Cihan Dura etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cihan Dura etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2017 Salı

Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler


Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler


Cihan Dura
Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler

1999 Helsinki Zirvesi... Türkiye’ye “üye adayı” unvanı veriliyor. Ardından pürtelaş geçirilen üç yıl... 2000 ve 2001 hazırlık ve gelişme dönemlerinden sonra 2002 yılı siyasi kriterler açısından bir operasyonlar yılı oldu. Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği’nin (aslında Fransa ve Almanya’nın) emirlerini yerine getirme anlamında “reform hareketleri”ni hızlandırırken, öbür yandan aynı ülkelerden bir “müzakere tarihi” alabilme uğruna yoğun ve adeta “çılgınca” bir faaliyet sürdürdü (Osmanlı da böyle Avrupa’nın dayatmasıyla, “ REFORM” yapa yapa batmıştır).

Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi”ne alındıktan sonra ikinci aşama “AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin başlatılması, Türkiye’nin, Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme” ifadesine dikkat ediniz. Böyle bir koşul eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü dünyada hiçbir iş tam olarak yapılamaz. Her işin eksik bir tarafı daima bulunabilir: Türkiye bir “gül” olup Avrupa’nın karşısına çıksa, hiç kuşkunuz olmasın, Gunter Verheugen pis pis sırıtarak “iyi ama, dikenin var” diyecektir.
AB Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına uyma” sürecini izlemek gayesiyle şöyle bir süreç uyguluyor:
-“Katılım Ortaklığı Belgesi”yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
-Türkiye “Ulusal Program”la taahhütte bulunuyor.
-“Uyum Yasaları” ile taahhütlerini yerine getiriyor.

Atatürk Türkiyesi bitiriliyor

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir hatalar zinciri, işte bu süreçle başladı. Sonu belirsiz bir AB hayali uğruna, “teslimiyetçi Batıcı-mason” güçlerin itelemesiyle kendini bu mekanizmanın çarkları arasında bulan Türkiye, her şeyinden, bütün birikiminden vazgeçmeye başladı: Artık nesi var nesi yok değiştiriyor, tüm tarihsel değerlerini terk ediyor, önüne ne konulursa hiç düşünmeden, körü körüne kabul ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti “Atatürk Türkiyesi” olmaktan çıkartılıyor, giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor; adeta yapay bir yaratığa dönüştürülüyor.
Evet, Türkiye’yi sürükleyen uğursuz güç AB’ye girme uğruna bütün ulusal birikimimizi dağıtıyor, bütün Atatürkçü kazanımlarımızı yok ediyor (Öyle ki bu pespayeliğe Atatürkçülük adına kim destek oluyorsa, gerçekte yalan söylüyor ve Atatürk’e ihanet ediyor).
Soruyorsunuz bunları yapanlara, “Neden böyle yapıyorsunuz? Bu eylemleriniz şanlı bir geçmişi olan, bir Atatürk ve daha nice kahramanlar yetiştirmiş büyük bir ulusa, Türk milletine yakışır mı? Üstelik bu yaptıklarınız bilimsel gerçeklere de uymuyor. Devlet ve toplum yaşamı böyle sürekli değiştirip durmaya gelir mi? Yüz yılların birikimleri böyle bir kalemde silinip atılır mı? Yoksa “değiştirme hastalığı” diye bir hastalık var da, siz buna mı yakalandınız? Takiyyeci şeriatçılardan her ihanet beklenir; ya siz, hani siz Atatürkçüydünüz? Desenize, siz Atatürkçü değilsiniz; siz “teslimiyetçi Batıcı-mason” Atatürkçülersiniz!

Bu iki şerikin yanıtları, ancak bir çocuğun verebileceği bir yanıt: “Avrupa Birliği’ne gireceğiz de ondan! Avrupalıları memnun etmemiz lazım! Onlar da bize harçlık verecek.”
Evet Osmanlı’nın Reşit, Ali, Fuat Paşaları da, Damat Ferit’i de öyle yapıyordu, devleti bu gafiller gibi yönetiyorlardı. Bütün gayretleri halkı değil, Avrupalıyı memnun etmeye yönelikti. Ancak tarih hiçbir hatayı affetmez. Böyle yabancılar tarafından güdüle güdüle, sonunda koskoca bir devleti çökerttiler. Türk halkını da yapayalnız, sersefil ve yoksul bıraktılar. Onların yaptığının aynısını, şimdi de bu “işbirlikçi Batıcı-mason” Atatürkçüler yapıyor. Devlet yine tehlikede, halk yine perişanmış; Batıcı teslimiyetçilerin umurunda mı? Atatürk Anadolu’yu cennete çevirmeyi düşlüyordu, onlarsa cehenneme çevirdiler. Avrupa’nın gönlünü hoş etmeye gelince, takiyyeci şeriatçılarla nasıl da el ele tutuşuyor, nasıl da sarmaş dolaş oluyorlar!

Aceleleri varmış

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Siz kendi kişisel işlerinizi de böyle abullabut mu yürütüyorsunuz? Şirketlerinizi, evinizi, kişisel hayatınızı? İnsan bir düşünür, kafa yorar, tartışır; bütün eksi ve artıları, sorunun tüm bağlamını hesaba katar; kararını ondan sonra verir. Yalnız büyük sermayenin, TÜSİAD’ın değil, herkesin, köylünün, esnafın, işçinin, gençliğin çıkarlarını gözetir. Bütün bir ulusun geleceği, belirli bir çıkar çevresinin, gelip geçici hükümetlerin, acemi politikacıların keyfine bırakılır mı?

Bakın İngilizler Euro’yu hâlâ kabul etmediler, bütün toplumsal kesimleriyle yıllardır tartışıyorlar. Hâlâ karar veremediler. Neden? Çünkü ulusal bir meziyetleri olarak, hiçbir işlerini aceleye getirmezler. Ama size acele ettirirler, o başka! Çünkü önce kendi ulusal çıkarlarını düşünmeleri, bunun için de başka devletleri güderek sömürmeleri diğer bir ulusal meziyetleridir. Oysa siz tutturmuşsunuz: Acelemiz var! İkide birde elinizde bilmem kaçıncı paket, her defasında aynı laf: Acelemiz var! Alın o acelenizi, başınıza çalın. Bilinmelidir ki hiçbir acele işten hayır gelmez, çünkü acele eden, araştırıp düşünmeden karar verir. O karar da kesinlikle yanlış karardır.

İkiz Sözleşmeler’in yasalaşması

4 Haziran 2003 günü de böyle oldu: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’nden alelacele, yangından mal kaçırır gibi geçirildi. AKP ve CHP’nin oylarıyla, bir oldu bittiye getirilerek, adeta kamuoyundan kaçırılarak... Sözde çok sesli televizyonlarımız -Meltem TV ve Ulusal Kanal dışında- bu yasalarla ilgili iki cümlelik bir haber dahi yapmadılar. Olup bitenin üstünü örtmek, kamuoyunu uyutmak istedikleri gün gibi aşikâr.
Peki nedir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi varlığına son verme beyanı olan sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, Türkiye’nin Yugoslavyalaşması sürecini başlatan yasalar, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah...
Türkiye’nin AB iptilası uğruna, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’ndan sonra, neticelerini hesaba katmadan verdiği en zararlı ödünlerden biri oldu, bu sözleşmelerin kabulü.

Bu tür işler usul usul, “ Salam Yöntemi ”yle kotarılıyor:

-Önce bir büyükelçi ülkesi adına imza koyuyor.
-Ardından, bakanlar kurulu onaylıyor.
-En sonra başka bir hükümet Meclis’te yasalaştırıyor.

Türkiye’de de yapılan bu oldu. Süreç yaklaşık üç yılda tamamlandı. Cumhuriyetimizin bir temeli daha, uzun bir zamana yayılarak halka hissettirilmeden ortadan kaldırıldı.

Türkiye insan haklarına ilişkin iki Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni 15 Ağustos 2000’de imzaladı. Türkiye adına imzayı New York’ta Büyükelçi Volkan Vural koydu. DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti onayladı, ancak Meclis’e sevk edemedi. Bu eksiği de AKP Hükümeti giderdi. Göstermelik ve tutarsız birkaç beyan ve çekince ile, Meclis’ten sinsice geçirdi. Öyle ki birçok milletvekilinin, hatta bakanların, sözleşmelerin içeriğinden ve doğuracağı sonuçlardan habersiz olduğu ileri sürülüyor.

1966’da BM tarafından imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer aldı.
Ancak sözleşmelerin gözden kaçırılan çok daha korkunç bir yönü daha var; işin asıl püf noktası da burada: İkiz Sözleşmeler’in kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batının zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Bir hedef varsa, tabii araç da gerekli... Araç olarak İkiz Sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünebilir, yıkılabilirdi.
Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...

İkiz Sözleşmeler’in mahiyeti

“İkiz Sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme anlaşılıyor:
-Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
-Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.
BM sözleşmeleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ayrıntılıyor ve tamamlıyor.
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor. Ayrıca şu hakları güvence altına alıyor: Yaşama, sağlık hizmetlerinden yararlanma, eğitim, sosyal güvenlik, adil yargılanma, sendika kurma, kültürel hayattan yararlanma, insanca yaşama, ailenin korunması ve çocuk hakları ile düşünce ve ifade özgürlüğü.

Türkiye bakımından sonuçları

Sözleşmelerin kabulü Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabilecektir:

1)Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır. Tabii “Bak karışmam ha, yoksa seni aramıza almayız” diyerek... Bizimkiler de hep aceleleri olduğu için, yine bir “değiştirme fırsatı” (!) bulmanın sarhoşluğuyla, yabancıların yaptığı o tanımı da kafayı hiç çalıştırmadan kabul edeceklerdir.

2)“Kendi kaderini belirleme hakkı” (self-determinasyon ilkesi) uluslararası hukukta “kendi kültürel kimliğini belirleme hakkı” anlamı kazanmış bulunuyor. Bu nedenle, kimi yorumculara göre Türkiye, örneğin “Kürtlerin kültürel haklarını” otomatik olarak tanımış oluyor. Bunun ardından başka talepler de gelecek, kuşkusuz.

3)Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi gruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -ulusal çıkarın yerini yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması alacağı için- uzun erimde Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de -geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini okuyun, örnekten geçilmiyor.
Ne var ki bu belaları başımıza saranlar ne tarih okur, ne ondan ders alırlar; dolayısıyla çok yakında şu felaketlerle karşı karşıya kalacağız:

-Cumhuriyet düşmanı ve bölücü terörü daha da azgınlaştıracak, üstelik bunlara uluslararası koruma sağlayacak bir hukuki ortam oluşacaktır.

-Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırıldığından, bu faaliyetler doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yasalarına dayanılarak yürütülecektir.
-Söz konusu faaliyetleri önlemeye yönelik devlet müdahaleleri yasa dışı sayılacaktır. Yabancı güçler iç işlerimize karışacak, hatta askeri müdahale söz konusu olacaktır.
4)Sözleşmelerde öngörülen kuralların denetimi ve ihlalleri durumunda yaptırım uygulanması için etkin bir mekanizma bulunmuyor. Buna karşılık sözleşmeler AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından referans olarak kabul edilmektedir. Dolayısiyle “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar,” örneğin Kürtler, kültürel haklarının verilmediği gerekçesiyle AİHM’ye kolektif başvuruda bulunabilecek.

-Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek sözde “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.

-Olağanüstü hal ilanı zorlaşacak. Çünkü BM Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi olağanüstü hal durumunda temel hak kısıtlamalarına sınırlamalar getiriyor.

Sözleşmeler Türkiye’nin AB sürecinde gerçekleştireceği siyasal ve hukuki reformlar için yol gösterici olacaktır.

Sözleşmelerin uygulanabilmeleri, TBMM tarafından da onaylanmış olmalarına bağlıydı ki bu da sonunda gerçekleşti. Onay “sözleşmelerin, Türkiye’nin sosyal ve hukuki yapısına uygun olmadığı düşünülen maddelerine çekince konarak” yapılmalıydı ki öyle olmadı. Neden? Çünkü bizimkiler yalnız “aceleci,” yalnız “düşüncesiz” değildir. Bizimkiler aynı zamanda “kraldan kralcı”dır. Nasıl olsa bütün verdiklerini, kendi ceplerinden değil, Anadolu insanının kesesinden veriyorlar. Anadolu halkının geleceği kararmış, Batıcı para babalarının, onların uşaklarının umurunda mı?
Hiç mi umut yok? Var!
Evet, teslimiyetçi cephe karşısında, ulusalcı cephenin sesi çoğu zaman bastırılıyor.
Ama ya gerçekler? Hangi gerçek sürekli bastırılabilmiş? 

Nevzat Erdemir

Bu yolun sonu uçurumdur.,

Siyasal erki elinde tutanlar kendi deyimleriyle “sistem ile” Cumhuriyet ve onun kurumları çatışma halindedir. Cumhuriyet devriminin rövanşını almaya kalkışan siyasal iktidar devletin ulusu ve ülkesi ile bölünmez tümlüğünü parçalayacak, bölücülük ve gericiliği kurumsal hale getirecek ihanet yasalarını çıkararak yola devam etmektedir.

Devlet içinde teokrasi yanlısı kadrolaşmada sıra yargı erkine gelmiştir. AKP Atatürkçü yargıç, savcı ve müfettişleri hızla tasfiye ve sürgüne tabi tutmakta, kilit noktalara teokrasi yanlılarını yerleştirmekte, bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ı yargılayan DGM’nin tüm kadrosu dağıtılarak cezalandırılmakta ve hukuksuzluk doruğu ulaşmaktadır. Yargı erki içindeki şeriatçı kadrolaşma Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Fehmi Ulusoy’un gizleme çabalarına karşın çok ciddi ve vahim boyutlara varmıştır. Kurulun bağımsızlığını hukukçuların haklarını korumakta acze düşen Fehmi Ulusoy’un görevinden istifa etmesi gerekir. İrticacı faaliyeti nedeniyle soruşturma geçiren bir kimse Cumhuriyet Başsavcılığı’na atanmış, o soruşturmayı yürüten Atatürkçü Adalet başmüfettişinin ise görevine son verilmiştir. Erken emeklilik yasasının yargı duvarına çarpmasına karşın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in açıklamaları yasaya karşı hile yoluna başvurularak kamu personelinin aşamalı olarak tasfeyi edileceğini göstermektedir. Oysa Anayasa’ya göre yasama ve yürütme organlarıyla idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez (Md.38-son) Anayasa kuralları yasama yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan ve bu arada Sayın Bakanı da bağlayan temel hukuk kurallarıdır. (m11) mahkeme “Kadıya nasıl mülk olmazsa” bakanlıkta sayın Çiçek’e mülk olmayacaktır. Yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların hesabı bir gün elbet yargı önünde verilecektir.
Siyasal iktidar, teokratik amaçlarına ulaşmak için Türkiye’ye karşı düşmanca politika izleyen dış ve iç ihanet odakları birlikte Ordu ve Cumhuriyet’in diğer kurumlarını açıkça hedef almakta, bu kurumlara karşı karalama ve yıldırma kampanyası yürütmektedir.

Toprak bir devletin varlığının temel ve vazgeçilmez öğesi, bağımsızlık ve egemenlik haklarının simgesi olduğu halde;

a)Yabancı yatırımlar yasası ile ülkede yabancıların toprak (arazi ve emlak) edinmesinin önü açılmakta, yani vatan toprakları haraç mezat satışa çıkartılmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin yabancılara toprak satışını iptal eden kararları gün ışığı gibi ortada dururken, yargı karalarını hiçe sayacak, etkisiz kılacak biçimde yeni yasal düzenleme yapılması Anayasa hukuk açısından ağır bir hukuk ihlalidir, “fonksiyon gasbıdır.”
b)37 yıldır TBMM’nin reddettiği “Siyasi ve Medeni Haklar”a ilişkin uluslararası sözleşme ile Ekonomik ve Sosyal ve Kültürel Haklara ilişkin uluslararası iki sözleşme 4 Haziran 2003 tarihinde Meclis’ten geçirilmiştir. Türkiye’nin bölünüp parçalanmasına, Lozan yerine Sevr’in yaşama geçmesine yolaçabilecek bu düzenlemeler Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in imzasına sunulma aşamasındadır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ihanet yasalarını geri çevireceğine ve bu çirkin oynu bozacağına inanıyoruz. Bunu Sayın Ahmet Necdet Sezer’den talep ediyoruz.

Bütün “halkların kendi tayin hakkının” olduğunu, bu hak vasıtasıyla halkların kendi siyasi statülerini serbestçe belirleyebileceklerini bildiren ve bu sözleşmeler ile her türlü etnik topluluklara, din ve mezhep mensuplarına, tarikatlara, cemaatlere ve yerel gruplara kendi hukukunu tayin hakkı verilmektedir. Başka bir anlatımla, siyasal erki elinde tutanlar demokratik, laik, çağdaş hukuk yerine; Türkiye’yi parçalanmaya götürecek “çok hukukluluk” kaosunun içine sürükleyecek yol haritası izlemektedir. Bu yolun, yol haritasının sonu uçurumdur, uçurum...

Not:Bu yazı sayın Cumhurbaşkanı’nın İkiz Yasaları onaylamasından önce yazılmıştır.





31 Ocak 2017 Salı

Vatan Toprakları Satışta kimsede çıt yok!



Vatan Toprakları Satışta kimsede çıt yok!


Cihan Dura
23.08.2004/Sayı:6


“Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk edilemez.”
M. K. Atatürk

Yabancının arazi ve emlak edinmesi salt bir mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez. Toprak devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlık simgesidir. 

Anayasa Mahkemesi

Türkiye’de birbiri ardınca Avrupa Birliği (AB) müktesebatına uyum yasaları çıkarıldı. IMF ve Dünya Bankası’nı, dolayısiyle ABD’yi memnun etmek için sürekli mevzuat değişiklikleri yapıldı. Bütün bu yasalar, Batı karşısındaki her girişim gibi büyük bir telaş ve aceleyle, getirisi götürüsü hesaplanmadan yangından mal kaçırır gibi çıkarıldı. Oysa bakın, hem de AB’nin kurucularından biri olan Jean Monnet ne demiş: Asla zaman baskısı altında karar almayın. 

Bu sağgörüsüzlüğün (basiretsizliğin) olumsuz sonuçları şu alanlarda kendini gösterdi: Etnik hareketler, Kürt bölücülüğü, misyonerlik, Patrik sorunu, yabancı vakıflar, MGK ve ulusal güvenlik, yabancılara toprak satışı.

Yabancılara satılan mülk sayıları



Yazımın konusu, bunlardan belki de en tehlikelisi olan “yabancılara toprak satışı.”

Evet Vatan topraklarımız, halkımızın, aydınımızın, askerimizin gözleri önünde parsel parsel satılıyor. Bu yürekler acısı hâlimizi, daha önce “Aylık Atatürkçü Dergi” Yeniden Müdafaai Hukuk [S. 69, Haziran 2004] dergisinde de dile getirmiş; Türkiye’nin tapusunun nasıl yabancıların eline geçmekte olduğuna dair somut örnekler vermiş, şunları yazmıştım: “Biz ‘Ordumuz sınırlarda Vatanımızı koruyor’ diye avunalım. Gerçekte, Türkiye içerden ele geçiriliyor. Türk Vatanı Dolar ve Euro karşılığında yabancılara satılıyor: İngiliz, Amerikan, Alman, Fransız ya da bu uyruklarda görünen Ermeni, Rum, Yahudi kökenli yabancılar, Türkiye’nin dört bir yanında ev ve arazi satın almakta.

Peki, nasıl oluyor bu? Yabancılara Türkiye’de toprak edinme hakkı tanıyan uyum yasaları sayesinde! Kimin zamanında çıkarıldı bu yasalar? Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz (DSP-MHP-ANAP) koalisyon hükümetleri ile Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan (A.K.P.) hükümetleri zamanında... Başlıcaları şunlar: 4 Ocak 2002 tarihli Kamu İhale Kanunu, 9 Ocak 2002 tarihli Endüstri Bölgeleri Kanunu, 27 Şubat 2003 tarihli Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun, 5 Haziran 2003 tarihli Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu…

Adı geçen yasalarla -80 yıllık uygulama değiştirilerek- Dolar ve Euro zenginlerine 30 hektara (300 dönüme) kadar toprak alma hakkı tanındı. Daha fazlası Bakanlar Kurulu kararına bağlandı (Osmanlı da çöküşünden yarım yüzyıl önce, 1867’de, hemen hemen aynı mahiyette bir yasa çıkarmıştı).
En son 3 Temmuz 2003’de kabul edilen, 19 Temmuz 2003 tarih ve 4916 sayılı yasa ile Hazine arazilerinin yabancılara da satılmasına olanak tanındı. Artık denebilir ki yabancılara mülk satışı sınırsız olarak serbest bırakıldı. Oysa para silahtır! Türkiye’nin düşmanlarına gün doğdu: Silahlı kuvvete ne hacet, bastır parayı, al toprağı! Maden şirketleri yoluyla elden çıkanlar dahil, yabancı mülkiyetine geçen toprakların 100.000 kilometrekareyi bulduğu ileri sürülüyor. Türk Vatanı’nın yüzde 13’ü!

Bu yazım da önceki gibi belgesel gözleme dayanıyor. Çeşitli kaynaklardan, yararlandığım yazarlar şunlar: Emin Değer, Süleyman Çelebioğlu, Süleyman Özışık, Baki Özışık, Hakan Işık, Kemal Özalp, Arslan Bulut.


ABD ve İsrail Doğu Anadolu’da

Sağlam kanıtlar gösteriyor ki İsrail ve ABD’nin gözü Doğu Anadolumuzda. Karanlık emelleri için, Barzani-Talabani ikilisini de yanlarına alarak, birlikte hareket ediyorlar.

a) İsrail Güneydoğu Anadolu’da, 

Urfa’da, 450 bin dönüm arazi satın aldı. GAP ve Ceylanpınar’da çok büyük araziler kiraladılar, toprak da satın aldılar.

İsrail Tevrat’taki “Sana miras olarak Kuzey’deki akar ırmağını ve çevresini bıraktım” ayetinin gereğini yapıyor olmalı. Bu toprakları ele geçirerek bölgedeki yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip olacak, Amerika’yla birlikte.
Olmaz ya -olduğu varsayılsa bile- birilerinin özgürlük sevdası kursaklarında kalacaktır. İsrail’in, Filistin’i nasıl eziyorsa, Güneydoğu’da yapacağı da aynı olacaktır. Lozan Batının emelleri önünde büyük bir engeldi. Ne yazık ki Avrupa Birliği’ne yamanma sevdasına o kaleyi kendi ellerimizle yıktık.
Bazı aydınlarımız GAP ve İsrail ilişkisini şöyle değerlendirmekte: İsrail tarım teknolojisi açısından büyük atılımlar yapmıştır. Örneğin Türkiye kendi domates tohumunu üretemiyor, İsrail’den ithal ediyor. Bunun da ötesinde İsrail, tarım teknolojisinde çok ciddi bir birikime, dolayısiyle üstünlüğe sahip. Böyle olunca da GAP bir milli bir proje olmaktan çıkarak, ‘İsrail’in arz-ı mev’udu’ olarak görünüyor. Gözleri hep oraya dikili… Sürekli olarak, çok önemli miktarlarda toprak kapatıyorlar. Bu yalnızca GAP bölgesiyle de sınırlı değil. Eğer siviliyle askeriyle bu gaflet uykularından uyanmazsak, çok değil, on yıl sonra kitaplar o bölgede İsrail yerleşimlerini ve kolonizasyonunu yazabilir. Çünkü en basit bir araştırma bile şu gerçeği ortaya koymakta: İsrail Türkiye’de çok ciddi miktarlarda toprak satın alıyor, birtakım aracılarla!

Sızma GAP’la sınırlı değil, Batı Anadolu’da da durum aynı. Hepsi de bir tek, tarıma elverişli topraklar... İsrailliler sadece Ulukışla’da 6000 dönüm kiraz bahçesi oluşturmuş durumda.

b) İsrail ve ABD Kuzeydoğu Anadolumuzda da faaliyet hâlinde.

Örneğin Kars… Bu ilimizde çok ilginç ve anlamlı, o kadar da korkunç olaylar yaşanıyor. Internethaber’de Süleyman Özışık olup biteni şöyle anlatıyor: Kars’ın başta Digor olmak üzere bazı ilçelerinin sınır köyleri, yabancı ziyaretçiden geçilmiyor. Köylere gelen, Amerikalı ya da İsrailli oldukları söylenen bu yabancılar; ellerindeki tomar tomar paraları, sadece bir imza karşılığında tarla sahibi köylülere dağıtıp gidiyorlar. Cahil ve perişan, parayı gören koşuyor. Bir kağıda imza atma karşılığında -görünüşe göre- havadan 3-7 milyar TL kazanmış oluyorlar. Yabancıların istedikleri ise şundan ibaret: “Tarlanızı her yıl mutlaka ekip biçeceksiniz. Ekip biçmeyenlere para vermeyeceğiz. Siz bunları yapın, paranızı bizden isteyin.” Bu şekilde para alan köylülerin sayısının 3 bin civarında olduğu, sayının her geçen gün arttığı belirtiliyor.

Acaba bu yabancılar hazır bir maddî karşılık istemeden, neden böyle yüklü ödemeler yapıyorlar? Sorunun yanıtını, yabancıların teklifine, “Ne olur, ne olmaz” diyerek yanaşmayan köylülerden öğreniyoruz. Anlattıkları korkunç: Avukatlara danıştık. Altına imza atılan sözleşmede yazılan şeyler, ileride toprağımızın elimizden alınmasına neden olacak. Köylerde bazı evlerin ne tapuları, ne de ruhsatları var. Tarlaların ise, ikisi de yok. Yabancıların imzalattığı sözleşmede, toprakların kendilerine ait olduğu, para alan köylülerin ise işçi olarak çalıştırıldığı yazıyor. Uygun zamanı gelince ortaya çıkacaklar ve “Bu topraklar bizimdi zaten. Bakın, bu toprakları biz işliyorduk. İşçilere para vererek kendi toprağımızı ekip biçiyorduk” diyerek Türkiye’de toprak sahibi olacaklar.
Bir not daha: Arazi satışında Kars, yüzde 15.4’lük oranla ilk sıralarda yer alıyor.

c) Gürcistan Ahıska sınırında bulunan Posof Türközü sınır kapısı, 

Gürcistan sınırında Çıldır Aktaş sınır kapısı, Nahçıvan ve İran sınırında Iğdır Dilucu sınır kapısı ve özellikle, Ermenistan sınırında bulunan Kars Akyaka sınır kapısı civarında incelemeler yapan Baki Özışık’ın elde ettiği bilgiler, yukardakileri de gölgede bırakacak nitelikte: Sayılan bölgelerde toprakların neredeyse yüzde 20’si yabancılara satılmış! Akyaka’da ise bu oran, yüzde 30’a yaklaşıyor. Sınıra yakın olan ev, arazi ve tarlaların neredeyse tamamı artık yabancı ellerde: Akyaka’nın yüzde 30’u, gayrı resmi olarak şu anda Ermeni toprağı!... Atalarımız boşuna dememiş : Su uyur, düşman uyumaz. Tabii biz de uyuruz, aydınımızla, politikacımızla, yöneticimizle…

Ermenilerin Akyaka’da toprak almaya başladığı tarih de ilgi çekici. Alımlar Kars’ta kurulan Türk-Ermeni İşadamları Derneği’nin faaliyete başlamasından hemen sonra âdeta bir patlamayla başlamış. Zaten bu dernek de sınır kapılarının pazarlıksız açılmasını istiyor.

Doç. Dr. Alaeddin Yalçınkaya’nın (Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü) yorumu düşündürücü ve ufuk açıcı: Olup bitenler “Kafkaslarla ilgili çok yönlü global ve emperyalist oyunun ve projelerin bir parçası… Bu oyun Kuzey Kafkaslardan Kuban Nehri kıyılarından başlayarak bütün Kafkaslar dahil olmak üzere Basra Körfezi’ne kadar uzanır ve bizim Doğu ve Güney Doğu’yu da içine alır. Bu tür haberleri komploculukla geçiştirenler körler ya da kiralanmış kişilerdir.”

d) İsrail ve ABD benzer bir planı Irak’ın kuzeyinde de yürütüyor.

Irak’ta faaliyet gösteren Kürdistan Kredi Bankası Irak’ın kuzeyindeki Türklerin ev ve topraklarını satın almaları için Kürtlere beş yıl vadeyle faizsiz kredi veriyor. ‘Türkmen Eli’ teşkilatının Kafkasya temsilcisi Metin Arslanlı’ya göre Türklerin taşınmazlarını satın almak için kredi açan bu banka, İsrail’de faaliyette bulunan dört şirket tarafından desteklenmektedir. Musul, Kerkük, Erbil, Dohuk, Bakuba, Felluce, Selahattin ve Süleymaniye’deki toprakları, Kürtler aracılığıyla, ABD’liler ve Yahudiler satın almaktadır.

e) Rockefeller Vakfı da Türkiye’nin pilot bölgelerinde 

Türk gençlerine Osmanlı dönemi azınlık tapularının araştırmasını yaptırmış. Araştırma sırasında, gençlerin elde ettiği belge ve kayıtlara el konulması bir istihbarat çalışmasını andırmaktadır. İstihbarat denilen şey de yüzde 90 oranında açık kaynaklardan elde edilmiyor mu? Amerika’daki eski Osmanlı azınlıklarının torunları, ABD mahkemelerinde davalarını açmaya başlamış bile. Amerikan sigorta şirketleri bu davaları şimdiden sigorta etmiş. Hedefleri, Türkiye’den topluca toprak veya tazminat talep etmek.
Şu notları da düşmekte yarar var:

-AB’ye uyum yasaları Türk Milleti’nin sadece dilini ve kültürünü yok etmek için değil, doğrudan toprağını ve ekmeğini elinden almak için hazırlanmış ve kabul edilmiş yasalardır.
-Dünya Kiliseler Birliği’nin geliştirdiği bir proje, sadece İstanbul’da değil, Anadolu’nun her köşesinde, azınlıklar tarafından kurtarılmış bölgeler oluşturulmasını öngörüyor.
Yunan, İngiliz, Alman diğer bölgelerimizde

a) Karadeniz’de Yunan: Yunanistan epeydir Karadeniz’le ilgileniyor. Fener Rum Patriği Kastamonu’da… Eski Rum evlerini ziyaret ediyor. Belediye Başkanı ve Valinin şeref konuğu (!) oluyor. Hedef Rumların, Ermenilerin geçmişte oturdukları topraklara sahip çıkma davasını gündeme taşımak.
b) Akdeniz’de İngiliz ve Alman: Fethiye (Muğla) İngilizlerin işgali altında. Bir kültür erozyonuna uğratılmış olan insanlarımızın açgözlülüğü, para hırsı inanılmaz boyutlarda. Son iki yıldır inanılmaz bir yapılaşma var. Her yer bina… “Villa” yapıp İngiliz’e satmak burada en kârlı iş sayılıyor.
İngilizlere satılan ev ve arsa sayısı 3 bini buluyor. Şehirde yaşayan yabancı, özellikle İngiliz sayısı her geçen gün artıyor. Öyle ki Türkler nerdeyse azınlıkta kalıyor.

Düşündürücü bir nokta ise şu: “Fethiye’ye gelen ailelerin çoğu 50-60 arasında yaşlı denebilecek kimseler. Bunlar burada bir evi en az 100.000 - 150.000 dolara alıyorlar. Ancak bu kimselerin hayatları boyunca kazanabilecekleri para, bunun belki yarısı eder. Öyleyse bu insanların arkasında kimler var? Bu muazzam ödemeleri kim finanse ediyor?”
İngilizler Didim’de de dört bin ev satın aldı.
Alanya’da ev sahibi Alman sayısı 7 bini geçmiş durumda.
İtalyanlar Niğde-Sazala köyü yöresinde bodur elma bahçesi yetiştiriyor.
(Burada birilerini uyarmam gerekiyor: Parafesörlerimiz, haydi iş başına. Amerikan kitaplarını yalan yanlış tercümeyle profesörlük olmaz. Alana çıkın, şu olup biten açıklayın, aldığınız paraları hak edin biraz!)

Toprak işgalinin bilançosu

a) 27 Mayıs 2004 tarihi itibari ile yabancıların eline geçen topraklarımızın toplam büyüklüğü 323.737.215 metrekare. Yabancı işgaline terk edilen Mülklerin, Sayı olarak dökümü Tablo 1’de görülebilir.

Bu tabloda görülen şu: Yabancılar en çok İstanbul ve Antalya’da mülk Satın alıyorlar. Onları sırasıyla Bursa, İzmir, Muğla, Aydın, Mersin, Gaziantep, Balıkesir… gibi iller izliyor.

b) Kars’ta incelemeler yapan Baki Özışık, Türk topraklarının nasıl satıldığını gösteren belgelere ulaşmış. Özışık’ın Tapu Kadastro eski genel müdür yardımcısı Orhan Azkaya’dan elde ettiği bilgiler Türk topraklarının karış karış satılmakta olduğunu ortaya koyuyor. Azkaya’nın verdiği bilgilerden, satışlarda adeta patlama yaşandığı anlaşılıyor. İşte yasa çıktıktan sonraki bir yıl içinde yabancıların -arazi ve emlak olarak- satın aldığı toprak miktarları (Bkz. Tablo 2) :
Tablodan anlaşılıyor ki yaklaşık olarak 150 bin yabancı, 1 milyon dekara yakın toprak satın almıştır. Türkiye’de en çok toprak satın alanlar Fransızlar, Suriyeliler, İsrailliler ve Amerikalılardır. Neden bunlar? Her birinin ayrı bir anlamı yok mu? Her biri ayrı ayrı araştırılmaya değmiyor mu? Aydınlarımızın, “parafesör” olmayan profesörlerimizin -tatil rehavetinden sıyrılarak- hemen çalışmaya başlamaları gerekir.

İşin asıl ürkütücü yönü Tablo’daki rakamların devede kulak olması! Çünkü bu işgaller bir yıllık satışların sonucudur. Arazi satışları tüm hızıyla devam ettiğinden, şu andaki miktarlar bu rakamların kat kat üzerindedir.

Sonuç yerine

a) Deniyor ki “ Devletlerarası hukukta yeri olan karşılıklılık (mütekabiliyet, reciprocity) ilkesine göre, örneğin Amerikan yurttaşı olmayan bir Türk Amerika’da gayrimenkul sahibi olabiliyorsa, bir Amerikan yurttaşına aynı olanağı Türkiye’de de sağlamak gerekir. Eğer bu olanak İsrail, Almanya ve Yunanistan yurttaşlarına sağlanmışsa, aynı olanağın Türk yurttaşlarına, İsrail, Almanya ve Yunanistan’da da sağlanmış olması lazımdır.”
Karşılıklılık ilkesi bu şekliyle ekonomik ve politik olmak üzere iki açıdan Türkiye gibi ülkelerin son derece aleyhinedir.

-Karşılıklılık ilkesi ekonomik açıdan yoksul ülkelerin, dolayısiyle Türkiye’nin aleyhinedir. Çünkü ülkelerin “yapısal farklılığı” hesaba katılmıyor. Bir yanda dünya servetinin en büyük bölümüne sahip 50-60 bin kişi, öbür yanda kişi başına geliri 3000 doları bulmayan, yoksul Türk köylüleri. İyimser bile olsak, durum yine aleyhimizde: Benim yurttaşım Batı ülkelerinde 1000 metrekare arazi satın alana kadar, onlar benim ülkemde 1000 kilometrekare arazi satın alır. Kaldı ki bu da Türkiye’deki 20-30 bin kişinin bir ayrıcalığıdır. Şu da var ki içimizdeki bir avuç vurguncu ve kozmopolit, Miami’de, Kapri’de, Florida’da villa sahibi olacak diye Türk Vatanı tehlikeye atılamaz.

-Karşılıklılık ilkesi politik açıdan da Türkiye’nin aleyhinedir. Bir Türk Amerika’da ya da başka bir ülkede yalnızca mal sahibi olmak için gayrimenkul alır. Oysa bir Amerikalı öyle olmayabilir. Çünkü Amerikan devleti emperyalist, saldırgan, dünyanın çeşitli bölgeleri hakkında politik amaçları, gizli planları olan bir devlettir.

-Ataları vaktiyle Türkiye’den göçmüş, Amerikan uyruklu Ermeni, Rum unsurların Türkiye üzerinde emelleri vardır. Yunanistan’ın, İsrail’in Anadolu üzerinde politik planları vardır. Çoğunun toprak alırken, asıl güttüğü gaye başkadır. Unutmayalım ki İsrail, Filistin topraklarını buna benzer bir uygulamayla ele geçirmiştir.

Bu kanıtlar aynen Alman, İngiliz, Fransız için de geçerlidir.
Almanya’daki işçilerin orada mülk sahibi olması da gerekçe olarak ileri sürülemez. Çünkü onların Alman toprakları üzerinde hiçbir ideolojik emelleri yoktur. Almanya öyle değildir. Bu devletin Ortadoğu’ya yönelik planları vardır. Üstelik oradaki Türkler üzerinde sıkı bir Almanlaştırma politikası uygulamaktadır.

b) Dikkat!

Halihazır hükümetin iki uygulamasına dikkat çekiyorum: Bir yandan Türk tarımı çökertiliyor, Türk köylüsü çiftliğini çubuğunu satarak şehirlere göç etmeye zorlanıyor; öbür yandan da yabancıların toprak satın almalarını kolaylaştıran yasalar çıkartılıyor; Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından!
Korkunç bir yankılanma sürüp gidiyor içimde, Atatürk’ten bir uyarı: “ Bir ülkede en öldürücü olan husus, Bazı Milletvekillerinin yabancıların ad ve hesabına çalışmış ve satın alınmış olmalarıdır.”  Ve ben kahroluyorum.
  Köylümüzün Sefalete terk edilmesiyle yabancılara toprak satışının bir araya gelmesi sadece bir tesadüf müdür?
Türk vatanını korumakla görevli olanlar, “Cici Demokrasi ” Fedailiğinden azıcık sıyrılıp biraz da bunun üzerinde düşünsünler.

Unutmasınlar çağımızda en etkili silah, artık paradır!



..

29 Nisan 2015 Çarşamba

Türkiye’yi parçalama planının elebaşları : İngiltere ve Amerika!



Türkiye’yi parçalama planının elebaşları : İngiltere ve Amerika!


cihan_dura19_225
Türkiye’yi parçalama planının elebaşları : İngiltere ve Amerika!

Türkiye bölünme uçurumunun kıyısında artık...

Süreç, 1990’larda Süleyman Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü ile gündeme sıçradı. Ardından, Turgut Özal’ın “federasyonu tartışalım” lafı geldi.
Ve AKP’nin üç ahbap çavuşları…  T. C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mozaik ve Türkiyelilik propagandası… Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “güzel şeyler olacak çocuklar” deyip müjdesini “Norşin”le somutlaştırması… Bülent Arınç’ın TBMM’nde Kürtçe laflar etmesi… AKP iktidarı boyunca Avrupa Birliği’ne verilen tehlikeli, sonu gelmez ödünler… Böyle böyle kalenin kapısı önce aralandı, sonra, azar azar açılarak Cumhuriyet bugünkü güçsüz, kimsesiz, savunmasız duruma getirildi: İki ayrı dil, iki ayrı bayrak, özerklik talepleri. Ayrı savunma birlikleri. İlk kez devlete isyan provaları. Türkler ve Kürt asıllı yurttaşlarımız ilk kez birbirini düşman görme yolunda. Gündem bölünme. İlk kez iç savaş korkusu.

Neden, neden?... Kimdir bu ulusal felaketin müsebbibleri? Yanıtı çoktan, seksen yıl önce verilmiş, Nutuk’ta verilmiş: İç bedhahlar, dış bedhahlar…

Dış bedhahlar Batı Emperyalizmi’dir, onun Derin-Merkezi’dir. Önde zamanın süper gücü İngiltere,… etnik unsurları kullanarak, Osmanlı Devleti’ni onlar parçalamıştır. Aynı, uğursuz planlarını şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’ne uyguluyorlar. Bu kez başlarında günümüzün tiran devleti Amerika bulunuyor. O böyle istiyor, o da etnik unsurları kışkırtıyor, özerk ve federal bir eyalet sistemi istiyor bölgede. Sözde Millî İrade’yi temsil edenler, buyruğa uymuş, kendisine verilen talimatı, federal sistemi kotarma telaşı içinde. Bölücüler içten ve dıştan aldıkları cesaret ve destekle kıyasıya bir mücadele veriyor. Cumhuriyet’e bağlı kalanlar ise susturulmuş, boyun eğmiş, ürkek, olup biteni seyretmekle yetiniyor.

Bu acı, utanç verici gerçeği hep söyledim, yazdım. Ancak sorun o kadar ciddî ki bir kez değil, beş kez değil, defalarca yazmak lazım. Okuduğunuz makalede de Çirkin Batı’nın bu sonu gelmez şeytanlığının, alçaklığının, kendilerine ait olan, dolayısıyla asla inkâr edilemeyecek bazı tarihî kanıtlarını sunuyorum.

Kaynağım İngiliz arşivlerinde yer alan, Ağustos 1919 - Kasım 1920 gibi kısa bir döneme ait gizli belgelerdir[1]. Belgelerin çoğu İngiliz diplomatları ile hükümetleri arasındaki kripto yazışmalardır. Bazıları ise konferans, not, rapor ve toplantı dokümanlarıdır.

I) İşte, Kürt bölücülüğünün bir Batı kışkırtması olduğunu açıkça gösteren belgeler:

- Mr. C. Kerr’in notları: Fransız Büyükelçisi ile Rus Hariciyesi arasında Nisan 1916’da Sykes-Picot antlaşması yapıldı. Buna göre Van, Bitlis, Siirt, Aladağ, Akdağ, Yıldızdağ, Zara ve Harput bölgesinde bir Kürt devleti kuruluyor.

- Mr. Hohler’den Sir F. Tilley’e: Benim problemim Kürtler… Noel Bağdat’tan buraya geldi. Kudretli biri, Kürtlerin peygamberi olmak istiyor. Kürtleri asil ve iyi, Ermenileri değersiz ve hilekâr buluyor. Noel bir Kürt Lawrence’i olabilir. Mezopotamya artık bizim olacağına göre, Noel’e bir Kürt devleti kurdurup kuzey dağlarını bu sayede koruyabiliriz. Abdülkadir ve benzerleri ile konuştum. Kürdistan’a gidip nüfuzlarını kullanmalarını istedim. Majeste’nin hükümetinin amacı Türkleri olabildiğince zayıflatmak olduğuna göre Kürtleri bu şekilde harekete geçirmek iyi bir plan…

- Amiral Webb’den Lord Curzon’a: Amerika Trabzon ve Erzurum’u içine alan bir Ermenistan’ı himayesine alacak. Geri kalan dört vilayeti de bir Kürt devleti olarak İngilizlerin himayesine bırakıyor.

- Mr. Hohler’den Mr. C. Kerr’e: Kürtlerin ve Ermenilerin durumu beni hiç ilgilendirmez. Kürt sorununa verdiğimiz önem, işgal ettiğimiz Mezopotamya yüzündendir.

-İngiliz Yüksek Komisyonu’nun raporu: Kürt sorunu Mezopotamya’da tatminkâr bir sınır çizmemiz sebebiyledir. Şerif Paşa’nin konferansa gelip Kürtleri temsil etmek arzusu ciddiye alınamaz.

-Albay Meinertzhagen’den Lord Curzon’a: Noel gayet tehlikeli bir şekilde Türklerin aleyhine çalışıp Kürt propagandası yapıyor.

-Sir E. Crowe’dan Mr. Kidston’a: Mustafa adlı biri var ki Kürtleri ayaklandırabilir, onları bir güç haline getirebilir.

- Mr. Kidston’dan Sir E. Crowe’a: Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız menfaatimiz icabıdır. Türklerle savaşmadan, Doğu bölgesini Ermenistan ve Kürdistan olarak bölemeyiz.

-Mr Ryan’ın Raporu: Reşit Paşa ile Kürt sorununu görüştüm, şunları söyledim: Albay Noel’in Malatya ziyareti yanlış yorumlanıyor. Gerçi Majeste’nin hükümetinin Kürt sorununda büyük menfaati olduğu doğrudur, fakat bu sadece Mezopotamya ile ilgilidir ve sırf o bölgeyi korumak içindir.

-Amiral Sir F. de Robeck’ten Lord Curzon’a: Mr. Hohler Kürt sorunu hakkında Kürt başkanı olan Şeyh Sait Abdülkadir Paşa ile görüştü. Kürtler bütün umutlarını İngiliz Hükümeti’ne bağlamış durumdadır. Bu arada Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başladı.

-Türk sorununda 3. toplantı: Kürt kabileleri İngiliz ve Fransızların hâkimiyeti altına alınacak. Kürdistan’da hiçbir şekilde Türk bırakılmayacak. Tek bir Kürt devleti mi, yoksa birkaç küçük Kürt devleti mi kurulacak, bu husus düşünülecek.

-Londra Konferansı: İngilizler Kürt devleti kurmak istedikleri bölgede çok zengin maden yatakları bulunduğuna inanıyor.

- San Remo Konferansı’nda Lord Curzon’un söyledikleri: Kürdistan sorunu önemli bir sorun. İstanbul’dan Bağdat’a kadar yaptığım incelemede Kürtleri temsil edebilecek tek bir kimseye rastlayamadım. Kürtler Türklerle birlikte yaşamaya alışmış. Kürtlerle Türkleri birbirinden ayırmak çok zor. Ancak İngilizler ve Fransızlar manda yoluyla bu işi başarabilir. Musul’da yaşayan Kürtler İngiliz mandasına girdi.

-Aynı konferasta çok gizli olarak alınan bir karar: İlerde özgür bir Kürdistan kurulması sağlanacak.

-Türkiye’nin genel durumu hakkında bildiri: Kürtler iki kısımdır: Türkleri tutanlar, İngiliz ve Fransız etkisinde olanlar…

-Amiral Sir F. de Robeck’ten Lord Curzon’a: Kürtlerin çoğu bir başkan tarafından yönetilmek isterse de Şerif Paşa’nın Kürtler üzerinde hiçbir etkisi yoktur, Şerif Paşa ile zaman kaybetmeyiniz.

-Mr. Ryan’ın notu: Kürtlerin Türklerden ayrılmaları çok güç. Böyle olmakla birlikte Majeste’nin hükümeti, onları Kemalistlere ve Bolşeviklere karşı kullanabilir. Anadolu’yu milliyetçilere karşı cesaretlendirmeliyiz.

II) İngiliz belgelerinden yapılmış olan yukardaki alıntılar açıkça ortaya koyuyor ki Majestelerinin Hükümeti üç sebepten dolayı, Kürtlere sahip çıkar görünerek bir Kürt devleti kurdurmak istiyor. Bunların üçü de elbette İngiliz sömürge imparatorluğunun “âli menfaatleri” ile ilgili: Sömürgelerine sınır güvenliği sağlamak, Türk bağımsızlık mücadelesini önlemek, bölgenin doğal kaynaklarını ele geçirmek.

Günümüze gelince, tarihî misyonu ABD devralmıştır. Amerikan Derin Merkezi BOP kapsamında yer alan Kürdistan projesini Kuzey Irak’ta fiilen başlatmıştır. Güneydoğumuzda ise altyapısını hazırlamaktadır. Yakın gelecekte Suriye, İran ve Azerbaycan’a uzatılacak olan Proje üç temel gereksinimden kaynaklanıyor: İsrail’in güvenliğinin sağlanması; Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın yeniden yapılandırılması; Anadolu’nun, Orta Doğu ve Orta Asya’nın yeraltı kaynaklarına uzanma yolunda bir üs kurulması. Irak’ta yolun yarısı aşıldı. Türkiye’de ise altyapı hazırlanmaktadır elbirliğiyle[2].

*** *** ***
Sonuç şudur değerli okur:

Ne PKK ve BDP’nin, ne bunların TV ekranlarındaki adamlarının malum taleplerinin demokrasi ile, insan hakları ile ilgisi yoktur. Bu değerler işin örtüsüdür, maskesidir, ambalajıdır; kitleleri uyutmaya yöneliktir. ABD’nin Derin Merkez’i “ben böyle olsun istiyorum” demektedir, o kadar...
Oyun eskidir, günümüzde yeniden, BOP adıyla sahneye konmuştur.
Oyuncular bir kısım “Kürtler”dir; bir kısım “Türkler”le emanet aldığı Millî Egemenliği Millî İrade’yi saptırarak kullanan iktidardır. Her iki taraf da “Küresel Çete”nin kendilerine biçtiği rolü oynamaktadır.

Artık son sahnelerdeyiz, Türkiye bölünme uçurumunun en kenarında...

Bir adım daha uçurumun dibidir.

Cihan DURA - 28 Ağustos 2012

Dipnotlar :
[1] Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Aykaç Kitabevi, İst., 1967, ss. 192-280.
[2] İran ve Suriye ayakları şimdilik sonraya bırakılmıştır.

..

23 Şubat 2015 Pazartesi

DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ ( DTÖ ).., KİMİN TİCARET ÖRGÜTÜ




DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ ( DTÖ )..,  KİMİN TİCARET ÖRGÜTÜ


Cihan Dura
Dünya Ticaret Örgütü . DTÖ kimin ticaret örgütü?

Bugün Türkiye’de uygulanan hemen bütün ekonomik politikalar; liberalizm, özelleştirme, Avrupa Birliği uyum yasaları, istikrar politikaları... Hepsi birer yabancı dayatmasıdır. Bu görüş ve uygulamaların tamamı Batılı sermayedarların, özellikte dev ulusötesi şirketlerin çıkarları için geliştirilmiştir. Başta TÜSİAD olmak üzere işbirlikçilerinki hariç, Türk halkının gönenci ile hiçbir ilgisi yoktur. Türkiye’de uygulanmaları, bu nedenle son derecede yanlıştır. Kim bunlara arka çıkıyor, bunları onaylıyorsa, Atatürkçü olamaz. Çünkü Altı İlke’den “Ulusçuluk ve Halkçılık” ilkelerine aykırıdır. Kim bunlar karşısında suskun kalıyorsa o da Atatürkçü değildir; çünkü Türkiye’nin sömürgeleşmesine aldırmıyor demektir.
Sözünü ettiğim emperyalizm patentli politikalardan biri de Dünya Ticaret Örgütü’nün (World Trade Organisation, WTO) getirdiği sistemdir. Bu sistem Türkiye hükümetleri tarafından da kabul edilmiştir ve uygulanmaktadır.
Bu yazımda DTÖ’nün emperyalist yüzünü, “demokratik topluma ve çevreye yönelik tehditleri” açısından, sergileyeceğim. Yararlandığım başlıca kaynak şudur: Lori Wallach ve Michelle Sforza, DTÖ: Kimin Ticaret Örgütü, Metis Yayınları, İst., 2002.

Yazımı özellikle, “Ulusçuluk, Halkçılık, Devletçilik ve Devrimcilik” ilkelerini görmezden gelerek, Atatürkçülüğü “Laiklik ve Çağdaşlık” köşesine sıkıştırmaya kalkışanların dikkatine sunuyorum.

Dünya Ticaret Örgütü ve Ulusötesi Şirketler

DTÖ’nün kuruluşu (1995), ulusötesi şirketlerin iktidarının resmîleştirilmesi ve güçlendirilmesi bakımından bir dönüm noktası olmuştur.
1) DTÖ’yü kuran antlaşmalar dünya ülkelerini tutsak haline getirmiştir. Peki, neyin tutsağı? Şirket kârlarını arttırmaktan başka bir tutkusu olmayan ulusötesi, güvenilmez, yeni bir yönetim sisteminin tutsağı! DTÖ’nün getirdiği düzen, dünyanın en büyük şirketlerinin ve finans kuruluşlarının güç ve servetlerinin arttırılması hedefi üzerine oturtulmuştur. Ya dünya uluslarının sağlığı ve ekonomik gönenci? Asla DTÖ’nün umurunda değildir.
Dünya Ticaret Örgütü’nün -küreselleşme ile birlikte- hayata geçirilmesi; bunları destekleyenlerin muazzam planlamalar, halkla ilişkiler faaliyetleri ve politik çalışmalar yapmalarını gerektirmiştir (Benzer dev kampanyalar Neoliberalizm ve özelleştirme için de yürütüldü). Bu yeni yönetim düzeninde, insanların günlük hayatındaki en küçük ayrıntılar bile kontrol altına alınmakta, bununla ilgili birçok karar, yerel ve ulusal hükümetlerin yetki alanından çıkartılarak Cenevre’de kapalı kapılar ardında çalışan bürokratların eline bırakılmaktadır.
2) Ulusötesi şirketlerin gözünde dünya ortak bir pazardır, bir sermaye ve hammadde kaynağıdır. Ya hükümetler, demokratik rejimler, yasalar nedir? Onlar birer ayak bağıdır; Şirketlerin sömürü olanaklarını engelleyen, kârlarını kısıtlayan birer ayakbağı!...
Öyleyse ne yapmalı? Küresel ölçekte piyasaların önüne çıkan bütün engelleri ortadan kaldırmalı! Oysa bu engeller ulus-devletlerin (örneğin Türkiye’nin), kendi halkını korumak için geliştirdiği politikalardır, güvencelerdir. Ancak bu haklı gerekçe de DTÖ’nün umurunda değildir. Yukarda belirttik, onun için önemli olan tek şey vardır: Ulusötesi şirketlerin çıkarları, kasalarına giren dolarlar ve yurolar!
3) Dünya Ticaret Örgütü, yerini aldığı GATT’ın, kota ve gümrük tariflerini belirlemekten ibaret geleneksel rolünün çok ötesine geçmiştir. Bu yeni işlevler “demokratik yönetimler üzerinde yeni ve eşi görülmemiş kontroller” niteliğindedir. Örneğin, serbest ticareti ve sermayenin hareketliliğini arttırmak için, ulusal yasaları değiştirtmiş, ekonomik sınırları ve halkı koruyan kısıtlamaları kaldırtmıştır. Bu değişiklikler kimler için yapılmıştır? Dünyadaki beş milyar insan için mi, sayıları milyarları bulan yoksullar için mi? Örneğin, Türk halkı için mi? Ne gezer... elbette ulusötesi şirketler için... Ford, Cargill, General Motors, Shell, Pfizer, Hyundai, Fiat, Unilever, Lafarge... gibi dev şirketler için...
Böylece ulusötesi dev şirketler bir kurnazca oyunu küresel düzeyde oynayabilir hale getirilmiştir. Bu şirketler bir ülkede -örneğin Türkiye’de- verdikleri zararlardan dolayı demokratik bir tepkiyle karşı karşıya kalınca, hep aynı yanıtı veriyorlar: “Bize bu şekilde yüklenemezsiniz. Sizin istediğiniz şekilde davranırsak, rekabet edemeyiz. Aksi halde, fabrikamızı bize daha konuksever davranacak başka bir ülkeye taşırız.” Ne yazık ki bu türden gözdağları son derecede etkili olmakta, zarar gören ülke genellikle hep geri adım atmakta; böylece işçiler, tüketiciler, halk kaybederken, dev şirketler kârlarını katlamakta, kazanmaya devam etmektedir.
4) Acaba bu yeni küresel yönetim sistemi Adam Smith ve David Ricardo’nun XIX. yüzyıl “serbest ticaret felsefesi”nin mi ürünü? Hayır, onunla da pek ilgili değil. Bu sistem “şirket kontrolünde ticaret” diyebileceğimiz, şirketler düzeyinde bir ekonomik küreselleşme modeli niteliğinde.
Öyleyse şu soruyu yanıtlamanın tam sırası: DTÖ kimin ticaret örgütü? Yanıt: DTÖ, ulusötesi dev şirketlerle, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki bir avuç kompradorun ticaret örgütü! Kesinlikle insanlığın örgütü değil, Türk halkının da örgütü değil!
Dünya Ticaret Örgütü ve demokratik toplum

Dünya Ticaret Örgütü

Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kısa sürede berbat bir sicil sahibi oldu.


1) DTÖ temelindeki antlaşmalar, ülkelerin uyguladığı politikalara sınırlamalar getiriyor, örneğin gıda güvenliği yasaları ile ürün etiketleme politikalarına... Çocuk emeğiyle yapılmış ürünlerin yasaklanmasını engelliyor. Örgütün icra mahkemelerinden çıkan kararlar, tüm dünyada, tüketiciyi ve çevreyi korumaya yönelik güvencelerin altını oymakta.
Uruguay Görüşmeleri’nin ve DTÖ’nün destekçileri, yeni düzenin tehlikelerini daima göz ardı ettiler. DTÖ’nün ulusal egemenliğe ve demokratik uygulamalara karşı bir tehdit olmadığını savundular. Dahası Uruguay Görüşmeleri’nin uygulamaya yansımasıyla, dünya ölçeğinde büyük ekonomik kazançlar sağlanacağını vaat ettiler. Şimdi görülüyor ki bunların hiçbiri doğru değil.
2) Şu bir gerçektir ki bütün ülkelerde karar alma mekanizmaları; yurttaşların kamusal çıkarları için mücadele edebildikleri “demokratik forumlar”dan, “kurallarına ve çalışmalarına şirket çıkarlarının egemen olduğu gizli ve sorumsuz uluslararası organlar”a doğru kaymıştır. İşin en şaşırtıcı -belki “şaşırtıcı olmayan” demek daha doğru- bir yönü de “dünyanın en demokratik ülkesi” sayılan ABD’nin, DTÖ’yü, demokratik kurumları dünya çapında zayıflatmak için kullanma konusunda başı çekiyor olması.
3) Uruguay Görüşmeleri’ne kamuoyu desteği sağlamak amacıyla öne sürülmüş olan ekonomik kazançların hiçbiri gerçekleşmemiştir. Tam tersine DTÖ kurulduğundan bu yana, dünya eşi görülmemiş bir mâli istikrarsızlıkla sarsılmakta. Yoksul ülkelerde ekonomik büyüme yavaşlamış, gerek ülkeler arası gerekse ülke içi gelir adaletsizliği artmıştır.
4) Dünya Ticaret Örgütü’nün politikaları ve tehditleri kamu çıkarlarını olumsuz etkilemektedir. DTÖ tarafından, ulusal yasaları “ticarete engel” ilan edilen ülkeler (örneğin Türkiye), ya ilgili çevre, sağlık, güvenlik politikalarından vazgeçmiş ya da bunları örgütün koşullarına uyacak şekilde sulandırmıştır. Bu eğilim hem halkın (örneğin Türk halkının) çıkarına yönelik politikaların altının oyulması, hem de ülkenin yeni politika benimseme eğilimlerinin yok olması sonucunu doğurmuştur. Çünkü ülkeler DTÖ ile mahkemelik olmaktan çekinir hale gelmiştir. Çoğu ülkeler -örneğin Türkiye- şirket tehditlerine hemen teslim olmakta ve yasalarını, konu DTÖ’ye yansımadan değiştirmektedir.
DTÖ’nün felsefesi çevre, sağlık ve insan hakları konusunda küresel işbirliğine zarar vermektedir. Eğer bir ülke DTÖ üyesi ise, diğer ülkelere olan taahhütlerini, ancak DTÖ sistemi izin verdiği ölçüde yerine getirebiliyor (bu bağımlılık, DTÖ’ye üye olan Türkiye için de söz konusudur). DTÖ sistemi bazı ilerici hükümetlerin çevre, gıda güvenliği ve insan sağlığı ile ilgili politikalarına temel anlayışı tersine çevirebiliyor. Örnek verelim: Genelde bir ürünün güvenli olduğunu imalatçı kanıtlamalıdır. Oysa DTÖ hükümetlerden, bir ürünü yasaklamadan önce, onun güvenli olmadığını kanıtlamasını isteyebiliyor.
5) DTÖ ticareti âdeta tanrılaştırmıştır: Ticaret her şeyden önce gelir. Acaba burada “her şey” derken neyi kast ediyor? Yanıt: Demokrasiyi kast ediyor; eşitliği, toplum sağlığını, gıda güvenliğini... kast ediyor. Evet, DTÖ hem de gözü kararmış bir şekilde, yalnızca ticarî değerlere öncelik tanıyor; akla gelebilecek her şeyi metalaştırarak, kutsal olanı bile metalaştırarak!


DTÖ’nün Anlaşmazlık Çözme sistemi


DTÖ’nün eşi benzeri görülmemiş, tamamiyle antidemokratik bir anlaşmazlık çözme sistemi vardır.

1) Yerini aldığı GATT’ın aksine, DTÖ jürilerinin hükümleri bağlayıcıdır, hem de otomatik olarak. Hükümlerin benimsenmesi, oybirliğiyle onaylanma gerektirmiyor. Bir DTÖ mahkemesi bir ülkenin yasalarının DTÖ’ye göre yasal olmadığını ilan ettiğinde, o ülke ya yasalarını değiştirecektir, ya da ağır ticarî yaptırımlara maruz kalacaktır.
DTÖ’nün bağlayıcı anlaşmazlık çözme prosedürü ve yayılmacı kuralları; karar yetkisini demokratik şekilde seçilmiş yerel organlardan söküp almış, Cenevre’de kapalı kapılar ardında karar veren DTÖ mahkemelerine vermiştir.
2) DTÖ mahkemeleri gizli oturumlara, usulsüz yargı süreçlerine sahne olur.
DTÖ üyesi ülkelerin açtıkları davalar “Anlaşmazlık Çözme Mutabakatı” (DSU) çerçevesinde yönetilen mahkemelerde görülür. DSU usule ilişkin tek bir kural getirmiştir: Tüm jüri etkinlikleri ve belgeler gizlidir. Alt jürinin ve Temyiz Organı’nın oturumları kapalı kapılar ardında yapılır, işlemler gizli yürütülür. DTÖ’ye getirilen anlaşmazlıklar üç jüri üyesinden oluşan mahkemelerde görülür. Üyeleri DTÖ çalışanlarından oluşan Temyiz Organı, bugüne değin yalnızca tek bir kararı bozmuştur.
3) Uzmanlık konusu ticaret olan bürokratlar çevre, kamu sağlığı, işçi hakları ve ekonomik gelişme gibi anlamadıkları konularda karar verirler.
DTÖ anlaşmazlık jürilerinde görev alacak olanlarda aranan nitelikler, mevcut ticaret sistemi ve kurallarından çıkarı olan kişilerin jüri üyesi olmasını sağlıyor. Buna karşılık mevcut statükoyu, görüş ve kurumlaşmayı paylaşmayan kişilerin jüri üyesi olmasını engelliyor. Öte yandan, DTÖ’nün kuralları jüri üyelerinin uzmanlara danışmasını da gerektirmemektedir. Bu nedenledir ki, sağlık ve çevre önlemleriyle ilgili anlaşmazlıklarda durum özellikle kaygı verici bir hal almaktadır.
DTÖ’nün anlaşmazlık çözme sisteminde jüri üyelerinin görevlerini yaparken potansiyel çıkar çatışmalarında taraf olmalarını önleyecek herhangi bir mekanizma yoktur.
DTÖ yurttaşların, jürinin eksiklerini giderme imkânını kısıtlar. Şu bakımdan ki, DTÖ jürilerinin kurul dışındaki kişilerden ve uzman organlardan bilgi ve teknik danışmanlık isteme mecburiyeti yoktur. Eğer isterse, bu uzmanların adları gizli tutulur.
4) DTÖ jürileri her davadan sonra bir tarih saptar. Davayı kaybeden ülke jürinin dava konusu politikayı değiştirme ya da tamamen terketme kararını bu tarihten önce uygulamak zorundadır. Davayı kazanan taraf ise DTÖ’den ticarî yaptırımlar uygulamasını talep edebiliyor. Bir kez bu talepte bulunuldu mu, yaptırımlar yalnızca tüm DTÖ üyelerinin, buna oybirliğiyle karşı çıkması halinde durdurulabiliyor. DTÖ’nün bu eşi görülmemiş uygulaması, çoğu uluslararası antlaşmadaki egemenliği koruyucu ilkelere ters düşmektedir.
DTÖ yaptırımları “sektörler arası” uygulanabiliyor. Bunun anlamı şu: Bir ülke, uzlaşmayan tarafın sadece aynı sektördeki ürünlerine karşı değil, temel ihracatına karşı da misillemede bulunabilmektedir.
Ayrıca, davayı kaybeden bir ülke için, DTÖ’nün Temyiz Organı dışında bir temyiz makamı yok. Bu organda görev alacak kişilerin hukuk, uluslararası ticaret, anlaşmadaki temel konular hakkında uzman olması yeterli bulunuyor. Buna karşılık çevre, tüketici yasaları, çalışma hayatı uzmanlarının görev almasını sağlayacak hiçbir hüküm yok. Üstelik Temyiz jürisi üyeleri DTÖ’nün kadrolu elemanları…

Dünya Ticaret Örgütü ve çevre

DTÖ çevre için de bir felaket olmuştur.

DTÖ tarafından yasadışı ilan edilme tehditi, çevreyi koruma amaçlı yeni girişimleri durdurmak ve çok yanlı çevre antlaşmalarının altını oymak için kullanılmaktadır.
1) Bu bağlamda çevre karşıtı kurallar sonuna kadar uygulanıyor. Söz konusu kurallar nice güçlüklerle kazanılmış pek çok çevre yasasının, ticaretin önünde sözde “tarife dışı engel” oluşturdukları gerekçesiyle sıkı bir denetimden geçirilmesini gerektiriyor.
-“DTÖ Gıda Güvenliği, Bitki ve Hayvan Sağlığı Önlemleri Antlaşması (SPS)” gıda güvenliği veya çevre, insan, bitki ya da hayvan sağlığını koruma yasaları da dahil olmak üzere, hükümetlerin gıda ve tarım politikalarıyla ilgili faaliyetlerini açıkça kısıtlıyor.
-“DTÖ Ticaretin Önündeki Teknik Engeller Antlaşması (TBT)” ürün standartlarının, ticareti mümkün olduğunca az kısıtlayıcı olmasını ve uluslararası standartlara dayanmasını gerektiriyor.
-“DTÖ Devlet İhaleleri Antlaşması”, hükümetlerin satınalma kararlarını verirken, yalnızca “ticarî” hususları göz önünde bulundurmasını gerektiriyor.
-“Fikrî Mülkiyet Haklarının Ticaretle İlgili Yönleri Antlaşması (TRIPs)”, DTÖ üyelerine, uzun erimli çevresel etkileri saptanmış olsa bile, genetik özellikleri değiştirilmiş bitki çeşitlerinin mülkiyet hakkının korunmasını sağlama yükümlülüğü getiriyor.
Tüm bu antlaşmalar yaptırım tehditi ile ve DTÖ’nün anlaşmazlık çözme sistemi aracılığıyla uygulanıyor.
2) DTÖ’nün bağlayıcı yeni kuralları çevresel güvenceleri zayıflatmıştır. Özel çıkar grupları, çevreci girişimleri engellemek için DTÖ eylemi tehditinde bulunmaktadır. Somut örnekler aşağıda sayılmıştır:
- ABD, DTÖ’nün talebi doğrultusunda Temiz Hava Yasası’nın hükümlerini gevşetmiştir.
- Clinton yönetimi, yunusları koruyucu önlemlerin içini boşaltmıştır.
- ABD, elektronik sanayiinin yol açtığı kirlilikle ilgili yüksek standartları kaldırması için Avrupa Birliği’ne (AB) baskı yapmaktadır.
- ABD ve AB otomobil üreticileri, Kyoto antlaşması’nı uygulayan Japon temiz hava yönetmeliklerine karşı saldırıya geçmiştir.
- Avrupalılar “hayvanlara işkence eden tuzak”la avlama yasağını gevşetmiştir.
- ABD, gönüllü ekolojik etiketlemeyi DTÖ’ye göre yasa dışı olmakla suçlamaktadır.


Sonuç


DTÖ’nün kimin ticaret örgütü olduğunu asla unutmamalıyız. Nasıl? Aşağıdaki hususları çok iyi öğrenerek, üzerinde uzun uzun düşünerek, her fırsatta çevremizi aydınlatarak:
1) DTÖ, ulus ötesi dev şirketlerin ticaret örgütüdür. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki bir avuç işbirlikçinin örgütüdür.
DTÖ dünya ülkelerini yeni bir küresel yönetim sisteminin tutsağı haline getirmiştir. Hedefi tektir: Ulusötesi şirketlerin güç ve servetlerini arttırmak. Dünyanın (örneğin Türkiye’nin) yoksul insanları DTÖ’nün umurunda bile değildir.
2) Bu yeni küresel yönetim sistemi “şirket kontrolünde ticaret” diyebileceğimiz, şirketler düzeyinde gerçekleşen bir ekonomik küreselleşme modelidir.
Buna göre DTÖ’nün işlevleri “demokratik yönetimler üzerinde yeni ve eşi görülmemiş kontroller” sisteminden ibarettir. Bireyler hayatlarının en küçük ayrıntısına kadar kontrol altına alınmakta, kararlar ulusal hükümetlerin elinden alınarak DTÖ bürokratlarına devredilmektedir.
3) Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) demokratik topluma büyük zararlar vermektedir.
-DTÖ temelindeki antlaşmalar, ülkelerin uyguladığı politikalara sınırlamalar getirmiştir. Bütün ülkelerde karar alma mekanizmaları; “demokratik forumlar”dan, gizli ve sorumsuz “uluslararası organlar”a kaydırılmıştır.
-Dünya Ticaret Örgütü’nün politikaları kamu çıkarlarını olumsuz etkilemekte, felsefesi ise çevre, sağlık ve insan hakları konusunda küresel işbirliğine zarar vermektedir.
-DTÖ yalnızca ticarete öncelik tanıyor... Demokrasi, eşitlik, güvenlik, halkın refahı... bunlara hiçbir değer vermiyor.
-DTÖ kurulduğundan bu yana, dünya eşi görülmemiş bir mâli istikrarsızlık, yoksul ülkelerde ekonomik büyüme yavaşlığı, küresel bir gelir adaletsizliği karşı karşıyadır.
4) DTÖ’nün anlaşmazlıkları çözme sistemi antidemokratiktir.
-DTÖ bir ülkenin yasalarını beğenmezse, o ülke ya yasalarını değiştirmek, ya da ağır ticarî yaptırımlara katlanmak zorunda bırakılıyor.
-Örgütün mahkemeleri, usulsüz yargı süreçlerine sahne olmaktadır. Bürokratları çevre, kamu sağlığı, işçi hakları ve ekonomik gelişme gibi hiç anlamadıkları konularda karar vermektedir.
-DTÖ’nün uygulamaları ülkelerin egemenlik hakkına ters düşmektedir.
5) Dünya Ticaret Örgütü çevre için bir felaket olmuştur.
DTÖ tarafından yasadışı ilan edilme tehditi, çevreyi koruyucu girişimleri durdurmak ve çok yanlı çevre antlaşmalarını etkisizleştirmek için kullanılıyor. Bu bağlamda çevre karşıtı kurallar sonuna kadar uygulanıyor. Özel çıkar grupları, çevreci girişimleri engellemek için DTÖ eylemi tehditinde bulunmaktadır.
6) Görüyorsunuz, hükümetleri DTÖ antlaşmalarına imza atan uluslar ne büyük tehditlerle, ne korkunç zararlarla karşı karşıya bulunuyor!
Atatürk boşuna dememiş : “...Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek ... gibi düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?”

http://www.turksolu.com.tr/56/dura56.htm

..