2 Aralık 2019 Pazartesi

İNSAN HAKLARININ GENEL TARİHİ GELİŞİMİ,

 İNSAN HAKLARININ GENEL TARİHİ GELİŞİMİ,




   İnsan hakları fikri İlk Çağda yavaş yavaş yeşermeye başlamıştır. Mezopotamya, Çin ve Hindistan medeniyetlerinde insan hakları ile ilgili ilk fikirlere rastlanmaktadır.

    Özellikle Sümerlerde yazının keşfi ile birlikte hukuk düşüncesi yazılı hâle gelmiş ve diğer toplumları da etkilemiştir. Çin’de filozoflar devlet ve hukuk üzerine düşünmüşler ve insanların mutlu olacağı bir yönetimin nasıl olması gerektiği üzerine çalışma yapmışlardır. Hindistan’da ise hak ve özgürlük ile devlet ve hukuktan ziyade nefse hakim olma düşüncesi dikkati çekmektedir. 

İnsan haklarının tarihi gelişiminden bahsedildiğinde ilk fikir tohumlarının atıldığı ve uygulamanın ilk örneklerinin görüldüğü eski Yunan akla gelmektedir. Özellikle Sofistler insan hakları fikrinin oluşumuna büyük katkı sağlamışlardır. İnsanın doğası gereği özgür ve eşit olduğu Stoacılar tarafından ileri sürmüştür. 

Orta Çağda insan hakları açısından yeni bir dönem başlamış ve devlet egemenliği yumuşamaya başlamıştır. İlk başlarda Hristiyanlık, Tanrı önünde insanların eşit ve kardeş olarak kabul edilmesi ve laik bir yönetim anlayışına uygunluk sebebiyle insan haklarının gelişimine katkı sağlamıştır. 

Orta Çağda kilise kanunları ile beşerî kanunların çatışması sonucu kilise ile kral veya kilise, kral ve halk arasında derin ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Bu dört kuvvet olan kilise, kral, derebeyi ve halk arasındaki mücadeleler zaman zaman çatışmalara yol açarak kendi aralarında egemenliğin kısıtlandığı anlaşmaların yapılmasıyla sonuçlanmıştır. Bu karşılıklı kısıtlama getiren anlaşmalar sonraki çağlar için insan haklarının gelişmesinde yol gösterici olmuştur. 

Bu şekilde elde edilen insan hakları, sonradan elde edilecek insan haklarının müjdeleyicisi olmuştur.42

İslamiyette de Hristiyanlıkta olduğu gibi ilk zamanlar adalet ve eşitlik fikri gelişme göstermiştir. Ancak iktidarın sağlamlaştırılmasını müteakiben insan hakları alanındaki gelişmeler durmuştur. İnsan hakları, insanın bizzat insan olmasından dolayı tanınmamış olup Allah’ın lütfu ve insana tanıdığı imtiyazlar olarak takdim edilmiştir. Bu insan hakları Batı’nın insan hakları anlayışından farklıdır. Öncelikle insan haklarının kişiye tanınmış olması açısından büyük farklar bulunmaktadır. İnsan hakları, insana sadece insan olduğu gerekçesi 
ile maddî ve manevî varlığını geliştirmesi ve özgür bir birey olarak kendinî ifade edebilmesi amacıyla verilirken, İslam’da insan hakları toplum düzeninin sağlanması ve kişinin tehlikelerden korunması amacıyla verilmektedir. 

Orta Çağda toplumdaki güç kesimlerinin çatışması sonucu iktidarın kısıtlanması ile sonuçlanan en önemli ve bilinen anlaşma, 1215 tarihli İngiliz Büyük Hürriyet Fermanı (Magna Carta Libertatum)dır. Ferman ile kralın yetkileri kısıtlanarak halkın insan hakları alanı genişlemiştir. Kral John tarafından İngiliz halkına ihsan edilen ve Büyük Şart (Great Charter) olarak bilinen Ferman, İngiliz anayasal özgürlüklerinin temelini oluşturmaktadır.43 Ferman ile yönetimin keyfî muamelelerinin önüne geçilmesi, halka birtakım hakların tanınması, yöneten ve yönetenlerin bir kurala uyması gerektiği ve üstün hukuk kurallarının mevcudiyetinin kabul edilmesi açısından önem arz etmektedir. Ferman’da bireye can ve mal güvenliği tanınmış olup keyfî yakalama ve ceza takibine karşı koruma gibi çeşitli kazanımlar elde edilmiştir. Fermanın imzalanmasında asıl sebep, zamanın ekonomik şartlarının kötüleşmesi sonucu, kralın sık sık vergi almasının ve askere çağırmasının önüne geçmektir. Aslında sadece, baron ile kral ilişkilerini tanzim eden Ferman, sonraları hukukçular ve özellikle 1628 yılında Haklar Dilekçesini (Petition of Rights) tanıyan Edward Coke tarafından siyasî bir doküman olmaktan ileri götürülerek hukukî vasıf kazanmış ve daha fazla anlamlar yüklenmiştir.44 

Fermanda insan hakları alanında önemli gelişmeler sağlansa da bu hakları gerçekleştirecek mekanizmalar tesis edilmemiştir. Eksikliklerine rağmen devlet iktidarının sınırlanması açısından belge insan hakları alanında ilk ve en önemli belge sayılmaktadır.45

Yeni Çağla birlikte Avrupa’da feodalite ortadan kalkmış yerine monarşik krallıklar ortaya çıkmıştır. Monarşik krallıklar egemenliğin kendilerine Tanrı tarafından verilmesi sebebiyle bunu kullandıklarını iddia etmişlerdir. Krallıkların egemenliği kendi adlarına tesis etmeleri egemenlik gider korkusuyla bu konuda daha kıskanç hareket etmeleri ile sonuçlanmıştır. Bu dönemde egemenliğin, bölünmez, devredilmez ve tek olduğu anlayışı hakimdir. 

Krallıkların egemenliği kıskanç bir şekilde kullanmaları, insan hak ve hürriyetlerinin aşırı derecede kısıtlanması ve insan hakları ihlâlleri ile sonuçlanmıştır. İnsanların doğuştan insan haklarına sahip olduğu anlayışı otoriter yönetimlerde filizlenmiş ve kısa zamanda yaygınlık kazanmıştır.46 

Bu dönem aydınları, 15. yüzyılda başlayan Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisiyle insan hakları alanında önemli felsefî çalışmalar yaparak insan haklarının düşünsel temellerinin oluşmasına önemli katkıda bulunmuşlardır. Dönemin 
sonlarına doğru yapılan düşünsel çalışmalar ve başkaldırı hareketleri sonucu mutlak egemenlik anlayışı zayıflayarak, insan hakları pozitif hukuka girmiş ve anayasalarda yerini almıştır. İnsan haklarının pozitif hukukta yer alması bu dönemde başlamış olup sonraki dönemlerde de tam olarak yerleşmesi sağlanmıştır. 

İnsanın sadece insan olması sebebiyle doğuştan insan haklarına sahip olduğu ve bu haklara müdahâle edilemeyeceği, dokunulamayacağı ve hakların bölünemeyeceği anlayışı bir sistem içerisinde bu dönemde ortaya çıkmıştır. 

Bu zamana kadar insan hakları alanında önemli çalışmalar yapılmış olsa da, bu çalışmalar bir sistem dahilinde ortaya çıkmamış ve insan hakları doktrinini oluşturamamışlardır.47

Yeni Çağda düşünsel alanda önemli gelişmeler yaşanırken uygulamada da önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Özellikle İngiltere’de kral ile baron ve halk arasındaki mücadelede adım adım başarılar kazanılmıştır. 1215 Büyük Hürriyet Fermanı ile başlayan iktidarın kısıtlanması 1628 Haklar Dilekçesi (Petition of Rights), 1670 Habeas Corpus Act, 1689 Haklar Bildirisi (Bill of Rights) ve 1751 tarihli Veraset Yasası (Act of Settlement) ile sonuçlanmıştır. İnsan hakları alanında elde edilen kazanımlar anayasa hukuku ile doğrudan bağlantılı olduğundan insan hakları tarihinin ve dönüm noktalarının anayasa hukuku açısından da bağlantılı olduğu söylenebilir. 

İngiltere’de insan hakları alanında meydana gelen gelişmeler esas itibari ile bir siyasal güç odağı olan ve aristokrasi diye tabir edebileceğimiz baronlar ve çevresinin krala karşı genel olarak iktisadî amaçlı yapmış olduğu mücadele sonucu elde edilen başarılardan oluşmaktadır. Yapılan mücadelede haksızlıkların giderilmesi ve baskıların önlenmesi amacıyla yapılmış olduğundan kabul edilen hükümler ampirik niteliktedir.48 Kabul edilen belgelerde tanınan hak ve özgürlükler insanın insan olmasından dolayı kabul edilen, devredilmez, bölünmez ve evrensel hak ve özgürlükler olmaması sebebiyle bir düzenli haklar listesi sunmaktan uzaktır. Buna rağmen İngiltere’deki gelişmeler insan haklarının gelişmesi ve ilerlemesine yol gösterici olarak katkı sağlamıştır. 

İngiltere’deki hak ve özgürlükler bildirileri sadece kralın kısıtlanması ve kötü muamelesinin önlenmesine yönelik olmaları yönünden de dikkat çekicidir. İnsan hakları alanında Amerika ve Fransa’da meydana gelen gelişmeler hem kralı hem de parlamentoyu kısıtlamaya yönelik olduğu hâlde İngiltere’deki insan hakları mücadelesi sadece krala karşı yapılmış olup, kralın yetkilerini kısıtlamaya yöneliktir. Bu durum İngiltere’de yasama organını sınırlayan bir üst norm olan anayasanın mevcut olmamasının da nedenini ortaya koymaktadır.49

İnsan haklarının oluşması ve varlığı iktidarın sınırlanmasına bağlı olduğundan, iktidarın sınırlandırılması alanında çalışmalar yapılmıştır. İktidarın sınırlandırılması genel olarak ‘Tabiat hâli’ ve ‘Toplum sözleşmesi’ vasıtasıyla düşünsel temelini bulmuştur. Toplum sözleşmeleri arasında en geçerli olanı ve uygulamada etkisi olanı John Locke’un (1632-1704) toplum sözleşmesidir. 

Locke’ın fikirleri dünyada geniş yankılar uyandırmıştır. Onun fikirleri Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Bildirilerini, anayasa hukuku ve temel hak ve özgürlükler alanındaki gelişmeleri etkilemiştir. Bu yüzden Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Bildirilerinde hiçbir düşünürün etkisinin Locke kadar olmadığı ifade edilmiştir.50

Yeni Çağın sonlarında insan haklarının anayasallaşması süreci başlamıştır. Bu bağlamda önemli aşamalarından birisi, kabul edilen insan hakları bildirileridir. 1776 Virginia İnsan Hakları Bildirisi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi bu bağlamda zikredilebilir. 

Federe devletlerden Virginia, doğal hukuk anlayışı doğrultusunda ilk olarak kendi anayasasını kabul etmiştir. (12 Haziran 1776) Anayasanın başına Haklar Bildirisi konularak insan haklarının anayasallaşma süreci başlatılmıştır. 

Haklar Bildirisinde insanların doğuştan eşit olarak haklara sahip olduğu, insanların yaşam ve özgürlüğünden mahrum bırakılamayacağı, bu bağlamda mülkiyete sahip olma, güvenlik, mutluğu arama ve elde etmenin herkesin doğal hakkı olduğu, bütün güçlerin kaynağının insanlar olduğu, devletin görevinin genel yararı ve insanların güvenliğini sağlamak olduğu, din özgürlüğünün herkesin kendi özgür iradesi ile icra edebileceği, basın özgürlüğünün özgürlüğün geniş kulvarlarından biri olduğu ve kısıtlanamayacağı belirtilmiştir. Bildiride Montesquieu’nun etkisi de bariz şekilde hissedilmektedir. Bildirinin 5. maddesinde yasama ve yürütmenin ayrı olduğundan ve yargının da ikisinden ayrı olması gerektiğinden bahsedilmektedir. 

Doğal hukuk anlayışı, ilk defa yaygın anlayışa göre ifadesini Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde bulmuştur.51 Ancak bu anlayış genel olarak yanlış bir kanı olup doğal hukuk anlayışı ifadesini ilk defa Virginia Haklar Bildirisinde bulmuştur. Amerikan Bağımsızlık Bildirisi de büyük ölçüde Virginia Haklar Bildirisinden esinlenmiştir. Bildiri Thomas Jefferson (1743-1826) tarafından hazırlanarak 4 Temmuz 1776’da deklare edilmiştir. Bildiri temelde Virginia İnsan Hakları Bildirisi ile aynı olmanın yanı sıra on üç koloninin bağımsızlığını kazanması üzerine anayasalarının başlarına koymuş oldukları haklar bildirisi (Bill of Rights) ile de benzerdir.52 Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde insan onuru ve yaşama hakkı bütün temel hak ve özgürlüklerin mihenk noktasını oluşturmakta dır. Bu hakların yanında Bildiride insanların eşit yaratıldığı, Tanrı tarafından insanlara dokunulmaz haklar verildiği, yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakkının bu haklar arasında yer aldığı, devletin hakları korumadığı taktirde insanların devleti değiştirerek yerine yenisini kurabilecekleri ve benzeri düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. 

Amerika kıtasında insan hakları alanında önemli gelişmeler meydana gelirken Avrupa’da toplum adeta kazan gibi kaynamaktaydı. Kral, soylular ve kilise mensuplarının çok rahat olduğu bu dönemin Fransa’sında toplumun yükünü çeken ve büyük çoğunluğu meslek erbabı olan burjuva hak ve özgürlükler açısından hiç de iyi durumda değildi. Kralın danışma organını (Etats Généraux) oluşturan burjuvazi siyasî iktidarı ele geçirmek, ayrıcalıklara son vermek ve temel hak ve özgürlükleri güvenceye almak amacıyla İnsan ve Vatandaş Hakları 
Bildirisini 27 Ağustos 1789’da yayınlamıştır. Bildiri ihtilâlciler ve yandaşları tarafından desteklense de muhafazakâr çevre tarafından kabul görmemiştir. Aynı zamanda kral bildiriyi onaylamamış ve sonrasında şiddet yanlılarının iktidara gelmesi üzerine durum daha da kötüleşmiştir. Ancak bildiri Fransa’da kısa vadede doğrudan uygulama alanı bulmasa da özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve genel irade ilkeleri bir kıvılcım olarak Avrupa ve dünya sistemini ateşleyerek yeni bir anlayışının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bildirinin başlangıç kısmında genel durumun kötü olmasının sebebi olarak insan haklarının bilinmemesi, unutulması, küçümsenmesi ve yönetim bozukluğu görülmüştür. 

Bildiride insanların özgür ve hukukî olarak eşit doğdukları, otoritenin halka dayandığı, halktan gelmeyen bir otorite ile hiçbir kişi ve topluluğun donatılamayacağı, devletin görevinin temel hak ve özgürlükleri korumak olduğu ve mülkiyet hakkının kutsal olduğu ifade edilmiştir. 
Bildiride ayrıca klasik hak ve özgürlüklerin yanında seçme, seçilme ve temsil  hakkı gibi siyasî haklara yer verilerek insan, insan olma sıfatının yanında vatandaş olarak da değerlendirilerek haklar sağlanmıştır.53

Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisinin getirmiş olduğu ilkeler Fransa’da kısa süreli olarak bastırılmış olsa da günümüz siyasî yapısının oluşmasını ve insan haklarının bu siyasî yapıda hangi şekilde yer alacağını etkilemiştir. Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları 

Bildirisi Amerika’da kabul edilen bildirilerden daha etkili olmuştur. Bunun sebebi Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisinde daha kesin ve net ifadelerin olması, hakların formüle edilmesinin evrensel nitelikte olması, zamanın yaygın dilinin bildirinin dili aynı dil olan Fransızca olması ve bildirinin etki alanının geniş olmasıdır.54 Bildiri soyut olmasından dolayı eleştirilse de soyutluğun metnin felsefî bakımdan tekrar okunmasına ve yeniden çok farklı yorumlanmasına imkan tanıması sebebiyle bildirinin etkisinin uzun ömürlü olmasını sağladığı 
ileri sürülmüştür.55

Amerika ve Avrupa’da kabul edilen bu bildiriler ile başlayan insan haklarının anayasallaşması modern anlamda anayasaların oluşturulması ile devam etmiştir. Bu bağlamda modern anlamda ilk anayasa 1787 yılında kolonilerin anavatan İngiltere’den kopup bağımsız bir devlet oluşturarak kabul ettikleri anayasadır. 1791 tarihli Fransız Anayasası da Avrupa’daki ilk modern yazılı anayasadır. 

Avrupa’nın ilk modern anayasası olan 1791 tarihli Fransız Anayasasında insanların doğuştan eşit haklara sahip oldukları, egemenliğin halka ait olduğu, halktan kaynaklanmayan yetkinin kimse tarafından kullanılamayacağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, mülkiyet hakkı ve baskıya karşı direnme hakkı kabul edilmiştir. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi, 1791 tarihli Fransız Anayasasının başlangıç hükümlerini oluşturmuştur. Fransız Anayasası büyük ölçüde 1787 tarihli ABD Anayasasından esinlenmiş olup, benimsenen ilkeler küçük değişiklikler ile bütün Avrupa ülkelerinin anayasalarında yer almıştır. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisinin Fransa anayasalarında yer alması bildiriye meşruluk ve hukukîlik kazandırarak bildiri ile anayasanın bütünleşmesini sağlamıştır.56 1793 tarihinde Fransa’da ilan edilen II. İnsan Hakları Bildirisi ile birlikte ilk kez sosyal haklar anayasada yer almıştır. Eğitim hakkı, iş bulma ve çalışamayacak olanlara sosyal yardım yapılması bu bağlamda kabul edilen haklardandır.57

Batı dünyasından insan hakları alanında önemli başarılar elde edilse de bu başarıların Batı’nın her tarafı için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Millî düzeyde elde edilen başarılar bir süre sonra fikir olarak evrensel bazda etki gösterse de kendi ülkelerinde gerileme ve zikzaklar olmuştur. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi ile kabul edilen haklar 1814 ve 1830 Şartları’nda evrensel olmaktan çıkarak Fransızların kamu haklarına dönüşmüş tür. 1831 tarihli Belçika Anayasası insan haklarının evrensel niteliğini 
gözardı ederek insanların değil Belçikalıların haklarını düzenlemiştir. 58

Yirminci yüzyılda yaygınlaşan anayasa hareketleri özellikle iktisadî ve sosyal haklar bakımından önemli örneklerin de görülmesini sağlamıştır. Klasik hakların yanında sosyal haklara da yer veren ilk anayasa, 1917 tarihli Meksika Anayasasıdır. Bu anayasada dinlenme hakkı, asgari ücret, sendika özgürlüğü, grev hakkı, iş şartları ve konut hakkı düzenlenmiştir. 
Ayrıca mülkiyet hakkının, genel menfaatler doğrultusunda sınırlanabileceği öngörülmüştür. 

İktisadî ve sosyal haklar bakımından popüler olarak adını duyuran, 1919 tarihli Weimar Anayasasıdır. Anayasa savaş sonrası Alman orta sınıfının lehine tarım, sanayi ve ticarette hükümler öngörerek orta sınıfın ezilmesinin önüne geçmiştir. Devletin vazifeleri Almanların sağlık ve ailesini korumak, çocukların bedenî, zihnî ve sosyal açıdan gelişmesi için gerekli önlemleri almak, gençliğe sahip çıkmak ve sosyal güvenlik teşkilatı kurmaktır. I. Dünya Savaşı sonrasında yapılan Estonya (1920), Çekoslovakya (1920), Yugoslavya (1921), Polonya (1921) ve Romanya (1932) anayasaları Weimar Anayasasından etkilenerek şekillenmişlerdir.59

1931 tarihli İspanyol Anayasası iktisadî ve sosyal haklara yer vermekle birlikte ayrıntıya girmemiştir. Bununla birlikte işçi ve köylülerin haklarını korumak ve çocuklarının haklarını korumak devletin görevleri arasında sayılmıştır. Ayrıca genel menfaat yararına mülkiyetinin millîleştirilebilmesi öngörülmüştür.60

II. Dünya Savaşı sonrası özellikle iktisadî ve sosyal hak eksenli anayasalar 1948’de yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin de etkisiyle yaygınlık kazanmıştır. Bu dönemdeki anayasalardan iktisadî ve sosyal haklara en fazla yer vereni 1947 tarihli İtalyan Anayasasıdır. 

Virginia İnsan Hakları Bildirisi ile başlayan insan haklarının anayasallaşması süreci, insan haklarının uluslar arasılaşmasıyla birlikte doruk noktasına gelmiştir. Hemen hemen tüm ülke anayasalarında klasik ve sosyal hak ve özgürlükler kabul edilmiştir. İnsan haklarının anayasallaşması süreci insan haklarının uluslar arası alanda yer almasıyla birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. 

II. Dünya Savaşı sonrası gelişmeler insan haklarının uluslar arası bir nitelik kazanmasını sağlamıştır. İnsan hakları devletlerin iç sorunu olmaktan çıkarak uluslar arası toplumun sorunu hâline gelmiştir. 

İnsan haklarının uluslar arası nitelik kazanması yönünde ilk adımı ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt atmış olup ifadesini 6 Ocak 1941 tarihli meşhur dört hürriyet demecinde bulmuştur. Roosevelt bütün insanlar için dört hürriyet adlı konuşmasında düşünce ve ifade hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, yoksulluktan kurtulma hürriyeti ve korkudan kurtulma hürriyetinden bahsetmiştir. Bu dört hürriyet büyük yankı bularak sonraki gelişmelerin habercisi olmuştur. 

İnsan haklarının uluslar arası nitelik kazanması yönündeki gelişmeler Beveridge Planı, Birleşmiş Milletler Demeci (1942), Roosevelt Beyannamesi (1944), Uluslararası Çalışma Örgütünün Demeci (1944), Dumbarton Oaks Planı (1944), Chapultepec Panamerikan Konferansı ve benzeri çalışmalar ile devam etmiştir. Bu çalışmalar 26 Haziran 1945’te San Francisco’da imzalanmış olan Birleşmiş Milletler Anlaşması ile gayesine ulaşmıştır. Birleşmiş Milletler Anlaşmasında amaç olarak uluslar arası barış ve güvenliğin sağlanması belirtilmişse de, bunu insan haklarını sağlamadan gerçekleştirmek mümkün değildir. BM Anlaşmasının başlangıç bölümünde “Bir insan yaşamı içinde iki kez insanlığa tarif olunmaz 
acılar getiren savaş felâketinden gelecek kuşakları korumaya, temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve büyük uluslarla küçük ulusların hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilan etmeye… karar verdik.”61 denilerek insan hakları uluslar arası arenaya girmiştir. BM Anlaşmasının, kurumun amaçlarının belirtildiği 1. maddesinin dördüncü bendinde “Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslar arası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslar arası işbirliğini sağlamak.”62 olduğu belirtilmiştir. Görüldüğü gibi BM’nin amaçlarından biri insan haklarıdır. Bunun gibi BM Anlaşmasının daha birçok yerinde insan haklarından söz edilmiştir. 

BM Anlaşması insan haklarını tanımakla birlikte hangi hakların insan hakları olduğunu belirtmemişti. Bu ihtiyaca binaen BM bünyesinde BM Anlaşmasının 68. maddesi uyarınca Ekonomik ve Sosyal Konsey tarafından oluşturulan İnsan Hakları Komisyonuna temel hak ve hürriyetleri belirten bir insan hakları belgesi hazırlama görevi 1946 yılında verilmiştir. 

ABD Başkanı Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt Başkanlığında İnsan Hakları Komisyonu görevini 18 ayda tamamlayarak hazırladığı tasarıyı BM Genel Kuruluna sunmuştur. 10 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu tasarıyı sekiz çekimser oya karşı kırk sekiz oyla kabul ederek “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”ni ilan etti. Bildirinin kabul edildiği 10 Aralık günü “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanmaktadır. 

Uluslararası alanda bu gelişmeler olurken bölgesel alanda da gelişmeler görülmektedir. 1949 yılında Avrupa Konseyi Statüsü imzalanarak Avrupa Konseyi bölgesel bazda teşkilatlanmaya başlamıştır. 1950 yılında ise günümüzün en etkili koruma mekanizması olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin varlık nedeni olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Roma’da imzalanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin diğer sözleşmelerden farkı etkili bir denetim sistemi getirmesidir. 

İnsan haklarının korunmasında öncelik devlete ait olup bu görev önleme ve denetleme organları ile yerine getirilmektedir. İnsan haklarının korunması için devlet kişilerin hak ve özgürlüklerini rahatlıkla kullanabilecekleri bir ortam oluşturmakla görevli olup, bu bağlamda işkencenin önlenmesi için personelin eğitilmesi ve sosyal hakların yaşama geçmesi için gerekli sosyal güvenlik sistemini kurması gerekmektedir. Denetim görevi olarak devletin adil bir yargı sistemi kurması, ihlâli yapanların cezalandırılması ve mağdurların mağduriyetlerinin giderilmesi için gerekli önlemleri alması gerekmektedir. Devletin önleme ve denetleme faaliyetlerine rağmen çeşitli siyasî, kültürel, ekonomik ve sosyal şartlardan dolayı insan haklarının tam olarak uygulanmadığı görülmektedir. En iyi hukuk sistemlerinden birine ve köklü geçmişine rağmen İngiltere’de verilen yargı kararlarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne götürülerek Mahkeme tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı bulunması devletin insan haklarını tek başına korumada yetersiz kaldığını 
göstermektedir.63 İnsanın varlığının değerli olması sebebiyle insan hakları ulusal bir mesele addedilmeyerek uluslar arası bir mesele kabul edilmektedir. 

İnsan hakları günümüz dünyasında tartışmasız olarak kabul görmektedir. Tüm dünya insanları, ülkeler ve diğer kişi ve topluluklar ilişkilerde insan haklarına saygıyı esas almaktadır. Hatta bazı ülkeler dış politikalarında insan haklarını bir gösterge kabul edip dış politikalarına insan haklarına saygı doğrultusunda yön vermektedirler. Dış politikasında insan haklarına saygıyı esas alan ülkelerin başında İsveç ve bölgesel kuruluşlarda ise Avrupa Birliği gelmektedir. 

İnsan hakları ülkelerin devredilmez, bölünmez, yanılmaz ve mutlak egemenlik anlayışlarını değişikliğe uğratarak ulusal egemenliğin yeni bir yaklaşımla değerlendirilmesi ile sonuçlanmıştır. Kıskançlıkla esirgenen tam egemenlik anlayışı “paylaşılabilir” egemenliğe dönüşmüştür.64 Uluslar arası ve bölgesel düzeyde insan hakları ile ilgili kurumlar kurulmuş ve egemenlik paylaşılmaya başlanmıştır. İnsan hakları alanında ulusal egemenlik argümanı geçerliliğini yitirmiş olup insan haklarının evrensellik niteliği güçlenmiştir. 

İnsan hakları alanında teorik planda önemli gelişmeler olurken uygulamada durumun pek de iyi olmadığı gözden kaçmamaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin ilanında bu yana yarım yüzyıl geçmesine rağmen Bildiride belirtilen hak ve özgürlüklerin çoğu sağlanabilmiş değildir. 1990 sonrası insan haklarında yoksulluk, ön yargı, terörizm, bilim ve teknolojideki gelişmelerin olumsuz etkileri gibi pek çok konuda paradoks yaşanmaktadır. 

İnsan hakları iç mesele sayılmayarak uluslar arası nitelik kazanmakta birlikte etkin bir uluslar arası denetim mekanizması oluşturulamamıştır. BM Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin denetim sistemi etkin olmaktan çok uzak olup adeta durum tespiti mahiyetinde dir. Ancak bölgesel bazda kurulan ve en etkin denetim mekanizması olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olumsuz durumu düzeltmekle birlikte uygulama alanı itibariyle kısıtlı kalmaktadır. Özellikle büyük devletlerin uluslar arası alanda işbirliği konusunda çekimser davranmaları insan haklarının uluslar arasılaşmasını engellemektedir. ABD’nin BM bünyesinde bağlayıcı denetim mekanizması 
kurulması konusundaki tavrı, söylemlerin uygulamaya nasıl geçirildiğini veya geçirilmediğini açıkça göstermektedir.65

Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde kapitalizmin kalbi olan İkiz Kulelere yapılan saldırıdan sonra insan haklarının karşı karşıya kaldığı tehditlerden en önemlisi ve tehlikelisi terörizmle mücadele adına yapılan insan hakları ihlâllerdir. Önceleri çok kültürlülüğü savunan özellikle ABD olmak üzere Batılı ülkeler 11 Eylül 2001 olayının ardından birden yöntem değiştirerek ülkeler işgal etmeye ve insanların hak ve özgürlüklerini kısıtlamaya başladılar. ABD tarafından önce Afganistan’ın, ardından Irak’ın işgali terörizmle mücadele adına modern fetih/işgal zihniyetinin icra şeklinden başka bir şey değildir. Irak’ta ABD kuvvetleri özgürleştirme adına bölge insanını bugüne kadar yaşamadığı zulme maruz bıraktılar. Her gün 
basın yayın organlarından duyduğumuz ve aynı zamanda kanıksadığımız “ABD kuvvetlerinin direnişçiler ile giriştiği çatışmada şu kadar insan hayatını kaybetti.” veya “ABD uçaklarının düzenlemiş olduğu hava saldırısında yüzlerce insan öldü.” türü haberler Saddam Hüseyin yönetimine rahmet okutturacak düzeydedir. ABD’nin bu özgürleştirme(!) mücadelesi küreselleşmenin güvenliğini sağlamaya ve ABD’nin ulusal çıkarlarını korumaya ve genişletmeye yöneliktir.66

11 Eylül 2001 olayları sonrası devlet tarafından basın yayın organları vasıtasıyla oluşturulan “öteki” paranoyası, kişi hak ve özgürlüğünü ihlâl etmektedir. İnsanlar sorgusuz sualsiz gözaltına alınarak günlerce özgürlüğünden mahrum bırakılmaktadır. Ötekiye karşı oluşturulan halk nazarındaki ön yargı sadece yabancı düşmanlığı ile kalmamakta, saldırgan davranışlara da dönüşebilmekte dir. 11 Eylül sonrası ABD’nin istihbarat örgütlerine suikast yetkisi vermesi durumun vahametini göstermektedir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

42 GÖZLÜGÖL, age., s. 41. 
43 David ROBERTSON, A Dictionary of Human Rights, London, 1997, s. 137. 
44 ROBERTSON, age., s. 137. 
45 Şeref ÜNAL, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi İnsan Haklarının Uluslararası İlkeleri, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No: 89, TBMM Basımevi, Ankara, 2001, s. 13. 
46 Anıl ÇEÇEN, “İnsan Haklarının Düşünsel Boyutları”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, C., 3-4, Yıl 1981-1982, s. 22. 
47 KAPANİ, age., s. 30. 
48 KAPANİ, age., s. 42. 
49 KAPANİ, age., 42-3. 
50 KAPANİ, age., s. 33. 
51 KAPANİ, age., 43. 
52 MUMCU, KÜZECİ, age., s. 74. 
53 ÜNAL, age., s. 20. 
54 KAPANİ, age., s. 46. 
55 Jean MORANGE, “İki Yüzyıl Sonra 1789 Bildirisi”, (Çev. İbrahim Kaboğlu), İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, C.12 (1990), s.190-1. 
56 Mehmet Semih GEMALMAZ, Ulusalüstü İnsan Hakları Hukukunun Genel Teorisine Giriş, Genişletilmiş ve Güncelleştirilmiş 3. Baskı, İstanbul, 2001, s. 76-77. 
57 Bahri SAVCI, İnsan Hakları Kanunîlik Yolu İle Korunması, AÜSBF Yayınları No:32-14, Ankara, 1953, s. 39-40. 
58 GÖZLÜGÖL, age., s. 61. 
59 ERDOĞAN, age., s. 157. 
60 SAVCI, age., s. 45-6. 
61 Uluslararası Temel İnsan Hakları Belgeleri, (Yayıma Hazırlayanlar: Ercan Durdular-İrfan Neziroğlu), TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Yayınları No: 18, Ankara, 2001, s. 4. 
62 Uluslararası Temel İnsan Hakları Belgeleri, s. 4-5. 
63 GÖZLÜGÖL, age., s. 68. 
64 Muzaffer SENCER, “Birleşmiş Milletler Bağlamında İnsan Hakları”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, C. 13 (1991), s. 33. 
65 Münci KAPANİ, “İnsan Haklarının Uluslararası Alanda Korunması: Yeni Gelişmeler ve Sorunlar”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, Yıl 1 (1979), s. 71. 
66 Yasemin ÖZDEK, “Küresel Yoksulluk ve Küresel Şiddet Kıskacında İnsan Hakları”, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayınları, Ankara, 2002, s. 21-22. 


***


İNSAN HAKLARININ EVRENSELLİĞİ,

 İNSAN HAKLARININ EVRENSELLİĞİ,




İnsan hakları, insanların ait oldukları gruplara, özelliklerine ve diğer ayırt edici taraflarına bakılmaksızın sırf insan olmaları sebebiyle tanınmış olan haklardır. İnsan haklarından yararlanmada insan olma özelliğinden başka bir özellik aranmaması, insan haklarının bütün insanlara tanınmış olması insan haklarının evrensel olduğunu gösterir. İnsan hakları en üstün ahlâkî haklar oldukları, siyasî hayatın temel yapı taşı oldukları ve siyasî uygulamaların düzenleyicisi anlamına geldiklerinden diğer ahlâkî, hukukî ve siyasî taleplerden önce gelirler. İnsan haklarının bu boyutu, insan haklarının ahlâkî evrenselliğini oluşturur.30

İnsan haklarının sırf insan olmaktan kaynaklanan evrensel olma vasfından başka bir evrensellik özelliği daha bulunmaktadır. Bu evrensellik insan hakları standartlarının uluslararası insan hakları sözleşmelerinde yer alması ve bunların dünyanın birçok ülkesi tarafından kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda uluslararası alanda insan hakları ihlâlleri suçlaması, en ağır suçlamalar arasında yer almaktadır.31 İnsan haklarının uluslararası alandaki sahip olduğu evrenselliğe, uluslararası normatif evrensellik denilmektedir. İnsan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmelerin ülkelerin iç hukukunda doğrudan etkili olması insan haklarının evrenselliğinin bir sonucudur. Hatta daha ileri gidilerek insan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmeler ile iç hukuk arasında çatışma çıkması durumunda sözleşmenin dikkate alınacağının düzenlenmesi insan hakların evrenselleşmesinde ileri bir noktayı göstermektedir. Bu bağlamda 07.05.2004 tarihli ve 5170 sayılı yasa ile 1982 Anayasasında ‘Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma’ başlıklı 90. maddede yapılan değişiklikle usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek 
uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağının düzenlenmesi, insan haklarının evrenselliğinin dikkate alındığının bir göstergesidir. 

İnsan haklarının evrenselliği hakkında yöneltilen eleştirilerin temel noktası, insan haklarının Batı kökenli olmasından kaynaklanmaktadır. İnsan haklarının Batı kültüründen kaynaklanması sebebiyle evrensel olarak kabul edilemeyeceği, bunu kabul etmenin Batı kültürünün diğer kültürlerden üstün olduğunu kabul etmek olduğu düşüncesi ileri sürülmüştür. Ayrıca Batılı olan değerlerin dayatma ile yükümlülük olarak yüklenemeyeceği belirtilmiştir. İnsan haklarının evrenselliğine yönelik eleştiriler genellikle Post-Modernistler, Marksistler ve İslamcılar tarafından ileri sürülmüştür. 

İnsan haklarının evrensel olarak kabul edilmesi, uygulamadan kaynaklanan sebeplerle eleştirilmektedir. Britanya Güvenlik Kuvvetleri’nin 1971 yılında Kuzey İrlanda’da kullandığı ‘sorgulamaya yardımcı beş teknik’ olarak bilinen sorgu teknikleri, 1976 yılında Avrupa Komisyonunda işkence teknikleri olarak kabul edilirken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından 1978 yılında bunların işkence oluşturacak yoğunlukta görülmemesi, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele olarak tespit edilmesi, insan haklarının uygulamada nasıl farklı 
şekilde değerlendirildiğine örnektir. Bu durum insan haklarının evrensel olduğu düşüncesinin kabulünü zorlaştırmaktadır. Ve haklı olarak uygulama söz konusu olduğunda farklılığın kaçınılmaz olduğu ileri sürülmüştür.32

İnsan haklarıyla ilgili uluslararası ve bölgesel kuruluşların varlığı insan haklarının evrenselliğini sağlamlaştırmaktadır. Ancak bu kuruluşların etki alanının geniş olması sonucu yorum ve görüşlerinde olumsuza kayan değişme olduğunda insan haklarının evrenselliğine zarar verdiği de bir gerçektir. Bölgesel koruma mekanizmalarından en güçlüsü olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin başörtüsü hakkında vermiş olduğu kararın gerekçesinde insan haklarının evrenselliğine zarar verici argümanların kullanılması eleştiri konusu olmuştur. 
Kaldı ki Mahkemenin kullandığı argümanların birçoğunun ülkemizde resmî ideoloji olarak benimsenmektedir. Bu durum, Batı’nın insan haklarını evrensel bir değer olarak kabul ettikten sonra yerel şartları dikkate aldığının ve kendi içerisinde ikileme düştüğünün göstergesi olarak ileri sürülmüştür.33

İnsan hakları alanında farklı anlayış ve uygulamalar olsa da bunlar, insan haklarının evrenselliği anlayışına zarar vermemelidir. Bazı insan haklarının biçim ve yorumunda kültürlere bağlı olarak sınırlı bazı değişikliklerin zorunlu olabileceği, ancak insan haklarının ahlâkî evrenselliği konusundaki ısrarın olması gerektiği yerinde olarak ifade edilmiştir.34

İnsan haklarının hiçbir ülkenin iç sorunu olarak görülmemesi, tüm dünya ülkelerinin insan haklarının korunmasına ve gelişmesine katkı sağlaması ve hatta bazılarının dış politikalarında da insan haklarını baz almaları insan haklarının evrenselliğinin hayata geçirilmesi yönündeki önemli adımlardandır. Ayrıca insan haklarının korunması geliştirilmesi alanında ulusal sivil toplum örgütlerinin yanı sıra Uluslararası Af Örgütü, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi uluslararası faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin varlığı insan haklarının evrenselliğine katkı sağlamaktadır. 

İnsan haklarının evrenselliği bağlamında insan haklarına tanınan yüksek ahlâkî nitelik, pozitif hukuku düzeltici ve tamamlayıcı işlevlerinde görülmektedir. Anayasa Mahkemesinin mecburî hizmet borcunu yerine getirmeyen kimseye cezayı ödeme yükümünden ayrı olarak bir de özgürlüğü kısıtlayıcı ceza verilmesini “bilinen uygar ülkelerdeki hukuk ve insanlık anlayışına aykırı olduğu” gerekçesiyle iptal etmesi bu bağlamda değerlendirilmektedir.35 

Anayasa Mahkemesinin iç mevzuatta olmayan bir kuralı genel insan haklarından hareketle ölçü norm kabul etmesi insan haklarının uluslararası normatif evrenselliğine güzel bir örnek oluşturmaktadır. 

İNSAN HAKLARININ BÖLÜNMEZLİĞİ ,

İnsan haklarının bölünmezliği, haklar arasında bir hukukî hiyerarşi ilişkisi olmadığı, özellikle ekonomik sosyal ve kültürel haklar sağlanmadan medenî ve siyasî hakların tam manasıyla kullanımının mümkün olmadığı ve hakların hepsinin bir bütün olduğu anlamına gelir. Birleşmiş Milletler tarafından 22 Nisan-13 Mayıs 1968 tarihlerinde düzenlenen ilk Dünya İnsan Hakları Konferansı sonundan yayınlanan Tahran Bildirgesi’nin 13. maddesinde insan hakları ve temel özgürlüklerin bölünmez olması sebebiyle, ekonomik, sosyal ve kültürel 
haklardan yararlanma olmadan medenî ve siyasî hakların tam olarak gerçekleştirilmesinin imkansız olduğu ve insan haklarının uygulanmasında görülen kalıcı başarılar, ulusal ve uluslararası ekonomik ve sosyal ilerleme politikalarının üzerinde bırakılan baskı ve etkiye bağlı olduğu belirtilmiştir.36 Ayrıca yine Birleşmiş Milletlerce 14-25 Haziran 1993 tarihlerinde Viyana’da düzenlenen Dünya İnsan Hakları Konferansı sonunda yayınlanan Viyana Bildirisi ve Etkinlik Programı’nın 5. maddesinde tüm insan haklarının evrensel, 
bölünmez, birbirine bağlı ve birbiriyle ilişkili olduğu, uluslararası topluluğun aynı düzlemde ve aynı vurguyla global olarak adil ve eşit şekilde insan haklarını uygulaması; ulusal ve bölgesel özellikler ile değişik tarihî, kültürel ve dinî arka planların zihinde olması gerektiği, devletlerin görevinin, siyasî, ekonomik ve kültürel sistemlerine bakılmaksızın tüm insan hakları ve temel özgürlükleri geliştirmek ve korumak olduğu kabul edilmiştir.37

Medenî ve siyasî haklar ile ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ayrı bir tarihsel evrimin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Bu durum insan haklarının devamlı olarak değişme ve gelişme gösterdiğinin kanıtıdır. Ancak bu ikili ayrımın yanıltıcı olabileceği, kaba ve titiz olmayan bir ayrım olduğu ve iki kategorinin birbirinin karşıtı olduğu gibi düşündürmesinin olası olduğu ileri sürülmüştür.38

İnsan haklarının her biri insanlık onurunu temsil eder. İnsan haklarının bölünmezliği ilkesi doğrultusunda bu hakların birinin diğerinden önce gelmesi söz konusu olmamalıdır. 
Çünkü insan hakları birbirinden bağımsız olmayıp birbirleriyle karşılıklı bağımlılık içindedirler ve bunların insan onurunu temsil etmeleri sebebiyle bölünmeleri mümkün değildir. Ancak insan haklarından bazılarının diğerlerinden daha önemli olduğu uygulamada gözden kaçmamaktadır. Bu durum diğer insan haklarının önemsiz olduğu, tanınmasalar da olacağı anlamına gelmemektedir. İdeal olan mutlak koruma, insan haklarının tamamının tanınmasıdır.39

İnsan hakları her ne kadar birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar olarak ayrılsa da bu yapılan ayrım, tarihsel sürecin bir sonucu olup öğretici amaçlıdır. Bundan dolayı birinci kuşak hakların, ikinci ve üçüncü kuşak haklardan ve ikinci kuşak hakların üçüncü kuşak haklardan üstün olması mümkün değildir. Örneğin meydana gelen bir çevre felâketi duruma göre birinci kuşak haklardan daha önemli nitelik arz edebilir. Ayrıca bunlar arasında üstünlük derecesi kabul edilse bile, hakların tamamı sağlanmadan insan haklarının sağlandığı iddia edilemez. 
İnsan haklarını, değişik anlayışlar doğrultusunda haklardan birine indirgemek mümkün değildir. Bu bağlamda insan hakları ile doğrudan ilgili olan özgürlük kavramının özünde ve cevherinde tek olduğu ve monizmin özgürlüğün başlıca niteliği olduğu haklı olarak belirtilmiştir.40

Olağanüstü rejimlerde bazı hakların kısıtlanabileceğinin düzenlenmesi kamu düzeni zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Psikoloji biliminde olağanüstü durumlarda maddî ihtiyaçlarla manevî ihtiyaçlar karşılaştığında genel olarak maddî ihtiyaçların daha üstün gelmesinde olduğu gibi insan haklarında da olağanüstü bir durum olduğunda yaşamsal hakların ön plana çıkması insan doğasının sonucudur. Bundan dolayı hukuk düzenleri bu gibi durumlarda bile bazı hakların ihlâl edilemeyeceğini düzenlemişlerdir. Çekirdek alan olarak 
ifade edilen bu durum Anayasanın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddelerinde düzenlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin askıya alınacağı kabul edilmekle birlikte bazı temel hak ve hürriyetlere dokunulamayacağı düzenlenmiştir. Bunlar; hayat hakkı, kişi hürriyeti ve güvenliği, düşünce ve ifade hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, işkence ve küçültücü muamele yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı, ceza kanunlarının geriye yürümezliği ve suç ve cezaların kanunîliği 
gibi haklardır. Bunlar, genellikle çekirdek alan veya hakların sert çekirdeği olarak ifade edilmektedir. 

İnsan haklarının bölünmezliği ilkesine evrenselliği ilkesine olduğu gibi Asya, Afrika ve Orta Doğu’dan eleştiriler gelmiştir. İnsan haklarının evrenselliğine karşı ileri sürülen argümanlar insan haklarının bütünlüğüne karşı da ortaya atılmıştır. Tarihî ve kültürel şartlardan dolayı farklı bir insan hakları anlayışının Asya ve Afrika’ya esnek ve adapte edilebilir olarak uygulamaya konmak istenmesi kendi içerisinde sorunları da beraberinde getirmektedir. Şöyle ki farklı insan hakları anlayışının uygulamaya konması demokratik yönetimden uzak bu bölgelerdeki rejimlerin insan hakları adına değişik ihlâlleri gizlemesine ve mazur göstermesi ne yol açmaktadır. Bu rejimlerden birçoğunda göstermelik seçimlerin 
yapılması, hatta rejim isimlerinin cumhuriyet veya demokrasi olması bu tehlikeyi açıkça gözler önüne sermektedir. Kaldı ki insan her yerde insandır. İnsanların değişik yerlerde olmaları bazı haklardan mahrum kalmalarına sebep olmamalıdır. İşkence her yerde siyasî, sosyal, dinî ve etnik kökeni ne olursa olsun insana acı vermektedir. Ayrıca farklı insan hakları anlayışına az da olsa müsaade edilmesi, söz konusu rejimlerin çözülmelerine engel olup totaliter, teokratik ve oligarşik yönetimlerin ekmeğine yağ sürülmesi anlamına gelebilir. 

İnsan haklarının bölünmezliğini kabul etmemenin tehlikelerinden biri de bir hakkın güç sahipleri tarafından daha önemli görülerek diğer hakların ihmal edilmesi ya da görmezden gelinmesidir. Özellikle sermaye sahipleri kendi özgürlüklerini güvence altına aldıktan sonra, klasik argümanları diğer halk kesimlerinin yükselişini engellemek amacıyla kullanmışlardır. 

ABD mahkemelerinin sözleşme özgürlüğünü sendikalara karşı çıkmak ve iş kanunlarını engellemek amacıyla kullanmaları bu duruma örnektir.41

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

30 DONNELLY, age., s. 11. 
31 DONNELLY, age., s. 11. 
32 Antonio CASSESE, Human Rights In A Changing World, Polity Press, Roma, 1990, s. 50. 
33 Ahmet OKUMUŞ, “Avrupa’nın ‘hicabı’: İnsan Hakları”, Zaman Gazetesi (16.09.2004). 
34 DONNELLY, age., s. 135. 
35 Tekin AKILLIOĞLU, İnsan Hakları I Kavram, Kaynaklar ve Koruma Sistemleri, A.Ü.S.B.F. İnsan Hakları Merkezi Yayınları No: 17, Ankara, 1995, s. 3. 
36 University of Minnesota, Human Rights Library, “Proclamation of Teheran, Final Act of the International Conference on Human Rights, Teheran, 22 April to 13 May 1968, U.N. Doc. A/CONF. 32/41 at 3 (1968)”, 
(Erişim Tarihi:22.09.2004) http://www1.umn.edu/humanrts/instree/l2ptichr.htm. 
37 University of Minnesota, Human Rights Library, “Vienna Declaration and Programme of Action, World Conference on Human Rights, Vienna, 14-25 June 1993, U.N. Doc. A/CONF.157/24 (Part I) at 20 (1993)”, 
(Erişim Tarihi:22.09.2004) http://www1.umn.edu/humanrts/instree/l1viedec.html. 
38 DONNELLY, age., s. 38; ALGAN, agm., s. 152. 
39 GÖZLÜGÖL, age., s. 37. 
40 KAPANİ, age., s. 7. 
41 DONNELLY, age., s. 39. 

***

İNSAN HAKLARININ SINIFLANDIRILMASI,

İNSAN HAKLARININ SINIFLANDIRILMASI, 



    İnsan haklarının devamlı gelişim içerisinde olması ister istemez değişik 
sınıflandırmalar yapılmasına sebep olmuştur. İnsan haklarını sınıflandırma çabaları insan hakları tarihi ile benzerlik taşımaktadır. İnsan haklarının sınıflandırması denildiğinde akla ilk gelen George Jellinek’tir. Jellinek insan haklarını üç gruba ayırarak tahlil etmiştir: 

1. Negatif statü hakları (Pasif statü hakları, geleneksel hak ve özgürlükler, koruyucu haklar) 
2. Pozitif statü hakları (İsteme hakları) 
3. Aktif statü hakları (Katılma hakları) 

    Negatif statü haklarında devletin bireye müdahâle etmemesi, onu engellememesi veya etki altında tutmaması ön plana çıkmaktadır. Devlet bu hakların tanınmasında bir eylemde bulunma, bir şey yapma yükümlülüğünde değildir. Aksine bireye müdahâle etmemesi gerekmektedir. Birey devlet karşısında devlet tarafından aşılamayacak ve dokunulamayacak 
özel alanı olan haklara sahiptir.16 Birey devlet karşısında adeta ‘Gölge etme, başka ihsan istemem.’ demektedir. 

Pozitif statü haklarında devlet negatif statü haklarında olduğu gibi negatif edim 
borcunda olmayıp; devletin bir edimi yerine getirmesi, vatandaş yararına hak doğrultusunda bir davranışta bulunması gerekmektedir. Devletin eğitim hakkını yerine getirmesi için gerekli imkanları sağlaması, sağlık hakkı için gerekli personel ile araç ve gereç temininde olduğu gibi devletin bu hak grubunda bir edimde bulunması gerekmektedir. 

Aktif statü haklarında devlet bireylerin devlet yönetimine katılmasını sağlamalıdır. 
Bunun için siyasî görüş ve düşüncelerini açıklama, örgütlenme, seçme ve seçilme gibi yollarla bireylerin devlet yönetiminde söz sahibi olmasını sağlayan siyasî hakları, devletin tesis etmesi gerekmektedir. 

İnsan hakları kolaylık sağlamak amacıyla sınıflandırılsa da bu hakları birbirinden ayrı düşünemeyiz. İnsanın tam manasıyla hür olabilmesi için bu hakların hepsine sahip olması gerekir. Pozitif statü haklarının kişiye tanınması sosyal güvenlik hakkını sağlayabilirken kişiyi gerçek anlamda hür kılmaz.17

Bu klasik ayrım dışında insan hakları öznelerine, sınırlandırılmalarına, olağan ve 
olağanüstü rejimlere göre sınıflandırmalara tâbi tutulmaktadır.18 Ancak günümüzde insan hakları genel olarak kuşaklara ayrılarak incelenmektedir. 

A- Birinci Kuşak Haklar 

Orta Çağ Avrupa’sında düzen eşitsizlik üzerine kuruluydu. Aristokrasi diğer sınıflara göre üstün ve hakim konumdaydı. Ticaret ve teknolojinin gelişmesi sanat erbabı bir sınıfı ortaya çıkarmıştır. Sanat erbabı sınıf burjuvazi olarak bilinmektedir. Ticarî ilişkilerin insanlar arası ilişkileri geliştirmesi yeni ticaret alanlarının keşfedilmesini sağlamıştır. Ticaret hayatının gelişmesini feodal düzenin kısıtlaması, aristokrasi ile burjuvazi arasında eşitlik ve özgürlük 
savaşlarının çıkmasına, krallıklarının kurulmasına ve sonrasında ulus devletlerin oluşmasına sebep olmuştur. Burjuvazinin aristokrasiye karşı verdiği bu mücadele Amerikan ve Fransız İnsan Hakları Bildirilerinde yer alan klasik hakların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Burjuva değeri olarak ortaya çıkan klasik hak ve özgürlükler günümüzün anlayışı ile evrenselleşerek birinci kuşak hakları ortaya çıkarmıştır. 

İlk bakışta bu hak grubu Jellinek’in sınıflandırmasındaki negatif statü ve aktif statü haklarına karşılık gelir gibi görünmektedir. Mahiyet itibariyle büyük bir benzerlik olmakla birlikte devletin edimleri burada sadece müdahâle etmeme olarak kalmamaktadır. Örneğin devletin işkence yasağını hayat geçirebilmesi için personeli almada itina göstermesi, personeli denetlemesi, personele eğitim imkanları sağlaması ve mağdurlara güvenceler getirmesi gerekmektedir. 
Bu sebeple Jellinek’in sınıflandırması ile kuşaklara göre ayrımın bire bir 
örtüştüğü söylenemez. 

Birinci kuşak haklar liberal düşünceye dayanmaktadır. Bireyin sınırsızca istediğini yapabilmesi, girişim özgürlüğüne müdahâle edilmemesi esastır. Bu tür haklar, pratikte karşımıza kapitalizmin ünlü sloganı ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.’ olarak çıkmaktadır. Eşitlik, kişi özgürlüğü ve güvenliği, yaşam hakkı, vücut dokunulmazlığı, işkence ve kötü muamele yasağı, ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, mülkiyet hakkı, dernek kurma hakkı, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı, adil yargılanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı ve kamu hizmetine girme hakkı birinci kuşak hakların belli başlılarıdır. 
Bu haklar 1982 Anayasasının ikinci kısmının ikinci ve dördüncü bölümlerinde yer 
almaktadır. 

B- İkinci Kuşak Haklar 

Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar olarak bilinen ikinci kuşak haklar, işçi sınıfının mücadelesiyle ortaya çıkmıştır. Liberal iktisadî düşüncede, her arzın kendi talebini yaratması ve üretim ile tüketimde krizlere yer verilmemesi ilkeleri doğrultusunda sorunların ortaya çıkmayacağı öngörülmüştür. Ancak üretim veya tüketimin herhangi bir aşamasında meydana gelen krizler liberal iktisadî düşüncenin tam anlamıyla uygulanabilir olmasını engellemiştir. Ayrıca insanların sadece kâr güdüsü ile hareket etmeleri sonucu işçi sınıfının aşırı derecede 
ezilmesi ve sömürülmesi ikinci kuşak hakların ortaya çıkmasını sağlamıştır. 

Sanayi devrimi ile birlikte köyden kente göç olması, kentlerde bir işçi sınıfının 
oluşması ve kapitalizmin dişlilerine bırakılan işçilerin gününün tamamını fabrikada geçirmesi bir gerçeklik olarak ortaya çıkmıştır. 1848 İhtilali ve Marksist düşünce bu hakların kabulü için ilk ve önemli adımlar olmuştur. 1848 Fransız Anayasası ikinci kuşak hakların pozitif hukuka geçmesi açısından önemli bir belge niteliğindedir.19

I. Dünya Savaşı sonrası sosyal ve ekonomik haklar savaşın iktisadî zorluklarının da etkisiyle anayasalara girmeye başlamıştır. Yaşanan zorluklar klasik hak ve özgürlüklerin yeterli olmadığını ortaya koymuş ve sonunda haklar listesinin genişlemesini sağlamıştır. Kronolojik olarak önce Meksika Birleşik Devletleri Anayasası, ardından 1919 tarihli Alman Cumhuriyeti (Weimar) Anayasasında sosyal ve ekonomik haklar yer almıştır.20

1929’da yaşanan ekonomik kriz artık liberal ekonomi teorilerinin iflas ettiğinin 
göstergesiydi. Ardından yaşanan II. Dünya Savaşı insanları yaşam şartları açısından aşırı derecede zorlamıştır. Ayrıca II. Dünya Savaşını müteakiben soğuk savaş döneminin başlaması Batılı devletlerin sosyalist akımları önlemek amacıyla sosyal ve ekonomik haklara daha çok önem vermesine sebep olmuştur. Sosyal ve ekonomik hakların artık hemen hemen bütün anayasalarda yer alması II. Dünya Savaşı sonrasında meydana gelmiştir. 

Gerçek bir özgür düzenin kurulabilmesi için insanların klasik haklara sahip olmasının yanında yoksulluk ve sefaletten kurtulması ve insanca bir hayat tarzına ulaşması fikri kabul görmüştür. ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt’in “Bütün İnsanlar İçin Dört Hürriyet” adlı konuşmasında sayılan dört haktan birinin yoksulluktan kurtulma hürriyeti olması bu kuşaktaki hakların önemini açık bir şekilde göstermektedir. 

Eğitim ve öğrenim hakkı, çalışma ve sözleşme özgürlüğü, sendika hakkı, grev ve toplu sözleşme hakkı, dinlenme hakkı, sosyal güvenlik hakkı, sağlık ve konut hakkı ikinci kuşak haklardan olup Anayasanın ikinci kısmının üçüncü bölümünde yer almaktadır. 

C- Üçüncü Kuşak Haklar 

Son zamanlarda dayanışma hakları olarak bilinen üçüncü kuşak haklar ortaya 
atılmıştır. Bu haklar gerçekleşmesi devletin sınırlarını aşan bir insanlık dayanışması gerektirmesi sebebiyle dayanışma hakları olarak bilinmektedir. 21 Bu tür hakların insan hakları olup olmadığı tartışılmaya devam etmektedir. 

Bilimsel ve teknik ilerlemelerin faydaları kadar zararlarının ortaya çıkması ve bu 
zararların sadece bir devlet tarafından değil; dünya devletleri tarafından ortadan kaldırılabilecek olması bu haklara kendi özgünlüğünü kazandırmıştır. Nükleer silahların insanlığı tehdit etmesi, dünyanın neresinde olursa olsun meydan gelen bir çevre felâketinin bağımsız nitelikte olmaması, dayanışma hakları için herkesin ortak çabasının gerekliliğini ortaya koymuştur.22

Dayanışma haklarının niteliği insan hakkı olarak kabul edilmesini zorlaştırmaktadır. İnsan haklarının öznesi insanken dayanışma haklarında öznenin insan olup olmadığı yönündeki eleştiriler bu hak grubunda sıkıntılara neden olmaktadır. Kollektif varlıklar, insan olmadığından irade sahibi olmayıp ve dolayısıyla ahlâkîlik ve rasyonellik vasıflarına haiz değillerdir. Bu sebeple insan hakları ile kollektif hakları bir görmek tutarsızlık olur.23 

Ayrıca üçüncü kuşak hakların amaçlarının büyük ve belirsiz olmasının resmî günahların örtbas edilmeleri için kullanılmalarına elverişli olduğu gerekçesiyle de karşı çıkılmıştır.24

Üçüncü kuşak haklar eleştirilerin yöneltildiği gibi klasik haklardan farklı bir mahiyet arz etmektedir. Ancak kanımca bu durum bu hakların insan hakları olma özelliğini ortadan kaldırmaz. Şöyle ki hakların birbirinden farklı özellikte olabileceğini kabul etmemek insan haklarının önündeki engellerden biridir. Sosyal ve ekonomik haklar da klasik haklardan farklı nitelikler taşımaktadır. Bu durum sosyal hakların insan hakları olma durumunu ortadan kaldırmadığı gibi dayanışma haklarının da farklı özellikler taşıması insan hakkı olma durumunu ortadan kaldırmaz. Her ne kadar ilk bakışta teorik sorunlar var gibi görünse de 
kollektif hakları nihaî olarak insan haklarından ayrı düşünemeyiz. Örneğin meydana gelebilecek bir çevre felâketi artık global bir nitelik arz etmekte olup sadece günümüzü değil, gelecek insanların yaşam hakkını ihlâl eder vaziyettedir. Aksini bir an düşündüğümüzde global bir koruma sağlamayan hatta gelecek insan haklarını ihlâl edecek veya ortadan kaldıracak bir insan hakları anlayışını nasıl kabul edebiliriz? İnsan haklarının devamlı gelişme ve değişme içinde olması gerçeği insan haklarının öznesi kavramına zaman yönünden yeni bir 
boyut kazandırmıştır.25 Subjektif hakta bulunan unsurların bulunmaması sebebiyle bu hakların dışarıda bırakılmasının düşünülemeyeceği ve subjektif hakkın ölçütlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiği haklı olarak ileri sürülmüştür.26 Ayrıca dayanışma haklarının soyut talepler olmadığı, öznelerinin, konularının ve muhataplarının büyük ölçüde belirlenebilir olduğu ve bunların kişi, toplum ve devlet ilişkilerinin yeniden tanımlanması bağlamında yorumlanması gerektiği ifade edilmiştir.27

Üçüncü kuşak haklar II. Dünya Savaşı sonrasında iletişim ve teknolojide gelen 
gelişmelerle birlikte özellikle sömürgeden yeni kurtulan üçüncü dünya devletlerinin baskısı sonucu, insan haklarının uluslararasılaşmasına katkı sağlayan haklar olarak ortaya çıkmışlardır. Bu haklardan dördü özgün bir şekilde 1982 yılında “Dayanışma Haklarına İlişkin Uluslararası Üçüncü Pakt Ön Tasarası”nda yer almıştır.28 Bu haklar şunlardır: Barış hakkı, gelişme hakkı, çevre hakkı, insanlığın ortak mal varlığına saygı hakkı. 

Üçüncü kuşak haklardan sadece çevre hakkı 1982 Anayasasının 56. Maddesinde 
düzenlenmiştir. Bu maddedeki düzenlemede çevre hakkı, sağlık hizmetleri ile 
ilişkilendirilerek formüle edilmiştir. Çevre hakkının düzenleme şekli karşılaştır malı anayasa hukuku verilerine bakıldığında, düzenleme üç yönden eksiktir. Düzenlemede devletin ödevleri somut olarak belirtilmemiş, vatandaşlara başvuru imkanı tanınmamış, şekli belirtilmemiş ve yaptırım öngörülmemiştir.29

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

16 KAPANİ, age., s. 6. 
17 KAPANİ, age., s. 7. 
18 İsmet GİRİTLİ, Hasan Atilla, Günümüzde İnsan Hakları, Der Yayınları, İstanbul, 2002, s. 20. 
19 KAPANİ, age., s. 53. 
20 KAPANİ, age., s. 55. 
21 ERDOĞAN, age., s. 143. 
22 GİRİTLİ, GÜNGÖR, age., s. 26. 
23 ERDOĞAN, age., 144. 
24 DONNELY, age., s. 156. 
25 İbrahim Ö. KABOĞLU, Özgürlükler Hukuku, İmge Kitabevi, 6. Baskı, Ankara, 2002, s. 534; Üçüncü kuşak 
hakların özneleri konusunda bkz. Bülent ALGAN, “Rethinking ‘Third Generation’ Human Rights”, Ankara 
Law Review, Vol. 1, No 1, Summer 2004, s. 136-150. 
26 Silvio MARCUS-HELMOS, “İnsan Haklarında Yeni Gelişmeler”, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara, 2001, s. 160. 
27 İbrahim Ö. KABOĞLU, “Dayanışma Haklarının Hukuksal Değeri (Soyut Talepler mi, İnsan Hakları mı?)”, İnsan Hakları Yıllığı, TODAİE Yayınları, Ankara, 1992, C. 13, s. 47-8. 
28 KABOĞLU, age., s. 529. 
29 KABOĞLU, age., s. 538. 


***

İNSAN HAKLARININ TEMELİ

İNSAN HAKLARININ TEMELİ 




İnsan hakları sırf insan olmaktan kaynaklanan haklarsa, insan haklarının temeli ya da kökeni de sadece insan olma durumu, insan doğası veya insanlıktır. Nasıl hukukî hakların kaynağı hukuk, sözleşmeden kaynaklanan hakların kaynağı sözleşme ise insan haklarının temeli, kaynağı, mevcudiyet sebebi insandır. 10 

İnsan haklarının temelinin insan olması insanın saygıdeğer, üstün, onur sahibi, 
düşünce yeteneği olan bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Bu değerlerin hepsini özetleyen insan onuru kavramı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi birçok insan haklarıyla ilgili sözleşmede yer almıştır. 

İnsan hakları tarihi adeta insan haklarının temelinin, insan olma durumunun kabulü mücadelesidir. İlk Çağlardan bu yana süren mücadelede insan olmanın kabulü büyük rol oynamıştır. Özgür – köle, kadın – erkek mücadelesi bu durumu kanıtlar niteliktedir. 

İnsan haklarının temeline dayanak oluşturmada iki görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan biri doğal hukuk, diğeri ise insan doğası anlayışıdır. 

Doğal hukuk anlayışının kökeni eski Yunan dönemine kadar gider. Eski Yunan’daki doğal hukuk anlayışı günümüz doğal hukuk anlayışının nüvesi mahiyetindedir. Bu nüve yüzyıllar boyunca gelişip değişerek günümüzdeki doğal hukuk anlayışının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eski Yunan’daki doğal hukuk anlayışı ve bu konudaki yorumlar Orta Çağ Hristiyan ve İslam dünyasında da etkili olmuştur.11

Doğal hukuk anlayışının ortaya atılmasının temel nedeni, yaşanan haksızlıklar sonucu meydana gelen adalet arayışı ve anlayışıdır. Siyasî yönetimler çoğu zaman kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmişlerdir. Bu durum kendilerinin yararına olurken insanların birçoğunun zararına, haklarının ihlâl edilmesine sebep olmuştur. İnsanların yaşadıkları ihlâller, kısıtlamalar hayatı çekilmez hâle getirmiştir. Bundan dolayı devamlı adaletin tesis edilmiş olduğu bir ortamın varlığı arzu edilmiştir. Bu özelliği sebebiyle doğal hukuk anlayışı 
olanı değil, olması gerekeni belirtir. 

Orta Çağda doğal hukuk anlayışı Hristiyanlığın doğuşuyla kısmî gelişme göstermiştir. Dinlerin getirdiği ilkeler doğrultusunda insanların hak ve özgürlüklere sahip olması ve bu hakları devlete karşı ileri sürebilmeleri devletin mutlak iktidarına sınırlama getirmesi sebebiyle insan haklarına katkı sağlamıştır.12 

İlk Hristiyanların Roma İmparatorluğu’na karşı mücadele etmeleri ve yaşam tarzlarında sevgiyi esas almaları doğal hukuk anlayışını güçlendirirken sonraları Hristiyanların siyasî gücü elde etmeleri ve kilisenin hakların önüne 
bir engel olarak ortaya çıkması bu gelişimi baltalamıştır. İslamiyette ise İslam hukukunun Müslümanlara haklar tanıması ve bu hakları devlete karşı ileri sürmeleri insan haklarına bir nebze katkı sağlarken sonraları İslam hukukunun hak ve özgürlükler önünde değişmez kurallar olarak ortaya konması insan haklarının gelişimini engellemiştir. 

Doğal hukuk anlayışı günümüzdeki anlamıyla 17. ve 18. yüzyıl Avrupasında ortaya konulmuştur. Bu yüzyıllarda Aydınlanma Dönemi yazarları, ilk defa sistemli bir şekilde insan haklarının en üstün ahlâkî talepler olduğunu ve devlet başta olmak üzere herkesin bu haklara saygı göstermesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu dönemin ünlü doğal hukukçuları John Locke, Jean Jack Rousseau ve Hobbes’tur. 

Doğal hukuk anlayışına göre insanlar yaratılışını izleyen evrelerde birbirlerinden ayrı ve tek başlarına yaşıyorlardı. Bu dönemde insanlar eşit ve özgür olup doğal bir hâlde yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Nüfusun artması insanların bir birlerine yakınlaşmasını, sosyal temasta bulunmalarını sağlamıştır. İnsanların bir araya gelmeleri bir düzen oluşturma ve tabiat karşısında güçlükleri aşma fikrini ortaya çıkarmıştır. İnsanlar bir araya gelerek toplum ve devleti oluşturmuşlardır. Bu oluşumda insanlar sahip oldukları sınırsız özgürlüklerin bir kısmını devlete devretmişlerdir. Bunun karşılığında toplum içinde yaşama ve kendi haklarının güvencesine kavuşmuşlardır. İnsanlar düzen oluşturma fikrine bir toplum 
sözleşmesi ile kavuşmuşlardır. İnsanların haklarının bir kısmını devlete devretmemesi hakların niteliğinden kaynaklanmakta olup bu hakların devlete devredilemeyeceği, devletin bu haklara saygı göstermesi ve bağlı olması anlayışı doğal hakları ortaya çıkarmıştır. Doğal haklar doğal hukukun bir parçasıdır. Bu temellendirmeler doğrultusunda doğal hakların dört önemli özelliği bulunmaktadır: 

1. Doğal haklar insanın doğuştan sahip olduğu devredilmez ve vazgeçilmez haklardır. Doğal haklar insanın insan olma özelliğinden kaynaklandığın dan, reddedilmesi insan olmanın reddedilmesi anlamına gelir. 

2. Doğal haklar toplum ve devletten önce de var olduklarından siyasî düzenin eseri veya sonucu değildir. 

3. Doğal haklar mutlaktır. Bu sebeple herhangi bir düşünce veya gerekçe ile engellenmesi düşünülemez. 

4. Doğal haklar evrenseldir. Evrensellik özelliğinin sonucu olarak zaman ve mekana bağlı olmaksızın herkes bu haklara sahiptir.13

Doğal hukuk anlayışının adaletin mutlak standardı olması tabiatı itibariyle olanı değil, olması gerekeni ifade ettiği belirtilmişti. Günümüzde doğal hukuk anlayışının eriştiği son nokta hukuk devleti anlayışıdır. Siyasî iktidarların serbestlik içinde bulunması yüzyıllar boyunca kendilerinin sınırlandırılmadığını ya da çok az sınırlandırıldığını göstermektedir. Adaletin gerçekleşmesi amacıyla yapılan mücadeleler siyasî iktidarın sınırlanmasıyla sonuçlanmış ve hukuk devleti anlayışının ortaya çıkmasını sağlamıştır. 

Doğal hukuk anlayışı, 17. ve 18. yüzyılda baskı rejimlerine karşı mücadelede önemli başarılar kazanmıştır. Ancak doğal hukuk anlayışında insanların toplumsal sözleşme öncesinde tabiat hâlinde yaşamaları fikri gerçeklikten uzaktır. Bu sebeple doğal hukuk anlayışı özellikle pozitivist hukukçuların ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Ayrıca doğal hukuk anlayışının meşrulaştırmada kullanılması kurumun yıpranmasına yol açmıştır. 

Esas itibariyle iyi olan bir kavram, her ne kadar kötüye kullanılırsa kullanılsın, yıpranması sebebiyle onun terk edilmesini haklı göstermez.14

İnsan haklarını gerçekçi bir temele oturtma düşüncesi insan doğası kavramını ortaya çıkarmıştır. İnsan doğası anlayışı Fransız İhtilali’nden sonra ortaya atılmış olup, insan haklarının temelini insan doğasına bağlamaktadır. 

İnsan haklarının doğası genellikle insanın ihtiyaçları ile açıklanmaya çalışılmıştır. Bu görüşe göre insan doğası, ihtiyaçlara dayanır. Ancak insan ihtiyaçları nesnel olarak tespit edilemediği gibi, bu kavram insan doğası gibi üzerinde tam bir mutabakatın olmadığı bir içerik taşımaktadır. 

İhtiyaçlar denildiğinde akla ilk gelen insanın maddî ihtiyaçları olan yaşamını idame ettirmesine imkan sağlayan geçim ve güvenliktir. Bu ihtiyaçların aynısının hayvanlarda da olması ve insanın manevî yönünün de bulunması ihtiyaçları sadece maddî ihtiyaçlar ile tanımlamayı zorlaştırmaktadır. İnsanın ihtiyaçların dan manevî olanları, insanın insan olarak belirmesini sağladıklarından ihtiyaçlardan da manevî olanların insan doğasını belirlemede ele alınması gerekir. Bundan dolayıdır ki insan doğasından bahsedildiğinde insanın manevî 
doğası anlaşılmaktadır. İnsan hakları uluslararası insan hakları sözleşmelerinde belirtildiği gibi insan onurundan kaynaklanmaktadır. Bu açıdan insan onurunun ayakta kalmasına imkan tanıyan ihtiyaçlar insan doğasını daha iyi açıklamakta dır. İnsan hakları ihlâlleri insanın insanlığını inkar eder, yoksa ihtiyaçlarını gidermesine her zaman mâni olmaz. Bundan dolayı insan haklarının doğası maddî gereklerden veya sağlık gereklerinden değil; onurlu bir hayat istemesi ve insana özgü bir değerinin olmasından kaynaklanmaktadır.15


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

10 Jack DONNELY, Teoride ve Uygulamada İnsan Hakları, (Çev.: Mustafa Erdoğan – Levent Korkut), Yetkin Yayınları, Ankara, 1989, s. 27. 
11 Mustafa ERDOĞAN, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, 4. Baskı, Ankara, 2001, s. 127. 
12 Anıl ÇEÇEN, İnsan Hakları, Selvi Yayınları, Ankara, 1990, s. 37. 
13 Oktay UYGUN, “İnsan Hakları Kuramı”, İnsan Hakları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, s. 17. 
14 Mithat SANCAR, “Hukukun Oluşturulmasında İnsan Haklarının Rolü ya da İnsan Hakları ile Pozitif 
Hukuk Arasındaki İlişki”, 50 Yıllık Deneyimlerin Işığında Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları, Hacettepe 
Üniversitesi İnsan Hakları ve Felsefesi Uygulama ve Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 316. 
15 DONNELY, age., s. 27.


***

İNSAN HAKLARI,

İNSAN HAKLARI,




GİRİŞ 

İnsan hakları kişiye sadece insan olması sebebiyle tanınan vazgeçilmez, devredilmez, bölünmez ve evrensel haklardır. İnsan haklarının tanınmasında en önemli değer insandır. İnsanı esas alması insan haklarını diğer ahlakî taleplerden üstün kılmaktadır. Diğer bir deyişle insan haklarının üstünlüğü, insan haklarının diğer tüm haklardan öncelikli olmasıdır. İnsan haklarının üstünlüğü bağlamında insan hakları mücadelesi tarihe yön vermiştir. İnsan haklarının dinamik yapısı insan haklarının devamlı olarak gelişmesini sağlamıştır. İnsan haklarının bu özelliği, olması gerekeni hedef göstererek pozitif hukuku yönlendirmiştir. Bundan dolayı insan hakları “hukukun hukuku” olma, pozitif hukuk 
karşısında ölçüt olma, “devlet üstü” ve “tabii hukuk” olma iddiasındadır.1

İnsan haklarının ilk nüvelerine Eski Yunan’da rastlanır. Eski Yunan’da görece özgür bir düşünce ve siyasî ortamın mevcudiyeti insan haklarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. 
İlk ve Orta Çağda insan haklarının bayraktarlığını semavî dinler yapmışlardır. Semavî din önderlerinin başlangıçta kurulu düzene karşı çıkmaları ve zulme maruz kalmaları hak ve adalet kavramlarına anlam kazandırmıştır. Ancak dinlerin kurulu düzeni ele geçirmeleriyle hak ve adalet talepleri son bulmuş ve insan hakları ihlâlleri teokratik bir kılıfa bürünmüştür. 
İlk ve Orta Çağ teokratik meşruiyet temeline dayalı kralların hükmettiği dönemler olmuş, bu dönemlerde insan hakları hep söylendiği üzere adeta Orta Çağ karanlığına çekilmiştir. 

Birleşik Krallık’ta ekonomik temelli başlayan insan hakları talepleri, tedricen insan haklarının günümüzdeki anlamını bulmasına doğru yönelmiştir. Magna Carta, Haklar Dilekçesi ve Hakları Bildirisi’yle insan hakları korunması gereken bir değer olarak hukuk düzenine girmiştir. Tarihte ilk defa insan hakları lehine bölünmez, tek, sınırsız ve sorumsuz iktidar sınırlandırılmıştır. Bu gelişme insan haklarının kabul edilip gerçekleşebilmesi için iktidarın sınırlandırılmasının bir gereklilik olduğunu açıkça göstermiştir. Adadaki bu özgürlük kıvılcımı başta Birleşik Devletler olmak üzere dünyanın diğer alanlarına da sıçramıştır. 

Kara Avrupa’sında katı mutlakıyet rejimlerinin burjuvazinin özgürlük alanını kısıtlaması 1789 Fransız İhtilâli ile neticelenmiştir. İhtilâl, özgürlük ateşi ve milliyetçiliği dalga dalga yaymıştır. Avrupa’daki kurulu düzenler parçalanarak ulus devlerin doğduğu yeni bir siyasî düzen kurulmuştur. Ulus devletlerin kurulmasını müteakiben insan haklarının tanındığı hızlı bir anayasallaşma süreci başlamıştır. 

I. ve II. Dünya Savaşları savaşların içyüzünü tüm çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Özellikle II. Dünya Savaşından sonra savaşların yıkıcı sonuçlarının önlenmesi amacı, devletleri çözüm aramaya sevk etmiştir. 1945 yılında Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla uluslararası barış ve güven ortamının sağlanması esas alınarak insan haklarının korunması hedeflenmiştir. Böylece hem insan hakları uluslar arası bir nitelik kazanmış hem de insan haklarının uluslar arası korunmasının önü açılmıştır. 

II. Dünya Savaşına kadar insan hakların gerçekleşmesi için hukuken insan haklarının tanınması yeterli görülmekteydi. Parlamentolar özellikle II. Dünya Savaşına kadar insan haklarının koruyucusuy du lar. Millet iradesinin yanılarak geri dönülmez felâketlere neden olması insan haklarının korunması anlayışı ile sonuçlanmıştır. İnsan hakları fikri içten dışa doğruyken insan haklarının korunması fikri dıştan içe doğru gerçekleşmiştir. İnsan haklarının uluslar arası korunması bağlamında BM’nin yanı sıra Avrupa Konseyi gibi çeşitli 
örgütlenmeler meydana gelmiştir. 

İnsan haklarının korunmasında uluslar arası koruma tali olup esas olan ulusal korumadır. Modern devlet aygıtı yasama, yargı ve yürütmeden oluşmaktadır. İnsan haklarının korunması bunlardan yargının görev alanı içerisindedir. Bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminin tesis edilememesi sebebiyle kâmil manada insan haklarının korunması gerçekleştirilememiştir. 

İnsan hakların tanınması kabulünü de zorunlu kılmaktadır. Modern devletlerde yürütme erkinin insan haklarını tarihte görülmemiş şekilde ihlâl edecek konumda olması, insan haklarının korunmasının sadece yargı ile sağlanmasının mümkün olmadığı anlayışı ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda yasama ve yürütme erkleri içinde insan haklarının korunması amacıyla çeşitli kurum ve birimler oluşturulmuştur. 

Devletin en başta gelen görevi insan haklarının korunmasını sağlamaktır. Bu bağlamda tezde insan haklarının korunması amacıyla devlet mekanizması içerisinde oluşturulmuş kurumlar ele alınmıştır. 

Tez dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde insan hakları kavramı, insan haklarının sınıflandırılması, temeli, evrenselliği, bölünmezliği, dünyada ve ülkemizde insan haklarının tarihi gelişimi, insan haklarını koruma ve ulusal insan haklarını koruma mekanizmaları işlenmiştir. Bu bölümde insan hakları kavramından insan haklarının korunmasına nasıl gelindiği ve insan haklarının korunmasının gerekliliği teorik bağlamda ele alınarak genel bir çerçeve çizilmiştir. 

Teorik çerçevenin belirlenmesinin ardından insan haklarını korumaya yönelik mekanizmalar yasama, yürütme ve yargı içerisinde sistematik olarak değerlendirilmiştir. İkinci bölümde yasamanın insan haklarını koruması bağlamında klasik parlamenter denetim yollarına, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonuna, Dilekçe Komisyonuna, Meclis Başkanı, komisyonlar ve siyasî partilerin rolüne değinilmiştir. 

Üçüncü bölümde yürütmenin insan haklarını koruması ele alınmıştır. İnsan hakları ihlâlleri genelde yürütmeden kaynaklanmakla birlikte buna paradoks oluşturacak şekilde yürütme içerisinde insan haklarını korumaya yönelik kurumsallaşmaya gidilmiştir. İlk olarak insan haklarının yürütmeye karşı korunması ve yürütmenin insan haklarını koruması irdelenmiştir. Ardından yürütme içerisinde oluşturulan insan hakları kurum veya birimleri sistematik olarak işlenmiştir. Amaçlarına göre yürütme içerisindeki insan hakları 
kurumsallaşması insan haklarını koruma mekanizmaları, insan hakları birimleri, insan haklarını araştırma ve inceleme birimleri ve kurulması planlanmış veya planlanmakta olan insan hakları birimleri şeklinde dörtlü bir yapı içerisinde işlenmiştir. 

Son olarak dördüncü bölümde yargının insan haklarını koruması konu edinilmiştir. Yargının insan haklarını korumasına değinildikten sonra muhtemelen ülkemize özgü olan insan haklarının yargıya karşı korunması ve ardından yargı dallarının insan haklarını koruması ele alınmıştır. 

Ülkemizde insan haklarının korunması yıllardır istikrarlı bir şekilde sağlanamamıştır. Sivil-asker ilişkilerindeki sorunlar darbeler ile sonuçlanarak insan hakları ihlâlleri nin önü alınmaz hâle gelmiştir. Avrupa Birliği’ne katılım süreciyle birlikte insan haklarının korunması başat konulardan biri olmuştur. İnsan haklarının korunması bağlamında kurumsal yapının ele 
alındığı tez insan haklarının kurumsallaşmasını bütünsel olarak değerlendirmektedir. 


İNSAN HAKLARI 

 İNSAN HAKLARI KAVRAMI, 

İnsan hakları kavramı günümüzün popüler ifadelerinden biridir. Kavramın popüler kullanımı yanında kavramda devamlılık unsurunun bulunması insan haklarını tanımlamayı güçleştirmektedir. Tanımlamanın kısıtlamayı da barındırması durumu daha da zorlaştırmaktadır. Kavramın çok yönlülüğü ve tanımlamada karşılaşılan zorluklar kavramın belirsiz olmasından değil; aksine çok yönlü olmasından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı insan hakları, dinî inanç, felsefî düşünce, dünya görüşü ve yaşam tarzının bir yansıması ve 
sonucu olarak değişen ve gelişen bir nitelik taşımaktadır.2

İnsan hakları ifadesinin geçtiği yerlerde hak ve özgürlüklerden bahsedilmektedir. Hak ve özgürlük kavramlarına açıklık getirildiğinde insan haklarının tanımı kolaylaşacaktır. Bu sebeple sırasıyla hak ve özgürlüğün neyi ifade ettiği irdelenecektir. 

Hak, “bir şeyi yapmak veya başkalarının belirli bir davranışta bulunmasını ya da belirli bir davranıştan kaçınmasını istemek yetkisi” anlamına gelmektedir. Bir şeyin hak olabilmesi için hukuk düzeni tarafından tanınması gerekir. Bundan dolayı hak, hukukî manada hukuk düzeni tarafından tanınmış bir yetkidir. Hak kavramını büyük hukukçulardan ARSAL(1880-1957) şu şekilde tanımlamıştır: “Hak, hukuk düzenince tanınmış, sınırı, konusu, kullanılma şekil ve koşulları gösterilmiş, yararlanılması toplumca sağlanmış özgürlüklerdir.”3 Bir hakkın mevcudiyetinden bahsedebilmek için dört koşulun bulunması gerekmektedir: 

1. Hakkın açık bir biçimde tanımlanması, 
2. Haktan yararlanacak olanların belli olması, 
3. Hakka saygı gösterecek ya da riayet edecek organın belirli olması, 
4. Hakkın konusuna ilişkin ihtilaf çıktığında çözüm mercilerinin belirlenmiş olması. Yapılan hak tanımları ayrıntılı olmasa da bu dört unsuru içermektedir. 

Özgürlük bir diğer adıyla hürriyet kelimesi siyasî yönü de olduğundan hak kelimesinden daha fazla tanımlanmasına girişilmiş ve tartışmalara sebep olmuştur. 
Özgürlüğü Türk Dil Kurumu şu şekilde tanımlamıştır: 

“1. Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî. 
2. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu.”4 

Bu tanımda özgürlük serbestîyi içine alan geniş bir şekilde tanımlanmıştır. 
Kavramı sözlük anlamıyla ifade etmek kolay gibi görünse de üzerinde sayısız tanımlamaların yapılması tam tanımını yapmayı sadece zorlaştırmakla kalmayıp imkansızlaştırmaktadır. 
Bundan dolayı Montesquieu bu durumu yüzyıllar öncesinde veciz bir şekilde ifade etmiştir: “Hiçbir kelime yoktur ki, hürriyet kelimesi kadar kendisine değişik anlamlar verilmiş ve düşüncelere çeşitli biçimlerde yansımış olsun.”5

Yüzlerce yapılan bunlar gibi tanımlama çabası kavramın bütün yönlerini etraflıca 
içeren tanıma kavuşmasını sağlayamamıştır. Abraham Lincoln bu durumu “Dünya hiçbir zaman hürriyet kelimesinin iyi bir tarifine kavuşamamıştır.” şeklinde ifade etmiştir.6 

Bu durum aşırı derecede tanımlama çabasının başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını göstermektedir. İnsan yaşadığı sürece özgürlük gelişen şartlara ve durumlara göre tanımlanmaya devam edecektir. Özgürlüğün bu özelliği, özgürlüğü ölümsüzleştirmektedir. 

Ülkemizde özgürlük 1924 Anayasasında doğal hukuktan esinlenilerek 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesinde formüle edilmiş şekliyle tanımlanmıştır. 
Buna göre özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir.7 

Klasik tanımlar günümüzdeki sosyal devlet anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Yoksulluk ve sefalet içerisinde olan birinin kimseye zararı dokunmadan gezmesi, vitrin önlerinde seyretmesi, acaba bu kişiyi ne kadar özgür kılar 8

Hak ve özgürlük arasındaki ilişkiye geldiğimizde durum biraz daha karmaşık hâle gelmektedir. Özgürlüğün de bir hak olduğu konusunda büyük ölçüde fikir birliği vardır. Çoğu zaman bu kelimeler birbiri yerine kullanılmaktadır. Ancak hak kavramı özgürlükten daha geniş bir anlamı ifade eder. Özgürlük genel olarak serbestîyi ifade etmekle birlikte hak kavramı sadece davranış serbestîsini değil; aynı zamanda devletten ve toplumdan kimi taleplerde bulunmayı da kapsar.9 Anayasalarımızda hak ve özgürlük(hürriyet) kelimeleri çoğu yerde yan yana veya madde başlığı özgürlük; maddenin içeriği hak olarak düzenlenmiştir. 
Bu durum kavram karmaşasına sebep olmaktadır. 

Özgürlük hak kavramıyla, hak da hukuk kuralıyla anlam kazanır. Bunları birbirinden bağımsız düşünmek imkansızdır. Bu kavramlarla birlikte insan haklarını nasıl ifade edeceğimiz konusu önem arz etmektedir. Özgürlük başkasına zarar vermemek şartıyla istediğini yapabilmek olarak tanımlandı. 

Kişi bu özgürlükten yararlanarak yaşamına veya beden bütünlüğüne zarar verebilecek midir? Bu soruyu sorduğumuzda karşımıza insan hakları 
çıkmaktadır. Bu kavramla birlikte hak ve özgürlük kavramları felsefî birer kavram olmaktan çıkarak somut birer anlama bürünmüşlerdir. İnsanın onur ve haklar yönünde özgür olduğu, ırk, renk, cinsiyet, dil, din ve felsefî düşünce bakımından tüm temel hak ve özgürlüklerden yararlanmada ayrımsız olarak eşit bulundukları ilk kez Fransız İhtilâli ile eylem safhasına geçmiştir. 

İnsan hakları, kişinin sırf insan olmasından kaynaklanan dokunulmaz, vazgeçilmez ve devredilmez haklar bütününden oluşmaktadır. İnsan haklarından yararlanmak için sadece insan olmak yeterlidir. Bu durum insan haklarının evrenselliğinden kaynaklanmaktadır. Diğer bir deyişle, insan hakları her yer ve zamanda tüm insanlar için geçerli olan haklardır. Bundan dolayı insan hakları eşitlik temeli üzerine kuruludur. İnsan haklarından yararlanmada ırk, din, 
dil, felsefî düşünce ve benzeri nedenler etkili olamazlar. 

İnsan hakları ahlâkîlik düşüncesinden kaynaklanan haklardandır. Bunun ahlâkî tek temeli ise kişinin insan olmasıdır. Bundan dolayı insan haklarının diğer haklar yanında önceliği vardır. Çünkü bütün diğer haklar insan haklarıyla anlam kazanır. Her ne kadar insan hakları hukuk düzeni tarafından tanınsa da gerçek anlamda olması gerekeni belirtir. İnsan haklarının devlet tarafından kişilere tanınmış kısmı genel manada kamu hürriyetleri, kamu hürriyetleri ise anayasalarda temel hak ve özgürlükler olarak ifade edilir. 

İnsan hakları özelliği itibariyle diğer haklardan farklı olup onlara yol gösterici 
niteliktedir. İnsan haklarının neler olduğu, iç hukukta anayasada ve anayasada belirtilen haklar ve özgürlüklere binaen çıkarılan kanunlarda; uluslararası hukukta ise bildirge ve sözleşmelerde yer alır. 

İnsan hakları dinamik bir yapıya sahiptir. Bu zamana kadar çeşitli insan hakları 
listeleri oluşturulmuştur. Ancak nihaî nokta konulamamaktadır. Bu insan haklarının dinamik niteliğinden kaynaklanmaktadır. İnsan haklarının gelişme ve değişme süreci devam etmektedir. 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesinden bu yana çıkarılan sözleşme ve bildiriler insan haklarının dinamik özelliğini göstermektedir. Son zamanlarda ortaya atılan gelişme hakkı, çevre hakkı ve benzerleri son noktanın konulmadığını göstermektedir. 

Dinamik insan hakları, insan hakları mücadelesinin devam ettiğinin göstergesidir. İnsan hakları mücadelesi nerede ortaya çıkarsa çıksın kurulu düzenle bir bakıma çıkar çatışması niteliğinde olduğundan siyasî özellik taşımaktadır. Bu durum siyasî düzenlerde köklü değişikliğe neden olmaktadır. Rusya’da bazı temel hak ve özgürlüklerin tanınması mücadelesinin rejimin çöküşüyle neticelenmesi iç müdahâle, Irak’taki rejimin hak ve özgürlükleri kısıtlamasının rejimin yıkımıyla sonuçlanması dış müdahâle ile değişikliğe 
örnektir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Mithat SANCAR, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 132. 
2 İsmail KILLIOĞLU, “İnsan ve Özgürlük Üstüne Bir Deneme”, Yeni Türkiye İnsan Hakları Özel Sayısı, Yıl 4, S. 22, Temmuz-Ağustos 1998, s. 692. 
3 Ahmet MUMCU, Elif KÜZECİ, İnsan Hakları & Kamu Özgürlükleri, Yenilenmiş Üçüncü Baskı, Savaş Yayınları, Ankara, 2003, s. 21. 
4 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayını, Sekizinci Baskı, Ankara, 1998, C. 2, s. 1747. 
5 Münci KAPANİ, Kamu Hürriyetleri, Yedinci Baskı (Tıpkı Basım), Yetkin Yayınları, Ankara, 1993, s. 3 
6 KAPANİ, a.g.e., s. 4. 
7 Suna KİLİ, A. Şeref GÖZÜBÜYÜK, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, s. 124. 
8 KAPANİ, a.g.e., s. 5. 
9 Said Vakkas GÖZLÜGÖL, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İç Hukukumuza Etkisi, Yetkin Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002, s. 29. 

***