16 Aralık 2017 Cumartesi

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN SON DÖNEMİ VE TÜRKİYE'Yİ BÖLME ÇABALARI (1908–1918) BÖLÜM 1

OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN SON DÖNEMİ VE TÜRKİYE'Yİ BÖLME ÇABALARI  BÖLÜM 1



OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN SON DÖNEMİ VE TÜRKİYE'Yİ BÖLME ÇABALARI (1908–1918)

TÜRK TARİH KURUMU BELLETEN
Cilt: LXI Ağustos 1997 Sayı: 231
SALÂHİ R. SONYEL


Türkiye'ye Göz Dikenler

Son zamanlarda kimi Avrupa ve Amerika arşivlerinde araştırıcılara açılmış olan ilk kaynak belgelerin de kanıtladığı gibi, Fransa, İngiltere, Rusya ve Almanya denli güçlü devletler, Yakın ve Orta Doğu'yu kendi etki ve egemenlikleri altına almak için yıllardan beri birbirleriyle yarışıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce, savaş günlerinde ve savaştan hemen sonra, onların düzenlerine hedef oluşturan başlıca ülke, Osmanlı İmparatorluğuydu. Güçlü devletler, Osmanlı ülkelerinin bol kaynaklarını sömürmek ve İmparatorluğu kendi pazarlarına bağlamak amacıyla her türlü önleme başvurarak Türkiye'ye sızmak için uğraşıyorlardı. Onları en çok ilgilendiren kaynaklardan biri de petroldü. Orta Doğu ülkelerindeki bol petrol kaynaklarını ele geçirmek için birbirleriyle düşmanlık düzeyinde bile yarışa girişiyorlardı. Gerçekte, Birinci Dünya Savaşı'nın patlamasına neden olan başlıca etkenlerden biri de, güçlü devletlerarasındaki bu ekonomik yarışmaydı.

Bu devletler, henüz XVIII. ve XIX. yüzyılda, gezgin, misyoner ve diplomat rolüne bürünen çeşitli ajanlarını Osmanlı ülkelerine sevk ediyor; onlara, birçok stratejik yerlerin haritalarını çizdiriyor; sömürebilecekleri kaynakları, araç olarak kullanabilecekleri Hıristiyan ve Müslüman toplumları (ya da azınlıkları) saptayarak onlarla ilişki kuruyorlardı. Bu ajanlar arasında, Fransa'dan Père Thomas Bois, politikacı Franklin-Bouillon ve Albay Moujin; İngiltere'den Yarbay Rawlinson, Binbaşı V. Millingen, Binbaşı Soane, Yarbay Mark Sykes, Yarbay T.E. Lawrence ve Binbaşı Noel; Rusya'dan Subay S. Proskoviakov, Albay V.A. Kartsov, Yüzbaşı P.Y. Averianov, Vladimir Minorski, Prens Boris Shakovski ve Boris Nikitin; Almanya'dan Wilhelm Wasmuss, Schönemann ve Litin; ABD'den Amiral Chester, Tümgeneral Harbord, v.s. akla gelir.

Ermenileri, Süryanileri ve Kürtleri alet olarak kullanmak isteyenler

Güçlü devletler ve özellikle Rusya, kendi sinsi amaçları için âlet olarak kullanabilecekleri Müslim ve gayri-Müslim Osmanlı toplumları arasında daha çok Ermenilere, Süryanilere ve Kürtlere önem veriyorlardı. Özellikle Çarlık Rusya yönetimi, 1820'li yıllarda İran'la girişmiş olduğu savaşlarda, İran ordusunun büyük bir bölüğünü Kürtler oluşturduğu için onlarla ilgilenmeye başlıyor; 1828-9 Türk-Rus savaşı günlerinde ve özellikle 1853-6 Kırım Savaşı sırasında onlara epeyi dikkat göstermeye başlıyor; "savaşcı bir halk" olarak tanınmış olan Kürtleri kendi hizmetine almayı; onları Osmanlı Padişahı ve İran Şahına karşı âlet olarak kullanmayı veya Rusya'ya karşı savaşmalarını engellemek için onları etkisiz bırakmayı tasarlıyordu. Rus yönetimi, ayrıca, Türklerle Kürtlerin ve Ermenilerin karışık biçimde yaşadıkları Türkiye'nin Doğu İlleri'ne de göz dikiyor, aynı zamanda, Kürtleri Ermenilere ve Osmanlı yönetimine karşı, Ermenileri de Kürtlere ve hükümete karşı kışkırtıyordu. Bunu yapmaktaki amaçları, Osmanlı İmparatorluğu'nu içeriden çöktürmek için Osmanlı yönetimi üzerindeki baskıyı sürdürmek ve Doğu Anadolu'da karışıklık ve anarşi yaratmaktı.

Rusya'nın bu tutumunu iyi bilen Cemal Paşa şöyle der:

"Türk ve Ermeni öğeler arasındaki düşmanlık duygularından Rus politikasının sorumlu olduğuna kesinlikle inanıyorduk.. Ruslar, arsız gözlerini Osmanlı İmparatorluğu'na çevirince, Hıristiyan öğeleri kendi düzenlerinde âlet olarak kullanırlarsa, bunun siyasi etkisi olacağını düşünmeye başladılar. Ermeniler, kendi taleplerini, sayıca kendilerinden üstün olan Kürtlere ve Türklere zorla kabul ettirebilecekleri bağımsız bir devlet kurma meyli gösterdikleri için, Kürtlerle Türkler, bu plânın gerçekleşmesine pek doğal olarak karşı çıktılar... çünkü bu projenin, halkının üstün çoğunluğu Türklerden ve Kürtlerden oluşan Anadolu'nun büyük bir bölüğünü koparıp almak için Rusya tarafından bir özür olarak kullanıldığını pek iyi anlamışlardı. Dolayısıyla, Türkler ve Kürtler, Ermenistan'ı (Ermenileri), kendilerine karşı özgür bırakılan bir yılan gibi görüyorlardı".

Kürt-Ermeni Çatışması

Ermenilerin, Doğu Anadolu'da, kimi güçlü devletlerin yardımlarıyla özerk veya bağımsız bir devlet kurma çabalarına ek olarak, 1880'lerden beri ülkenin her yanında sürdürdükleri tedhiş (terör) davranışları, herkes gibi Kürtleri de bezdirmişti. Bu tedhişin sonucu olarak, 1894–6 arasında, Batı'nın tarihine kasıtlı ve haksızca "Ermeni kırımı" olarak yansıtılan Türk-Ermeni-Kürt olayları patlak vermiş; bu olaylardan sonra Kürtler, Ermenilerin çoğunun usulsüzce ele geçirmiş oldukları mal ve mülklerine el koymakla suçlandırılmışlardı. Ermeniler, bu malların kendilerine geri verilmesi isteminde bulunuyor, ama Kürtler buna yanaşmıyorlardı. 1908 yılı Temmuz darbesiyle iktidara geçmiş olan ve Genç Türkler'ce desteklenen yeni rejimin tüm çabalarına karşın sorun çözümlenemiyor; bunun sonucu olarak Osmanlı yönetimi, Ermeniler ve Kürtler arasında, uzun süren, can sıkıcı ve sızlandırıcı bir durum meydana geliyor; bundan da ancak ülkenin düşmanları yararlanıyordu.
Bu sıralarda, Kürtlerin, Tiyari Köyü'nde "mal ve mülkü yağma ederek yaktıkları" yolunda, Van'daki İngiliz konsolos yardımcısı tarafından, İstanbul'daki İngiliz büyükelçi Sir Gerard Lowther'e bilgi gönderiliyordu. Kürtlerle Ermeniler arasında, fiatak yakınlarında çıkan çarpışmada 11 Ermeni ve 2 Kürt öldürülmüştü. Büyükelçi Lowther, bu raporu 16 Ağustos 1908'de İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderiyor; bakanlıkta, bu olaylar, "son günlerde (meşrutiyetin açıklanmasından sonra), ciddi biçimde belirtilmiş olan kardeşlik duygularından sonra meydana gelen tepkinin başlangıcı" olarak nitelendiriliyordu.

Kürt Öğelerin Genç Türkler'e karşı tutumları

İkinci Meşrutiyet'in, 1908 yılı Temmuzu'nda ilânından sonra, İstanbul'daki Kürt öğeler arasında, Genç Türkler'i destekleyenler ve desteklemeyenler olmak üzere iki grup beliriyordu. Özellikle, 1890 yılı Kasım ayında Erzurum'da kurulmuş ve daha sonra Müşür Çerkez Mehmet Zeki Paşa'nın uğraşmalarıyla tüm Anadolu ve Arabistan'a dek yayılmış olan Hamidiye Süvari Alayları'nda, II. Sultan Hamit'e bağlılıkla hizmet etmiş olan Kürtler, Genç Türkler'den hiç hoşlanmıyorlardı. Kimi Kürt öğeler de, Abdülhamit günlerinde bazı ilçelerde yönetmen (vali yardımcısı, mutasarrıf, kaymakam) olarak görev yapmışlardı; ama Padişah, 1909 yılında, 31 Mart (13 Nisan) olayları sonucunda tahtından indirilince, Kürt öğelerin çoğu bu yararlardan yoksun bırakılmışlardı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucuları ve yandaşları arasında İshak Sukûti, Abdullah Cevdet, Abdurrahman Bedirhan, Hikmet Baban, İsmail Hakkı Baban ve öteki kimi Kürt öğeler bulunuyorduysa da, bu gibi öğelerin, Anadolu'daki halkın gerçek duygu ve görüşlerini yansıtmadıklarına inanılıyordu. Buna ek olarak, Genç Türk ihtilâlinden sonra anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini kimi Kürt aşiret önderleri ve ruhani liderler iyi karşılamamışlardı. Bu önderler, Genç Türkler'i "Allahsız ve âsi" olarak nitelendiriyorlardı. Maarten van Bruinessen adlı Avrupalı yazara göre, Abdülhamit'in sabit yandaşı olan ve 1890'larda İstokholm'da Osmanlı orta-elçisi bulunan Baban ailesine mensup Mehmet Şerif Paşa ve Bedirhan ailesinin önderi Emin Âli, Genç Türklere muhaliftiler. Bu Kürt eşraf, Genç Türklerin "Osmanlılık" ideallerini benimsiyor, ama onların liberal görüşlerine karşı çıkıyordu.

Kürt önderlerin genel olarak Kürt halka karşı tutumları bir gösterişti, çünkü, Kürt halkın çoğunluğunun yaşadığı söylenen Doğu İlleri'yle ciddi herhangi bir ilişkileri yoktu. Öteyandan, Genç Türkler de, "özgürlük" ilkesinin, Osmanlı İmparatorluğu'nu bölmek amacı güden akımları dizginsiz bırakmak anlamına gelmediğini, çok geçmeden açıklıyorlardı. Yine de kimi Kürt aşiretler, Genç Türk akımına karşı olan çeşitli gerici grupları desteklerken, Araplarla Ermenilerden geri kalmayı dilemeyen ve az sayıda kişilerden oluşan Kürt militanlar, o sıralarda moda haline gelmiş olan gizli örgütler kurmayı sürdürüyor; Bedirhan'ın, 1898'de Kürdistan adlı bir gazete yayımlamaya başlayan oğulları, bu örgütlerin kuruluş ve eylemlerinde büyük rol oynuyorlardı. Yeni düzenden hoşnut kalmayan kimi Kürt öğeler ise, çok geçmeden, "Hürriyet ve İtilâf Fırkası" gibi muhalefet partilerine katılıyorlardı.

31 Mart (13 Nisan) Olayları

Bu arada, Genç Türk ihtilâline karşı bir tepki olarak "31 Mart Vak'ası" (13 Nisan Olayı) olarak bilinen reaksiyon patlak veriyor; İstanbul, ilkin gericiler, daha sonra da Genç Türkler'in Hareket Ordusu tarafından işgal ediliyor; bu olaylarda ve daha sonra Adana'da Türklerle Ermeniler arasında çıkan ve her iki yandan da birçok kişilerin ölümüne neden olan olaylarda parmağı olduğu öne sürülerek suçlanan Abdülhamit, tahtından indiriliyor; yerine, V. Mehmet (Reşat) tahta çıkarılıyordu. Adana olaylarında Ermeni papaz Muşeg ve Ermeni tedhiş örgütü Daşnaksutyun'un da kışkırtıcı rolleri olmuştur.

Bu olaylardan hemen sonra ve özellikle 1910 yılı Nisan ayında, Doğu Anadolu'daki İngiliz konsolos yardımcıları, daha çok Bitlis ilinde, Kürtler arasında bir akım başladığını yansıtmaya başlıyorlardı. Bitlis'te, Protestan Ermeni kökenli olan İngiliz konsolos yardımcısı vekili A.F. Safrastian (Safrasyan), Erzurum'daki İngiliz konsolos P.J.C. McGregor'a 22 Nisan'da gizli bir yazı gönderiyordu. Safrastian'a göre, Kürtlerin durumunu incelemek amacıyla son günlerde Van gölünün kuzey kıyılarını dolaşmış olan jandarma komutanı Hüseyin Bey, kendisine şu gizli bilgiyi veriyordu: 

"Kürtlerin öcüyle tehdit edilen Adilcevaz ilçesindeki kimi Ermeni köyleri, savunma amacıyla geniş ölçüde silâhlanmaktadır. Yıldız Sarayı'nda, meşrutiyete muhalif bazı gizli hizipler, Kürtleri, hudutta, hükümete ve anayasaya karşı kışkırtmaktadırlar".

Safrastian'a bakılacak olursa, bu sırada Muş ilindeki durum oldukça kötüye gidiyordu, çünkü Kürtler, sürekli olarak Ermenilerin hayvanlarını aşırıyor; her iki halk arasında kin ve nefret duyguları egemen olmaya başlıyordu. Buna karşın, Safrastian, Bitlis'teki Kürtlerin yönetime ve anayasaya karşı davranışa geçmelerinin beklenmediğine inanıyor; konsolos McGregor'a 22 Eylül'de gönderdiği yazıda şöyle diyordu: "Kürtler ne Arap ne de Arnavutturlar... Kürt önderlere, yarın geçinme olanakları sağlanırsa, tüm mutsuzluk ve siyasi kışkırtmalar belki de birkaç yıl içinde sönüp gidecektir".


Kürt -Ermeni Kongresi

1910 yılı Ağustos ayının üçüncü haftasında, Gavvar ilçesindeki Kürtlerin isyan ettikleri ve Gavvar'la Başkale'deki Hıristiyanların güvenlik amacıyla Van'a kaçmaya çalıştıkları yolunda çevrede haberler dolaşmaya başlıyordu. Oradaki Kürtler'in Hıristiyanları kişisel olarak tehdit ettikleri söyleniyor; durumu yatıştırmak için o yöreye asker gönderiliyor; güven yeniden kuruluyor; ama Kürtlerle Ermeniler arasındaki toprak anlaşmazlığı sürüp gidiyordu. Van'daki İngiliz konsolos yardımcısı James Morgan, İstanbul'daki İngiliz Büyükelçi Lowther'e 25 Nisan'da gönderdiği yazıda şu bilgiyi veriyordu:

"Son günlerde yapılan Ermeni-Kürt kongresinde, Kürtlerin, Ermeni topraklarını 1910 yılı ilkbaharına dek boşaltmaları yolunda alınmış olan kararın uygulanamayacağına inanılmaktadır. Bu yüzden, Kürtlerin elinde bulunan topraklar için tapuları olan Ermeniler, mahkemeye başvurmak zorunda kalacaklardır. Kürtler ise, bu topraklar yasal olarak ellerinden alınıncaya dek onları işgal edeceklerdir. Ondan çok şeyler beklenen Kürt-Ermeni kongresi büyük bir komedi olmuştur".

İngiliz konsoloslar, Osmanlı yönetimi enerji ve ivedilikle davranmazsa, Türkiye'nin Doğu İlleri'nde o güne dek egemen olan huzurun pek yakında bozulacağına inanıyorlardı.


Kürtler gizli örgütler kuruyor

1910 yılı Ağustos ayının sonlarına doğru Ermenilerle Kürtler arasındaki ilişkiler oldukça kötüleşiyor; toprak sorunu bunalımlı bir kerteye geliyordu. Eylül'e doğru, Diyarbakır'daki durumun düzgün olduğu bildirilmekle birlikte, o yöredeki Kürtlerin tutumundan hiç de memnun olmayan İngiliz büyükelçi Lowther, Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey'e 4 Eylül'de şu bilgiyi gönderiyordu: "Kesinlikle (Kürtler) arasında, üyelerini silâhlandıran gizli dernekler vardır; ama bunlar herhangi bir biçimde örgütlenmiş ve bir akım için hazırlıklı değillerdir. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında eşitliği kabullenemiyorlar; aynı zamanda, haydutluğun ve aşiretler-arası çarpışmaların bastırılmasını hoş karşılamıyorlar".

1911 yılı girerken, Kürtlerle Ermeniler arasındaki nefret duyguları ve olaylar sürüyordu. Özellikle Muş ve Bitlis'te birçok Kürt saldırıları kaydedildiği bildiriliyor, ama bu olaylar, Bitlis'teki Ermeni kökenli İngiliz konsolos yardımcısı vekili Safrastianca abartılıyordu. Safrastian, 23 Eylül'de Bitlis'ten gönderdiği bir raporda, o ilde anarşinin egemen olduğunu; son birkaç gün içinde, "kesinlikle Ermeniler tarafından öldürülen" 10 Kürt de dahil olmak üzere, 15 kişinin öldürüldüğünü bildiriyordu. Bu rapora tepki gösteriliyor ve İngiltere Dışişleri Bakanlığında 1 Kasım'da şu çıkma kaleme alınıyordu: "'Bu, oldukça kötü bir rapordur. Görünürde Ermeniler de Kürtler kadar suçludurlar; ama Safrastian bunu itiraf etmiyor".


Türkiye - İtalya savaşı ve Rus kışkırtmaları

1911 yılı Ekim ayında Türkiye ile İtalya arasında Trablus-u Garp savaşı çıkıyor; Kasım ayı ortalarına doğru Bitlis'te Kürtler arasında Rus propagandası yaygın bir biçime geliyordu. O yöredeki İngiliz konsolos yardımcısı vekili (Ermeni) Safrastian, 17 Kasım'da kaleme aldığı bir raporda, propagandacıların, "o bölgenin Ruslarca işgaline ortam hazırlamak için Malazgirt ve Bulanık'taki birçok hoşnutsuz Hamidiye subaylarını kışkırttıklarını" kaydediyor, şöyle diyordu: "Rus tezinin, hoşnutsuz Kürtler arasında geniş ölçüde yayıldığını gösteren, gerçekten çarpıcı kanıtlar vardır". Bu Rus propagandasını ve Rusların Kürtlere bol para dağıttığını duyan Babıali, Trablus-u Garp'taki acı deneyden kaygılanarak, ilin vali vekiline, ivedilikle Malazgirt'e gidip durum hakkında soruşturma yapmasını öneriyordu.

Bu arada, Bitlis'teki Rus konsolosluğuna yardımcı sekreter olarak atanmış olan M.P. Loiko adlı bir Rus, görevine başlamak üzere kente ulaşıyordu. Rus konsolos M. Chirkov'un Safrastian'a gizlice bildirdiğine göre, kendisi (konsolos) bir anda görevinden ayrılmak zorunda kalırsa, ona Loiko vekillik edecekti. Safrastian, bu konudaki raporunu şöyle bitiriyordu: "şimdiki durum içinde, Bitlis'e, ek olarak bir Rus konsolos yardımcısının gönderilmiş olması, buradaki Müslümanları çok kaygılandırıyor ve onları, Ruslar'ın bu bölgede kimi davranışlarda bulunmaya başlayacaklarına inandırıyor. Buradaki yetkili Kürtlerin bana bildirdiklerine göre, Rusların bu bölgeyi işgal etmeleri olasılığı konusunda geniş yorumlar yapılıyor. Korku içinde olan halk, Osmanlı İmparatorluğu'nu, içinde bulunduğu bunalımdan ancak Büyük Britanya'nın içten dostluğunun kurtarabileceğini sanıyor".

Safrastian, Erzurum'daki İngiliz Konsolos McGregor'a 3 Aralık'ta gönderdiği bir yazıda ise, Bitlis'teki durumun, 1908 yılı Temmuz ayından bu yana çok daha kötü olduğunu, genel olarak Kürtlerin ve özellikle Mutki aşireti mensuplarının sert davranışlarda bulunarak "cinayet işlediklerini ve eşkıyalık yaptıklarını"; Hıristiyanlara karşı yöneltilen bu olaylar konusunda yetkililerin, "suç oluşturacak" bir tutum izlediklerini iddia ediyor; "öldürülen Ermeniler ve yağma edilen köyler" hakkında bilgi veriyor; Bitlis ve Van'daki yerel yönetim yetkililerini, "eşkıyalarla işbirliği yapmakla" suçluyordu. Safrastian'a bakılacak olursa, yasal yönetim, "Kürt saldırganlığına karşı davranmayışını haklı göstermek için, Kürtlerin, birleşerek hükümete karşı ayaklanmaları korkusunu istismar etmeye başlamıştı". Bu Ermeni asıllı İngiliz konsolos yardımcısı vekili yazısına şöyle son veriyordu: "Kürt önderler arasında bile herhangi bir ulusal idealin ve birleşme olasılığının büsbütün yokluğu gözönünde tutulursa, yönetimin, Kürtler arasında, önümüzdeki on yıl boyunca, ciddi bir akım başlamasından korkmasına herhangi bir neden olamaz".

İstanbul'daki İngiliz Büyükelçi Lowther, bu raporun bir suretini 26 Aralık'ta İngiltere Dışişleri Bakanı Grey'e gönderirken şu görüşleri öne sürüyordu: "M. Safrastian bir Ermeni'dir; dolayısıyla görüşlerinde herhalde yan gütmektedir". Bakanlıkta bu konuda şu yorum yapılıyordu: "Safrastian Bey bir Ermeni olarak yan güdebilir, ama durumda pek az gelişme olduğuna ve yeni rejimin, Kürtlerle uğraşırken, eski rejim gibi sakıncalı davrandığına hiç kuşku yortur".

"Her yanda Kürt taşkınlıkları ve cinayetleri"

Safrastian, kötümser raporlarıyla İngiliz yönetimini rahatsız etmeyi sürdürüyordu. 18 Aralık tarihli yazısında, Bitlis'ten Erzurum'a giderken, Muş ovasının doğu kesiminde Ahlat, Bulanık ve Hınıs'tan geçtiğini; Hınıs dışında, sözü edilen her ilçede durumun "ümitsizlik derecesinde kötü olduğunu"; Hıristiyan ve Müslüman olmak üzere, tüm barışsever halkın "sürekli olarak dehşet içinde bulunduğunu"; "her yerde Kürt taşkınlıkları ve cinayetleri" kaydedildiğini; yönetimin yetkisinin her geçen gün "ancak bir gölge" biçimine geldiğini ve "gaddar bir şeytan olan (Kürt önder) Musa Bey'in elinin uzandığı ilçelerde epeyi huzursuzluk olduğunu" iddia ediyordu.

Türkiye'nin Doğu İlleri'ndeki durumun kötüye gittiğini, Bitlis'teki Amerika'lı misyonerlerden rahip G.P. Knapp da doğruluyordu. Rahip Knapp, Erzurum'daki İngiliz konsolos P.J. McGregor'a 30 Aralık'ta gönderdiği yazıda, Güzeldere, Ahlat ve Bulanık ilçelerinde üç hafta süren bir gezi yaptığını; 25'e yaklaşık köyü ziyaret ettiğini; Ermeni köylülerin, "Kürtlerin saldırılarından dolayı büyük korku içinde olduklarını" ve Ermeni gençlerin geceleyin köylerde bekçilik yaptıklarını; özellikle Molakand olayından sonra güney Bulanık'ta epeyi korku olduğunu bildiriyordu. Molakand'da Hacı Musa Bey veya kardeşlerinin, köydeki Ermeni dükkânına saldırarak yağma ettikleri ve onun sahibi olan üç kardeşten birini öldürdükleri söyleniyordu. Ama Musa Bey'in yaşamı çok sürmüyor; 6 Ağustos 1913'te, Van Gölü'nün güney-batısındaki Karçigan İlçesi'ne bağlı Kindartz (?) Köyü'ne yakın bir yerde, Daşnak Ermeni örgütüne mensup 11 kişilik bir yerel çete tarafından vurularak öldürülüyordu.

Erzurum'daki İngiliz konsolos McGregor, İngiliz büyükelçi Lowther'e Doğu İlleri'ndeki durum hakkında 15 Ocak 1912'de bilgi gönderiyor; Bitlis ilinden Van'a asker gönderildiğini ve birçok yerlerde Ermeni köylülerin, "yasayı başarıyla kendi ellerine aldıklarını" bildiriyordu. McGregor'un anlattığına göre, "Bitlis'teki Ermeni öğretmenlerin ve öteki Daşnak'çı ajanların çabaları sayesinde, ilin ve özellikle Muş ilçesinin Hıristiyan halkı, o sırada etkili biçimde silâhlandırılmıştı". Bu amaç için Erzurum'da para toplandığına da değinen konsolos şöyle diyordu: "Yerel katların yeteneksizliği gözönünde tutulursa, bu önlemleri (silâhlanmayı) yadsımak güç olacaktır".

Osmanlı İmparatorluğu'nun yazgı (kader) yılı: 1912

1912 yılı girerken, Türkiye'nin Doğu İlleri'ndeki durum daha da kötüye gidiyordu. Erzurum'daki İngiliz konsolos McGregor, 5 Mart'ta şu raporu gönderiyordu: "Kürt ilçelerindeki anarşi denetsiz olarak sürüyor; Kürt aşiretlerin arasına yabancı etkisinin sızdığı her yanda kesinlikle söyleniyor; yetkililerin uzun süren ilgisiz tutumu, bu aşiretlerin moralini yeterince bozuyor". Bu raporu, o sırada Bitlis'teki İngiliz konsolos yardımcısına vekâlet etmekte olan Amerikalı misyoner rahip G. Knapp da doğruluyordu. Rahip Knapp, konsolos McGregor'a 26 fiubat'ta gönderdiği yazıda, Rusya'dan bir miktar silâh getirilerek Kürtlere dağıtıldığını; bu silâhların bazılarının Bitlis kentinde dağıtıldığını; Muş yöresindeki sorumlu kişilerin, Kürt giysisi giyen Rus subayların çevrede dolaştıklarına inandıklarını bildiriyordu. Bu bilgi, İngiltere Dışişleri Bakanlığında kaygıyla karşılanıyor; bakanlığın bir sorumlusu, 2 Nisan'da şu yorumda bulunuyordu: "Kürtlerin Rusya'dan silâh ve yardım aldıkları ve Rus kışkırtıcıların onların arasında eylem gösterdikleri yolundaki haberleri daha önce de almış bulunuyoruz; bu haberler, öncekilerine oranla bu denli kesin değildi".

Ruslarla işbirliği yapanlar

Ruslar, aynı zamanda, bazı Kürt önderlerle de düzen çeviriyorlardı. Musul'daki İngiliz konsolos yardımcısı Henry C. Honey'in 7 Temmuz 1912'de büyükelçi Lowther'e gönderdiği bir rapordan öğrendiğimize göre, Barzan şeyhi, Rusların, fiemdinli şeyhi aracılığıyla kendisine sondajda bulunarak, Rusya'nın uyrukluğuna geçerse, onu koruyuculuklarına alarak kendisine maaş bağlamaya söz verdiklerini, ama o güne dek Ruslara bir yanıt ver-mediğini, İngiliz konsolos yadımcısına bildiriyor; kendisine öğüt vermesini diliyordu. Konsolos yardımcısı Honey, ona, Ruslarla hiçbir ilişki kurmamayı, ama Türklerle iyi geçinmeye çalışmayı; aynı zamanda, Rusları rahatsız edecek herhangi bir olaydan kaçınmayı öğütlüyordu.

Anlaşılan, Barzan şeyhi, bu konuda oldukça kaygılı görünüyor ve o yöredeki birçok kişiler gibi Ruslardan çok korktuğu görünümünü veriyordu. Şeyhin anlattığına göre, Van'dan Revandız'a kadar tüm ülke, en küçük bir özürle Ruslardan yana geçmeye hazırdı, çünkü "Türklerden usanılmıştı". Aynı şeyhin iddiasına göre, "Berasor'da Abdullah Bey, Heriki'de Pivot Ağa, fiemdinli'de Fettah Bey ve Suçbulak'ta Gazi Fettah", Ruslarla işbirliği yapıyorlardı.

Konsolos yardımcısı Honey raporunu şöyle bitiriyordu: "Rusya'nın bu ülkeyi ('Türkiye'yi) işgale kalkışması görünürde asla beklenmiyor; ama hiç kuşkusuz, İran yoluyla yayılmayı sürdürürken, uçlarda düşman değil dost bulundurmak kaygısı içindedir. Türkiye, yarı bağımsız tüm halkları, Kürtler yararına baskıya tabi tutma siyasetini uygulamaya kalkışırsa, Rusya'ya, bu yörelerdeki etkisini genişletmek fırsatını vermiş olacaktır". Böylece, Ruslar, kendi sinsi amaçları yararına Doğu Anadolu'daki durumu gerginleştirmek için ellerinden geleni yapıyor; bu eylemlerinde, görünürde çıkar düşkünü birkaç Kürt önder ve yandaşlarından yardım görüyorlardı.

Kürt militanların aşırılıkları

1912 yılı Eylül ayında, Birinci Balkan Savaşı çıkmadan kısa bir süre önce, Bakü adlı Rus gazetesi, İstanbul'daki muhabirinden sağladığı bir haberi yayımlıyordu. Bu haberde iddia edildiğine göre, Doğu Anadolu'dan alınan raporlar, "Ermenilerin yaşadığı birkaç ilde onların katledildiklerini; yerel kırımlara tabi tutulduklarını; köylerin yağma edildiğini; kadın ve kızların kaçırıldığını; kimi kişilerin dinlerini değiştirmeye zorlandıklarını, yalnız bir hafta içinde Kürtler tarafından Van'da 30 adamın öldürüldüğünü; son iki ay sırasında Bitlis'te 10 Ermeni kızın Kürtlerce kaçırıldığını; Kürt Beylerin Arnio Köyü sakinlerini dinlerini değiştirmeye zorladıklarını; ve suç oluşturan bu davranışları protesto etmek amacıyla çeşitli kentlerde mitingler düzenlendi-ğini" iddia ediyordu. İstanbul basını da bu olayların bazılarının vukubulduğunu doğruluyor; "Van, Bitlis ve Diyarbakır'da Kürt militanların Ermenilere karşı giriştikleri aşırılıklar" hakkında haberler yayımlıyordu.

Doğu Anadolu'da üslenmiş bulunan İngiliz konsolosluğunun yetkilileri, İstanbul'daki maslahatgüzar Sir Charles M. Marling'e gönderdikleri raporlarda, hiç de memnuniyet verici olmayan kötü duruma değiniyor; Rusların, kimi Kürt önderleri parayla satın almaya çalıştıklarını; bu önderlerden Hüseyin Paşa'nın, bu Rus saptırmalarına kapılmaması için, daha önceki Osmanlı hükümetince aşiret (eskiden Hamidiye) süvari alayına atandığını; Van'da yayımlanan Ermeni Daşnak gazetesinin, Rusya'nın, hudut yörelerindeki tüm Kürt aşiret önderlerini satın aldığını yazacak kadar ileri gittiğini bildiriyorlardı.

Ermeni Patriğin tehditleri

Durum o kadar bunalımlı bir kerteye geliyordu ki, Ermeni Patriğin başkanlığında ve iki başpiskopostan oluşan bir Ermeni kurulu Eylül'de Babıali'ye giderek Sadrâzam ve Adalet Bakanı tarafından kabul ediliyordu. Patrik, Doğu Anadolu'daki yurttaşlarına yeterince güven sağlanmazsa Patrikhaneyi kapatarak görevinden çekilmek tehdidini savuruyordu. Sadrâzam, olay çıkaran haydutların cezalandırılmasını sağlamak ve benzer olayların yinelenmesini önlemek amacıyla, hükümetin, gücü içinde olan her türlü araca başvuracağına dair söz veriyordu. Bu görüşmeden sonra Van valisi geri çağrılıyor ve Van ilinin yönetimi, yeni bir vali atanıncaya dek, oradaki garnizon komutanına devrediliyor; düzeni yeniden kurmak ve suçlu kişileri cezalandırmak için Van ve Bitlis yetkililerine sert talimatlar gönderiliyordu. Buna ek olarak, hükümet, Ermenilerle Kürtler arasındaki toprak anlaşmazlığının çözümlenmesine yardımcı olmak amacıyla, Doğu Anadolu'nun beş ilinin her birine 20.000 sterlin mali ödenek ayırmak kararını alıyordu.

Balkan Savaşları ve Kürt-Ermeni olayları

Osmanlı İmparatorluğu, 1912 yılı Ekim ayında başlayan Birinci Balkan Savaşı'na sürüklenirken, Doğu Anadolu'daki durum en bunalımlı bir evreye giriyordu. Van'daki İngiliz konsolos yardımcısının Büyükelçi Lowther'e bildirdiğine göre, 15 Ekim dolaylarında Van'a ulaşan yeni Vali İzzet Bey, o yörede olay çıkaran ve kötü ad yapmış olan Sait Bey ve Mir Mahe gibi Kürt eşkıya önderleri tutuklayamamakla birlikte; onların hududu aşarak İran'a kaçmalarına yardımcı olan Kürt önderleri yakalamayı başarıyordu. Büyükelçi Lowther, bu bilgiyi Dışişleri Bakanı Grey'e 10 Kasım'da iletirken şu yorumda bulunuyordu: "Her yanda oldukça acınacak bir durum egemendir. Anadolu illerindeki huzursuzluk tehlikeli bir biçime gelebilir".

Hükümetin, Mir Mahe ve Sait Bey başkanlığındaki Kürt eşkıyalara karşı göndermiş olduğu askeri güç başarı sağlayamıyordu. 1911 yılında 6.000 koyun aşıran ve birçok Nesturi'yi öldüren Kürt aşiretlere karşı da askeri bir güç gönderilmişti; ama Van ilinde güvensizlik halâ sürüyordu. Diyarbakır'daki İngiliz başkonsolos yardımcısının çevirmeni tarafından bildirildiğine göre, Cezire ve Mardin ilçelerindeki Kürt ağalar, Abdülhamit zamanındaki mevkilerini yeniden işgal etmişler ve "sahtelemiş oldukları tapulara dayanarak", işgal ettikleri köylerin sakinlerini kendilerine vergi ödemeye zorlamaya başlamışlardı.

Abdurrezzak Bedirhanzade Rus hizmetinde

Bu arada, kimi Kürt aşiret önderleri, Bedirhan klanı mensuplarının da yardımlarıyla, Rus ajanlarla düzen çevirmeyi sürdürüyorlardı. Van'daki İngiliz konsolos yardımcısına bakılacak olursa, bundan amaç, "Doğu Anadolu'da özerk bir Kürdistan kurmak için" Avrupa Türkiye'sinde egemen olan durumdan yararlanmaktı. Bu sırada Tiflis'e giden Kürt önder Şeyh Taha'nın, bir Rus ajanı olduğu bilinen Bedirhanzade Abdurrezzak'la görüştüğü bildiriliyordu. Tiflis'teki Osmanlı konsolosunun kendi hükümetini uyarması üzerine, Şeyh Taha, Van iline girerken hudut askerleri tarafından tutuklanıyor, ama daha sonra, Rusya'nın koruyuculuğu altında bulunan Makü Hanı'nın sağlamış olduğu söylenen silâhlardan yararlanan İran'lı bir Kürt aşiret önderi tarafından kurtarılıyordu. Şeyh Taha'yı Türk topraklarına dönmeye inandırmak için yapılan tüm çabalar başarısızlığa uğruyor; bazı Osmanlı Kürtlerinin huduttaki birçok yerlerde hükümete karşı ayaklandıkları bildiriliyordu. Dahası, bir Kürt isyanı başlatması için Abdurrezzak'a Rusya'dan 70.000 tüfek gönderildiği söyleniyordu.

Bölücüler sahnede

Bu sırada, Musul yöresindeki Rus ajanların da eylemleri sürüyordu. Ruslar, Süryani (Nesturi)'lerin önderi Mar Shimoun'a toplumunu koruma sözü veriyor; Neri'li Sadık adlı Kürt ağa, Ruslardan yana geçiyor ve onu Barzan şeyhinin izlemek üzere olduğuna inanılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Balkan Savaşı'nda yenilgiye uğratılması, Rusya'nın da desteğiyle, isyancı ve bölücü güçleri harekete geçiriyordu. Rusya, Ermenilerle Kürtlere her türlü vaadlerde bulunarak onlarla düzen çeviriyor, ama onları birbirlerine karşı da gizlice kışkırtıyordu. Özellikle Doğu Anadolu için önerilen ve Ermenilerce desteklenen sözde "devrim projesine" karşı Kürt militanları tahrik ediyordu..

Kürtlerle Ermeniler arasında daha da kötüye giden ilişkiler, Osmanlı hükümetini çok kaygılandırıyordu. Bir yandan Ermeni Daşnak örgütü, Ermeni köylüleri silâhlandırırken, öte yandan Kürtler, silâh topluyor ve mitingler düzenliyorlardı. Kürt öğeler arasında, Doğu Anadolu'da yapılması tasarlanan devrimlerin kendi "ulusal varlıklarını" tehdit ettiği görüşü egemendi. Bu yüzden, Cezire ve Midyat ilçelerinde olaylar çıkarıyorlardı. Bu olayların Hüseyin Paşa (Bedirhan)ın ajanlarınca başlatıldığına inanılıyordu. Hüseyin Paşa, bir Ermeni ili kurulmak üzere olduğu söylentilerini çevreye yayıyor ve Kürtleri, "ulusal varlıklarını" korumak için isyan etmeye çağırıyordu.

Bu gelişmeler, İngiltere Dışişleri Bakanlığını da kaygılandırıyor; bakanlık sorumlularından A. Nicholson şu yorumda bulunuyordu: "Bu rapor kaygılandırıcıdır ve bu yörelerde, herhangi bir anda olaylar çıkabilir. Olay çı-karsa, durumu, görünürde ancak Rus askerleri yatıştırabilir... Van, Beyrut, Halep, Adana, Musul ve Basra'dan almış olduğumuz raporlara göre, Türk İmparatorluğu'nun hem Avrupa ve hem de Asya'da parçalanması uzak görünmüyor".

Rusların Kürtleri İstismarı

İstanbul'daki İngiliz Büyükelçi Lowther'in Dışişleri Bakanı Grey'e 5 Nisan 1913'te bildirdiğine göre, Kürtler, Türklere karşı bir akım başlatmak için, Balkan Bağlaşıkları'nın İstanbul'u işgal etmelerini bekliyorlardı. Erzurum valisi, Kürt akımının Rusya tarafından kışkırtıldığına inanıyor; kentteki İngiliz konsolos M. Monahan da onun bu görüşlerine katılıyordu. Van'daki İngiliz konsolos yardımcısı Molyneux-Seel'e bakılacak olursa, Doğu Anadolu'daki Kürtler arasında başlatılmış olan akım, "ihtilâl yoluyla Kürt özerkliği kurmak amacını güttüğü görünümünü veriyordu". Bu akım, aynı zamanda, Ermenilere verilmesi tasarlanan ayrıcalık haklarına karşı bir gösteri biçimindeydi.

İsmail Ağa (Simko), Şeyh Taha ve Sait Bey'le işbirliği yapan Abdurrezzak Bey'in, akımın önderi olduğu söyleniyordu. İki yıl önce (1911'de), Abdurrezzak Bey, Başkale, Bohtan ve Arşak'ı ziyaret ederken, o sırada Kürtleri birleştirerek bir isyan başlatmanın olanaksız olduğunu, ama Ermenilere özerklik verilmesi konusu gündeme gelirse, o zaman Kürtlerin kendi ulusal varlıklarını korumak için birleşeceklerini söylemişti. Abdurrezzak'ın ajanları Van ve Hakkâri sancaklarına dek sokularak propagandalarını çevreye yayıyorlardı.

Bu sırada, Hizanlı Şeyh Sait Ali, esrarengiz biçimde gizli toplantılar düzenliyor; Duhuk'ta yapılan toplantıya çok sayıda şeyh ve öteki Kürtler katılıyordu. Kısa bir süre önce Sait Ali, Daşnakçı Ermenilere işbirliği önerisinde bulunmuş, ama önerisi kabul edilmemişti. Türk yetkililer, Kürtler arasında başgösteren bu akımı, çevrede dolaşan Rus yetkililerin kışkırtmalarına atfediyorlardı. Bu Rus yetkililer, Kürtlere, Ermenilerin özerklik isteminde bulunduklarını, ama Rusların buna karşı olduklarını bildiriyor ve onlara Kürt özerkliği için çalışmayı öğütlüyorlardı. Özellikle Hoy'daki Rus konsolosun, Kürtler arasında özerklik görüşlerini tahrik ettiği söyleniyordu, Türkler, bu Rus propagandasına karşı koymak için, Abdurrezzak, Şeyh Taha ve ötekilerin, Rus parasına karşılık olarak Kürtleri Rusların ellerine teslim etmek için çalıştıklarını açıklıyorlardı. İngiliz büyükelçi Lowther, Dışişleri Bakanı Grey'e 22 Mayıs'ta gönderdiği yazıda, bizzat Kürt önderlerin, kimi Kürtlerin akıma karşı olan duraksamalarını önlemek ve onları kendilerinden yana çekmek amacıyla, Ermenilerin özerklik için çalıştıkları söylentilerini onların aralarına yaydıklarına dair "iyi bir kaynaktan" haber aldığını bildiriyordu.


Kürt-Alman düzenleri

Bu sırada Almanlar da Kürtlerle düzen çevirmeye başlıyorlardı. Halep'teki İngiliz konsolosun Büyükelçi Lowther'e bildirdiğine göre, Musul'daki Alman konsolos yardımcısı vekili M. Holstein, son günlerde (Mayıs 1913), başka bir Almanla birlikte Musul'u ziyaret ediyor; valiyle görüşürken, Ermeniler arasındaki Rus yandaşı eğilimleri kınıyor ve o ilçelerdeki Kürt akımı konusunda Rusya bir tehlike yaratmak tehdidinde bulunursa, Alman hükümetinin Türkiye'yi destekleyeceğini söylüyordu. Holstein daha sonra Miafarköy'e ve oradan da, Büyükelçi Lowther'in, "Kürt merkezi ve Bedirhan Beylerin etkisi altında" olarak nitelendirdiği Siirt ve Cezire-ibn-Ömer'e gitmek üzere Musul'dan ayrılıyordu.

Kürt -Ermeni - Süryani çatışmaları

Balkan Savaşı yüzünden Osmanlı İmparatorluğu'nun durumu oldukça bunalımlı bir evreye girerken, Doğu Anadolu'da Kürt-Ermeni-Süryani ilişkileri de oldukça kötüye gidiyordu. İngiltere'nin Northwood kentinde yaşayan Bayan M. Barclay, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na 26 Mayıs'ta gönderdiği bir yazıda, Türk askerlerin, Balkan Savaşı'ndaki yenilginin öcünü almak amacıyla, Doğu Anadolu'da, "Kürtleri, Nesturi (Süryani) Hıristiyanları öldürmeye kışkırttıkları; bu barışsever Nesturi çobanlara mensup 50 ailenin, sürülerini dağlarda otlatırken imha edildikleri ve koyunlarından 9.000 hayvanın aşırıldığı; aşiret kenti (?)'nin yağma edildiği; oradaki Amerikalı misyonerlerin ve (İngiliz) Canterbury Başpiskoposu misyonu mensuplarının Urmiye'ye sığındığı" iddiasınıda bulunuyor ve o yöreden şu yazıyı almış olduğunu bildiriyordu:

"Kürt aşiretler, Hıristiyanları ortadan kaldırmak için ordu yığıyor; bunu, Kürtleri silâhlandıran Türkler yapıyor, çünkü şöyle diyorlar: 'Hıristiyanlar topraklarımızı aldılar ve çoğumuzu tutsak ettiler; şimdi biz de onları burada bitireceğiz!.' Van'daki İngiliz konsolos, Urmiye'deki Rus konsolosa bu konuda bilgi vermiştir. Kürtlere Abdülhamit'çe sağlanmış olan silâhların toplatılması için Türk hü-kümeti üzerinde baskı kullanılamaz mı? Bu yapılırsa, silâh taşımaları yasaklanmış olan Nesturiler durumla başa çıkabilirler. Kürdistan'daki Kürtler ve dağcılar arasında misyonerlik yapılmasını destekler ve Türklere karşı asla baş kaldırmayan barışçı bir halkı kurtarmak için ivedilikle davranmanızı dilerim".

Ancak, Bayan Barclay, Osmanlı yönetiminin, Balkan savaşlarından dolayı durumla uğraşamayacak kadar güçsüz kaldığına ve Süryani militanların pek de masum olmadıklarına mektubunda hiç değinmiyordu.

Buna karşın, İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, büyükelçi Sir Gerard Lowther'e 13 Haziran'da gönderdiği yazıda, "Kürtlerin, Nesturi Hıristiyanlara zorbalık yaparak onların mallarını aşırdıklarını" bildiriyor ve Osmanlı hükümetine bu konuda bilgi vererek, onu, düzeni yeniden kurmaya ve bu gibi aşırılıkların yenilenmesini önlemeye uyarmasını yöneriyordu39. Bu yönergeyi yerine getiren büyükelçi Lowther, Grey'e Haziran'da şu yanıtı gönderiyordu: "Bir Ermeni öldüren bir Kürt, sadece bir Ermeni öldüren bir adam olarak değil, bir 'katil' olarak işlem görmezse, o yörelerde güvenlik ve düzenin kurulması beklenemez".

Doğu İlleri'nde Ermeni-Kürt olayları sürüyor

Doğu Anadolu'daki kötü durum sürüyordu. Bitlis'teki İngiliz konsolos yardımcısına vekillik etmekte olan Amerika'lı misyoner rahip M. Knapp, Erzurum'daki İngiliz konsolos J.M. Monahan'a 1913 yılı Haziran ortalarında gönderdiği yazıda, Nisan ayının ortalarından beri Bitlis ilinde 40'a yaklaşık cinayet işlendiğini; birçok kaçırma, şantaj ve hırsızlık olaylarının kaydedildiğini; öldürülenlerin ve öteki kurbanların çoğunun Ermeni, kötülükleri işleyenlerin ise Kürtler olduğunu ve her yandan kaygılandırıcı haberler alındığını bildiriyor; İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Lancelot Oliphant, bunu, "korkunç bir durum" olarak nitelendiriyondu.

Van'daki İngiliz konsolos yardımcısı Molyneux-Seel, Van iliyle ilgili olarak 9 Temmuz 1913'te hazırladığı üç aylık raporunda, raporun kapsadığı süre içinde, her yerde "Kürtlerin yasa dışı davranışlarının, son üç yıldan bu yana doruk noktasına ererek rekoru kırdığını; bu davranışların kurbanlarının Nesturi (Süryani) ve Ermeniler olduğunu" iddia ediyordu. Aynı zamanda, Daşnakçıların felâket getirici etkisi altında kalan Karçigan Ermenileri, kimi Kürtleri öldürerek ve genellikle Kürtlere karşı saldırgan bir tutum izleyerek durumu daha da kötüleştiriyorlardı.

Osmanlı İmparatorluğu bölünmek üzere

Van'daki İngiliz konsolos yardımcısı Molyneux-Seel'e göre, Kürtler arasında başgöstermiş bulunan bu serkeşlik, görünürde hazırlanmış bir plâna değil, Kürtler arasındaki şu inanca dayanıyordu: "Osmanlı İmparatorluğu parçalanmak üzeredir; hükümetin zayıflığından yararlanmanın vakti gelmiştir". İran hududundaki Kürtlerin tutumu, Türkleri, son birkaç aydan beri epeyi kaygılandırıyordu. Abdurrezzak'ın, Rusya'nın koruyuculuğu altında Kürtlere özerklik verilmesi görüşünü Kürtler arasında yaymaya çalıştığı uzun bir süreden beri biliniyordu. 1911 yılında, hudut yörelerindeki Kürtleri ziyaret eden Abdurrezzak'ın, onları kendi savına kazandığı söyleniyordu; ama harekete geçilmesi için durum uygun değildi ve bir özür bulunması gerekiyordu. Ermenilerin devrim konusundaki çığırtkanlıkları ona bu özürü sağlıyordu.

Abdurrezzak ve ajanları, Osmanlı hükümetinin Ermenilere özerklik vermek üzere olduğu söylentisini her yanda Kürtler arasında yayıyor; bu propogandada, Hoy, Urmiye ve öteki yerlerdeki Rus ajanlar ona yardımcı oluyor; ajanlar, Kürtleri, kendi nefislerini savunmak amacıyla özerklik sağlamak için mücadele etmeye kışkırtıyorlardı. Yine İngiliz konsolos yardımcısı Molyneux-Seel'e göre, Türkiye veya güçlü devletler, herhangi bir zamanda Ermenilere özerklik verilmesini ciddi biçimde düşünürlerse; Rusya, bu gibi bir görüşün gerçekleşmesini önlemek için elinden geleni yapacaktı; çünkü Türkiye'yi Rusya'dan ayıracak özerk veya yarı özerk bir Ermeni ili, Rusya Ermenileri arasında hoşnutsuzluk yaratacak ve Anadolu doğrultusunda genişlemek niyetinde olan Rusya'yı köstekleyici etkili bir barikat olacaktı.

Ermeni ve Kürt sorunları nasıl çözümlenebilir?

Bu sırada, Rusya'nın koruyuculuğu altında bulunan Simko adlı Kürt önderin, bir Kürt ayaklanması başlatmada Abdurrezzak'la işbirliği yaptığı anlaşılıyordu. Simko'nun amacı, Türkiye'ye sadık kalan hudut Kürtlerini, gerekirse zor kullanarak, kendisine katılmaya inandırmaktı. Bu amacı sağlamak için Türk hududundaki Kürtlere saldırıyor; bu saldırıları etkisiz bırakmak amacıyla hududa çok sayıda Türk asker sevkediliyordu. Van'daki İngiliz konsolos yardımcısı Molyneux-Seel, bu bilgileri 9 Temmuz 1913'te Büyükelçi Lowther'e gönderirken şu yorumda bulunuyordu: "Kürtler arasında feodal koşulların sürmesi ve dini şeyhlerin kullandıkları etki, kötülüğün kaynağını oluşturmaktadır. Türkler, Aşiret Hafif Süvari Alayları'nı kaldırarak, Kürtleri Bey ve Ağaların elinden kurtarırlarsa; her Kürt ailesine kendi toprağına ve kaynaklarına sahip olma olanağı sağlarlarsa; şeyhlerin etkisini kırarak hükümetin yetkisini geri getirirlerse...; göçebe Kürtleri topraklandırırlarsa; Kürtleri eğiterek onları güçle, kararlılıkla ve adaletle yönetirlerse ve bu konularda iyi niyet gösterirlerse; kendi görüşümce, herhangi bir Ermeni (ve Kürt) sorunu kalmayacaktır".

İstanbul'daki İngiliz maslahatgüzarı Sir Charles Marling, konsolos yardımcısının bu raporunun bir suretini 25 Temmuz'da Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey'e gönderirken, Kürt Bey ve Ağaların, Türkiye'nin altı Doğu İli'nde yapılması tasarlanan her türlü devrimlere sert biçimde karşı çıkmalarını anladığını; bu devrimler gerçekleşirse, onların kişisel güçlerine öldürücü bir darbe indirmiş olacağını kaydediyordu. Ermenilere özerklik verilirse, Ermeniler, Doğu İlleri'nde yönetici öğeler biçimine gelecek ve böylece, Kürtlerin ulusal varlıkları tehlikeye düşecekti.

Bunlara ek olarak, ve İngiliz konsolos yardımcısı Molyneux-Seel'in de inandığı gibi, hududun ötesindeki Rus ajanlar da, Kürtler arasında yayılan bu propagandayı destekliyor ve böylece Rusya'nın o yöredeki etkisinin ancak Kürtler aracılığıyla yayılabileceğini anlamış olduğunu gösteriyordu. Öte yandan, Molyneux-Seel'e göre, Rusya'nın kendileri için tüm enerjiyle devrim sahasında çalıştığı Ermeniler, "Türklerden çok, belki de Ruslardan nefret ediyorlardı". Maslahatgüzara göre, altı Doğu İli'nde kıvanç ve gönenç getirici devrimler yapılırsa, Ermenilerin Rusya'ya meyletmelerine bir neden kalmayacaktı.


Kürt-Ermeni ilişkileri

1913 yılı Ağustos ortalarına doğru Kürt-Ermeni anlaşmazlığı basbayağı çözülmez bir evreye ulaşıyordu. Muş'taki Ermeni piskopos, Erzurum'daki İngiliz konsolos J.H. Monahan'a 15 Ağustos'ta gönderdiği yazıda, Kürtlerle Ermeniler arasında toprak anlaşmazlığının hala sürdüğünü; Sason, Kuyt ve Modeki'deki Ermenilere Kürt aşiretlerce, sanki köle imişler gibi, zulüm yapıldığını: Ermenilerin, kendi taraflarından sağladıkları ürünlerin yarısını ve hayvanları, tereyağı v.s. için Kürtlere vergi vermeye; Kürt ağalar için çeşitli işler yapmaya, örneğin, onların ekin ve çayırlarını biçmeye, yaprakları toplamaya, ev inşa etmeye, dağlardan odun getirmeye, kızlarını evlendirirken ağaların izini alabilmek için onlara ödüller vermeye zorlandıklarını bildiriyordu. Bu sızlanmalarda epeyi gerçek payı vardı.


Balkan Savaşları'ndan sonraki durum

Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan Savaşları'ndan bitkin olarak çıkması, güçlü devletlere, özellikle Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya ve öteki devletlere, İmparatorluğun iç işlerine daha çok karışmak fırsatını veriyor ve bu devletleri, Yakın ve Orta Doğu'da siyasal ve ekonomik etkilerini artırmada birbirleriye yarışmaya sürüklüyordu. Bu devletlerin kimileri, Osmanlı İmparatorluğu'nu kendi aralarında etki bölgelerine bölmüş; çeşitli yörelerde bayındırlık ve ham maddeler açısından ayrıcalık hakları sağlamışlardı. Ayrıca, birbirlerinin "etki bölgelerine" saygı göstermek amacıyla aralarında ikili anlaşmalar imzalamışlardı. Böylece, Birinci Dünya Savaşı'nın öngününde, Osmanlı İmparatorluğu'na genellikle empoze edilen tüm bu anlaşmalar yüzünden, Anadolu'nun yaklaşık olarak her karış toprağı, çeşitli devletlerin denetiminde, etki sahalarına bölünmüş bulunuyordu. İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey'in ikiyüzlülükle davranarak, "biz, ancak, Asya Türkiyesi'nin yıkılmasından ve bölünmesinden kaçınan bir politikaya katılabiliriz", demesine karşın, güçlü devletlerce etki bölgelerine ayrılmış bulunan İmparatorluğun kendi varlığı ve toprak bütünlüğü için neden savaşmak zorunda kaldığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
İngiliz yazar Aubrey Herbert'e bakılacak olursa, Genç Türkler'in yeniden dinçleşmiş bir Türkiye yaratma atılımlarına karşı, ortadan kaldırılması oldukça zor güçler vardı. Herbert şöyle der:

"Rakip değil, müşteri istiyen Avrupa, onlara karşı cephe almıştı. Avrupa'dan, İmparatorluklarındaki ayrıcalık haklarından (kapitülâsyonlardan) vazgeçmesini dilerken, kendi halklarını özveride bulunmaya çağırıyorlardı. Yapıcı olmaya başladıkları an, saygınlıklarını yitirmişlerdi, çünkü Hıristiyanlara eşitlik vermekle Türkleri gücendirmişler; devrim yapmakla Hıristiyanları, güçlü devletlerin koruyuculuğundan uzaklaştırarak, onların ulusal ve baskı yaratıcı tutkularını etkisiz bırakmışlardı".

Herbert, ayrıca, şu yorumda bulunur: "Anadolu'daki Müslümanlarla Hıristiyanlar, birbirlerini sevmemekle birlikte, iyice anlaşıyor; aralarında pek kötü olmayan ilişkiler bulunuyordu. Dinler ve soylar arasındaki her ayrılığı, bilerek veya bilmeyerek, vurgulayan Avrupa olmuştur". Anadolu halklarının başına gelen felâketten sorumlu Avrupa'ydı. Amerikalı ve İngiliz misyonerler görünürde siyasetle uğraşmıyorlardı, ama kendi öğrencilerine, Hıristiyanlığın İslâm'dan daha üstün, Hıristiyanların Müslümanlardan daha iyi ve daha ulu insanlar olduklarını öğretiyorlardı. Herbert'e bakılacak olursa, geçmişte Ermenilere "millet-i sadıka" adı verilmişti; yalnız Türkçe konuşan ve Hıristiyan âyinlerini Türkçe yapan Karamanlı Grekler (Rumlar), kendi durumlarından memnun halklardı; ama Osmanlı topraklarına arsızca göz dikenler için, devrim görmüş bir Türkiye, yitirilmiş bir Türkiye'ydi.


Kürtlerle Ermeniler silâhlanmayı sürdürüyorlar

Bu sırada, Kürtlerle Ermeniler silâhlanmayı sürdürüyorlardı. Halep'teki İngiliz konsolos B.A. Fontana'nın İstanbul'daki yeni İngiliz Büyükelçisi Sir Louis Mallet'e 21 Ekim 1913'te bildirdiğine göre, Grekler (Rumlar) ve öteki kimi kişiler, "Kürtlerle Ermenilere satılmak üzere" Türkiye'ye silâh kaçırıyorlardı. Öteyandan, Van'daki yeni İngiliz konsolos yardımcısı Ian M. Smith ise, Büyükelçi Mallet'e 10 Ocak 1914'te gönderdiği yazıda, Van'daki Ermenilerin, ilin nüfusunun 2/5'sini oluşturduklarını; Avrupa'nın denetimi altına girerlerse, "üstün eğitim ve ticari yetenekleri" sayesinde, "nüfusun Türk ve Kürt öğelerini tahakkümleri altına alabilecekleri" konusunda iyimser olduklarını ve buna inandıklarını; Ermenilerin, Kürtlere oranla, o sırada daha iyi silâhlanmış olduklarını; kimi Kürt eşkiyalardan çok eziyet çektikleri için ve var olan güvensizlik yüzünden silâh sağlamayı dilediklerini bildiriyordu.

Türk-İran Hudut Komisyonu'nun üyelerinden, İngiliz komiser Yüzbaşı A.T. Wilson da, İnglitere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey'e 30 Temmuz 1914'te gönderdiği gizli yazıda, Türkiye ile İran hududundaki ilçelerde yapılan silâh kaçakcılığına değiniyor, şu bilgiyi veriyordu: "Kürdistan'da genellikle nüfus yerleşmiştir ve Lüristan'a oranla daha az silâhlıdır; ama modern tüfekler eksik değildir ve görünürde çok sayıda mermi de vardır. Serna'da yapılan soruşturmalar sonunda, Tebriz ve Tahran'dan sürekli olarak tüfek ve mermi, Musul'dan ise tüfek mermisi ve tabanca ithal edilmektedir".


Osmanlı hükümeti İngiltere'den yardım diliyor

Bu oldukça tehlikeli durumdan kaygılanan Osmanlı hükümeti, Doğu Anadolu'da İngiliz yetkililerin yardımlarıyla devrim yapmak için İngiliz hükümetine başvuruyor; ama Rusya buna karşı çıkıyordu. Osmanlı hükümetinin İngiltere'ye yaptığı bu başvuru, güçlü devletler arasında tartışmalara yol açıyor; o devletlerin İstanbul'daki büyükelçileri, Anadolu'da ıslahat yapılması konusunda, 1913 yılı yazında, Osmanlı başkentinde görüşmeler yapıyor ve Rusya'nın hazırlamış olduğu bir ıslahat projesi biraz değiştirilerek, 8 Şubat 1914'te Osmanlı yönetimine zorla kabul ettiriliyordu. İttihat ve Terakki hükümeti, projeye ilkin karşı çıkıyordu, çünkü onun, Doğu Anadolu'yu Rus koruyuculuğu altına koyarak Türkiye'nin bölünmesine yol açacağına inanıyordu; ama Türkleri destekleyen Almanlar da öteki devletlerle birleşince, projeyi kabulden başka çıkar yol bulamıyordu.

Doğu Anadolu ıslahat projesi

Söz konusu ıslahat projesi, Doğu Türkiye'nin altı iline ve Trabzon'a geniş ölçüde özerklik veriyor; onları iki yönetim kesimine ayırıyordu: 1. kesim Erzurum, Trabzon ve Sivas'tan; 2. kesim ise Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır'dan oluşacaktı. Her kesim, geniş yetkilere sahip Avrupa'lı bir genel müfettiş tarafından yönetilecekti. Bu genel müfettişler saptanmış bir sürece Padişah tarafından atanacak, ama ancak güçlü devletlerin izniyle görevlerinden alınabileceklerdi. Kürt ve Ermeni militanların fesadı ve isyan davranışlarının güçlenmeye başladığı bu sırada, Osmanlı hükümeti, çok üzücü olan ve Kürtleri hiç de memnun etmeyen bu islahat projesini gönülsüz olarak uygulamaya çalışıyordu. Ancak, 1914 yılı Mart ayında Bitlis'teki Kürtler arasında huzursuzluk belirtileri görülüyordu.

Cemal Paşa'ya bakılacak olursa, bu sıralarda Rusya, Doğu Anadolu'da barışın egemen olmasına muhalif bir politika izliyordu. Bu politikayı etkin yapabilmek için, ilk olarak Doğu Türkiye'de bir himaye kurması, Avrupa'nın Ermenilere karşı olan sempati duygularını yeniden kamçılaması, Kürt Beylerle etkili şeyhleri hükümete ve Ermenilere karşı kışkırtması gerekiyordu. İşte Rus yönetimi, dikkatle hazırlanan böyle bir plâna dayanarak, Abdurrezzak Bedirhan'ı destekliyor; ona çok miktarda para sağlıyor ve Bitlis'teki Rus konsolos aracılığıyla, 1914 yılı Mart ayında Şeyh Sait Molla Selim'i hükümete karşı ayaklanmaya kışkırtıyordu. İttihat ve Terakki hükümeti, Rusya'nın Doğu Türkiye'yi işgal etmesi olasılığından o kadar korkuyordu ki, Şeyh Sait Molla Selim'in ayaklanmasını bir özür olarak kullanacağını sanıyordu.


Bitlis'te yeni Ermeni-Kürt olayları

Bu arada, Osmanlı başkentindeki Alman büyükelçi, 9 Nisan'da hükümetine gönderdiği yazıda, Bitlis'teki Ermeni başpiskoposunun, 1 Nisan'da İstanbul'a şu telyazısını gönderdiğini bildiriyordu: "Kürtler, kentin dolayla-rında saldırıya geçtiler; korkunç bir çatışma sürüyor. Her yanda anarşi var; ölümü bekliyoruz. Lütfen yardım gönderiniz". Bitlis'teki Amerika'lı misyonerlerin daha sonra bildirdiklerine göre, Kürtler, kentin dış semtlerini ele geçirmişler; Türkler kaçmışlardı. Babıali, durumun ciddiliğini benimsemişti. Kürtlerin Rus ajanlarca ıslahata karşı kışkırtıldıklarına inanılıyordu. Osmanlı hükümeti, ülkeyi Rusya'ya teslim etmekle suçlanıyordu. 2.000 kişilik Kürt aşiret güçlerine karşı ancak 400 Türk asker direnmeye çalışıyor; bu erlerin sayısı, Muş ve Van'dan gelen berkitici güçlerle 1.000'i buluyordu. Buna karşın, Babıali, duruma egemen olabileceğine inanıyordu. Bitlis'teki Rus konsolosun, Ermeniler ateşi keserse Kürtleri yatıştırmayı üstleneceğini açıklamış olduğu bildiriliyordu.

Osmanlı önderlerden Halil ve Talat Beyler, Rusya'nın duruma karışacağına inanıyorlardı. Alman büyükelçi, bu olaylarda kimi İslâv komitelerinin kesinlikle parmağı olduğunu; Rus yönetiminin bundan haberi olmadığını iddia ediyor; Rusya'nın Türkiye'ye karşı uygulamakta olduğu siyaseti ve Rus büyükelçinin son zamanlarda vermiş olduğu demeçleri göz önünde tutarak, Rusya'nın, Türkiye'nin Doğu İlleri'ne karışmak için bir özür aradığına inanmıyor; ama yine de müdahale tehlikesi olduğuna, çünkü olaylar sürerse, Rusya hükümetinin gittikçe daha muhalif veya düşmanca davranışlarda bulunması olasılığına inanıyordu.

Birkaç gün sonra yayımlanan ve Bitlis'teki misyonerlerin göndermiş oldukları telyazısıyla büyük ölçüde doğrulanan resmi bir bildiriye göre, Kürt âsiler kentten püskürtülüyor; aralarında, önderleri Şeyh Sait Molla'nın da bulunduğu kimi âsiler Bitlis'teki Rus konsolosluğuna sığınıyorlardı. İstanbul'daki Rus büyükelçi M. de Giers, bu haberi alır almaz, İngiliz büyükelçi Sir Louis Mallet'e, "Kürtlerin Rus konsolosluğuna sığınmalarına izin verilmesinden ötürü gizlice üzüntüsünü beyan ediyor"; bu davranışın, isyanın Rus ajanlarca kışkırtılmış olduğu izlenimine yol açacağını; ama Kürt âsileri teslim edemeyeceğini; Rus konsolosa, onları kaçırmak için talimat göndereceğini söylüyordu.

20 Mayıs'ta, Sadrâzam, Hoy'daki Rus konsolos tarafından kışkırtılan Kürtlerin yeniden isyan ettiklerini; Rusya'nın koruyuculuğu altında bulunan Abdurrezzak'ın, geniş kapsamlı bir Kürt akımı örgütlemekte olduğunu; ama Osmanlı hükümetinin hazırlıklı bulunduğunu ve ordunun, bu akımı bastırmaya hazır olduğunu İngiliz büyükelçi Mallet'e bildiriyordu. Mallet, Sadrâzama, Rus büyükelçiyle bu konuda ivedilikle görüşmesini salık veriyor; Sadrâzam, bu öğüte uyuyor; Rus büyükelçi, sözü edilen Rus konsolos hakkında soruşturma yapmaya söz veriyor, ama gerçekte hiçbir davranışta bulunmuyordu.

Yeni Rus kıştırmaları

Van'daki İngiliz konsolos yardımcısının, "yerel katların ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin sesi" olarak nitelendirdiği Çaldıran gazetesinin 1914 yılı Temmuz sayısında yayımlanan bir haberine değiniyordu. Bu habere göre, Hoy'da, Kürt aşiret önderleri, oradaki Rus konsolos M. Charikoff (veya Chernoff) başkanlığı altında bir toplantı yapıyor; toplantıda, "Kürtleri kışkırtmak için bildiriler basılarak dağıtılması; çeteler kurulması ve onlara, son günlerde dış ülkelerden getirilmiş olan 500 silâhın dağıtılması" kararları alınıyordu. O sırada Rusların, Türkiye'nin Doğu İlleri'nde Kürtlerle birçok düzenler çevirmekte olduklarını gösteren yeterli kanıtlar vardı. İngiliz Büyükelçi Mallet, bu bilgiyi 2 Temmuz'da Dışişleri Bakanlığı'na iletirken şu yorumda bulunuyordu: "İran'da olağan olduğu gibi, Rusya hükümetinin Asya ve Dışişleri Bakanlığı Dairelerinin değişik politika izledikleri veya aynı politikayı güderken değişik usullere başvurdukları görünümüyle yeniden karşı karşıya gelmiş olmanız olanaklıdır".

İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nda yetkili Eyre Crowe, 13 Temmuz'da şu yorumu yapıyordu: "Olağan Rus usulleri. Bu düzenlerden amacın, Ermenilerin hoşnutsuzluklarını arttırmak; aynı zamanda, Türk yetkisini azaltmak olduğu sanılır".

Bu Rus düzenleri sürerken, Doğu Anadolu'ya genel müfettiş atanan Norveç'li Binbaşı Hoff ve Hollandalı M. Westenek, 1914 yılı Mayıs ayında İstanbul'a ulaşıyor; bu olay Ermeni düşlerinin ve Kürt korkularının gerçek-leşmek ve Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmak üzere olduğunu gösteriyordu. Ancak, Doğu Anadolu'nun devrim projesinin ardında gizli bulunan Rus tehlikesinden oldukça kaygılanan Osmanlı hükümeti, genel müfettişlerin yetkilerini sınırlandırmaya çalışıyor ve Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, onların görevlerine son veriyordu.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Akıl, Öz eleştiri, Özgürlük ve Sonuç !..

Akıl, Öz eleştiri, Özgürlük ve Sonuç !..


Erdal Akalın 
06.12.2017


Doğanın insanlara en adilce dağıttığı nimet akıldır, demişler.   Gerçekten öyle midir? Sanmam!   Ama hiç kimsenin kendi akıl payından yakındığını da görmedim ve hatta duymadım diyebilirim.  Nedeni ise basittir; çünkü insanoğlunun kişisel aklını beğenmemesi için kendi aklından ötelerini bilecek kadar bilge olması gerekir.

Bizler gibi sıradan insanları tanımlamak üzere Persius şöyle bir kelamda bulunmuştu;

“Sağlıklı olmak ve yaşamak, işte benim bütün bilgim!”.   İşte bilgiyi bu denli saflaştırabiliyorsak, akıl payımızı değilse bile öngörümüzün ve düşüncelerimizin yetersizliğini eleştirebilmek şansına sahip olabiliriz.   Bunun püf noktası da özgürce özeleştiri yapabilmek erdeminden geçer.

Örneğin; MEB görevine atanan Sayın İsmet Yılmaz’a alıcı gözle bakarak, atanmasını takiben demeçlerini ve talimatlarını okursak, kendi akıl hissesinden şikâyetçi olmadığının ipuçlarını bulabiliriz.  Galiba kendisi dışında bir dünyası olmadığı için, değil özeleştiri yapmak,  kendisine yöneltilen eleştirileri bile anlamak çabası göstermediğini düşünmek olasıdır.  Kendisine emanet edilen görevin gerek Anayasa ve gerekse Milli Tedrisat Yasası ile ilgilerini anlamak ve çözümlemek yerine, kendisini o makama taşıyanların ideolojilerine taşeronluk yapmak eylemlerine yakın durmasını başka nasıl izah edebiliriz!

Değiştirilen ve dönemin Sayın Cumhurbaşkanı tarafından onaylanan T.C.Anayasası’nın 42. Maddesinin dördüncü paragrafı açıktır; “ Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasa’ya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz”.   Bu hukuksal talimat, kişisel özgürlükler denerek veya kişisel inanç tercihleri diyerek eğitim ve öğretim kurumlarında Anayasa’nın uyulması zorunlu olan temel ilkelerinin yok sayılamayacağını vurgulamaktadır.  Sayın Milli Eğitim Bakanı ise hem Anayasa ve hem de yüksek yargı hükümlerini yok sayarak okullara sadece kendi inanç ve dolayısı ile akıl alanı içinde geçerli sayılacak talimatlar gönderirse, Sayın Bakan’ın kendi kişisel akıl payından çok mutlu olduğunu düşünmez misiniz?

Acaba, Sayın Milli Eğitim Bakanı’na 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in şu yorumunu aktarsak yararlı olur muyuz ; “ Laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin temel taşıdır.” Ve devam edersek ; “ Anayasa’da temel hak ve özgürlüklerin, laik cumhuriyeti zedeleyecek biçimde kullanılması önlenmiş, gerekirse laik cumhuriyeti korumak için temel hak ve özgürlüklerin sınırlanabileceği kabul edilmiştir”.   Bu denli açık ve berrak talimat ve yasal maddeler varken ve veliler çocuklarının bilim ağırlıklı öğretim görmesi için imza toplarlarken; “ müfredat değişikliğine gerek yoktur, okullarımız dini temeli esas alacak şekilde eğitim ve öğretime devam edecektir” mealli talimat göndermek, herhalde kendi akıl payından çok mutlu olan insanlara özgü olmak gerekirdi!

Konuyu tartışmak için ortam ve kişiler uygun olmazsa, tartışmadan bir sonuç değil, olsa olsa kargaşa çıkar.  Açık ve belirgin yasal hükümleri yorumlamamak üzere direnen, akılla değil, ideolojik taşeronlukla konuya yaklaşan Sayın Milli Eğitim Bakanı ile hangi aklı başında ve yasalara saygılı veliler tartışacaklar ve birlikte doğruyu bulacaklar?  Zaten Sayın Bakan, kendisine gazeteciler tarafından yöneltilen sorulara bile ‘bidakka, bidakka!’ diyerek yanıt vermemek için alandan kaçıyorsa, sorunumuzu kimler çözecektir?

Devam eden tartışmalarla da bir doğru yöne gidilemeyeceği anlaşılmış gibidir zaten!   Galiba Platon haklı çıkmıştır sonunda.  Hani, Devlet adlı eserinde şöyle demişti, anımsayacaksınız; “Akılca ve ruhça zayıf olanlarla tartışmayı yasaklıyorum!”.

Sonuç olarak, AKP ve iktidara eklemlenen MHP, hasattan pay almak adına eğitim dünyamıza rüzgâr ekmişler ve bizlere fırtına bırakmışlardır.   Şu kadar gün geçmiş olsa bile doğru bir sınav sistemini dahi kotaramamışlardır.  Son deneme sınavı ki, galiba adına da ‘Abide’ denmiştir, öğrencilerimizin başarısızlığı halen acı ile sırıtmaktadır.

Herhalde, tüm MEB teşkilatı da kendi akıl paylarından memnundurlar!  Aksi halde ortaya çıkardıkları kargaşayı çözümlemek için de, örneğin; Talim Terbiye Kurulu Başkanı’nın öfke saçan konuşmalarını bir hitabet sanatı sayarak sorunu çözemeyeceklerini anlamış olsalar gerekirdi.  Üstelik anlaşılan odur ki, bu vatanın sadece % 46 oy oranıtoplayana ait olmadığını sonunda mutlaka yargı makamları kendilerine bir kez daha anımsatırlar şeklindeki iyimser beklentilerimizin ve umudumuzun da karaya vurduğu günlerden geçiyoruz.

Milli Eğitim Bakanı’na gelince, O’da günü gelince tarihin kendisini sorgulayacağına boyun eğecektir ama yitirilen kuşaklarımıza yazık olacaktır!..

Kıssadan hisse : “ Eğer vatan tehlikede ise, her şey vatana aittir” (Danton ).

  Erdal Akalın (06.12.2017)

http://www.atayurtgazetesi.com.tr/akil-ozelestiri-ozgurluk-ve-sonuc/

***

Güle Güle Makedon!

Güle Güle Makedon!

6.12.2017 19:03



HİKMET ÇİÇEK 
hikmetcicek01@gmail.com

Necla Küçük, İstanbul-Gayrettepe, 
Yıldız Posta Caddesi, Gönenoğlu Sokak, Fidan Sitesi'nde, A blok 4/9 no’lu Dairenin kapısının çalındığını duyduğunda tarihler 21 Ocak 2008 gününü gösteriyordu. 
Polisin kuşattığı yer emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün evidir. 
Emekli generalin eşi Necla Küçük için hayatında hiç beklemediği bir süreç başlayacaktır. 
Aynı saatlerde Zeynep Küçük’ün de evi basılacaktır. Tek gerekçe Zeynep Küçük'ün Veli Küçük'ün kızı olmasıdır. Zeynep Küçük'ün ceza hukuku serüveni böyle başlayacak ve Ergenekon davası sürecinde tecrübe kazanmış bir ceza hukukçusu olacaktır!

Necla Küçük de bir general eşiydi fakat onun hayatında öyle şaşalı yemeklere, resepsiyonlara, pırlantalara falan yer yoktu. Altı yıl boyunca Silivri cezaevinin 
görüş günlerini, duruşmaları hiç kaçırmadı. Sabırla gidip geldi. Her zaman sevecen, güler yüzlü, onurlu ve başı dik. “Ben Veli Küçük” kitabını yazarken öğrenmiştim, Necla Hanım’ın atlattığı ölüm tehlikelerini. Terörün en yoğun olduğu bölgelerde yaşamış, 19 kez ev taşımıştı. Bu, neredeyse iki yılda bir ev ve kent değiştirmek anlamına geliyordu. 20. kez de eşine yakın olmak için Silivri’ye taşınmıştı.

‘BİZİM MAKEDON’

Ergenekon tertibinin isimsiz kahramanları çoktur. Onların en başında yıllarca her duruşmayı takip eden, kapalı ve açık görüşleri kaçırmayan ana ve babalar, eşler 
ve çocuklar gelir. Hiçbir akrabalık bağı olmadığı halde dostluk ve dayanışma duygularını göstermek ve moral vermek için gelen yurtsever insanlar da bir o kadar çoktur. 
Necla Küçük Silivri Cezaevi'nin kapısını aşındırırken ciddi bir rahatsızlık geçirdi, hastalığı Veli Küçük'ten gizlendi.

"Suyun öte tarafından", Makedonyalıdır Necla Küçük. Veli Küçük ne zaman eşinden söz etse, sevecen bir dille "Bizim Makedon" derdi.

TENEZZZÜL ETMEDİ

"Balyoz" operasyonundan sonraydı. Genelkurmay'ın aklına, cezaevindeki emekli ve muvazzaf askerlerin aileleriyle yardımlaşma fikri nihayet gelmişti. 
Bir generali bir tertip sonucu tutuklanalı yıllar geçmiş, "bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye yeni soruyordu Genelkurmay.

Necla Küçük'ü de aradılar. "Bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sordular. Necla Küçük kendisine telefon eden yetkiliye "Hayır" diyerek teşekkürlerini iletti. 
“Hiçbir şeye ihtiyacımız yok.” Şerefli bir Türk subayının eşi böyle yaşıyor, böyle direniyordu.

Necla Küçük, eşi Veli Küçük’ün Ergenekon davasında iki kez ağırlaştırılmış müebbet ve 99 yıl ağır hapse mahkûm edildiği karar duruşmasında da vakur duruşunu sürdürdü. Davada bu kadar ağır ceza verilen iki sanık bulunuyordu. Ergenekon tertibinin şehitlerinden, emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'e de iki kez ağırlaştırılmış müebbet ve 117 yıl hapis cezası verilmişti. (Yüzbaşı Tekin, emekli olduktan çok sonra bir yasa değişikliği ile emekli kıdemli albay olacaktı.)

Son sözü Veli Küçük’e bırakalım:

“Samandağ’da görev yapıyordum. Kaçakçılığı engelliyorduk. Yakaladığımız kaçak maldan ikramiye alma imkânımız vardı. İlk defa ikramiye aldığımı hatırlıyorum. 
Üç yüz lira idi. Parayı olduğu gibi eve götürdüm, eşime haber vermeden, salonda divanın üzerine attım. Eşim bir çığlık attı ve bağırmaya başladı. Benim rüşvet 
yediğimi zannetmiş. Anlatıncaya kadar bir hal oldum."

Güle güle Necla Hanım. Toprağın bol olsun.

***



Hayalin Dinki Öldürmeyi planladığı duyumunu aldık ama değerlendirilmedi,


Hayalin Dinki Öldürmeyi planladığı duyumunu aldık ama değerlendirilmedi,


05.12.2017


Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin davada dönemin İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü Yıldız, cinayetten önce elde ettikleri "Hayal'in Dink'i öldürmeyi planladığı" bilgisini ilettiğini ancak bir değerlendirme yapılmadığını öne sürdü.

İSTANBUL

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin 85 sanıklı davada savunması alınan dönemin Trabzon İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü Yarbay Metin Yıldız, Coşkun İğci aracılığıyla cinayetten 6 ay önce elde ettikleri "Yasin Hayal'in Hrant Dink'i öldürmeyi planladığı" bilgisini, Trabzon İl Jandarma Komutanı'na ilettiğini ancak bu bilgiyle ilgili bir değerlendirme yapılmadığını öne sürdü.

İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada savunması alınan tutuklu sanık Yıldız, Dink cinayetinden 5 ay önce dönemin Trabzon İl Jandarma Komutanı Albay Ali Öz'e hitaben, "Arkadaşların elde ettikleri önemli bilgiler var. Yasin Hayal, Hrant Dink isimli gazeteciyi öldürmeyi planlamış" dediğini ve Öz'ün de kendisine "sonra görüşelim" cevabını verdiğini söyledi.

Öz ile görüştüğü istihbarat brifinginde jandarma istihbarat görevlileri Gazi Günay, Okan Şimşek ve Veysel Şahin'in de olduğunu aktaran Yıldız, komutan Ali Öz'ün bu konuyla ilgili kendilerine herhangi bir talimat vermediğini ve toplantıya katılanların tamamının bu bilgiyi doğruladığını savundu.

"Ali Öz'e, Coşkun İğci'nin verdiği bilgileri düzgünce izah ettim"
Yıldız, kendisine verilen bilgiyi toplantıda dile getirdiğini ve ertesi gün, not aldığı küçük bir kağıtla komutanı Ali Öz'ün odasına girdiğini anlatarak, "Söylenen bilgileri tamamen, düzgünce izah ettim. 'Bilgileri kim verdi?' dedi. 'TMO'da görevli Coşkun İğci isimli şahıs, Veysel Şahin'in tanıdığı kişi' dedim. 'Tamam, baksınlar o zaman' dedi. 'İstihbarat çalışmasına devam edilecek, başka emriniz var mı?' diye sordum. Tekrar emir vermedi, 'sonra emir veririm' şeklinde beyanı oldu. Odasından dışarı çıktıktan sonra Ali Oğuz Çağlar'a da köftecide otururken aldığımız duyumdan bahsettim." ifadelerini kullandı.

Duyum aldıkları dönemin Trabzon'da suçların en fazla arttığı dönem olduğunu söyleyen Yıldız, Dink'in öldürüleceği bilgisini komutana ilettikten sonra emir beklediğini ve diğer görevlerine yoğunlaştığını, ek görevleri nedeniyle ilettiği bilgiyi takip edemediğini ve bu konuda komutanından bir emir, talimat almadığını dile getirdi.

Cinayetin ardından Okan Şimşek'in kendisini arayıp bilgi verdiğini ve televizyona baktığında cinayeti öğrendiğini söyleyen Metin Yıldız, "Ben de komutana söyledim. Moralimiz çok bozuldu, elimiz kolumuz bağlandı ve iş yerime döndüm." dedi.

"Yasin Hayal'in bu eylemi gerçekleştireceği kesindi"
Cinayet faili Samast'ın babasının Trabzon Emniyet Müdürlüğü'ne gelerek cinayeti oğlunun işlediği yönünde bilgi verdiğini ve bu yönde ihbar alındığını da aktaran Yıldız, şöyle devam etti:

"İl Jandarma Komutanı, beni bütün bildiklerimi paylaşmam için il emniyet müdürlüğüne yönlendirdi. Ben de gittim. Emniyet şube müdürleri oturuyordu. İstanbul'dan gelenler de vardı sanırım. Bilgi paylaşmak maksadıyla Yasin Hayal ve üç-dört arkadaşıyla ilgili konuşuyorlardı. Yasin Hayal'in gözaltına alınacağını söylemişlerdi. Çok daha fazla bilgi vardı ellerinde.

Daha sonra istihbarat unsur komutanları Okan Şimşek, Gazi Günay, Hüseyin Yılmaz ve Veysel Şahin toplanıp beni çağırdılar. Askeri gazinodaki odamda buluştuk. Gazi Günay, 156 jandarma harekat merkezine yapılan ihbarın içeriğini de getirdi. Cinayetten sonra edinilen bilgiler, haber kayıt bildirim formu üzerine eklendi. Okan'a, 'ilk söylediğinde bu kadar bilgi yoktu' dedim. 'Yasin Hayal'e para gönderildiği gibi bilgileri ben size söyledim, siz de ilettiniz' dedi. Ben de 'bu kadar teferruatlı olduğunu hatırlamadım' diye söyledim. Çünkü yazılı bilgi değildi, bilgiler havada kaldı. Yasin Hayal'in ve 3-4 kişinin bu eylemi gerçekleştireceği kesindi. İstihbarat kusuru vardır, bunun bir mazereti yok."

"Ali Öz'e, küçük bilgi notu şeklinde arz ettim"
Yıldız, hazırladıkları haber kayıt formunu Gazi Günay'ın üst komutanlığa gönderdiği bilgisini vererek, elde edilen bilgilerin yazıldığı "görev sonuç raporu" ile üst komutanlığa gönderilen "haber kayıt formu" arasındaki farkları anlattı.

Komutanları Ali Öz'ün, "Coşkun İğci'den alınan bilgiyle ilgili hazırlanan görev sonuç raporunun neden kendisine arz edilmediği" şeklinde bir soru sorduğunu belirten Yıldız, "Bu bilgiyi akşam saatlerinde aldığım için, küçük bir kağıda yazmıştım ve kendisine okudum odamda. Küçük bir bilgi notu şeklinde arzım var. İsterse tabii ki bulup getirmeye mecburuz, komutandır." dedi.

Yıldız, Hrant Dink'e eylem yapılacağı bilgisinin sadece istihbarat şube bilgisi olmadığını, ortak çalışmayı, koordine olmayı gerektirecek bir bilgi olduğunu ifade ederek, "Diğer unsurlar bu bilgilere eklemeler yapabilir. Yasin Hayal ile ilgili istihbarat şubede kayıtlı tek bilgi, McDonalds'a koyduğu patlayıcıydı. Benden önce Hayal ile ilgili hiçbir bilgi yoktu. Bilgisayarın göçtüğü söylenmişti ve bilgi sunulmamıştı. Cinayetten sonra cumhuriyet savcılığı ve kayıtlardan araştırdılar, Hayal'in daha önce katıldığı eylemler ortaya çıktı. Bunlarla ilgili bilgim yoktu. Birçok suç işlediğini gördüm. Bu haberler alınabilse, belki daha farkla tedbirler alınabilirdi, iş ciddiye alınabilirdi. Edindiğimiz bilgilere ilave olarak, Yasin Hayal'in papazı dövdüğü, başbakanın uçağına bomba koyduğu, Çeçenistan'a gittiği bilgiler, cinayetten sonra öğrendiğim bilgilerdir." diye konuştu.

"İl jandarma komutanı sorumlu kılınmıştır"
Haber kayıt formu içindeki bilgiyi sonuçta başka bir birime ve üst komutanlığa gönderdiğini ileri süren Yıldız, "Parafım var, imzam var. Bu imza da şu mesajı içeriyor; 'bu bilgiye göre operasyon yapabilirsin, tedbir alabilirsin.' Bununla ilgili de zaten il jandarma komutanı sorumlu kılınmıştır." değerlendirmesini yaptı.

Görevli olduğu istihbarat şubenin suç öncesi bilgiyi 6 ay önce aldığını ve kolluk amirine bildirdiğini anlatan Yıldız, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Bilgi değerlendirilmemiş, alınmamış olsa istihbarat şube sorumlu olabilirdi ama bizim görevimiz, bilgiyi almak. En azından, 'suçun aydınlanması için değerlendirin' şeklinde kolluk amirine teklif eden yine benim. Görev sonuç kağıdı, en kısa sürede istihbarat müdüründen çıkmak zorunda. Haber kayıt bilgi formunun çekilmesine aracılık ettim, iyi niyetli olarak. Haber kayıt bildirim formunda yer alan bilgiler, Okan Şimşek ve Veysel Şahin'den alınan bilgilerin toplamıdır. Haber kaynağından alınan bilgi, ham bilgidir. Ogün Samast'ın cinayeti işlediği bilgisi basına çıktıktan sonra, söz konusu forma, bu bilgiyi de ekledik. Daha önce Samast'ın ismini bilmiyorduk. Kabaca hazırladığımız formu, İl Jandarma Komutanı'na okudum."

"İlk haber kayıt formunu bildirme yetkim yoktu"
Tutuklu sanık Metin Yıldız, 20 Ocak 2007 tarihli haber kayıt bildirim formunu göndermek için İl Jandarma Komutanı'ndan yetki aldığını vurgulayarak, cinayetten 6 ay önce, temmuz ayında elde ettikleri bilgiyi yetkisi olmadığı için gönderemediğini ve jandarma komutanının imzası olmayan haber kayıt formunu istihbarat müdürünün gönderme yetkisinin olmadığını söyledi. Yıldız, "Bildirme yetkim yok. Bildirilmesi için teklif ettim. Komutan, 'hazırlayıp getir' demediği için kendi başıma bildiremezdim. Bana, 'yapma' demedi, bir şey söylemedi." dedi.

Haber kayıt formunun gönderilme maksadının suçların tespitine yönelik olduğunu ve suç kapatmanın hedeflenmediğini savunan Yıldız, "Cinayetten 6 ay önce Coşkun İğci'den alınan bilgiyi gizleyecek olsam, haber kayıt formu gönderilmesini neden sağlayayım? İstihbarat zafiyetini gizlemek için verdiğim iddiası doğru değil. Çünkü ortada istihbarat zafiyeti yok. Zaten 6 ay öncesinden bilgi alınmıştır ancak bilgi değerlendirilmemiştir. Bunun nedeni de ben değilim. Hiç gönderilmeseydi bana böyle bir soru sorulmayacaktı." ifadesini kullandı.

"Gereksiz bir sahtecilik yapılmıştır"
Cinayetten sonra, 20 Ocak 2007'de hazırlanan görev sonuç raporunun kendisi için hiçbir anlamının olmadığını ve gereksiz bir sahtecilik yapıldığını öne süren Yıldız, "Çünkü görev sonuç raporu, haber kayıt formunun doğru ve yanlışlığını tespit etmiyor. Bir hafta sonra düzenlenmiştir. Görev sonuç raporunu düzenlemekle yükümlü olanlar sahaya gidenlerdir. Hazırlamakta ben yükümlü değilim. Benim için hukuki bir anlam ifade etmez." değerlendirmesinde bulundu.

Coşkun İğci'nin tehdit edildiği iddialarıyla ilgili de savunma yapan Metin Yıldız, Dink cinayetinden 3 gün sonra, pazartesi sabahı İl Jandarma Komutanlığı Harekat Merkezi'nde asayiş brifingi yapıldığını ve brifinge doğru yürürken Ali Öz ile konuştuklarını belirterek, "Komutan Öz, bana, 'Coşkun İğci Pelitli'de mi oturuyor? Pelitli sıkıntılı yer, İğci'nin bilgi verdiğini öğrenirlerse bir şey yapmasınlar ona. Okan gitsin konuşsun' gibi şeyler söyledi. Toplantıdan sonra kendisi konuyu açmadı. 'Okan, emrettiğiniz gibi Coşkun İğci ile görüşsün mü?' dedim, tasdik etti ve 'sağda, solda konuşmasın' diye söyledi. Okan da İğci'ye 3 personel olarak nasihatte bulunduklarını beyan etmiştir. Tehdit maksadıyla gitmediklerini ben de biliyorum. Tehdit değil nasihatte bulunduklarına yönelik ifadeleri var." ifadelerini kullandı.

"Komutanımın emriyle o ifadeyi verdim"
Cinayetten sonra idari soruşturma gereği müfettişlerin Trabzon'a geldiği günlerde Veysel Şahin'in kendisine geldiğini anlatan Yıldız, "Veysel Şahin, 'Ali Öz'ün kendisini odaya çağırdığı, İğci'nin bilgileri cinayetten sonra verdiğine yönelik müfettişlere ifade vermesi gerektiğini söylediğini' anlattı bana. Ertesi gün konuyu Ali Öz'e açtım. O da 'Veysel'e emir verdim, o şekilde ifade versinler' dedi. Veysel Şahin bana, 'komutan ne yaparsa onu yapacağız' dedi." diye konuştu.

Bu meseleyi istihbarat toplantısında dile getirdiğini ve İl Jandarma Komutanlığı'nda cinayet duyumunu Ali Öz'e aktardığını bilmeyen kimsenin kalmadığını söyleyen Yıldız, savunmasını şöyle tamamladı:

"Mesele nasıl kapatılacak belli değildi. Coşkun İğci'nin ifadesinin alınacağı kesindi zaten. Evet kanunsuz bir emir yerine getirilmemeli, farkındayım. Hata yaptığımı da söylüyorum. O dönem tecrübesizliğim ve acemiliğim var. Eşimle ilgili sağlık problemleri vardı. Ali Öz gerekli kolaylığı sağlamıştı bana, ona gönül borcum oldu.

İfademi müfettiş Şükrü Yıldız aldı. 'Trabzon Emniyeti görevini çok iyi yaptı. Görevini yapmayan sen ve istihbarat şubesidir' demişti. Bu lafı hiç unutmuyorum. Komutanımın emriyle o ifadeyi verdim. Belki günü kurtardım ama Coşkun İğci ifade verecekti zaten. Yanlış bilgi verdiğimiz ileride ortaya çıkacaktı, bunu da biliyordum. Sonra Ali Öz tayin için dilekçe yazmamızı istedi. Gazi, Okan ve Veysel ile birlikte il dışına tayinimiz çıktı. Müfettiş ifadesinden sonra da aktif hiçbir görevim olmadı."

Yıldız'ın savunmasının ardından duruşma, devam ediyor.

Muhabir: Murat Kaya,Murat Paksoy,Muhammed Enes Can


http://aa.com.tr/tr/turkiye/hayalin-dinki-oldurmeyi-planladigi-duyumunu-aldik-ama-degerlendirilmedi/990288


---

KÜRESEL SERMAYENİN KUDÜSTEKİ İZLERİ ve SİYONİST PLAN



KÜRESEL SERMAYENİN KUDÜSTEKİ İZLERİ ve SİYONİST PLAN

Küresel Sermayenin Kudüs’teki izleri ve Siyonist Plan.. 

Prof.Dr.Sait Yılmaz 

12 Aralık 2017 

 Bugün Ortadoğu’daki tüm çatışma ve çekişmelerin arkasında, Batının özelde ise küresel sermayenin Ortadoğu enerji kaynakları üzerindeki oyunları olduğunu biliyoruz1. 
Ortadoğu’da yaşanan anlaşmazlıklar, krizler ve savaşlar din görünümlü sermaye savaşlarıdır. 

Bu savaşta Irak ve Türkiye, Avrupa’dan parayı kontrol eden Rothschild ailesinin payına düşmüştür. Amerikan atına binen Rockefeller ailesi ise CIA ve benzeri istihbarat ve askeri kurumları üzerindeki etkisi ile Türkiye içindeki oyunların arkasındaki baş aktördür. Küresel Sermaye ve onun bölgedeki kuklaları olan Suudi Arabistan ve daha geniş ölçekte Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkeler bugünkü çatışam ve çekişmelerin perde arkasındaki adresleridir. Son yıllarda Ukrayna, Ortadoğu ve İngiltere’de kukla hükümetler üzerinden Küresel Sermayenin ABD ve Avrupa’daki ayakları olan Rockefeller ve Rothschilds bir birilerine karşı önemli hamleler yaptılar. Ukrayna’da Rockefeller’in paralı askerlerinin amacı Rus gazının Avrupa’ya uzanan Ukrayna ayağını kesmekti. Rus gazprom, Avrupa’ya ihraç ettiği gazı Euro, Ruble veya diğer döviz üzerinden fiyatlandırıyordu. Gazın kesilmesi en çok Almanya’yı ilgilendiriyordu ve bu yüzden Ukrayna gelişmelerine soğuk bakıyorlar. Amerikanın Irak’tan Suriye’ye kuracağı Kürt kordidoru ve Suriye’deki kuzey ve güney etki bölgelerini birleştirme gayreti Rockefeller’in şirketlerine hediye edilecek. Rothschild ailesi Rus gazının Irak ve Suriye üzerinden diğer bir büyük boru hattı ile ihraç edilmesine karşı 2. 

Ruslar, Suriye ve Irak’taki gazprom yatırımlarından vazgeçiyor, sadece Suriye’deki askeri üsleri ile yetinecek gibi gözüküyorlar. Nathaniel Rothschild, Suudi petrolünün ABD’nin kurmaya çalıştığı Kürdistan’ın güneyinden yani IŞİD’tan boşalacak bölgeden Suriye-İsrail üzerinden ihracını planlıyordu. Bugün Libya, Irak, Suriye ve Yemen’de yaşanan savaşlar ve hatta Suudilerin içinde yaşanan son Prens tutuklamaları dahi perde arkasında küresel sermayenin kendi içindeki mücadelesinin yeni dönemeçleridir. Bu makalede, söz konusu 
mücadelenin Ortadoğu’da geldiği aşamayı ve yeni planlarını ele alacağız. 

Ortadoğu’nun kukla devletleri; Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri.. 

 Son iki yüz yıldır dünyada sanayi kapital ile finansal kapital arasında mücadele var. 1929 Büyük Depresyonu sonrası ABD başkanı Franklin D. Roosevelt, Yeni Anlaşma (New Deal) ile sanayi kapitalizmine geri dönüşü sağlamıştı. 1970’lerde Rockefeller ailesi dünyada finansal kapital dönemini yeniden başlattı. Petrol ticareti için altın yerine dolar kullanılmaya başlandı. Biraz geriye gidecek olursak, Hindistan ve Çin başta olmak üzere Asya’daki İngiliz sömürgeciliğinin ana vasıtası olan Britanya Doğu Hint Şirketi, 1776’da merkezini bugünkü 
Kuveyt’e taşımıştı. İngilizler tarafından Hint Okyanusu’nu kontrol etmek için stratejik önemde görülen Kuveyt, Irak’tan oyulan topraklarla oluşturuldu ve İngiliz korumasına alındı. 

1914’te Şeyh Mübarek El Sabah’a Osmanlıya karşı savaşma karşılığı bağımsızlık vaat edildi. 1920’de San Remo Anlaşması ile İngiltere ve Fransa, Ortadoğu petrollerini paylaştılar. Savaş sonunda Ortadoğu’da Osmanlı’dan alınan topraklar üzerinde petrol paylaşım bölgelerine göre cetvelle çizilmiş suni devletler kurulurken Körfez’de de İngiliz koruması altında bugünkü devlet taslakları ortaya çıktı. Açık Kapı Politikası’nı ilan eden ABD de, Ortadoğu’da petrol oyununa katıldı. ABD’den Rockefeller’in Standard Oil’i (Exxon, Mobil, Chevron’un babası), 
Texaco ve Gulf, İngilizlerin BP ile çoğunluğu Hollanda krallığı ve Rothchild’e ait Royal 

Dutch/Shell ve Fransız Compaignie de Petroles bu paylaşımın şirketleri oldular. Irak Petrol Şirketi ve İran Konsorsiyumu Avrupalı şirketler, Suudi ARAMCO ise ABD’liler tarafından kontrole alındı. 1949 yılına kadar ABD’nin dört atlısı Ortadoğu petrolünün %42’sini, Anglo-Dutch şirketleri %52’sini, geri kalan %8’ini ise Elf Total Fina ve diğer küçük petrol şirketleri kontrol ediyor du3. 


Resim: ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve Suudi Kralı Abdülaziz (1945) 

Ortadoğu’yu 1950’lerde İngilizlerden devralan ABD, bir Arap aristokrat tabakası yetiştirdi; bir şah (İran), sultanlar (Abu Dabi, Umman), emirler (Bahreyn, Kuveyt, Katar, Dubai) ve krallar (Suudi Arabistan, Ürdün, Fas). Fas’tan İran’a bu geçişli bölgede Amerikan silahlarına bağımlı askeri ittifaklarla kendine sadık rejimler oluşturdu. Bu ülkelerde ülke iç güvenliği, Amerikan sermayesinin gelişi, ülke elitlerinin özel beklentileri için CIA desteği sağlandı4. 1974 yılında petrol fiyatları aniden artınca ABD ile Suudi Arabistan arasında yapılan gizli anlaşmalar ile Petro-dolarların Amerikan ekonomisine dönüşü garanti altına alındı5. Anlaşma, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından yapıldı. Petrol, dolar 
karşılığı satılacak, karşılığında ABD, Suudi Arabistan’a silah satacaktı. Bunun Suudiler için en büyük faydası, Suudi hanedanını iktidarda tutma garantisi idi6. Artık ABD doları altın ile değil petrol ile destekleniyordu. Petrol almak isteyen her ülke FED’ten para satın almak zorunda idi. Bu borç paralar sadece kâğıt üzerinde veri idi ama yüzmilyarlarca dolar bu yolla ABD bankalarına yazıldı. Bu paraların gerçek olarak alınması ya da karşılığının başka şekillerde alınması için IMF’ye finansal polis görevi verildi. Körfez şeyhlerinin bu garanti parası, ABD borçlarının satın alınması demektir. Arap emirleri ve onların elit dostları aynı zamanda CIA’nın örtülü operasyonlarını finanse eder7, fazla paraları ile ABD silahı da alarak böylece ülke içinde kendi hanedanlıklarının ayakta kalmasını sigorta altına alırlar. 1973 yılından beri ABD silah satışlarının %65’i Ortadoğu’ya gitmiştir. Savaşların arkasında 'petrol şirketleri'nin, yani dünya piyasasına egemen olan BP-Amarco, Texaco-Chevron, Exxon, Mobil, Royal/Dutch Shell’in elleri bulunmaktadır. Ortadoğu'da petrol üreten ülkelerin, yönetimlerini sürdürmeleri ABD'nin çıkarlarına bağlıdır. Yoksa sonları Irak ya da Libya gibi olur. 

Amerikalılar tarafından iç ve dış düşmanlarından korunmak üzere 1950’lerden itibaren tahtı rehin alınan Suudi Kralı, Batıya sürekli ve ucuz petrol sağlamakla görevlendirilmişti. Suudi Muhafız Ordusu SAIC, Booz Hamilton, TRW ve Vinnell Corp. Gibi Amerikan şirketleri tarafından eğitilmeye başlandı. Kral kendi vatandaşlarına güvenmediği için hava kuvvetleri, ABD tarafından eğitilen Pakistanlı ve Mısırlı pilotlara bırakıldı. Suudiler, CIA/MI6/MOSSAD’ın dünya genelindeki örtülü operasyonlarının ana finansörü oldular 8. 
Hillary Clinton’un 2009’da yazdığı mailllerde Suudilerin cihatçı terörizmi finanse ettiği ile ilgili sözleri Wikileaks belgelerine de yansıdı. Suudi Arabistan din terörizmi üzerine kurulmuş, Vahabiliğin devlet ideolojisi olduğu bir ülkedir. 1741’den beri Vahabiliğin İslam anlayışının bugünkü IŞİD’tan farkı yoktur. Son 50 yıldır Suudi Arabistan Vahabizmin diğer bir ifadesi olan Sünni Selefizm ile tüm radikal cihatçı hareketlerin (El Kaide, İŞİD, Boko Haram, Eş Şebab vb.) finansörlüğünü yapıyor. Terör madalyonunun iki tarafında da olan 
ABD, Suudi Arabistan kraliyet tahtının garantörü ve onun terör faaliyetlerinin ana silah tedarikçisidir. 11 Eylül saldırılarını yapan 19 teröristten 15’i Suudi kökenli olmasına rağmen ABD, Afganistan ve Irak’a saldırdı. 

İngiltere, 1961-1971 yılları arasında Körfez ülkelerine bağımsızlığını verirken buradaki etkisi sona ermedi. Altı Körfez ülkesini yöneten ailelerin koruması İngiliz paralı askerlerine verildi. Bu tek aileli monarşiler zaten İngiliz sömürgeciler tarafından Ortadoğu’daki planları için seçilmişti ve bu altı aile arasında da bağlar kurulmuştu. Libya ve Suriye’ye yapılan askeri operasyonlara bu altı ailenin ve Suudi Arabistan’ın verdiği destek Rothschild/Rockefeller’e yeni petrol sahaları kazandırmaktan öte bir şey değildi. Körfez 
İşbirliği Konseyi’nin altı ülkesi (Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, BAE, Umman ve Katar) Batının vekil devletleri olarak Ortadoğu’da sahne gerisinde kirli roller oynamaktadırlar. 

Libya’da El Kaide teröristlerini silahlandıran ve Suriye’de de aynı teröristlerle iç savaşan çıkaran bu ülkelerin nasıl bir araya getirildiği az bilinmektedir. Hikâye 1979’daki İran Devrimi döneminde başlamaktadır. İran Şahı kaçınca ve İran Konsorsiyumu millileştirilince Rockefeller/Rothschild’in sahibi olduğu dört atlı (Exxon Mobil, Chevron Texaco, BP Amoco ve Royal Dutch/Shell) İran Körfezi’ndeki ham petrolü emniyete almak için yeni bir güvenlik sistemine ihtiyaç duydular. Körfez İşbirliği Konseyi içindeki altı ülke Ortadoğu petrolünün 
%66.5’ine dünya petrol rezervlerinin %42’sine sahipler. Suudiler, tek başına dünya petrol rezervlerinin %26’sına sahipler. 1981’de ABD ve Suudi hükümetleri Körfez İşbirliği Konseyi’ni kurduklarında Umman hariç hepsi OPEC üyesi idi. İran, Irak, Venezüella, Endonezya, Cezayir ve Nijerya gibi OPEC ülkeleri petrolü millileştirirken KİK üyeleri özelleştirdiler ve Dört Atlı’nın elinde olan petrol şirketlerinin verdiği paralardan kukla ülkeleri değil rüşvet ve yolsuzluk ağı içindeki elitleri faydalandı. KİK aynı zamanda Suriye, Lübnan ve Mısır gibi geleneksel ve milliyetçi jeopolitikten sapma idi. KİK Ekonomik Anlaşması ile ekonomileri tamamen liberalleştirildi, Batılı banka ve şirketlerin doğrudan 
yatırımlarına açıldı, serbest ticaret bölgeleri oluşturuldu. KİK ülkelerine gelen yabancı işçiler petrol eliti için ucuz iş oldu. 

Ortadoğu’daki Küresel Sermaye rekabeti.. 

 Trump ise finansal küreselleşmeye karşı. Onunla birlikte sanayi kapital ve ekonomide şirket hâkimiyeti öne çıkıyor. ABD’deki güç merkezlerinin son durumunu şu şekilde özetleyebiliriz9; 

 - Ekonomik güç eliti olan İsrail yanlıları ve Wall Street CEO’ları; Trump yönetiminde ekonomik ve siyasi kadrolara hakimler. Trump’ın üvey oğlu ve Ortodoks Yahudi olan Jared Kushner Ortadoğu konusunda baş danışmanı. Kushner, ABD’nin İsrail büyükelçisi David Friedman ve Jason Greenblatt ile birlikte Ortadoğu politikalarına İsrail ayarı veriyorlar. Wall Street’ten ise Hazine Bakanı Steven Mnuchin (eski Goldman Sach CEO’su), Gary Cohn (Wall Street’en danışmanı), Llyod Blankfein (Goldman Sach) gibi isimler öne çıkıyor10. 

 - Milli kapitalist elit; Trump’ın ekonomik milli müttefikkleri arasında stratejist ve ideologu olan Steve Bannon, CIA Direktörü Mike Pompeo, Beyaz Saray Ticaret 
Konseyi’ndeki Peter Navarro, Rotshchild’in eski direktörü ve şimdiki Ticaret Bakanı Wilbur Ross gibi isimler başı çekiyor. 

 - Güvenlik ve savunma sanayi kompleksine bağlı Pentagon Generalleri; Trump’a yakın fanatik general grubunun başında Savunma Bakanı James Mattis (Çılgın Köpek lakaplı), Korgeneral H.R. McMaster (Ortadoğu savaşları konusunda danışman), Korgeneral John Kelly (Ortadoğu’da rejim değiştirme meraklısı) sıralanabilir. 

 - Küresel sermayenin iş eliti; Exxon Mobil CEO’su ve Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ile Enerji Bakanı Rick Perry gibi isimler sayılmaktadır. 

 Yukarıdaki grupların içinde en etkili olanlar ekonomik elit ve generallerdir. Onları iş eliti ve milli kapitalistler izlemektedir. Bu kişiler belirli bir partiden gelmemekte, sık sık güç mücadelesi içinde yer değiştirmektedirler. Obama döneminde Wall Street ve Pentagon, Silikon Vadisi ve kitlesel medya ile gücü paylaşmıştı. Küresel bir emperyalist strateji içinde savaş alanları, serbest ticaret anlaşmaları seçilmişti. Trump döneminin başlaması ile küresel ekonomik ve askeri elit, ekonomik milliyetçiler, fabrika işçileri ve korumacı iş eliti ile ittifak 
yaptı. Trump’ın kilit ekonomik kadroları İsrail yanlısı neoliberaller ve ekonomik milliyetçiler arasında paylaşıldı ancak sekiz ay sonra bu grubun yerine Trump’ın generalleri ile ittifak halindeki Siyonist-küreselciler geldi. Trump, Bannon’un ekonomik milliyetçi stratejsini Obama’nın çoklu savaş askeri yaklaşımı ile değiştirdi ve artık ABD gücünü emekli general elit yönetiyor. 

 İsrail ayarı alan Trump, Suudi Arabistan ile ilgili şantaj politikasında akıl almaz yöntemler uyguluyor. Bu aslında ABD’deki Rockefeller kanadı ile küresel sermayenin Avrupa’da ki kurgusunun beyni olan Rothschild ailesi arasındaki son dönemde artan çekişmenin de bir parçasıdır. Suudi Arabistan’a giden Trump, şantajın ilk ayağında yüzmilyarlarca dolarlık modası geçmiş silahı bu ülkeye zorla satma anlaşmaları yaptı. Şimdi Trump yönetimi seçim döneminde aleyhine çalışan Suudi prenslerinin servetlerine el koyuyor. Suudi Prensler, ABD ajanları ve paralı askerler tarafından sorgulanırken, bu süreçte Prenslere 'işkence' ediliyor. Gözaltında bulunan Prenslerin banka hesapları dondurularak, toplam 194 milyar dolarlık bir miktara el konuldu. Bu prenslerden birisi Lübnan başbakanı Hariri ile de ortak olduğu için Suudi Arabistan’da rehin alındı. Ancak, bu şirkete ortak olan Fransa, Hariri’yi kurtardı. Şu anda rehin tutulan prensleri Amerikan özel istihbarat şirketi Blackwater sorguluyor. Suudi Arabistan’da prenslerin havadan kazandıkları ve el konulacak paranın 1 trilyon dolar civarında olduğu söyleniyor. 

Wikileaks belgelerini yayan Julian Assange ile yakın ilişkileri ortaya çıkan David de Rothschild, Fransa’nın yeni başkanı Sosyalist Macron’u da bulan kişidir. Macron, 2008 yılında Rothschild’s & Co Banque bankası içinde kariyer yapmaya başladı. 2012 yılında Hollande başkan olduğunda Macron bankadan ayrıldı ve Elysee Sarayı’nda genel sekreter yardımcısı olarak çalışmaya başladı. 2014 yılında ise Ekonomi ve Sanayi Bakanlığı’nda Fransız pazarının liberalleşmesi görevi aldı. Başkanlık seçimlerine girdiğinde Fransız medyası onu Rothschild’in adayı olarak tanıttı. 13 Haziran 2017’de Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünün başındaki Richard Rockefeller öldü. Bu örgüt dünya genelinde beş yaşın altındaki çocuklara aşı yapıyordu. Rockefeller’a ait düşünce merkezlerinin dünya nüfusunu azaltma çalışmaları bilindiğinden aşı faaliyetlerinin amacı da şüpheli idi. Bu ailelerin şampuan, sabun, diş macunu gibi ürünlere sperm öldüren kimyasallar koydukları ve günlük yiyeceklerimize kansere neden olan kimyasal katkılar koydukları iddia edilmektedir. Son olarak 18 Kasım 2017’de Rothchild’lerin İngiltere’deki evlerinin yakınında bir helikopter şüpheli bir şekilde düştü ve dört kişi öldü. 

 Siyonist Plan ve Kudüs.. 

ABD’de çoğu güney eyaletlerinde yaşayan 40 milyonda fazla Hıristiyan Siyonist, İsrail’i desteklemenin kendilerine İncil’den verilen bir görev olduğunu düşünmektedir. 
ABD’deki İsrail yanlısı en büyük bloku temsil eden bu köktenciler, Tanrı’nın İsrail’e görev verdiğini ve Yahudilerin seçilmiş halk olduğunu düşünmektedir. Siyonist evanjeliklere göre Tanrı verdiği sözü tutacaktır. Bu bir Yahudilik bağı değil, dini inanış gereğidir11. Evanjelik Hıristiyan Siyonistler, Yahudi Siyonistlerle yakın ortaklık içinde Beyaz Saray ve böylece ABD Başkanlığını kontrol etmektedir. Bu kontrol, ABD’nin dış politikası özellikle Ortadoğu üzerinde etkili olmaktadır. ABD, kendi halkının ödediği vergiler ile her yıl İsrail’e milyarlarca dolar değerinde silah ve araç vermektedir. Eski NATO Komutanı Wesley Clarck’ın açıkladığı gibi Pentagon’un beş yıllık yol haritasında yedi ülkede (Irak, Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan) ile savaş vardı. Trump dönemine ise İsrail ve Suudi Arabistan ile birlikte İran’a karşı yapılacak savaş düştü. Şimdi bu savaşın sahnesi geliştiriliyor. Siyonist Plan, İslam 
ülkelerinin kukla devletler (Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri) kullanılarak bir araya gelmesinin önlenmesini, yeni Ortadoğu haritası ile küçük devletlere bölünmesini ve İsrail’in bölgesel bir emperyal güç haline gelmesini öngörüyor12. Tıpkı son beş yılda olduğu gibi İran senaryosunda da İsrail’e öncü görev verilmiyor, özel bir askeri misyon yüklenmiyor. Bununla beraber savaşı tetiklemek için bir İsrail provokasyonu yani saldırısı öngörülüyor. 2004’de yapılan senaryoya göre, İran karşılık verince Batılı ülkeler İsrail’i savunma görevi ile harekete geçecekler. Suriye’deki ABD’nin de facto Kürt bölgeleri yani etki sahası ve üsleri ise bu dönemde çok işe yarayacak. ABD, Türkiye’ye hava savunma füzelerini yasaklaya dursun, İsrail’i İran füzelerine karşı koyacak X Band radar sistemlerini 2009’da kendi eliyle kurdu ve Pentagon hava savunma sistemine entegre edildi. 

  ABD Başkanı Trump’ı David Rockefeller iktidara taşımıştı ve onunla bir Üçüncü Dünya Savaşı’na gidecek yolu açacaktı. Ancak yerini alan Jacob Rockefeller, Trump’ı istemiyor ama Kudüs’ü başkent ilan etme karşılığında geçici bir koruma sağladı. Küresel sermaye içinde uzun zamandır yaşanan Rockefeller ve Rothschild çekişmesi yeni bir döneme girdi. Amerikan askeri gücünü elinde tutan Rockefeller ailesi, Evangelizm ile Yahudiliğe de hizmet ettiğini iddia ediyor ve dünya liderliğinde Rothschild ailesini pasifize etmeye çalışıyor. 

Dünyadaki para, altın tüm değişim birimlerini kontrol ettiklerini söyleyen Avrupa’daki Rothchild ailesi ise Yahudiliğin gerçek adresi ve dünya lideri olarak kendilerini görüyorlar. 

Yani dünaydaki savaşların arkasında Rockefeller, paranın arkasında Rosthschild var. Ortadoğu’ya gelecek olursak Katar gazının arkasında da olan Rothscild, Suudi Arabistan petrolünü İsrail’e taşımak istiyor. Trump’ın tutuklattığı Suudi prensleri Rothschild’in ortakları idi. Suriye’nin ve Irak’ın içinin oyulması ile yeni Ortadoğu haritası şekillenmeye başlıyor. 
Suudi cephesindeki Kürdistan destekçileri İsrail ile Neocon ve Neoliberalller şimdi Suudi Arabistan’ın içini düzenliyor13. Esat karşıtı Avrupa cephesi ise kaos içindedir. Fransa, Hariri’yi kurtarayım darken Lübnan’tamamen İran’ın etki sahasına bırakıyor. Almanya’da küreselciler ile ulusalcılar arasındaki çekişme seçimleri ve Merkel’in kaderini belirleyecek. İngiltere’de ise istikrarsız bir hükümet var ve AB ile zorlu görüşmelerle meşgul. Bu üç ülkenin Suriye’ye ayıracak ne zamanı ne de parası var. Yeni Ortadoğu’da IŞİD’in yok olması 
ile yeni çatışmalar için yakın-sona giriyoruz. Kartlar yeniden dağıtılıyor ama safları küresel sermaye ve arkasındaki İsrail belirliyor. Kudüs ise yeni savaşların tetikleneceği yer. 


DİPNOTLAR;

1 Küresel Sermaye’nin geçmişi ve Türkiye’deki uzantıları için bakınız; Sait Yılmaz, Küresel Sermaye ve Türkiye, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2017). 
2 Voice of Russia,
   http://voiceofrussia.com/2014_06_18/Putins-aide-proposes-anti-dollar-alliance-to-force-US-to-end-Ukraines-civil-war-8030/ 
3 Dean Henderson, Big Oil & Their Bankers In The Persian Gulf: Four Horsemen, Eight Families & Their Global Intelligence, Narcotics & Terror Network, CreateSpace, (2010), 132. 
4 Henderson, ibid, (2010), p.41. 
5 Peter Dale Scott, American War Machine: Deep Politics, the CIA Global Drug Connection, and the Road to Afghanistan, Rowman & Littlefield Publishers, 2010, p.316. 
6 Ellen Hodgson Brown, Web of Debt, Third Millennium Press, (2007), p.142. 
7 CIA’nın Ortadoğu’daki örtülü opersyonları için bakınız; Sait Yılmaz, İsmail Alagöz, CIA ve Ortadoğu, Kripto Yayınları, (Ankara, 2017). 
   http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/shows/saud/art/cronp3.jpg
8 Henderson, ibid, (2010), 144. 
9 James Petras, Who Rules America? The Power Elite in the Time of Trump, Global Research, (September 13, 2017). 
10 William D. Cohan, Can Wall Street Save Trump From Himself? Atlantic, (April 2007 Issue). 
11 Hans Stehling, Christian Zionists in America, (Global Research, December 09, 2017). 
12 Israel Shahak, “Greater Israel”: The Zionist Plan for the Middle East, Association of Arab-American 
University Graduates, (December 08, 2017). 
13 Federico Pieraccini, The End of the Syrian War Is the Beginning of a New Middle Eastern Order, Strategic 
Culture Foundation, (November 28, 2017) 

 ***