26 Eylül 2018 Çarşamba

DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN BÖLÜM 5

DÜNYADA VE TÜRKİYE DE AŞIRILIKÇILIK. GÜNÜ., 19 HAZİRAN  BÖLÜM 5



Burada üç kelime kullanıyorum mezo, mikro ve makro. Bu Johann Dalton’dan alıntı yapılmış bir şeydir. Onun conflict transformation diye bir teorisi var. Mezo çok küçük conflict, mikro ondan biraz büyük, makro çok büyük. Ben burada aile, ülke ve dünya için analiz yaptım. Ve ailede mezo seviyede olansa otoritenin, ataerkilliğin ve özellikle cinsel baskının neoliberalizm baharatları ile marine edilmiş; ardından küresel hakimiyet ve sorunları ile ve sosyal adaletsizlik, yolsuzluk ve makro ve mikro seviyede özgürlükleri kısaltmasıyla karışımdır. İşte 
size her midede patlayabilecek acılıkta Hint körisi. Ben Hintli olduğum için size köri pişirdim. Bu acılardan birisi Hitler'in yükselişiydi. Yazar William Rice, “Faşizmin Kitle Psikolojisi” adlı eserinde belirttiği üzere Nazizm’in yükselişinde ana etmenlerden bir tanesi psycho-sexual çatışmadır. Almanya’da o dönemde öfke, ekonomik çöküşe ve siyasal umutsuzluğa yönelmiştir ve işte tam bu anda Hitler, tıpkı özgürlüğün ve zevkin günahkar arzuları ile kafası karışmış çocuğa boyun eğmesini emreden bir aile gibi, kendisine itaat edilmesini emreden bir baba figürü yaratmıştır. Hitler bu bilinçsiz öfkeye bir çıkış noktası göstererek ve onu seçilmiş bir orduya dönüştürerek halkına bir serbestlik vaat etmiştir. Rice’ın 
kitabının adını ekstremizmin ya da fanatizmin kitle psikolojisi olarak değiştirilebilir ve içindeki argümanları bize bugün neler olduğunu açıklamak için kullanabiliriz. Bu psiko-analitik açıklama ve aile kavramına güçlü ve ilginç derin bakış bende birçok soru işareti yaratıyor. Günümüzde kendimizin aslında diğer tarafın ekstremizmine karşı cevap verdiğimiz veya tepki gösterdiğimizi düşünüyoruz. Peki, bu açıdan bakarsak Hamas ve Hizbullah gerçekten ekstremist gruplar mı? Yoksa İsrail’in faaliyetleri nedeniyle ekstremizme itilen 
sosyo-politik örgütler mi? Kendime sorduğum bir diğer soru da, nasıl oluyor da 
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından tamamen aşağılanmış ve yerle bir olmuş aynı Almanya ve hatta Japonya 30-40 yıllık kısa bir sürede önemli ekonomik devler arasına girebiliyor. Veya savaşla mahvolan ve eşi benzeri görülmemiş Amerikan saldırıları ve özellikle kullanılan napalm bombaları nedeniyle toprakları herhangi bir tarım faaliyetine izin vermeyecek derece zarar gören Vietnam günümüzde önemli bir ekonomi haline gelebiliyor. Bildiğiniz üzere Vietnam’da ve Çin ve Küba da dahil insan gelişim endeksi üst sıralarda. Vietnam için cevabım şudur; bu ülkelerin şiddetsiz toplumlara sahip olmasından itibaren ekstremist olmadığını söylememe izin verin. Bu gerekçe genelde Hindistan için kullanılır. Çoğu kesime 
göre tüm fakirliğe rağmen Hindistan’daki insanların mutlu olmasının sebebi din ve özellikle karma ve reenkarnasyon yani yeniden doğuş kuralıdır. Bunu geçmiş hayatımdan dolayı kabul ediyorum veya her şey gelecek hayatımda daha iyi olacak fikri bana göre pasifliğin nihilizme kadar varan şiddetli ve uç bir şekilde ve hareketsizliği reddeden karma kuralına da aslında aykırıdır. Sözlerime son verirken belirtmek isterim ki yalnızca güç politikalarının bize dayattığı bazı seçilmiş ekstremlere değil, hayatımıza yönelen tüm ekstremlere yüz çevirmemiz 
çok önemli. Fakirlik, çocuk işçiliği, insan kaçakçılığı, kadınların baskı altına alınması, çevrenin tahrip edilmesi ile ilgili ekstremlere de hitap etmemiz gerekir. Bütüncül bakmazsak yeniden başarısız olmaya mahkumuz demektir. Çünkü bu süre içinde susturulan ekstremistler yeni yüzlerle yeniden karşımıza çıkacaktır. Ghandi’nin dediği gibi “gerçeği hayatımızın bir alanında yaşamamız mümkün değildir. Hayatımızın her alanında gerçeği hakim kılmamız gerekir.” Buna sadece şunu ekleyeceğim: Gelecek nesillere bırakmak istediğimiz dünyaya gerçekten birlikte yaratmak için bütüncül bir yaklaşım herkesin özverili iş birliğini gerektirir. Ve ben burada bu iş birliğini oluşturacak ruhun var olduğunu biliyorum. 

Mustafa Akyol: Bir soru sorabilir miyim? İnsan gelişim endeksinde üst yere sahip ülke Küba mı? 

Joti Kohli: Yakında check etmedim ama 2 yıl once check ettiğime gore Küba, Vietnam ve Çin’deki sosyal ilkeler nedeniyle insan gelişim endeksi üst sıralarda. 

Mustafa Akyol: Sosyal prensipleri nedeniyle Küba’da endeksin iyi olmadığını duymuştum. 

Joti Kohli: Küba, belki özgürlük ve insan hakları açısından iyi olmayabilir... 

Mustafa Akyol: Çin artık sosyalist bir ülke değil. 

Joti Kohli: Artık sosyalist bir ülke değil ama hala sosyalizm belirtilerine sahip. Hala iyi gidiyor. O insani gelişim endeksine örnek olarak Türkiye'yi gösterelim. 

Mustafa Akyol: İngiltere ya da Amerika hakkında ne diyebiliriz? 

Joti Kohli: Bildiğiniz gibi bu ülkeler her zaman bu konuda iyiler. Biliyosunuz İsveç, Norveç bu sıralamada hep birincidirler. İngiltere tam olarak kaçıncı 
bilmiyorum ama... 

Kaan H. Ökten: Çok teşekkür ediyoruz. 

Joti Kohli: Sadece bir şey söylemek istiyorum, eğitim için, sadece bir şey çok önemli. Bence akademik enstitüler buna bakmak istemiyorlar. Böyle bilimsel bir kafalar var da, bilimsel bulmuyorlar. Ama bazı kuantum fiziğinden ve kuantum teorisinden gelen çok güzel çalışmalar var. Ve hatta ben Bahçeşehir Üniversitesi'nde aynı zamanda bir barış merkezi yürütüyorum. Princeton Üniversitesi içinde consciousness projesi var. Onlarla işbirliği yapmak istiyoruz, yani ona şimdi girmek istemiyorum. Zaten onu Türkçe anlatmamın imkanı 
yok. Ama o çalışmalar da çok önemli. Çünkü eğitim sadece kitap okumakla olmuyor. The Hundred Monkey hikayesi var. Onu nasıl anlatabiliriz? Ben burada iple oynuyorum, neden Afrika’daki kız da iple oynuyor? O nereden öğrendi? Bir consciousness var, bir şey var. 

Kuantum teorisini çok iyi anlıyorum, diyemem ama. Çok teşekkür ederim. 

Kaan H. Ökten: Çok teşekkür ederim. Tahmin ettiğim gibi Joti'nin önemli bir katkısı oldu. Aydın hocam sizinle bitirelim. Size zor bir soru sorayım. 

Aydın Topalıoğlu: Buyurun efendim. 

Kaan H. Ökten: Nasıl olur da bir din başka bir dine onun nasıl olması gerektiğini söyler? 

Aydın Topalıoğlu: Aslında temel sorun bu. Zaten bunu konuşuyoruz. Ben sadece başka bir din ile ilgili konuşmayacağım. Ben Ali beyin konuşmasından da çok etkilendim. Çok da takdir ettim. Katılıyorum da kendilerine büyük oranda. Problem aslında birimizin ötekimizi belirlemesidir. Yani ne olduğunun sınırlarını, şartlarını, koşullarını, yaşam şartlarını belirlemesidir. Bana göre problem buradan kaynaklanıyor. 

Benim konuşacağım çok şey var. Çok güzel şeyler söylendi, çok güzel şeyler anlatıldı. Ben tabii hepsini şu anda tekrarlamak istemiyorum, çok da ayıp olur. Çok da memnun oldum burada bulunmaktan. Sizlere de müteşekkirim ayrıca. Ve güzel bir etkinlik, güzel bir proje. 
Tabii çok temel bir problem bu bizim her alanda sadece din alanında değil, siyasette öyle okulda öyle. İşin bir reel, gerçek yönü var, bir de idealist yönü var. Şöyle olsun böyle olsundan ziyade ben bir kere olanı kabul etmek gerektiğini düşünüyorum. Yani bir Alevilik varsa, bir Alevi varsa, bir kere bunu kabul edeceğiz, özümseyeceğiz. Her ne kadar ben karşı çıksam da Sünnilik-Alevilik ayrımına, insan tabii ki ben Sünni’yim, ben Alevi’yim diyebilir. 
Ama bu bölüyorsa, parçalıyorsa ve insanları strese, sıkıntıya da sokuyorsa, bence ben bu ayrımın artık siyasi olduğunu, bir şekilde aşmamız gerektiğini düşünüyorum. Ama bir insan da kendisini rahatlıkla ifade edebilmeli. Şahsen ben kendimi İslam’da olsun başka yerlerde olsun ifade etmeye çalışıyorum. Mesela tartışma sırasında bana biri sorduğunda, “Hocam sen nesin? Sünni misin, Alevi misin?” Buna verilecek cevap şu, “Ben ehlibeyttenim” diyorum. 

Ama şaşırıp kalıyor insanlar, “Ne demek bu ehlibeyt yani?” 

Ben şunu demeye çalışıyorum: Ben bu tartışmanın içerisinde yokum, yokum ama ehlibeyt denen bir olgu var fenomen var, bir aile var, orada bir olaylar olmuş, Kerbela hadisesi var. Bir insanın bunlara karşı, bu aşırılığa karşı, bu şiddete karşı, bu vahşete karşı tarafsız kalması mümkün değil. Benim gönlüm orada, kalbim orada. Ama bu kategorilere de katılmıyorum, onu da söylüyorum doğrusu. Bunun ötesinde sorarsanız bana, ben inanan inanmayan ayrımına 
da karşıyım. Yani bu da etkiliyor bizi. Böyle bir gerçek var. Bunu kabul etmek gerekiyor yani günümüzün bir realitesi. Sorunuza gelince Kaan bey, yani bir bakıma o sorunun cevabı aslında çok kolay. Yani bizim şu anki toplantı içerisinde tabii hocamı bilmiyorum hangi dinden… 

Joti Kholi: Sih dininden. 

Aydın Topalıoğlu: Sih dininden. Bir Yahudi’nin, bir Hıristiyan’ın, bir Müslüman’ın özde temelde birbirini anlaması çok zor değil. Belki hocam bana katılabilir. 
Zaten bunların geleneği İbrahimi gelenekten gelir… 

Cemal Uşak: Sihizm de yakındır. Yarı Müslümandır. 

Aydın Topalıoğlu: Elbette orada da monoteist bir şey var sanırım, bir damar var. Tabii bunlar niye böyle, niye tartışıyorlar, sorusu hocam biliyorsunuz şu anda … asırların problemi bu. 

Kaan H. Ökten: Kudüs. Eski Şehir... Çık işin içinden şimdi. 

Aydın Topalıoğlu: Ama şunu söylemek istiyorum. Biz her halükarda bu nefreti tabii sıfırlamamız mümkün değil, ama bu nefreti ne kadar aza indirebilirsek bence o kadar iyi olacak. Bu tabii konuşuldu, nasıl yapabiliriz? Bana göre tanışıklık çok güzel bir yaklaşım. 
Tanışıklık olabilir, tanıştırabiliriz, tanışmanın yollarını arayabiliriz. 

Ben Bulgaristan’da çalıştım 4 sene. Hala da oraya gidip geliyorum, ilgim ve alakam var. 
Oradaki Alevi kardeşlerimizin, yani arkadaşlarımızın ne yaptığını da biliyorum. Geçmişte ne olduğunu da iyi biliyorum. Şimdi bakın bizim kendi soydaşlarımıza, oradaki Bulgarları daha çok tanıdım gördüm. İnanın İstanbul’a, Türkiye’ye tarihten gelen bir nefret de Türklere karşı İstanbul’a karşı iyi konuşmayan insanlar sadece bir İstanbul’a 2-3 günlük ziyaret sonrasında çok farklı şeyler söylüyorlar. Yani burada yüz yüze gelmek, konuşmak, tanışmak, tanışık 
olmak bence iyi bir anahtar. tabii bu tanışlık demek değildir ki karşıdakinin fikrini kabul edeceksin veya tamamen reddedeceksin. Ben tabii herkesin kendi olması gerektiğini düşünüyorum. Bu kendilik bir ötekini rahatsız etmiyorsa bence orada durmalıyız yani. 

Şimdi tabii kendi alanımla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Bu Cem Evi meselesi; Ali bey de konuştu, Bekir bey de konuştu. Bana göre şu anda Türkiye’de bu problem var ve bu problem orada düğümleniyor. İşte Cem Evi olsun mu olmasın mı? Ben tabii insani açıdan bakıyorum. 
Eğitim açısından bakıyorum. Bana göre Cem Evi mi cami mi tartışması yerine bu Alevi çocuklarımız Cem Evine gitmeli mi gitmemeli mi? Çünkü bana göre şu an Türkiye’de büyük oranda bir nesil veya diyelim talebe veya öğrenci kısmı, sivil insanımız camiye gidemiyor. 
Tıkalı bir şekilde. Yani bariyerler var. Aşanlar tabii oluyor. Cem Evi de aktif değil, aktifleştirilmiyor, bir şekilde frenleniyor, önleniyor. Peki oradaki insan ne olacak? 
Anadolu’daki o çocuklar eğitim almayacak mı, bir tasavvuf eğitiminden geçmeyecek mi, iyi kötü ne bilmeyecek mi? Şimdi biz bu tartışmalar esnasında bu şeyi unutuyoruz yani gözden kaçırıyoruz. İşin eğitim kısmını gözden kaçırıyor uz. Tabii burada bazı kesimler gerçeği sahipleniyorlar, din de böyle. İşte canım ben böyle karşıdakine bunu verirsem işte şu şu tehlikeler ortaya çıkıyor falan deniyor. Bir kere bundan kaçmak gerekiyor. Yani artık bir insan kendisini merkeze koyup veya bir din veya bir mezhep bir ekol kendisini merkeze koyup ötekini eğer belirlemeye devam ederse bu tartışma artık devam eder, bitmeyecektir. 

Ama şunu da söylemek istiyorum; ben çoğulculuğa inanan bir insanım. Yani bu çoğulculuk derken bir kere benim gibi olmayan bir insanın olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Bu insanlar benim gibi olmayabilir. Ben kendi kardeşimle de hemfikir değilim çoğu zaman. Kendi amcamla da, kendi arkadaşımla da, kendi hocamla da bazen tartışıyorum. O zaman bir başkasından tabii ki farklı olacağız. Bence sorun biraz daha buradan başlaması gerekiyor. 
Bizim eğitim sistemimizde (ki anlatıldı) çok önemli boşluklar var. Burayı doldurmamız gerekiyor. Yani eğitim verirken o tek yönlü, tek taraflı, tek merkezli, tek açılı değil de daha farklı, daha çoğulcu, daha şeffaf, daha demokratik, daha empatik bir eğitim vermemiz gerekiyor. Ben bu kanaatteyim. 

Tabii sorun biraz bağnazlıkta düğümleniyor. Bu bağnazlık da herhangi bir insanın, dinin, ekolün veya siyasi şeyin tekelinde değil maalesef, insana özgü bir olay. İnsanın bulunduğu yerde iyilik de var güzellik de var. Sorumlu insanlar eğer inisiyatif alır, sorumlu insanlar ortaya çıkar, sorumlu insanlar burada olduğu gibi önayak olurlarsa tabii ki aşırılıklar da kendiliğinden bitmeyebilir ama sonuçta sessiz kalır. 

Maalesef aşırılıklar eğer şu an bunu konuşuyorsak aşırılıkların çok fazla olduğu anlamına gelmez bana göre. Ve bana göre şu an reel dünya da aşırılıklar hakim değil. Ama onların sesi çıkıyor. İslam konusunda da öyle, İslamcılık konusunda da, Alevilik konusunda da öyle, Kürtçülük konusu da öyle, Yahudilik konusu da öyle. 

Yani makul insanlar, sorumlu insanlar belki saklanıyor, belki gizleniyor, belki diyor ki, ne desem boş, diyor belki ortaya çıkamıyor. Ama sonuçta susuyorlar. Yani seslerini duyuramıyorlar. Ortada olan insanlar zaten... Tabii ben onları kınamıyorum ama bir şekilde aktif olan, faal olan hatta militan olan insanlar... Şimdi bu böyle olunca bu tartışmalar tabii uzayıp gidiyor, daha acısı, bana göre bu karşılıklı beklentilerde diyelim biri bir şey bekliyor ötekinden, öteki maalesef cevazı verecekse, öteki grubunu aşırısı cevazı vermek zorunda kalıyor. 

Yani diyelim bir Ali bey Cem Evi konusunda bence bir beklentisi varsa, ki var, haklı bana göre, maalesef sistem öyle bir şeye getiriyor ki, Ali beyi sanki bir Diyanet’ten, bir imam ve bir hocadan sanki lütuf kapması alması gerekiyormuş gibi hissediyor kendisini. 

Şimdi Cem Evi konusunda niye Diyanet söz konusu olsun - veya burada pek konuşmuyoruz ama baş örtüsü konusu... Yani biri bir şey takacaksa bana göre tercihtir bu. Sanki birilerinden birileri bir yetki, bir cevaz, bir izin alması gerekiyormuş gibi. Bence devletimiz bu farklılıkları gözetip kucaklayıp hepsine olabilecek şekilde eğer müsaade edebilirse zaten bu aşırılıklar beslenmeyecektir. Bu aşırı insanlar da ortaya çıkmayacaktır ve bu aşırılıklar da törpülenmeyecektir. Ama tıkanmaların olduğu yerde tartışma ortaya çıkıyor, o zaman tabii 
insanlar maalesef sadece izliyorlar, üzülüyorlar, sıkılıyorlar. 

Mesela ben başka bir örnek vermek istiyorum. Bu bayram günlerinde beni en çok üzen olay bir Alevi arkadaşımın, komşumun hissettiği şeylerdir. Şimdi Ramazan geliyor. Bir insan oruç tutmayabilir. Ben de bazen tutmuyorum, bazen tutuyorum. Böyle bir kültürde olay var - Ramazan ayı. Ama bir iftar sevinci var, ne bileyim bir sahur havası var, efendim bir bayram olayı var. Tabii ki oruç tutan bir sürü Alevi kardeşimiz var, ben bunları biliyorum. Benim de akrabam, yengem Alevi ama toplum öylesine bir ağlarını örmüş ki, o çocuk ne bir iftar sevincini yaşayabiliyor, ne sahur zevkini alabiliyor, ne bayram sabahı namazına gidebiliyor veya gitse bile saklanıyor, gizleniyor. Ki ben din dersi öğretmeniydim, öğrencilerim vardı okulda çocukların başları böyle eğik aşağıya doğru derslerde... 

Şimdi empati yaptığımda, kendimi onların yerine koyduğumda yıkılıyordum o an. Bizim bunu yapmaya ne hakkımız var? Biz niye başkasını, başkası olduğu için üzüyoruz? Bunları konuşmak gerekiyor, tartışmak gerekiyor. Ama tabii yetkili insanlar bunları bu şekilde konuşamaz, bunu da biliyorum yani. Mesela Ali Bardakoğlu hocayı tanıyorum ben. Aynı kurumda çalıştık, şu anda başkan oldu. Belki de şahsen tanışıyorsunuzdur bilmiyorum. Şuraya gelse belki bizden de daha güzel şeyler söyleyecek. 

Ali Yaman: Açıkça ifade edemiyorsa onun bir faydası yok. 

Aydın Topalıoğlu: Ona da katılıyorum. Doğru. Aynen katılıyorum. 

Ali Yaman: Hocayken başka, hoca değilken başkaysa, o zaman o başka bir şey... 

Aydın Topalıoğlu: Burada bu girdapları aşmamız gerekiyor, kırmamız gerekiyor. Bu konudaki bu alandaki her türlü çabayı destekliyorum. Sizlere de saygılar sunuyorum. Hakikaten güzel şeyler söylüyorsunuz. İnsani ve etik olmak kaydıyla arkadaşlar ben farklıların hepsine taraftarım. Benim sözüm bu. 

Mustafa Akyol: Unutulan bir nokta aklıma geldi de. Bence bu ekstremist dediğimiz insanlar, yani bunlar radikal. Yani dini olmayan, milliyetçi, gerici her türlü kapalı insanlar. Şöyle bir sorun var: tek bilgi kaynağından besleniyorlar. Beslendikleri bilgi kaynağı da hep buradan besleniyor. Mesela Türkiye’de radikal milliyetçi bir adam gider belli bir gazeteyi okur. 

Öbürüne inanmaz da. Ve seyredeceği kanal bellidir ve o kanal onu besler. O kanalda hep öyle adamlar çıkar. Veya az önceki Vakit gazetesi örneğinde diyelim, Vakit gazetesinin okuyucusu bellidir ve o Vakit gazetesi okur genelde. Ve oraya girebilmeniz, özel dünyasına girebilmeniz çok zordur. Onun nasıl mümkün olabileceğiyle ilgili bir şey konuşmuştuk. Yani o bir kere fiziksel olarak kendine bir duvar koyuyor. Onun gittiği mahalle, gittiği kahve, komşusu, zaten 
okuduğu gazete, seyrettiği televizyon artık neyse bütün beyne giren input belli bir kaynaktan geliyor ve onu korumaya devam ediyor. Şimdi eğer biraz farklı bir şey alsa bunun başka bir açıklaması da varmış diyebilecek. Böyle diyen insanlar da oluyor nitekim. Hani oluyor ya, ben eskiden şöyleydim ama bugün artık daha farklıyım daha ılımlıyım, eskiden çok tutucuydum, ama şimdi bakıyor dünyumada Marksistim diyor. 

O dönüşüm nasıl oluyor? Sadece çok içten sorgulayan bireylerin tabii. Bir de her birey sorgulayan değil. Şimdi şöyle bir şey var. Bazı bireyler çok fanatik bir ideolojide oluyor ama onu sürekli test ediyor kendi içinde, düşünme eğilimli. Test ediyor ediyor, bir yerde artık o uymuyor, değişiyor. Yani entelektüellerde öyle kaygılar oluyor, ama bu komüniteyse ve hiçbir şekilde oraya yabancı bir bilgi girmiyorsa onun dönüşmesi çok zor. İşte tek yol biz veya başka insanlar oraya nasıl girebiliriz? Fiziksel olarak nasıl girebiliriz, yayınla nasıl girebiliriz? Oranın belki kanaat önderlerini nasıl en azından dönüşmeye ikna edebiliriz. 

Cemal Uşak: Bu aşırılarda yani her iki tarafın aşırılarında karşılıklı beslenme, daha doğrusu birbirini tetikleme gibi bir olay da var. Söz gelimi Akit veya Vakit, Cumhuriyet’ten besleniyor. Cumhuriyet de Vakit’ten besleniyor. Karşılıklı. Mesela bizim aşırı milliyetçilerimiz ile söz gelimi Naziler arasında argüman alışverişi, destek alışverişi var. Şöyle diyeyim ben İngiltere’deyken Hasidiklerle bir fuara gittim oradan onlar kol kolalar... Bu uçların birbirini beslemesidir. Yani örneğin Türkiye’deki AB muhalifleriyle, Avrupa Birliği'ndeki Türkiye muhalifleri birbirlerine çok güzel malzeme üretiyorlar. Birbirleriyle mücadele havası içerisinde çok güzel lojistik destek veriyorlar. İşin böyle de bir yönü var. 

Mustafa Akyol: Dolayısıyla bu biraz da toplumun iç içe geçmesiyle ilgili. Ne kadar tanırsa ötekini... Onun için işte ben dedim Vakit ile de konuşalım. Bilmem kimle de konuşalım mümkünse. Yani gelsin oradaki insanlar. Ve bu etkileyecektir... İnsani hikayeler her zaman etkiler. Siz mesela Türkiye’de bir Ermeni ailenin çocuğunun okulda aşağılanmış olması ve bunun acısını yaşamış olması insani bir şey. Biraz öğrenince üzülebilir yani içiniz cız edebilir. Attığım başlık insanların canını böyle yakabiliyormuş gibi. Ya da o insanların kişisel durumlarını öğrenirse daha dikkatli olması gerektiğini anlayabilir. Yani şöyle bir şey oluyor. 
O manşetini atıyor bütün taraftarları “helal olsun bugün de iyi bir şey yazmış” diyor. Ama başkaları için ne anlama geliyor manşet veya o yazı veya o şey. Yani onu sonuçta ben insanların ne olursa olsun belli bir vicdanı olduğunu ve oraya ulaşabildiğini varsayıyorum. Artık çok Faust falan haline gelmedikten sonra. Onu bulmaya çalışmakta fayda var. En azından denemekte fayda var. 

Cemal Uşak: Belki kayda değer, bilmiyorum... Japonya’da iken 4-5 sene önce bir yazı yazdım. Yani yazım şöyle: “Zorafyon’da Meriçkin dinlemek - Müslüman Türk olarak” diye. 

Bir Rum lisesi var Taksim’de Zorafyon Lisesi. Oranın mezunlar cemiyeti, Rus 
Başkonsolosunu davet etmiş. Dinleyicilerin büyük çoğunluğu Müslümanlardı ve Türklerdi yani. Fakat öylesine bir hava meydana geldi ki bir ezan sesi geldi Taksim’deki o minik mescitten. 

Meriçkin durdu. Yani birçok Müslüman veya Türk bile ezan esnasında durmayabilir. Meriçkin durdu, ezanın bitmesini bekledi. Konuşmasını kesti. Şimdi kafamdaki, çocukluğumdan beri şekillenen çocukluğumdaki o Rum, Ermeni ve Rus üzerine küfürler ve bizim buradaki Müslüman Türk kitlesi olarak zevkle Türkiye-Rusya ilişkilerinin iyiye gitmesi, şu kadar Putin geldi. Bu çerçevede bir yazı yazdım. Yani bu kafadaki imajların değişmesi, önyargıların kırılması, netice temas meselesi. 

Ben, Allah rahmet eğlesin, rahmetli Ecevit’e İngiltere’deyken seslenmiştim. İlk gençliğimde çocukluğumda diyelim onun yazdığı “Sılaya düşünce anlarsın Yunanlıyla kardeş olduğu” şiirine tepki gösterenlerden birisiydim. Brighton’da 9 ay süreyle kaldığım zaman en yakın samimi arkadaşım, bir çok anlamda benimle paralel giden, paralel düşünen kişinin Koslu olduğunu görünce, oradan seslendim. “Ya Karaoğlan, o günkü tabiriyle, ne kadar da haklıymışsın”. Yani İngiltere’ye mi gelmek lazımdı, Yunan ile kardeş olmak için? Kardeşten 
kastı burada ne kadar beraberlik olduğu. Mesela burada birebir temas ve paylaşma meselesi gerçekten önemli. 

Mustafa Akyol: Burada bizim bunu da anlamamız gerekiyor, ekstremist de insan... Yani bizim de onun dönüşebilme ihtimalini tanımamız, dönüşebileceğini varsayarak biraz kollarımızı da açmamız gerekiyor. Sonuçta en fanatik, koyu şeyi olan insandır ve onu çözümlerseniz, muhtemelen onu korkutmuşlar yıllardır işte “Seni öldürüyorlar, yok ediyorlar, ülkeni bölüyorlar” diye. Deniz hanım orada güzel bir şeye işaret etti. Şartlar da onu oraya getiriyor. Onun yaşadığı ailede, çevrede, mahallede olsaydık biz bu genlerle bu zihniyetle belki farklı bir şey olmayacaktı yani. Hani biz de Yahudiler düşmanımız, falanca düşmanımız, 
şunlar düşmanımız çünkü bildiği bütün veriler ona onu gösteriyor falan. Böyle kaptırmış gidiyor. Yani böyle her şeyi rölativize etmek istemiyorum sonuçta belki şeytani bir şey de var Naziler falan tam öyleydi. Ama yine sonuçta ona kapılan bir düşünce, kapılan ve aslında öyle olmayabilecek insanlar var en azından yani. Onu dönüştürmek belki mümkün. 

Ali Yaman: Ben doğrudan Aleviliğe dair teorik bazı meselelere girmedim. 

Aslında hocalarımızın bir kısmına değindiler. Yani bütün suçu da ekstremistlerin üstüne atmak da orada doğru değil. Yani bütün bu kötülüklerin kaynağı işte var ya bu aşırılar, ekstremistler bunlardır deyip ortadakilerin kenara çekilmelerini de ben çok sağlıklı görmüyorum. Çünkü sosyolojik olarak bu ekstremist kimdir nedir? Veya ortadaki insan ne kadar ekstremizmden nemalanır, onun içinde ne parçalar vardır meselesi falan bunlar çok detaylı ve karmaşık. Yani sosyolojik açıdan konuya bakarsak. Çok birbiriyle iç içe geçmiş şeyler var burada. Yani bu uzun bir iş. Ama burada konuşacak durumda değiliz tabii. 
Şimdi Bekir hocamdan örnek vereyim, Bekir hocam aşırı bir insan değildir ortadır belki veya ben  ortayım dır ama bir cümlem aşırılıkçılıkla özdeşleşebilir. Kendisi tanımlamada bulundu, dedi ki Cem Evi budur dedi. Bunu ne yapacağız biz peki? Ortadaki bir insan bunu söylüyor ve söylediği şey aslında başka bir cemaatin, toplumun tanımını bir çerçeve içine almaktır yani. 

Bekir Karlığa: Bu senin kırmızı çizgin yahu... 

Ali Yaman: Yani sen bunu böyle söylersen böyle olur falan bir sürü gerekçe var o ayrı bir konu tabii ama sonuçta sen bir tehdit algılamasına giriyorsun. Yani onun için ekstremistler ne derece ortadakilerle iç içe girerler, ayrılırlar? Bu tür cross ilişkilere de bakmak lazım bence diye düşünüyorum. Ama tabii bu şekilde iki üç günlük bir mesele. Belki kompartmanlara bölüp incelemek gerek daha önce söylendiği gibi dersler, ayrımcılık, mezhep ayrımcılığı falan gibi uzun bir iş. Belki ileride böyle çok katılımlı bir sempozyum falan yapılabilir. 

Kaan H. Ökten: Önümüzdeki sene içinde 2009 Mart’ında bir uluslararası sempozyum yapacağız okulda... 

Ali Yaman: Kesinlikle yani öyle bir şey çok verimli olabilir. 

Kaan H. Ökten: Yani bunlar böyle ısınma turları, yavaş yavaş konusal bir yaklaşım lazım. 
Uzun konuşmak gerekiyor onları ve o tür şeylere değinmek gerekiyor. 

Peki ben geldiğiniz için hepinize çok çok teşekkür ediyorum. 

Verimli bir toplantı olduğu kanaatindeyim... 

İyi Akşamlar... 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder