Bağımsızlığı, özgürlüğü için canını adamak, insan olmanın, adam olmanın, yurttaş olmanın en doğal gereğidir. Ama macera peşinde koşulamaz. Başkasının kuyruğunda dolaşılamaz. Gelirden pay kapma amacıyla yurttaşları ve yurdu ateşe atılamaz. Savaşın ekonomik, toplumsal, siyasal artı ve eksileri güvenlik başta gözetilerek karar verilir. Yetkisiz ve sorumsuz kişilerin kendi geleceklerini düşünerek, ilerde karşılaşacağı olumsuzluklarda kendini koruyup destek verecek güçleri sağlama çabasıyla konumundan yararlanıp gereksiz sözler vermesi bağlayıcı olamaz. TBMM’nin, Anayasa Mahkemesi’nin Anayol Hükümeti’nin güven oylamasını Meclis İçtüzüğü’nün eylemli değişikliği biçiminde değerlendirerek iptal etmesiyle ortaya koyduğu Anayasa’nın 96. Maddesinin öngörüyü benimsemesi, barışın en güzel insanlık iklimi olduğunu vurgulamıştır. ABD’nin baskısı, gözdağları, dayatması, IMF ve AB ilişkilerine yollama yapması, Kıbrıs oyunları, bakanlarımızı kovarcasına azarlaması gereken yanıtı almıştır. Unutulmamalıdır ki aç kalınır, onursuz kalınmaz.
Türkiye yönetimleri, Kuzey Irak’taki oluşumları doyurucu yaptırımlarla karşılamamışlardır. Şimdi bunun ezikliği ve pişmanlığı duyulmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri, Atatürk’ün ocağıdır. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesiyle yaşamsal olmayan savaşların kıyım olacağı sözlerini asla unutamaz. Ancak, kaçınılmaz bir durumda da etkin olmayı, yararlanılmasa bile zararlı çıkmamayı gözetecektir. Üstelik, ulusal onurumuza yönelik saldırıları asla hoşgörüyle karşılayamaz. Özal zamanında verilmiş kırmızı pasaportlarla Türkiye karşıtı toplantılara gidip gelen Kuzey Iraklı aşiret liderlerinin ikilemli, içtenliksiz davranışlarıyla tehlikeli çıkışları görmezlikten gelinemez. Tersini savunmak ve kanıtlamak çok güçtür: Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti kurulmuştur. “Federasyonun öğesi” ve “alt yapı taşı” gösterilmesi tepkileri çekmemek içindir. Devlet sayılmanın gerektirdiği organlar kurulmuştur. Türkiye’den Kerkük’e giden bilim adamlarının pasaportuna “Kürdistan” damgası basılmakta, Irak petrolleri gelirinden %13 pay alınmaktadır. ABD ve Çekiç Güç, PKK-KADEK’e desteğini sürdürmekte, Kürtlere silah dağıtılmaktadır. PKK-KADEK Kuzey Irak’ta yuvalanmıştır. Onlara ilişilmemekte, Türkiye’nin kendilerine yardım ve desteğinin tersine, Türkiye’den toprak koparmak için binlerce insanımıza kıyan örgüte aşırı destek sağlanmaktadır. ABD, Türkiye kendisiyle birlikte davransa, kuzeyden kapı ve yol açsa da ilerde söz verdiklerini yerine getirmeyebilir. Bunun hiçbir güvencesi yoktur. 1991 Körfez Savaşı zararımızı karşılamış değiller. Eski hesap kapatılmadan yeni sayfa açmak, yeni aldanışları gündeme getirir.
Olay çok boyutlu. Olumlu, olumsuz yanlarının bulunması doğal. Yansız bir görüşle irdeleyip değerlendirmek gerekir. Burada Genelkurmay’ın görüşleri önemli. Kıbrıs konusunda Denktaş’tan yana olan emekli ve görevdeki askerlerimizin Irak konusunda iktidara yakın görüşte oldukları da bilinmektedir. Genelkurmay Başkanı’nın 5 Mart konuşması bekleniyordu. İçeriğinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokratlığı (sık sık yinelerim “Bizim askerlerimizin çoğu, sivillerimizin çoğundan daha demokrattır” bu görüşüm doğrulanıyor), barışseverliği, hukuka saygısı vurgulanmakla birlikte gündemdeki konuya değinişi de açık. Önceki tezkerenin oylanmasından önce konuşmama yerindeliği bu kez gözetilmemiştir. İkinci tezkereden söz edilirken yapılan konuşma elbet etkileyicidir. Askerlere çatmayı beceri sayanlar, siyasetçiler başta herkes dönüş yapmıştır. Takiyyecilerin, liderlerinin baskıları karşısında dönüş için aradıkları bahane, muvafakat partisi durumundaki siyasal partilerin gerekçeleri ortaya konulmuştur. Saygınlığına toz konulmamasını, gölge düşmemesini istediğimiz Türk Silahlı Kuvvetleri iktidarı rahatlatmıştır. Artık “Gel Tezkere!” türküleri yeri göğü inletecektir. Başka bir organ ya da kişi bunu yapsaydı yargı organlarına bile saldırmaktan çekinmeyen goygoycular ellerinden geleni arkalarına koymazlardı. Şimdi hakaret-küfür bile olsa sineye çekmekte, övgüler yağdırarak alkışlamaktadırlar. Kanımızca, Silahlı Kuvvetlerimiz, açıklanmayı, tanınmayı bekleyen Kürt Devleti oluşumuna ağırlık vererek çalışmalarını yürütmekte, önceki ve şimdiki dönemin yavanlık ve yavaşlığının getirdiği sakıncaların giderilmesi fırsatının doğduğunu, ABD’yi sözleriyle bağlayıp kimi tehlikeleri önlemeyi düşünmektedir. Duyarlılıkları yerindedir. Yöntemi tartışılabilir.
Yeniçağ tarihinde Irak olayı önemli bir bölüm oluşturacaktır. Saddam’ın diktatörlüğü, Halepçe katliamı, ekonomik düşkünlük, Kuveyt saldırısı vd. değerlendirilecektir. ABD’nin küreselleşmenin öncülüğüyle dünyaya egemen olma tutkusu, yeniçağ diktatörlüğü de yerini bulacaktır. Birleşmiş Milletler Silah Denetçileri’nin yeterli kanıt bulamadıkları, Güvenlik Konseyi’nin karar almadığı bir ortamda dayanaksız suçlamalar, kanıtsız girişimler, sivil ve askerlerin tahminleriyle savaşın açılması petrol çekiciliğine bağlanmakta, Rusya’nın veto hakkını kullanacağından, Almanya, Fransa ve Belçika’yla birlikte Çin’in olası tutumlarından söz edilmektedir. Türkiye karşıtlarını belirgin Arap ülkelerinin yüzyıllar sürecek hırs ve hıncı da ayrı. İnsanlığını unutmayanları utandıran “Barışın faturası” deyişi ile ikinci tezkereye oy sağlamak için yürürlüğe konulan vergi baskısı da başka. Borç arttıkça artan bağımlılığın düşürdüğü üzücü durumları yaşamak acısının tanımı güç. Tezkerenin reddi ya da kabulü durumlarında “etekleri zil çalanlar” deyimini kullananları ibretle izliyoruz. Ciddi bir sorunu sen-ben-biz-onlar kavgasına dönüştürmek ilkelliktir. Şimdi önce red oyu verenlerin kişilikleri, nitelikleri daha iyi anlaşılacak, kimlerin nasıl, ne bahanelerle döndükleri, kimlerin özür dilercesine destek verecekleri saptanacaktır. Karşı çıktıkları kurum ve kişileri övmeye başlayan ikiyüzlülerin, döneklerin kendilerini düzelttiklerini umanlar da çıkabilecektir. Oysa, bizim değişmez kanımız, Türk askeri asla bir lejyon askeri, paralı asker değildir. Yansızdır, güçlüdür, yurtseverdir, barışseverdir, hukuka saygılıdır, tehlike saydığı duruma değinmek zorunda kalmıştır. Atatürk Orduları kimsenin değil ulusunun gücüdür.
Türkiye’yi yanına alarak güçlüklerini azaltmak isteyen ABD’nin Güvenlik Konseyi kararını beklemeden TBMM’den tezkereyi geçirtmek için sürdürdüğü baskıların bir bölümü olarak Kuzey Iraklıları kışkırttığı görüşü ağırlık kazanmaktadır. Önce sevinç çığlıkları atıp hiçbir şey değişmeden bayrak yakmaya girişmenin anlamı olmalıdır. Göstermelik kınamalar kimseyi kandıramaz. ABD kendilerine destek olup bağımsızlık ilan edeceklerdir. Türkiye bunu engelleyecektir. Bunun için Türkiye istenmemektedir. Kürtçülerin yurtdışı güçlerinin ABD ve Avrupa ayaklarını bilmeyen kaldı mı? Barışsever ve yurtları için canlarını adamaya hazır Atatürkçülere “Lâikperest, lâikçi, jakoben, irtica paranoyası, şahinler” diye suçlamaya çalışan ırkçı, şeriatçı, çıkarcı, dönek gurubunun şimdi hangi dalda öttüğünü herkes görüyor. Neler olup bittiğini anlıyor. Kargalıktan şahinliğe geçenleri seyrediyorlar.
Tarih, en büyük öğreti ve hakem olarak yargısını ortaya koyacaktır. ABD’den beklenen ve istenen dolarlar savaşın hangi zararını, ne ölçüde giderebilir ki? Yıkımların onarımı, yitiklerin acısı, yaşanılan olumsuzlukların giderilmesi nasıl karşılanabilir? Alınacak para yaraların sargısı olamaz. Her şeyden önce para için savaşa girilemez. Güvenliğimiz, geleceğimiz, bağımsızlığımız, ulusal çıkarımız için gerekirse, ölünür. Yineliyorum aç kalınır, onursuz kalınmaz. Savaşa da onurla girilir, zaferle çıkılır. Hatırla, baskıyla, oyunla değil. Ne Damat Ferit, ne Enver Paşa ne de Ali Kemal anlayışı ve tutumu geçerli olamaz.
Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, emperyalizme, savaşa karşıyız. ABD dalkavuklarını kınıyoruz. Atatürkçü ve barışsever olmakla övünüyoruz.




..

Bağımsızlıktan ve özgürlükten ödün verilemez

Bağımsızlıktan ve özgürlükten ödün verilemez


Yekta Güngör Özden
Yabancıların yönetiminde yaşayan tutsak toplulukları yüreklendiren, tüm dünyaya örnek olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp Türk Ulusu’nun bağımsızlığını, özgürlüğünü, egemenliğini ve çağın mucizesi Türk Devrimi’ni gerçekleştirerek çağdaşlaşmanın olanaklarını sağlayan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin içtenlikli izleyicisiyiz. Yaşamsal olmayan savaşları en büyük insanlık suçu biliyoruz. Kimsenin toprağında gözümüz olmadığı gibi topraklarımızın zerresini de kimseye vermemeyi namus ve onur sayıyoruz.
Ekonomik sıkıntılar, Avrupa Birliği üyeliği ve Irak olaylarının getireceği tehlikeler açmazında Kıbrıs için yürütülen gözdağı ve dayatmaları, yetkisiz kişilerin Türkiyemizi güç durumlara düşüren sorumsuz ve ikili davranışlarını, ABD ile AB’nin yaklaşımlarını, Kıbrıslı Rumların “Enosis”, Yunanistan’ın “Megali İdea” amaçlarının aracı niteliğindeki Kofi Annan Plânı’nı asla uygun bulmuyoruz. Tarihsel gerçeklere, insani ve hukuksal gereklere aykırı, Yunanistan yanlısı, İngiliz düzenlemesi plân, 1963-1974 soykırımı kalkışmalarını, Londra ve Zürich Antlaşmaları’nı, garantör Türkiye Cumhuriyeti’nin el koymasıyla yaşanan barışı, komşu Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da cuntanın yıkılışını, Güney Kıbrıs ve Yunanistan yöneticilerinin açıklamaktan çekinmedikleri amaçlarını göz ardı etmiştir. Bu arada Güney Kıbrıs’ta EOKA’cı Papadopulos’un Başkan seçilmesi yanında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı uzaklaştırmak için sergilenen oyunları, çevrilen dolapları, terbiye ve ulusal kimlikle bağdaşmayan davranışları kınıyoruz. “Ver-kurtul” ya da “Çöz-ver” anlayışı, AB üyeliğinin bedeli olamaz. Bağımsızlıktan, özgürlükten, egemenlikten, onurdan ve güvenlikten ödün verilemez. Karen Fogg dostlarının, dolar ve euro çıkarcılarının, Türkiye ve Türklük düşmanlarının geçmişi unutmaları, yanlı uygulamaları görmezlikten gelmeleri, Rum-Yunan sorumluluğuna soyunmaları acıdır. Mütareke basınını aratmayan medyanın büyük bölümünün utandırıcı tutumu, yurtseverleri uyandırmalıdır.
Atatürk ilkeleri doğrultusunda tüm evrensel değerleriyle çağdaş demokrasiyi amaçlayan Atatürkçüler baskılara, tehditlere, oyunlara, çirkin pazarlıklara, gerici tezgahlara, haksızlık ve satılmışlıklara karşıdır. KKTC’nin ve Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın yanındadır. Büyük Atatürk’ün ışıklı yolundadır. İki toplumun eşitliği ve egemenliği üzerine kurulu Kıbrıs devletini, yürekten dostluğu ve gerçek barışı savunmaktadır.
Türkiye ve Kıbrıs hiç kimsenin oyuncağı değildir. Onurumuzu korumak en doğal hakkımızdır. Onursuz yaşamaktansa ölmeyi yeğleyen anlayışla bugünlere ulaştık, yarınlara çıkacağız. Kimsenin kuşkusu ve başka beklentisi olmasın!



..

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?





Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?





Yekta Güngör Özden

10.02.2003/Sayı:23

Günümüz iktidarı, ABD’nin Irak’a yapacağı saldırıya Türkiye Cumhuriyeti’ni bulaştırma yolundaki baskılarına, liderinin ve Başbakanının ağzından, “ABD’nin yanında yer alacağız.” diyerek ve “başka seçenek kalmadığı”nı belirterek işbirlikçi bir yanıt vermiş bulunuyor. Hatta ABD’nin Irak’ta “otoriter bir yönetim kuracağını, Irak petrollerini ABD’nin yöneteceğini” de kabullenmiş bir biçimde açıklıyorlar! Dünya kamuoyu bu savaşın haklı gerekçesi olmadığını, 1441 Sayılı Güvenlik Konseyi kararının ABD’ye keyfi saldırı yetkisi vermediğini, düpedüz sömürgeci amaçlı bir ABD - İngiliz saldırganlığı söz konusu olduğunu düşünürken, Türk hükümetinin böyle bir tutum takınmasını ve hemen arkasından ABD Hazine Bakanı’nın Ankara’ya gelmesini, bir çok bakımdan temel önemde yanlışları içeren ve büyük tehlikelere çağrı çıkaran usdışı ve onur kırıcı bir tutum olarak görüyoruz.
Her şeyden önce iktidarın tutumuna dayanak yaptığı ana gerekçe, tek süper güç olan ABD’nin her istediğini yapabileceği, onun karşısına çıkmanın bir çığın altına girmeye kalkışmak gibi çılgınlık olacağı, karşı çıkmak şöyle dursun, ABD’nin yanında yer almama durumunda bile bu süper gücün Irak’a Türkiye’nin hiç istemeyeceği bir biçim verebileceği gerekçesidir. Çoğu güdümlü olan büyük iletişim araçları da bu gerekçeyi, özellikle kimi emekli diplomat ve askerlerle üniversite öğretim üyelerinin ağzından yoğun biçimde yaymaktadır. Bu iletişim çevreleri, Atatürkçüleri, örneğin Kıbrıs gibi ulusal konulardaki tutumlarından dolayı “şahin” diye suçlarken, bugün uluslararası hukuka aykırı bahanelere dayalı ABD saldırganlığına destek verip savaş kışkırtıcılığı yapmakta, barış isteyen Atatürkçülere ise “halk dalkavukluğu” suçlaması yöneltmektedirler.
Bu günlerde, Mustafa Kemal’in ulusal bağımsızlık için izlenmesini zorunlu saydığı ilkeyi özenle gözönünde tutmanın tam zamanıdır:
“Asıl olan, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Yabancı bir devletin korumasını ve onun insafına sığınmayı kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, düşkünlük ve güçsüzlüğü kabul etmekten başka bir şey değildir. Oysa Türk'ün onuru, özsaygısı ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Dış güçlerin güdümünde, onların yarattığı oldu-bittilerin etkisinde bir dış politika değil, özgür ve bağımsız olarak saptanan meşru ulusal yararların hizmetinde, yurt ve ulusu esenlik içinde yaşatacak bir dış politikayı, ancak bu Atatürkçü bilince sahip siyasi iktidarlar izleyebilir. İç yapıları demokrasiden yoksun, lider boyunduruğu altındaki siyasal partilerin ulusa karşı sorumlu siyaset izlemeleri beklenemez. Tersine, böyle siyasal partiler, yetkisiz ve sorumsuz genel başkanların ulusumuzu yabancı devletler önünde temsil etmesi gibi hem onur kırıcı, hem de olağanüstü tehlikeli sakat tutumlar yaratır; Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de süper güçlerin güdümünde savaşlara sürükleyen, Türk ulusuna Sarıkamış yıkımlarını yaşatan Enver Paşa’ları ortaya çıkarır; bir yandan da savaş kışkırtmacılığı arkasında, türbanı kamusal alana sokma, eğitim birliğini baltalama ve bu amaçlar için kamu kurumlarında kadrolaşma gibi demokrasiyi yıkıcı girişimlere ortam hazırlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü soylu ulusal dış politikası yerine, ‘ABD her dilediğini yapabilecek güçtedir; onun yanında yer alalım.’ diyen teslimiyetçi görüşün üzerine dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktür, dayanaktan yoksundur. Şöyle ki:
“ABD, Türkiye onun yanında yer alsa da, almasa da, Orta-Doğu ve Avrasya çapında saptamış olduğu planları uygulayabilir.” demek, gerçekte, ABD’nin yanında yer alsak bile bizim için de kendince uygun bulduğu her planı yürütebileceği anlamına geldiğine göre, bu gerekçeyle onun yanında yer almayı istemek, kendi ulusundan değil, yabancı devletlerden güç almayı benimsemiş teslimiyetçi kafa yapısının ürünüdür.
Bu düşünce, ABD’nin, zaten bir oldu-bitti olarak önemli ölçüde yapmış olduğu gibi, örneğin Kuzey Irak’ta bir kukla Kürdistan kurmaya, “Ermeni soykırımı” savlarını ABD politikasına dönüştürmeye kalkışması, Kıbrıs konusundaki dayatmalarda olduğu gibi Ege Kıta Sahanlığı ve Hava Alanı sorunlarında ödünler vermemizi, ekonomi alanında demiryolu ve sanayi yatırımları yapmamamızı, tarımımızı korumamamızı … istemesi gibi durumlarda da boyun eğmek dışında elimizden hiçbir şey gelemeyeceğini daha baştan kabul ve ilân etmek anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin ülke topraklarını maddi çıkar sağlamak üzere ABD’ye kullandırttığı, Irak petrollerinin yağmalanmasından kendisine de bir pay çıkarmak için bu ülkeye asker gönderdiği gibi eleştirilere hak verdirir nitelikteki akçalı ilişkiler içine girmek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşu ulusların, hatta tüm dünyanın gözünde çıkarcı, fırsatçı, saldırgan bir devlet gibi görülmesine yol açar. “Denklemin içinde yer alalım” yolundaki sorumsuz, sığ görüşün, ulusumuzu ve yurdumuzu sömürgeci denklemlerinin içinde boğulmaya sürükleyeceği düşünülmeli, bu tür serüvenci yaklaşımlardan uzak kalınmalıdır.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Irak sorununa uluslararası hukukun meşruluk ölçüleri ile “Yurtta barış, dünyada barış!”, “Ulusların yaşamı tehlikede olmadıkça savaş cinayettir!” diyen ilkelere dayalı bir tutum belirlemesini, ABD’nin meşru ulusal yararlarımıza aykırı amaçlar gütmesine seyirci kalınmayacağının açık ve kesin biçimde bildirilmesini zorunlu görüyoruz. Bunun için silah gücünün kendi başına bir ulusu güçlü kılmaya yetmeyeceğini, silahların ancak haklı ve güçlü bir dâvânın hizmetinde kullanılırsa işe yarayacağını, çünkü “Meşru haklarının bilincinde olan ve yönetimini kendi eline alan bir ulusun karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize geleceğini” kanıtlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın felsefesini bilmek ve benimsemek zorunludur.



..

Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağı dik tutabilmek



Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız 

bayrağı dik tutabilmek




Yekta Güngör Özden

Bağımsız, hukukun güvencesi altında özgür, bilim ve teknolojinin ışıklarıyla donanıp gönenç içinde bir ulus olarak yaşama hakkımızı ve bunları bize sağlayan Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine dayalı Cumhuriyetimizi yerli ve yabancı sömürücülere karşı yiğitçe savundukları için a1çak cinayetlerle canlarına kıyılan Profesör Muammer Aksoy’un 13., değerli araştırmacı-yazar Uğur Mumcu’nun 10. öldürülüş yıldönümlerindeyiz. Ama bu namuslu ulus aydınlarının yaşamlarına kıyan asıl suçlular ortaya çıkarılıp, ülkemiz siyasal cinayetler işlenemeyen bir ortama kavuşturulamadı. O nedenle siyasal cinayetlerin arkası kesilmedi. Yurttaşlar soruyorlar: “Bu nasıl bir güçtür ki, tetiği çektirenlerin maskeleri baştan aşağıya indirilemiyor ve bir türlü adaletin önüne çıkarılamıyorlar? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücü neden buna yetmiyor?”
Bu durumun baş sorumlusu, kanımızca, kendileri her türlü yasadışı eylemlerden sanık, hukuk tanımaz insanların -bir-ikisi dışındaki- siyasal partilerde ve Türk siyasal yaşamında etkin olabilmeleri, bu partilerin yapısını ve işleyişini demokratik nitelikten uzaklaştırabilmiş olmalarıdır.
Hukukun güvenli şemsiyesi altında yaşamak, bağımsız, özgür ve uygar bir toplum olmanın en temel koşulu iken, hukukun üstünlüğü ilkesini çiğneyen siyasetçi kadrosu, Türk ulusunu bu yaşam temelinden büyük ölçüde yoksun bırakmış bulunmaktadır.
Bu ortam bugüne değin ulusumuzu nice üstün değerden yoksun kıldığı gibi, bilim adamları ve genel olarak aydınlarımızı yurt ve ulus sorunlarıyla yakından ilgilenmekten caydırmakta, yürekli aydınlarımızı terörün tehdidi altında yaşatmakta, devlet gücümüzü zayıflatmakta, ekonomik kalkınmayı engellemekte, ulus ve yurdumuzu uluslararası sömürünün kucağına itmektedir.
Hukuka saygı kurulup sorumluluk düzeni işletilemedikçe, yan tutuculuktan uzak kamu yönetimi sağlanmadıkça, ulusal birlik ve bağımsızlığımızın, yurt bütünlüğümüzün ve temel hak ve özgürlüklerimizin güvencede olduğunu söylemeye olanak yoktur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün armağanı ulusal bağımsızlığımızı koruyabilmek, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı dik tutabilmek, ülkemiz kaynaklarının sömürgeciliğin ahtapot kollarına teslim edilmesini engelleyebilmek, sömürgeciliğe karşı devletimizi savunmak uğrundaki özverili, yiğit savaşımları nedeniyle canlarına kıyılan değerli bilim adamlarımız ve yazarlarımız Profesör Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’nun anılarını saygıyla anar, aynı davanın yılmaz savunucuları olarak ulusumuza başsağlığı dilerken, gerçek katillerinin bulunması isteğimizi yineler, siyasal yaşamımızda hukukun üstünlüğünün her türlü kuşkudan arındırılmış olarak kurulmasının, bir yaşam ve onur sorunu olduğunu bir kez daha vurgularız.



..

28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7





KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7



.

Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(5):

Sonuç 

Derin Düşünce sitesi için hazırladığım ‘ Türkiye Darbeler Tarihi ‘ yazı dizisinin özel başlığını bilinçli olarak, ‘ Devlet Kuranların, Millet Kurgusu ‘ olarak seçmiştim. Temelleri itibariyle 
devletin kurulmasında askerlerin rolü etkendir ancak, milleti kurgulamamaları gerektiğini ıskalamışlardır. Bir devlet kurabilirsiniz belki ama o devletin topraklarında yaşayan yurttaşları 
kurgulayamazsınız. İşte bu darbeler, bu kurgulamaların sonucudur. Doğal, kendi halinde, olması gerektiği gibi bir zeminde şiddet ve düşmanlık mümkün değildir. Şiddet, kan, 
düşmanlık, ölüm, bölünme gibi olumsuzluklar hep bu sentetik kurguların sonucudur. Bugün bahsettiğimiz ‘ özgürlük ‘ sorunumuz aslında hep bu hesapçı kurgulamaların etkilerinin 
sonucudur. 

 Tarihin üzerinden geçen zamanla orantılı olarak yazılması kolaydır. Filmlere konu olabilir, belki bir şarkının sözlerine, bir şiire. Bir kalem yazabilir tüm bunları. Ancak fazlası vardır; o 
zamanı yaşayanlar. Daha da fazlası vardır; yaşayanların yakınları. 

 Yaşamak, yazmaktan çok daha zordur. Bir annenin yan odada uyuduğu evler vardır, çocuğunuzla koyun koyuna uyuduğunuz, eşinize sokulduğunuz, üstü açılmış mı diyerek 
usulca kapısını araladığınız odalarda, şevkatinizin baktığı kardeşler… Düşler vardır o evlerde, ışığın süzüldüğü her köşeye sinen, huzurlu düşler. Kabuslar vardır, sarıldığınız her nefesin 
sahibi olduğu kabuslar, vardır. Siz huzuru o evlere davet ededurun, sarıldığınız her canın kendini soluğunuzda saklı olduğu zamanlardan, huzurundan çok uzakta, bir ranza altında 
ayaklarını ve ellerini saklarken anımsadığı, tavaf ederken elektirik morarmış etlerini, çenesinden sızan kanın sıcaklığıyla yıllar sonra dahi canı gırtlağına dayanmış halde o 
kabuslardan uyandığı zamanlar da vardır. Ağlamaya başladığı ama hiç anlatmaya başlamadığı, herkesin sustuğu zamanlar vardır… 

 Zamanlar vardı. Artık yok, olmamalı. Bir dönemin suçlarının asıl faillerini görmeye bu kadar yaklaştığımız zamanlarda, bu acıların geçmişte kalması, darbenin ve darbe 
niyetlerinin devam etmemesi temennisiyle… 

 Bu çalışma sırasında fikir alış verişinde bulunduğum sevgili Hüseyin Kılınç beye ve Mehmet Yaşar Duru beye teşekkürlerimle. 


15 yaşında işkence gördüm 12 Eylül’de!… Cafer Solgun ile Ülkenin Toprağından Acı Sökmek 


Cafer Solgun

Röportaj dahi olsa, kendimce yaptığım her çalışmanın başına, kısa bir paragraf girmeye çalışırım. Ya da sonuna bir cümle eklerim, 
kendimce toparlamaya çalışırım. Ancak ‘ 12 Eylül Darbesi ‘ başlığında, Cafer Solgun ile yaptığım röportaj özelinde, öyle ‘ acılar 
‘ okudum ki, ne giriş yapacak kelimem, ne de sonuç çıkacak kuvvetim kalmadı. Ne diyeyim; saçlarına yıldız düşmüş anneler 
gibiyim, gibiyiz… Artık bitsin! 

C.B: Cafer bey, sizi zaten daha önce yaptığımız çalışma nedeniyle tanıyoruz. Ancak hafızaların tazelenmesi açısından, bize kendinizden bahseder misiniz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair 
kendinizi tanıtabilir misiniz? 

C.S: Dersimliyim. Aleviyim. Bazı çevreler solcu olmayı neredeyse ulusalcı, devletçi, statükocu olmakla eşdeğer hale getirdiler uzun zamandır; ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ve adalet 
değerlerini savunmak, ölçüsü ve ölçütü özgürlük olmak manasında solcuyum. Öğrenim hayatım liseli bir genç iken “içeriye” atılmam sebebiyle yarım kaldı. İlk olarak, Ülkücülerin 
işlediği bir cinayeti protesto etmek için okulumuzda (Çağlayan Lisesi) düzenlenen boykota katıldığım için tutuklandım. 1978 yılıydı, 15 yaşındaydım ve İstanbul 2. Şube (İstanbul 
Sirekeci’deki Sansaryan Han’da idi) ile 1. Şube’de (Gayrettepe’de idi) bir hafta süreyle işkence gördüm. Bu yaşadığım ilk işkence tecrübesiydi; ama maalesef sonuncusu olmadı… 

Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin önemli dönemlerini “içeride” karşıladım. Toplam 17.5 yıl hapis kaldım. Bunun 7.5 yılı, 12 Eylül cuntası dönemini içermektedir. Bu 7.5 yılım 1980 Mart, 
1987 Ağustos yılları arasında İstanbul Davutpaşa Sıkıyönetim Cezaevi ile sonradan açılan Metris Sıkıyönetim Cezaevi’nde, daha sonra açılan Sağmalcılar Özel Tip (Hücre Tipi) 
Cezaevi’nde ve sonradan tekrar Metris’te geçti. Çıktıktan sonra 12 Eylül faşizminin yaratmak, şekillendirmek istediği toplum modelini kabullenemediğim ve elbette değerlerimi 
koruduğum için mücadeleme devam ettim. O dönem henüz 12 Eylül’ün etkileri devam ettiğinden yeni yeni başlayan sosyalist yayınlar içerisinde en etkilisi olan Yeni Çözüm dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptım. Yasal, demokratik alanda gençliğin 
örgütlenmesi ve mücadelesi içerisinde yer aldım. Daha sonra, gelişen Kürt hareketi ile ilişkili olduğum iddiasıyla 1993 yılında tekrar tutuklandım. Sürgünler nedeniyle çok sayıda 
cezaevinde kaldım. 2002 Kasım ayında tahliye oldum. Gazetecilik yaptım. Öyküler ve araştırma kitaplarım yayınlandı. Sivil toplum alanında Türkiye’nin demokratikleşmesine 
yönelik etkinlikler ile Kürt sorunu ve Dersim ile ilgili sivil inisiyatifler içerisinde yer aldım. 

2007 yılında arkadaşlarımla birlikte Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği (Yüzleşme Derneği) adında bir dernek kurduk ve halen çalışmalarını sürdürmektedir. 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

C.S: Solcu bir genç idim. Dolayısıyla 12 Eylül darbesini faşist bir cunta olarak anladım. Öyleydi de. Fakat tabii ki darbenin etki ve sonuçlarını doğru anlayacak, tahlil edecek derinlikli bir 
bilincim yoktu; bu, zamanla oluştu. Darbeyi devrimci mücadelenin gelişiminin önünü kesmek için egemen güçlerin başvurduğu bir “çare” olarak görmüş ve direnme kararı almıştık. Ama 
direnişimiz, darbecilerin dayatmaları nedeniyle tamamen bir insanlık onurunu ve inançlarını, değerlerini koruma anlamı ifade ediyordu. Bugünden geçmişe baktığımda, kuşkusuz 
günümüzdeki kadar derinlikli olmasa da 12 Eylül algımızın ve ona karşı direnme kararlılığımızın, temelde doğru olduğunu düşünüyorum. Zamanla anladığım en önemli gerçek 
ise, 12 Eylül öncesi yaşanan kanlı karmaşanın “öngörülen”, planlanan bir süreç olduğudur. Bununla bağlantılı olarak, bütün topluma karşı bir “şekillendirme” amacı taşıyordu. Nitekim 
12 Eylül, daha önce gerçekleşen darbeler içerisinde kendi anlayışını en çok kurumlaştıran darbedir. Yeni bir anayasa getirmiştir. Üniversitelerin başına YÖK’ü getirmiştir. Yargıyı 
yeniden düzenlemiştir; HSYK bir 12 Eylül kurumudur. Çalışma yaşamını düzenleyen yeni uygulamalar getirmiştir. Din derslerini “zorunlu” hale getirmiştir vb. Yani söz konusu olan 
sadece “devrimci mücadeleyi” engellemek, tasfiye etmek değil; bir bütün olarak ülkeyi ve toplumu Kemalist bir mantıkla yeniden kurgulamaktı. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

C.S: Gerek 12 Eylül’ü algılama biçimimde, gerekse de siyasi anlayış ve düşüncelerimde özde bir değişiklik yok; ama bir “olgunlaşma” olduğu da kesindir. Ama “olgunlaştım” derken 
kastımın “değişmedim” demek olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Bence olgunlaşmış olmak, en önemli değişimdir… 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: Hayat, en büyük öğretmendir. Kuşkusuz bunun için hayat karşısında “öğrenci” olmasını bilmek gerekir. Türkiye yakın tarihinde çok sarsıcı süreçler yaşadı. Bunlardan biri olarak 12 
Eylül, sadece siyasi tarihimiz açısından değil, kişisel tarihlerimiz açısından da adeta bir “milat” anlamı taşıyor. 12 Eylül’de yaşanan zulmün sonrasını hatırlayın: Önce bir Turgut Özal ve 
ANAP dönemi yaşadık. Bu dönemin olumlu ve olumsuz yönleriyle çok önemli olduğunu ve özellikle de “zihniyet değişimi” anlamında objektif olarak çok önemli bir rol oynadığını 
düşünüyorum. Ekonomik bağlamda Türkiye’nin uluslar arası sermayeye hiçbir dönem olmadığı kadar güçlü bağlarla eklemlenmesi, politik düzlemde de kaçınılmaz etkiler yarattı. 

Devamında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen sosyalist blokun yıkılması var. Onun da sonrasında dünyadaki çok sayıda ulusal ve toplumsal temelli sorunun uzlaşma ve 
anlaşmalarla nihayetlenmesi var. Aynı dönem, herkesin anlayış ve algısı, yüklediği anlam farklı olmakla beraber genel olarak “demokrasi” kavramının önem kazanması gündeme geldi. 

Türkiye’de de Kürt sorunu artık gizlenemez boyutlarda gelişti. Beraberinde Kemalist inkarcılık, ister istemez çözüldü. Vesayetçi anlayışın kendisini sürdürmesi için “tehdit ve 
tehlike” önceliklerini güncellemesi gerekti. Öyle de yapıldı. Kemalist aydın cinayetleri, “irtica geldi-geliyor” psikolojisi ve bunun üzerine “bin yıl sürecek” denilen “post modern” 28 Şubat 
süreci gelişti… Kaba hatlarıyla özetlediğim bu süreçlerin zihniyetlerimizi değiştirmemesi, olgunlaştırmaması düşünülemezdi elbette. Bu değişim ve olgunlaşma biraz ağır gerçekleşti; 
ama büyük ölçüde gerçekleşti… Örneğin darbelere karşı olmak günümüzde artık toplumsal bir tavır veya refleks haline geldi. Farklı siyasi veya ideolojik düşüncelerin, farklı inanç ve 
etnik, kültürel kimliklerin demokratik bir çerçeve içerisinde bir arada olabileceği görüldü. 

Kemalist dayatmalar ve bunun en doğrudan süreçleri olan darbelerin demokrasi ve bir arada yaşama kültürümüze zarar verdiği bir toplumsal duyarlılık, hatta bir bilinç haline geldi. 

Kuşkusuz bütün bu gelişmeler deyim yerindeyse zıddını da doğurdu veya netleştirdi. 3-4 sene önce 27 Mayıs da dahil bütün darbelere karşı olmak gerektiğini yazdığımda, bu, bilerek ya da 
bilmeyerek “iyi darbe-kötü darbe” ayrımı yapan solda şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştı. 

Bugün daha ileri bir noktadayız. 

C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

C.S: 12 Eylül öncesinin en büyük özelliği, toplumun neredeyse tamamını etkisi altına alan bir sağ-sol kamplaşmasının yaşanmasıydı. Bu kutuplaşma durumu devletin güvenlik birimlerini 
içine alacak boyutlarda yaygınlaşmıştı. ABD ve SSCB’nin başını çektiği uluslar arası düzlemde de bir kamplaşma vardı. Bunun sonucu olarak ABD faşist cunta rejimlerini destekliyordu. 

Türkiye’de de devletin temel politikası ABD’nin “komünizme karşı olmak” konseptiyle uyumluydu. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim, Ortadoğu’da ABD’nin uydusu 
Türkiye’nin önemini daha da artırdı. Türkiye’nin göremediğimiz özgünlüğü, kendisini ülkenin ve devletin sahibi olarak konumlandırmış olanlar açısından, yaşanan kanlı karmaşanın 
“uygun” bir ortam oluşturmuş olmasıydı. (Nitekim darbeci paşalardan biri, 3. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel, sonraki yıllarda “aslında biz darbeyi 1979 Temmuz’unda yapacaktık, ama 
şartların biraz daha olgunlaşmasını bekledik” diyecekti…) Ülkücü, milliyetçi çevreler “komünizme karşı mücadele” adı altında devlet tarafından silahlandırılmış, seferber edilmişti. 

Devrimci güçler ise, “yaklaşan devrim” için mücadele ediyordu. İnsanların öldüğü bu kanlı karmaşa ortamını derinleştirmek için 1 Mayıs (1977), Maraş (1978), Çorum (1980) gibi 
kitlesel katliamlar düzenlemekten de geri durulmadı. O karmaşa ortamında neler olup bittiğini ve Türkiye’nin nereye gittiğini kimsenin gördüğünü söyleyemem… Neler olup bittiğini 
ve sağ-sol kamplaşmasının taraflarının hangi derin senaryolara hizmet ettiğini görmek için 12 Eylül darbesinin yaşanması gerekti maalesef… Sonrasında sol dağıldı, hala bile açık ve net bir 
dille telaffuz edilemeyen ağır bir yenilgiye uğradı, tasfiye edildi. 1980'lerin sonlarında başlayan toparlanma çabaları da, bu bilinçten yoksun olduğu için 1990'lı yılların ikinci yarısına 
gelmeden etkisiz kılındı. 1990'lı yıllardan itibaren ise artık gündemimizde 12 Eylül faşizmine karşı direniş içerisinde kitleselleşmiş bir Kürt sorunu ve PKK olgusu vardı… 

C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

C.S: Yukarıda da değindiğim gibi, değişmekten ziyade görüşlerimin olgunlaşmasından, derinleşmesinden bahsedebiliriz. 12 Eylül zihniyetini daha net bir şekilde tahlil edecek bilinç 
ve deneyime sahip olmaktır söz konusu olan. Yoksa 12 Eylül’ün bir faşizm olduğu noktasında o zamanki algım ile bugünkü anlayışım farklı değil. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları 
geleceğe yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

C.S: Tabii ki. Çok şükür geçmişimde utanç duyacağım hiçbir şey yok, neden paylaşmayayım ya da siz neden çekinerek sorasınız? Kişi olarak “çocuksu” hatalarım olmuştur elbette; ama 
“bilerek” herhangi bir hatam olmadığı gibi, duygularım, duyarlılıklarım kişiliğimi oluşturan temel taşlardır hala. Benim de içinde olduğum binlerce kişinin işkence görmesi, tutuklanması, 
haksız yargılamalara tabi tutulması… olsa olsa darbecilerin utancı olabilir; ama onlarda da bu duygu yoktur… Devrimci Sol adlı örgütün üyesi olmak suçlamasıyla tutuklandım. Devrimci 
Sol-Dev-Genç ana davasının “sanıklarından” biri olarak 146/1 maddeden yargılandım. İroniye bakar mısınız: Bu memleketin solcuları “anayasayı ilga etmek” suçlamasıyla idam istemiyle 
yargılandılar, bazılarımız idam da edildi; ama o anayasayı hep darbeciler “ilga” etti. Çiğnedi. Kafasına göre değiştirdi. Bu arada ilginç bir şey daha söyleyeyim: Hala sanığım! Söz konusu 
dava 1982 yılında açıldı ve halen devam ediyor! Şu anda Yargıtay aşamasında… İstanbul’da kurulan 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandım, arkadaşlarımla birlikte… Ama bu 
yargılamanın adil olmadığını söylememe gerek var mı? Yargılamalar işkencealtında alınan ifadelerle yapıldı. Sıkıyönetim savcısı olan subaylar ve yargıçlar da bu işkenceci işleyişin birer 
parçasıydı. Mahkeme salonlarında dayak yediğimiz, saldırıya uğradığımız çok olmuştur. 

Bunlardan bir tanesinde, 6 Kasım 1982'de yapılan anayasa referandumu ve cuntanın şefi Kenan Evren’i cumhurbaşkanı yapma oylamasında, mahkemede “cunta anayasasına hayır!” 
dediğimiz için saldırıya uğradık… 12 Eylül hukuku, neresinden baksanız tipik bir faşizm idi… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

C.S: Emniyette çok ağır işkenceler gördüm. İlk defa işkence gördüğümde 15 yaşındaydım. İkincisinde (1980) de 18 yaşından küçüktüm. Yaşımı belirtmemin nedeni, işkencecilerde 
hiçbir vicdan, izan kırıntısı dahi bulunmadığının anlaşılması içindir. Falaka, askı, elektrik, tazyikli soğuk suya tutma, “denizaltı” dedikleri işkence (askıda iken yüzüme pamuklu bir bez 
koyup suya tuttular. Boğuluyorsun, ciğerlerin patlayacak gibi oluyor. Sonradan bunun CIA’nin bir işkence yöntemi olduğunu öğrendim.), kaba dayak gibi çok sayıda işkence yöntemine 
maruz kaldım. İnsanların işkence altındaki bağrışlarını dinlettiler. Bu işkenceler 12 Eylül döneminde cezaevlerinde de başka yöntemlerle devam etti. Dayatılan kurallara (İstiklal 
Marşı okuma, askerlere “komutanım” diye hitap etme, Atatürk eğitimine katılma vb.) uymayınca kaba dayak ve falaka başta olmak üzere saatlerce süren işkence seansları 
oluyordu. Dayatılan şey sadece “kurallara” uymak da değildi; amaçlanan “nedamet” getirmek, yani “itirafçı” olmaktı… O dönemin TRT programlarını hatırlayanlar bilir: Çeşitli 
cezaevlerinden sağcı veya solcu tutuklular “Atatürk’ün ne kadar büyük adam olduğunu şimdi anladım” türü açıklamalar yapmak üzere ekrana çıkartılırdı. Yine “şükür” diyeceğim; çok 
işkence gördüm, toplamı yüzlerce günü bulan açlık direnişlerine katıldım, ama bu tür utançla anacağım bir “hatıram” yok… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 


C.S: “Amacın hasıl olması” olarak yorumluyorum… Kuşkusuz başka birçok neden de sayılabilir. Örneğin dönemin devrimci örgütleri kendi durumlarını çok “abartılı” 
değerlendiriyorlardı. 12 Eylül öncesi kitlesel kabarışın sağlıklı, istikrarlı bir kabarış olmadığını görememişlerdi. Ufukta bizi bekleyen bir “devrim” yoktu. Örgütsel yapılar sanılanın aksine 
son derece güçsüz idi, vb. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

C.S: Hayatımın değişik dönemlerinde kendi hayatım adına vicdani muhasebeler yaptım. Kişilik ve düşüncelerimin acılarla olgunlaştığını söyleyebilirim. İşkencecilerim de dahil kimseye karşı 
kin, nefret, düşmanlık duyguları içerisinde değilim. Yüzleşme ve hesaplaşmanın ülkemizin geleceği adına olması gerektiğine inanıyor, bunun için uğraş veriyorum. Ama bütün bunlar 
kişisel olarak “normal” olduğumu söylemek için yeterli mi? Emin değilim… Bazen hepimizin psikolojisini sakatladıklarını düşünüyorum. En azından kendi adıma söyleyebilirim bunu. 
Çok duygusal ve hassas bir yapım olması, bu hikaye ile doğrudan bağlantılı mesela. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

C.S: Tabii ki öyle bir düşüncem yok. Kemalist zihniyeti bilince çıkaramadığım dönemlerde ben de içerisinde olduğum sol yapılara hakim olan anlayış nedeniyle örneğin 27 Mayıs darbesi 
için “o farklı” gibi şeyler düşünüyordum. Ama bunu aşalı çok oldu. Darbelerin her türü ülkemizin kendi dinamikleri ile, kendi mecrasında ileriye doğru yürümesine yapılan 
müdahalelerdir ve “iyisi-kötüsü” yoktur. Zaten söylemleri şöyle ya da böyle olsa da tümü de aynı zihniyetten beslenerek yapılmıştır. Aralarında olduğu varsayılan farklar sadece 
konjonktüreldir; yani dönemin ihtiyaçlarına göre Kemalist zihniyet ve vesayetin hakimiyetini korumaktan başkaca bir amaçları olmamıştır. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor 
musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

C.S: Zihniyet olarak hiçbir farkı yok. 12 Eylül’ün deşifre olmasından, artık savunulamaz hale gelmesinden dolayı 12 Eylül darbesine karşı olduğunu söyleyip de 28 Şubat’tan yana olmak 
ya da Ergenekon soruşturmasına “öyle bir şey yok, AKP muhalefeti tasfiye ediyor” türü tepkiler vermek, İlkersiz, tutarsız tutumlardır. Farkında olarak ya da olmayarak asıl realiteyi 
görmekten kaçınmaktır. 12 Eylül’ün öncesi de sonrası da dahil olmak üzere bütün darbelerin, darbe girişimlerinin, planlamalarının, organizasyonlarının mimarı ve sorumlusu, kendisini 
Türkiye’nin etnik, dini, kültürel gerçeklerini “yok” etmekle mükellef gören anlayış ve bu anlayışın örgütlü kadrolarıdır… 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

C.S: Bir önceki soruya cevabımda tarif ettiğimi sanıyorum. Bir başka ifadeyle de belirtilebilir: Türkiye’de TSK, herhangi bir ordu değildir. Kendisini “kurucu güç” olarak görmektedir. 
Dolayısıyla “kurduğu” rejimi “korumak-kollamak” misyonu ile kendisini donatmıştır. Böyle olduğu için de, herhangi bir ülkenin ordusundan farklı olarak adeta bir iç savaş ordusudur. 
Zira kendisine “düşman”, “tehdit” veya “tehlike” olarak bellediği bütün dinamikler, aslında Türkiye’nin gerçekleridir… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 


C.S: Daha önce de 12 Eylül Anayasası çeşitli maddeleri itibarıyla değiştirildi. Ancak ilk defa bu anayasanın özüne “dokunan” bazı değişiklikler yapılmak isteniyor. Benim istemim ve 
beklentim, 12 Eylül anayasasının “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” denilen maddeleri de dahil tümüyle değiştirilmesi, Türkiye’de yaşayan herkesin farklılıklarıyla 
varlığını güvence altına alan bir anayasa yapılmasıdır. Mevcut 26 maddelik değişiklik paketi, Kürt sorunu ve Alevilerin istemlerini görmezden gelmek ile malul olduğu ve bahsettiğim 
nitelikte olmadığı için son derece yetersizdir. Ancak bizi “bir adım ileri” götürecek mahiyettedir. 13 Eylül günü yeni, sivil ve demokratik anayasa istemimizi her zamankinden 
daha canlı bir şekilde gündeme getirmemiz şartıyla, “evet” oyu vereceğim. (Bu arada ilk defa sandığa bu vesileyle gideceğimi de belirtmiş olayım.) Sonucun “evet” çıkması yeni anayasa 
talebimizi gündemleştirmemiz yönünde daha olumlu bir ortam sağlayacaktır. Referandumda “boykot” tavrını anlayışla karşılamak gerektiğini düşünüyorum; Kürtler ve Aleviler açısından. 

(Ama Alevi örgütlerinin tutumu da malum; 12 Eylül’ün en çok gadrine uğramış bir toplum olmakla 12 Eylül anayasasını, mevcut statükoyu korumak birbiriyle hiçbir şekilde 
bağdaştırılacak tutumlar değildir.) Ancak statükocular dışındaki insanlarımız açısından “hayır” demenin asla doğru bir tercih olmadığına inanıyorum. 12 Eylül anayasasını savunma 
durumuna düşmenin, 12 Eylülcüleri yargı önüne çıkarmayı engellemenin “hayırlı” bir iş olmadığına inanıyorum. 

C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: 12 Eylül darbesinin herkes adına çok ciddi ve öğretici bir “yüzleşme” konusu olduğuna inanıyorum. Türkiye toplumunun da 12 Eylül ve darbeler ile yüzleşmesi gerekiyor. 

Darbecilerin kendilerini “başarılı” addetmelerine neden olan, biraz da “biziz” çünkü… Günümüzde ortaya çıkan duyarlılığın kalıcı bir bilince dönüşmesi, geleceğimize daha güvenle 
bakmamızın en büyük umut kaynağıdır… Kişi olarak acılı süreçler yaşamış olmamın bir “bedeli” olacaksa eğer, isterim ki bu “bedel”, herkes adına daha demokratik, özgür bir 
Türkiye olsun ve bizler, bugünkünden daha farklı sorunlar için uğraş verelim… Mesela Dersim’e bu sene neden az turist geldiğini tartışalım… Ya da İstanbul’daki ulaşım sorunu 
neden hala çözülmedi diye eleştirelim belediyeyi… Veyahut da gayrısafi milli hasıladaki düşüş nedeniyle hükümetin ekonomiden sorumlu bakanını istifaya davet edelim… “Normal” 
dertleri olan barış içerisinde huzurlu bir Türkiye’de yaşayacaksak, kişi olarak yaşadığımız bütün acıların unutulmasından yana hiçbir şikayetim olmaz. Çocuklarımızın bizim anılarımızı 
dinlemekten sıkılmalarına da alışırım. Bir hakkım, katkım olmuşsa böyle bir cennet Türkiye’ye, “helal” ederim… Öbür türlü vicdan sahibi her insan gibi ben de rahat ve huzurlu 
bir uyku bile uyuyamayacağım… Biraz duygusal bir kelam etmiş olacağım, ama, yaşıyorsam, 
bunun içindir… 

Şeriat Nerede? 28 Şubat’ın Post’unun Altında 



Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin, 28 Şubat Post Modern Darbesi, bizzat yaşadığım ve halen yaşamakta olmamdan kaynaklı olarak, bu dizi içerisinde, benim için 
belki de en zorudur. 

 O Günlere Dönelim 

Dönemin Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti olarak çıkar. 1996 yılında DYP-ANAP koalisyon 
hükümetinin güven oyu Anayasa Mahkemesince geçersiz sayıldığından, dağılmıştır. Bunun üzerine 
TBMM’de birinci parti durumunda olan RP ile ikinci parti durumunda olan DYP, Refah-Yol Hükümetini kurmuştur. 

Hükümet kurulduktan bir süre sonra hem RP’li ağızların ‘ yanlış, çarpıtılmaya müsait, şımarık ‘ söylemleri, mevcut ‘ şeriat geliyor ‘ ürküntüsü halinde, paranoyakça yaşayanların askere yüz 
dönmesine mahal vermiştir. 

 Bazı Olaylar; 


Ekim 1996; Erbakan’ın, Mısır, Libya ve Nijerya’yı ziyareti. 

Kasım 1996; Susurluk Kazasıyla ortaya çıkan polis-mafya-siyasetçi üçleminde RP içerisinden ‘ fasa fiso ‘ denmesi. 

Kasım 1996; Kayseri’nin RP’li Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin ‘ laik düzeni ‘ eleştirmesi ve alternatifler üzerinde yönlendirmesi. (Karatepe bu konuşma nedeniyle 
hem 1 yıl hapis, hem de para cezasına çarptırılır) 
 
11 Ocak 1997; Erbakan’ın tarikat liderleri ve şeyhlere iftar daveti vermesi. 


 Tüm bu gelişmelerden sonra; 

22 Ocak 1997; yüksek rütbeli subaylar ‘ irtica ‘ endişesine karşı toplanır. 

30 Ocak 1997; Sincan Belediyesi Kudüs Gecesi düzenler. İran büyükelçisinin davetli olduğu gecede gösterilen ‘ cihad oyunu ‘ büyük tepki alır. 

5 Şubat 1997; Sincan’dan askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapar. 
 
5 Şubat 1997; daha sonra başörtüsü yasağı mağduru kadınlara; ‘ Arabistan’a gidin ‘ diyecek olan Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan’a birkaç mektup gönderir. 

Tam bu dönem, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya; ‘ irtica PKK’dan daha tehlikeli ‘ der. 
 
11 Şubat’ta ‘ Şeriat’a Karşı Kadın Yürüyüşü ‘ gerçekleşir. (Kadınlar, kadınlar aleyhine yürür) 


 Tüm bu gelişmelerden- geliştirmelerden sonra 28 Şubat 1997 günü, 9 saat süren MGK toplantısı yapıldı. MGK sert ve vurgulu bir biçimde ‘ laikliğin ‘ Türkiye’de hukukun ve 
demokrasinin teminatı olduğunun altını çizdi. MGK’dan çıkan kararlar Necmettin Erbakan’ın önüne gelince, Erbakan bu hali ile imzalamayacağını belirtti. Kısa bir süre sonra imzalamak 
zorunda(?) kaldı ve imzaladı. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş RP’nin kapatılması için dava açtı. Aynı dönem, Genel Kurmay ‘ irticai faaliyetleri desteklediğini ‘ iddia ederek birçok 
firmaya el koydu. Erbakan istifa etti. 


 Vural Savaş

Necmettin Erbakan

 Her şey bu şekilde sonlanmadı elbet. Hemen ‘ 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim ‘ gündeme geldi. İlkeler yeniden altı çizilerek hatırlatıldı, sanki unutulmuş gibi! 

 28 Şubat 1000 yıl sürecek ‘ kararları alındı. 

 Sonra sanırım görünen cesetler olmadığından kaynaklı, ölüler, faili meçhuller olmadığından kaynaklı, yahut bir yumuşatma hali olsun için bu darbe ‘ 28 Şubat Post-Modern Darbesi ‘ 
olarak tanımlandı. 

 Post-Modern Darbe başlığında birçok yorum yapıldı. Ben ‘post’un bürünülen bir şey olduğu çağrışımından yola çıkarak yorumladım. Çünkü resmi tarihin yazdıklarının altındakileri 
yaşadım, yaşadık. Birçok iddia ortaya atıldı, birçoğu yaşadıklarımızla paralel düşününce neredeyse ispatlandı. 

 Çok net hatırlıyorum. Önce sokaklarda ellerinde asalar, sakallı, cüppeli birçok insan görür olduk. İsimlerinin ‘ Aczimendi ‘ olduğunu öğrendik. Aynı dönemlere yakın olmalı. 

MÜSLÜM GÜNDÜZ ( ACZİMENDİ TARİKAT LİDERİ )

FADİME ŞAHİN ( MÜRİT )

ALİ KALKANCI


Televizyonlarda, yolda gördüğümüz adamlardan birini gördük; saçlarından sürüklenerek götürülüyordu, baskın ne hikmetse an ile kameralara yansımıştı, elinde başörtüsüyle 
masum(!) bir genç kız, başörtüsüyle saçını yüzünü örtmeye çalışıyordu. Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin; televizyonlarda her akşam ama her akşam, haber programların 
hepsinde, şarlatan şeklinde, sapık, tacizci şeklinde lanse ediliyordu. 

 Gazeteler ve televizyonlar, Kemalist ideolojinin neferleri, YÖK üyeleri, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin üçlüsü dışında kimseyi konuşturmuyordu. 

 Üniversite dönemlerimdi. Başörtülü olarak okula giremeyeceğimize dair söylentiler dolanmaya başlamıştı. Daha ne olduğunu anlayamadan hocalardan, öğrenci işlerinden 
uyarılar gelmeye başladı. Birden köşelere sıkıştırılan kızlar, akabinde ağlayan kızlar olduk. Sonra onlarla tanıştık; güvenlik görevlileri, peruklar, şapkalar, okul önlerindeki ‘ 
soyundurulma ‘ kabinleri… 

 Önce hocalarla bozuştuk, sonra okulla, sonra ailelerimizle, sonra kendimizle bozuştuk, en sonunda bozulduk. 

 Kamu kurumlarında görevli arkadaşlarımız da katıldı bu bozgunlara; önce kendileri, sonra eşleri görevden alındı yahut sürüldü. 

 Milletin kararı olan Merve Kavakçı, seçilmiş bir milletvekili olduğu halde, TMMM’de yuhalandı. Yeminin etmesine fırsat verilmedi. 

 Biz bu haldeyken, birileri Ali Kalkancı’yı bir gecede ‘ şeyh ‘ yapan birileri, bir gazeteci, bir rütbeli, bir transeksüel zaferlerini kutluyordu. 

 Aradan biraz zaman daha geçtikten sonra Aczimendilerin sesi, soluğu, görüntüsü kesildi. Bir başkası girdi devreye; Hizbullah. Birçok yerden domuzbağı yöntemiyle öldürülmüş insanların 
cesetleri çıktı. Müslüman feminist Gonca Kuriş bu başlıkta ortadan kaldırıldı. Ancak ‘ 28 Şubat Ruhu ‘ ortalıktan hiç kaldırılmadı. 

 Post-Modern’in postları Ali Kalkancı’nın postlarıyla da bitmedi. Post, post üstüne; ekonomik kriz, banka hortumcuları, deprem… 28 Şubat geçiş sürecinde sergilenen oyun, repliğinden 
mimik şaşmadan oynandığı sırada banka hortumcuları, gazete patronlarına peşkeş çekilen dolarlar, ekonomik kriz altındaki nedenler bir posta büründürülerek sunuldu bizlere. Çoğuna  
inandık yahut göz yumduk. 

 Ak Partinin alternatifsiz tek parti olarak Türkiye’nin başına açık ara farkla gelişi, yerini bir süre daha koruyacağı garantisi, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olma ihtimali gündeme 
yeniliği olan bir müdahaleyi getirdi; 27 Nisan E-Muhtırası. 

 Nerdeyse bu olaylar üzerinden 10 yıl geçmişti ki, başörtüsü yasağını çözmeyi seçim vaadi olarak kullanan Ak Parti bu yasağı çözme girişiminde bulundu. Bulunmasıyla birlikte 
kapatılması hemen gündeme geldi. An ile aslında birçoğumuzun bildiği ancak asla yüksek sesle ifade edemediği derin devlet yapılanması olan ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ başlıkları 
yayıldı. An ile alınan mahkeme kararıyla, bu yapılanmanın adının ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ olarak anılması yasakladı. İsim değiştirilince yapılan tüm hukuksuzluklar bir anda anlam 
değiştirdi(!) 

 İtiraflarla birlikte darbe planları ile tanıştık; JİTEM gerçeği, devlet-siyasetçi-mafya-PKK- asker ilişkisi, 17500 faili meçhul gibi dehşet verici gerçekler(?) ifadelerde yerini aldı. Bir gün 
bir siyasetçi, bir gün bir emekli asker, bir gün bir gazeteci, bir gün bir PKK itirafçısı çıkıp anlattı… Geçiştirilmeye çalışıldı, yalandır, iftiradır dendi. 28 Şubat sürecinde hiç suçu olmadığı 
halde, iş yerine el konulan insanların, evlerini talan edip, arama yapanlar, yan odadan çocuklarının oyuncağını almasına izin vermeyenlere ‘ emir ‘ verirken; iş Ergenekon’a gelince, 
emekli dahi olsa bir askeri soruşturma için davet etmeye dahi tepki verdiler. Darbe zeminlerinin yaratıcısı, sözde gazeteciler tutuklanınca ‘ demokrasi nerede? ‘ diye bağırmaya 
başladılar. 

 Sonra mı? Sonrası bir sonraki, Darbeler Tarihimizin son başlığı 27 Nisan e- Muhtırası başlığında… 

 Bu gün neredeyse üzerinden 13 yıl geçmiş olmasına rağmen, o gün alınan kararların, yasakların halen sürdüğü bir ülke de, yeni başlayan eğitim sürecinde, hala başörtülü genç 
kızlar ‘ bana bir peruk lazım, o da pazartesi lazım ‘ diyorsa ve hala adları üniversite hocası olan bir takım zihinsel özürlüler, düşünme yetisini kaybetmiş vicdansızlar 20 yaşında bir genç 
kıza, sınıfın ortasında, arkadaşları arasına ‘ it ‘ diyorsa, ve hala okul önlerindeki baş açma kulübeleri dolup boşalıyorsa, tüm bunlara rağmen bu işin tezgahçıları, haklarında delil 
bulunamadığı(!) gerekçesiyle bir gecede 100 kişilik bir bölük halinde salıveriliyorsa, 28 Şubat halen devam ediyor demektir, bir düşünün derim; Şeriat nerede, demokrasi nerede? 28 
Şubat’ın ‘post’unun altında. 

 
Laiklik Tehdit Altındaysa Halkı Tehdit Etmek Teferruattır: 27 Nisan 

Demokrasinin bir sistem olarak yer bulduğu ülkelerde, ülke vatandaşlarının seçimleri ve tercihleri ülkenin kaderini belirler. Demokrasinin özde değil, sözde olduğu ülkelerde ise yönetim 
darbe  muhtıra  müdahaleler ile kurgusal bir şekilde sağlanır. 

Aslında bir ülkenin darbeler tarihini inceleyecek kadar uzun bir zaman, belirli aralıklarla darbe ve muhtıraya şahit olunması dahi sistemin olması 
gerekenin dışında olduğuna kanıttır. 
İşte bu kanıtlardan bir kanıt olan 27 Nisan E-Muhtırasını, Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin son başlığı olarak atıyoruz. 

Genel Kurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23.20'de laiklikle ilgili bir açıklama yaptı. Her açıklamada mevcut ‘ sertliği ‘ barındıran bu açıklamanın her zaman 
olduğu gibi gerekçesi laiklikle ilgiliydi. 

 Çok uzun yıllar belirli periyotlarla darbe-muhtıra görmüş bir milletin, radyo ile başlayan askeri müdahale ilanları, gelişen teknolojiyle birlikte internet ulaşımına kadar vardı. 
Teknolojinin büyük evrimler geçireceği kadar uzun zamanlarda, darbe-muhtıra ilanı aracı olarak radyodan, internete geçildi ancak darbe-muhtıra müdahaleleri amaç olarak herhangi 
bir evrim geçirmedi, aynı kaldı. 


 Muhtıraya giden süreç… 

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasına 30 gün kala, yasal olarak olması gerektiği gibi Cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecine girilir. Yine anayasal 
olarak Cumhurbaşkanı TBMM tam üye sayısının üçte iki çoğunluğu ve gizli oy ile seçilir. Ancak ülke Cumhurbaşkanı olarak önerilecek ismin eylemselliğinden çok şekilciliğine, zihin okuma 
yöntemleriyle ehemmiyet veren, çok sesli, az sayıdaki, baskın azınlığın meydanı olma halinde uzun yıllar baskı ile yönetildiği için, bu uğurda halkın seçimi dahi dikkate alınmadığı için ve Ak 
Parti iktidarı sürecinden rahatsızlık duyan kesimin ‘ ordu göreve ‘ çığlıkları ile Cumhuriyet Mitingleri düzenlediği için bu normal süreç, sanki anormalmiş gibi yaşanır. 

 Cumhuriyet Mitingleri ile ülkeyi kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ederken, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına tarih olarak yakın düşen önemli 
günlerden bir gün olan Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çakışır. Kutlu Doğum Haftası etkinleri bünyesinde birkaç çocuk, başını örtüp, ilahi söylediği için, asker ve sivil görünümlü militer 
yapı heveslileri büyük rahatsızlık duyar. Gazetelerin köşelerinden, televizyonların ekranlarına, sokaklara ve meydanlara taşan bu kitlenin Ak Parti’nin seçimlerden tek başına iktidar 
olmasından duyduğu rahatsızlığa, birkaç çocuğun şiir, ilahi okuması bardağı taşıran son damla etkisi yapar. Darbecilerin laiklik tehlikesi(!) ihtimaline dahi tahammülü yoktur. İşte her 
şey böyle başlar, halkın seçtiği bir parti ve birkaç çocuğunun dinlerinin en önemli şahsiyeti olan Peygamberlerini anması, bir ülkenin silahlı kuvvetlerini ve kısmi kitlesini darbe-
müdahale-muhtıra lehine harekete geçirir. 

Bildirinin Tam Metni 

Tüm bu gelişmelerden sonra bir görüşe göre gereklilik arz eden açıklama, bir görüşe göre müdahale-muhtıra olan bildiri hiç tereddüt edilmeden yayınlanır. 

 ‘’ Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde 
artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması 
isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi
kapsamaktadır. 
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl 
amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve 
bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. 

Bu bağlamda; 

Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet 
iptal edilmiştir. 

22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan 
çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi 
tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. 

Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa 
düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk 
İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. 

Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve 
Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. 

Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha 
da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret 
almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. 

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir 
inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. 
Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek 
şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. 

Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve 
bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. 


Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile 
izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz 
yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. 

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve 
bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. 
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.” 

 Bu muhtıranın kof bir gerekçe olan; laiklik tehdit altında öyle ise müdahale etmek görevdir, sorumluluğu yanı sıra, bir başka yönü de; Ermeni, Kürt ve ırkçı olmayan vatandaşlarının 
antidemokratik uygulamalara, zulme ve şiddete maruz kalması, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ ilkesine riayet etmeyenleri açıkça ‘düşman‘ ilan etmesidir. 

 Sonuç 

Hükümet bildiriyi üzerine almış ve Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yaparak Hükümetin de laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Hükümet alışılmadık 
bir şekilde, daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine muhtırayı sert bir tepkiyle karşıladı. Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı’ 
nın resmi olarak Başbakan’ a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu belirtti. 

Mecliste temsil edilen CHP, ANAP, DYP, HYP, SHP ile TBMM’de sandalyesi olmayan DSP, MHP, İP liderleri erken seçim kararı alınarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yeni Meclis 
tarafından yapılması gerektiğini basın açıklamaları ile belirtmişlerdir. Ancak Hükümet böyle bir yolu tercih etmediklerini ve seçim sürecinin devam edeceğini açıklamışlardır. Abdullah 
Gül ise adaylıktan çekilmeyeceğini açıklamıştır. 

Ülkeyi Cumhuriyet Mitingleri ile kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ede dursun; bu sürece rağmen Cumhurbaşkanı önerisi olarak 24 Nisan 2007 günü Abdullah 
Gül’ün adı ortaya çıktı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmış; 
Anayasanın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi ile Cumhuriyet Halk Partisi tarafından oturumun iptali için 
Anayasa Mahkemesi’ne açılan dava sonucu Meclis’in bu birinci oturumu, Anayasa Mahkemesi’nin 1 Mayıs 2007 tarihli kararı ile iptal edildi. 6 Mayıs 2007 tarihinde Mecliste 
yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçim üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan 2007'de başlayan 
Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanını seçim süreci sona erdi. 

Ayrıca, TBMM’de 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa 
Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan 24 Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde erken seçime gidileceği açıklaması yaptı. Ayrıca, 1973 ve 1980'de olduğu gibi askerlerin Cumhurbaşkanlığı sürecine artık 
müdahil olmalarını engellemek için, Anavatan Partisi’nin teklifi TBMM tarafından kabul edilerek Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarının 5 senede bir 
doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP itiraz ettikleri için bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve 
%78 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti. 

Not: Ergenekon Davasının halen sonuna gelinememiş olduğu bu zamanlarda, ispatlanamadığı gerekçesiyle, faillerinin elini kolunu sallayarak gezdiği, yahut bir gecede salıverildiği, Darbeler 
Tarihi yazı dizisine başlık olamamış ‘ darbe eylem planlarını ‘ planlandığına inansam dahi hali hazırda ‘ıslak bir imza‘ mevcut olmadığından-olduğundan(?) bu başlığa konu olması 
gerekirken, etik bulmadığımdan, bu yazıya konu etmiyorum. 

 Bitirirken 

Yazı yazmak yorucu bir uğraştır. Akademik yahut bilgiye dayalı toplamda bir sayfalık bir yazı için dahi, yeri geldiğinde onlarca kitap, makale taramanız gerekebilir. Beyni oldukça yoran bu 
eylemden fazlası da vardır; ruhu yoran yazılar yazmak. 

 Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin bilgiye, araştırmaya dayanan bir yönü olduğu gibi ruha baskı yapacak, bezginlik yaratacak bir yönü de oldu. Daha reşit olmadığı bir yaşta işkence 
görenler ile röportajlar, neredeyse bir hiç uğruna asılmış bir başkandan tutunda, eğitim-çalışma hakkı zorla gasp edilmiş başörtülü öğrencilere kadar, katledilen, faili meçhul denilen 
bir yığın insanın, bir yığın acısına şahit olduk. Çok istekli olarak başladığım bu yazı dizisi açıkçası beni çok yordu. Şimdi bitirirken bir görevi teslimin rahatlığı yanı sıra bir eziyetler 
dönemine tekrar şahit olma halinden kurtulmanın huzurunu yaşıyorum. Son başlığımız olan 27 Nisan Muhtırasının da, bu minvalde asker eliyle yapılmış son müdahale olmasını 
diliyorum. 

 ...