Sosyal Statülerine Göre Samsun Canik Sancağında Vakıf Kurucuları BÖLÜM 1
Sosyal Statülerine Göre Samsun Canik Sancağında Vakıf Kurucuları BÖLÜM 1
Din eğitimi öğretmenleri, yetiştirilmesi, yeterlikleri, Akademik çalışmalar, Muhammet OKUDAN,Samsun Canik Sancağı,
Sosyal Statülerine Göre Samsun Canik Sancağında Vakıf Kurucuları*1
Muhammet OKUDAN*2
Muhammet OKUDAN
Özet:
-Türkiye’de Din Eğitimi Öğretmenlerini Konu Alan Akademik Çalışmaların Değerlendirilmesi
- Bu makalede, Türkiye’de 1923-2013 yılları arasında din eğitimi öğretmenlerini konu edinen kitaplar, makaleler, tezler ve tebliğler
değerlendirilmiştir. Bu akademik çalışmalar, çalışmaların yılına, türüne, içeriklerine göre sınıflandırılmış ve değerlendirilmiştir. Çalışmalar değerlendirilirken içerik analizi tekniği kullanılmıştır. Din eğitimi öğretmenlerini konu edinen çalışmaların büyük bir kısmı din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmenleri ile ilgilidir (155 çalışma). İmam-Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmenlerine odaklanan çalışmalar oldukça sınırlıdır (8 çalışma). Din eğitimi öğretmenlerinin nitelik ve yeterliklerini ele alan çalışmalar oldukça fazla olmasına rağmen (70 çalışma), din eğitimi öğretmenliğinin tarihini ele alan çalışmalar az sayıdadır (14 çalışma). Ayrıca, din eğitimi öğretmenliğini diğer ülkelerle karşılaştırmalı olarak ele alan çalışmalar da sınırlı sayıdadır (10 çalışma).
Özet:
Bu çalışmada Osmanlı Devleti zamanında Samsun’da kurulan vakıflar, kurucularının sosyal statüleri açısından vakfiyeler esas alınarak incelenmiştir.
Samsun’da gerek askeri sınıfa mensup gerekse reaya mensup kişiler tarafından
çeşitli vakıflar kurulmuştur. Şehir merkezinde inşa edilen cami, medrese, mektep gibi yapılar genellikle askeri sınıfa mensup kişiler tarafından kurulmuştur.
Reaya sınıfına mensup olanlar daha ziyade kırsal kesimde görev yapan imamların ve diğer din görevlilerin maaşlarını karşılamak üzere vakıf kurmuşlardır. Samsun’da saray mensubu vakıf kurucusu bulunmamakla birlikte emir, vali, muhassıl gibi üst düzey yöneticiler tarafından vakıf kurulmuştur.
Anahtar Kelime: Canik sancağı, Osmanlı, Vakıf kurumu, Sosyal statü.
İslam tarihinde vakıflar toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik
hayatında çok önemli rol oynamıştır. Özellikle Osmanlı Devletinde
vakıflar sosyal hayatın tüm katmanlarını kapsayacak şekilde yaygınlaşmıştır.
Devlet “sosyal devlet” olma sorumluluğunu bu kurumlar aracılığı
ile yerine getirmiştir. Hayırsever insanların mallarının bir kısmını
ya da tamamını toplum yararına vakfetmesi, toplumda dengenin korunmasını
sağlamıştır. Bina edilen cami, medrese, hastane, köprü vb. vakıf
eserler de ülkenin imar ve inşasına öncülük etmiştir (Alkan, 2004, 1).
DİPNOTLAR;
1 Bu yazı, “Vakfiyelere Göre Osmanlı Döneminde Samsun’da Vakıflar” adlı doktora tezinin gözden geçirilmiş bir bölümüdür.
2 Yrd. Doç. Dr. Gazi Osman Paşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. muh.okudan@gmail.com
Tarihsel süreçte her beşeri toplumun yapısında çeşitli tabakalaşmalar
ve hiyerarşilerin olduğu bir gerçektir. Sosyolojide, sosyal statü ya
da sosyal tabaka kavramı, hiyerarşik bir düzene ve toplum içerisindeki
iktidar ve zenginliğin sınıflaşmasına, bireylerin bu bölümlenmedeki
yerlerine atıfta bulunur. Bu sınıflaşma toplumdaki kişilerin gördükleri
saygıya, en yüksekten en düşüğe göre mevkilendiği için bir anlamda
sosyal kategorilerin bütün mensuplarını da içerir. Toplumda tabakalaşma
süreci insanların birlikte yaşama güdüsünden kaynaklanan bir
durum olmakla birlikte çeşitli bilim adamları farklı görüşlerde ortaya
koymuşlardır. Mesela Marx’a göre, sosyal tabakalaşmanın kaynağı ekonomik
sistemdir. Weber'e göre ise hem ekonomi hem itibar, hem de
siyasi iktidar, bir toplumun tabakalaşmasında en önemli rolü oynamaktadır
(Yedi yıldız, 2003, s. 151).
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda serf-senyör, proletarya-burjuvazi
gibi bir sosyal tabakalaşma olmamıştır. Bu nedenle bir asiller ve
aristokratlar sınıfı da doğmamıştır. Osmanlı Devleti’nde toplum, sınıf
olarak ikiye ayrılmaktaydı. Bunlardan birisi memleketi ve sosyal nizamı
muhafazaya mecbur olan rical olarak adlandırılan “askeri” denilen
yüksek devlet görevlileridir. İkinci sınıf ise hizmetlerini yapabilmeleri
için askeri sınıfa gerekli serveti temin etmeye mecbur olanların meydana
getirdiği gruptur. Reaya, dini bakımından Müslim ve gayr-ı Müslim,
hukuki bakımından da, hür ve köle olarak kendi içinde ayrılmıştır.
17. yüzyıldan itibaren de ayân denilen yeni bir sosyal tabaka daha
oluşmuştur. Ancak ayânlar irsî bir aristokrasi oluşturamadıklarından
kısa sürede silinip gitmişlerdir. Bu sınıflar kesin çizgilerle birbirlerinden
ayrılmamışlardır. Herhangi bir kimse reayadan olsa dahi padişahın
bir fermanı ile askeri sınıfa dâhil olabilir ya da askeri sınıfa mensup
bir kimse padişahın bir fermanı ile statüsünü kaybedebilirdi. Halk için
sınıf atlamanın en önemli ayağı medrese eğitimi olarak görülmekte,
icazet sonrası alınan bir berat ya da tevcihle padişahın fermanına gerek
kalmadan sınıf atlanabilmekteydi (Yedi yıldız, 2003, s. 153; Koç, 2005, s.35; Alkan, s. 62; Öz, 2007, s. 534-535).
Bu çalışmada yukarıda değinilen sınıflamaya bağlı kalarak, Trabzon
Vilayetine bağlı Canik sancağındaki vakıf kurucuları ve toplum
içerisindeki konumları açıklanmaya çalışılacaktır. Şöyle ki; vakıf kurucuları,
önce toplum içerisinde üstlendikleri görevler göz önüne alınarak
sosyal statülerine, sonra cinsiyetlerine göre ve son olarak da dinlerine
göre sınıflandırılıp değerlendirilecektir. Fakat bu sınıflandırmada kesin
sınırlar konulmamıştır. Bir kişi hem kadın hem seyfiye yakını hem de
ilmiye yakını gibi birkaç kategoride değerlendirilebilmektedir.
Samsun vakıf kurucularına, mesleği belli olup-olmayışına göre
baktığımızda kurulan iki yüz seksen dokuz vakıftan yüz yirmi üç tanesi
askeri sınıfa mensup olup geri kalan yüz altmışaltı tane vakıf kurucusunun
reaya sınıfına mensup olduğu görülmektedir. Vakfiyeler
incelendiğinde askeri sınıfa mensup öneticilerin meslekleri net olarak
ifade edilmektedir. Bunun için yukarıda ifade edildiği gibi kullandıkları
sıfatlardan yola çıkılarak bu genel sınıflandırma yapılacaktır. İleride bu
sınıflandırmaya esas teşkil eden meslekler ve sıfatları detaylıca incelenecektir.
I. ASKERI SINIFIN KURDUĞU VAKIFLAR
Osmanlı İmparatorluğu’nun idari mekanizmasında her hangi bir yer işgal eden ve kendilerine devlet veya vakıflar tarafından hangi tarzda olursa olsun bir ücret ödenen kişiler “askeri sınıf” olarak adlandırılmaktaydı (Yediyıldız, 2003, s.158; Başol, 2008, s. 14). Bu sınıf reaya sınıfından farklı olarak devlete vergi ödemez, Padişah beratı ile atanıp, padişahın dinsel yetki ya da yürütmesini kullanırlardı. Bazı araştırmalarda bu grup “devlet memurları” veya “devlet hizmetlileri” kavramlarıyla açıklanmıştır.(Başol, 2008, s. 114) Askeri sınıf denilince, bu sınıfın mensuplarının sadece ordu mensubu olduğu düşünülmemelidir. Osmanlı
Devleti’nin temel amacı fetihlerle ülke sınırlarını genişletmek ve cihan hâkimiyeti sağlamaktı. Kuruluş dönemine hâkim olan bu felsefe nedeniyle devlet içinde askeri görevler daha ön plana çıktığından yönetici sınıfa genel olarak “askeri” denilmiş ve bu şekilde devam edilmiştir.
Askeri sınıf kendi içerisinde seyfiye, ilmiye ve kalemiye diye üçe ayrılmıştır. Bu sınıf içerisinde emirler, valiler, muhassıllar, kâtipler kadılar, müftiler, müderrisler, imamlar, müezzinler vb. meslekler yer almaktadır. (Akyılmaz, 2004, s.221-227) Bir de reayadan farklı olan tarikat ehli ve seyyidler vardır. Bunlar da vergiden muaf oldukları için bu sınıf içerisinde değerlendirilecektir.
Tablo 1: Vakıf Kurucularına Göre Askeri Sınıfın Dağılımı Meslek Gurupları Sayı Oran%
Yapılan arşiv çalışmasında Samsun’da kurulan iki yüz seksen dokuz vakıftan yüz yirmi üç tanesi askeri sınıfa mensup hayırseverler tarafından kurulmuştur. Bu da toplam kurulan vakfın yüzde 42,56’sını oluşturmaktadır. Askeri sınıf içerisinden yüzde 3,25’i saraylı, yüzde 39,02’si seyfiye (ehl-i örf) ve seyfiye yakını, yüzde 44,71’i ilmiye ve ilmiye yakını, yüzde 5,7’si kalemiye ve kalemiye yakını, yüzde 7,32’si tarikat ehli ve seyyidlerden oluşmaktadır.
Bu yüz yirmi üç vakıftan doksan sekiz tanesi erkekler yirmi beş tanesi de kadınlar tarafından kurulmuştur.
A. Saray Mensubu Vakıf Kurucuları
Osmanlı Padişahları, devleti yöneten mutlak otorite sahibi olarak, tebasının ihtiyaçlarını karşılamak üzere devletin birçok yerinde vakıflar kurmuşlardı. Bu nedenle askerî sınıfı oluşturan grupları tanıtırken ilk sıraya yönetimin en tepesindeki isim olan padişahları ve onların ailelerini koymak gerekmektedir. Vakfiyeler sultanlar için “Dünyada Allah’ın halifesi, Allah’ın insanlık üzerindeki gölgesi, Müminlerin emiri, Müslümanların imamı, İslamiyet’in koruyucusu, Şer’iatın yardımcısı, Arapların, Türklerin ve yabancıların sultanı, zamanının krallarının sultanı, hayrât sahibi, ilim adamlarının sığınağı, harameynin hizmetçisi gibi sıfatlar kullanmaktadır.” Padişahlardan sonra saray mensupları
arasında vakıf kuranlar; valide sultanlar, sarayi denilen bir kısım cariyeler
ve darü’ssa’ade ağaları sayılabilir (Yedi yıldız, 2003, s. 160).
Samsun özelinde incelediğimiz zaman, Samsun’da saray mensupları
tarafından oluşturulmuş bir vakfın vakfiyesi tespit edilememiştir.
Bununla beraber yukarıda bahsi geçen Cami-i Kebir’in isimlerinden birisinin
Hamidiye Camisi, bir diğerinin Valide Camii olması bu camiin yapımında da Sultan II. Abdülhamid’in kendisi ile Sultan Abdülaziz’in annesinin katkılarının olduğu sonucu çıkarılabilir. (Köksal, 2011, s. 693-703) Ancak caminin vakfiyesi ve kitabesi bulunmadığından kimlerin ne kadar yardım ettiği konusunda kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır.
Her ne kadar Osmanlı sarayına mensup kişilerin oluşturduğu herhangi bir vakıf olmasa da, Osmanlı öncesi Canik’in yerel beyliklerinden olan Taceddinoğulları’na ait iki vakfiye bulunmaktadır. Tâceddinoğlu Hasan Bey’in Çarşamba’da H. 827 (M.1423) tarihli Arapça vakfiyesine göre kendisini “hasep, nesep ve şeref sahibi, hayrât kaynağı, dinin keskin kılıcı, büyük emir” olarak tarif etmiş ve Taceddinoğullarının merkezi konumundaki Ordu köyüne bir mescid inşa etmiştir. (Hasan Bey bin Arslan Bey Vakfiyesi, H. 827, VGMA., df. 597, s.199.) Aynı tarihli başka bir vakfiyede ise Hasan Beyin kardeşi Mehmed Yavuz Bey de bir mescid inşa ettirmiştir. (Mehmed Yavuz Bey bin Arslan Bey Vakfiyesi,
H. 827, SŞS., df. 3172, V. 29) Emir olan diğer iki vakfiye ise “ümerâ-i çerakizin” olarak adlandırılan Çerkez beylerine aittir. Mehmed Mehdi Bey bin Abdullah Kavak Sıralı köyünde bulunan cami giderlerini karşılamak için 1000 kuruş vakfetmiştir. (Mehmed Yavuz Bey bin Arslan Bey Vakfiyesi, H. 827, SŞS., df. 3172, V. 29) Mehmed Beyzade Tahir Efendi ise Çarşamba Kızılot Köyünde bulunan medresenin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için 2000 kuruş vakfetmiştir. (Mehmed Beyzade Tahir Efendi ibn-i Mehmed Bey Vakfiyesi, H. 17 Za 1310, VGMA. df. 595, s. 34, sr. 30)
B. Seyfiyyeye (Ehl-i Örf) Mensup Vakıf Kurucuları
Osmanlı klasik döneminde halkın askeri ve reaya olarak ikiye ayrıldığından
bahsetmiştik. İşte askeri sınıf içerisinde yer alan ve seyfiye denilen bu grup, kökenleri, eğitimleri ve sorumlulukları bakımından “ehl-i şer’” ve “ehl-i örf” olarak ikiye ayrılmaktaydı. Ehl-i örf, kul kökenli olan ve Enderun’da veya Acemi Oğlanlar Ocağı’nda yetişen, padişahtan sonra ülkede padişahın otoritesini sağlamak ve padişahın buyrukları doğrultusunda devleti yönetmekle mükellef olan sadrazam, beylerbeyi, vali, sancak beyi, kethûda vb. görevlerde bulunan kişilere verilen genel addır. Bu sınıfa mensup kişilere, vergiden muaf olma, kazasker mahkemesinde yargılanma gibi ayrıcalıklar tanınmış, yine kendilerine
sağlanan çeşitli devlet imkânlarıyla servet sahibi olmalarının önü açılmıştır. (İpşirli, 1994, s. 519; Başol, 2008, s. 122; Akyılmaz, s. 221-271.)
Seyfiye’ye mensup bu insanlar elde ettikleri bu servetlerin bir kısmını
da vakıf yoluyla halkın ihtiyaçlarını karşılama yoluna gitmişlerdir.
Ancak burada gerçekten halkın ihtiyaçlarının karşılanması ve sadece
Allah’ın rızasını kazanmak için mi vakıfların oluşturulduğu yoksa bu sınıfa mensup kişilerin farklı gündemlerinin mi olduğu, vakfiyeler incelendiği zaman anlaşılabilmektedir. Her ne kadar bu sınıfa bir takım imtiyazlar sağlanmış olsa da, müsadere denen sistem “Demoklesin kılıcı” gibi başlarında durmaktaydı. Bu sınıf çeşitli sebeplerle padişahın gözünden düşebilmekte, idam edilerek canlarını, müsadere edilerek de mallarını kaybedebilmekteydiler. İşte bu bölümde Samsun’da seyfiyeye mensup vakıf kurucularının kimler olduğu, hangi vakıfları oluşturdukları ve vakfiyeleri incelenerek, bunu hangi amaçla yaptıkları tespit
edilmeye çalışılacaktır. Bu bağlamda Ehl-i örf tarafından Samsun’da ve Canik sancağına bağlı diğer kaza ve kasabalarda en büyük vakıflaşma harekâtı Hazinedârzade ailesi tarafından yapılmıştır. Hazinedârzade Süleyman Paşa, Hazinedârzade Abdullah Paşa, Hazinedârzade Osman Paşa ve Hazinedârzade Ahmed Paşa bu aileye mensup seyfiye sınıfına dâhil vakıf kurucularındandır. Yine bu sınıfa mensup olarak vakıf kuran Mahmud Tayyar Paşa, Sinop sancağı Kaymakamı Tufan Paşa bulunmaktadır.
Mahmud Tayyar Paşa, Canikli Ali Paşa’nın torunlarındandır. Canikli
ailesi Orta ve Doğu Karadeniz’de güçlü bir idare tesis etmişlerdi.
Mahmud Tayyar Paşa, Canikli Ali Paşa’dan sonra bu ailenin en çok tanınan
yöneticisiydi. Babası Battal Hüseyin Paşa ile birlikte Kabartaylar’da
esir düşmüş, daha sonra affedilerek kendisine Canik ve Amasya sancakları
verilmişti. 1804 yılında Trabzon Valiliğine getirildi. 1808 yılında
ise idam edildi (Karagöz, 2003, s. 171; Bay, 2007, s. 132).
Mahmud Tayyar Paşa’nın elimizde iki adet vakfiyesi bulunmaktadır.
1 Şevval 1214 29 Aralık 1799) yılındaki vakfiyesinde kendisi şu şekilde tanıtılmaktadır: Canik sancağı muhâssılı ve Livâ-i Karahîsâr-ı Şarkî mutasarrıfı, mirahor-ı evvel pâyesiyle övünen, diğer vezirlerinin kendisiyle iftihar ettiği, es-Seyyid Mahmud Tayyar Bey ibn-i vezîr-i mükerrem, devletlü, Battal es-Seyyid Hüseyin Paşa… (Mahmud Tayyar Paşa Vakfiyesi, H. 1 Ş 1214, VGMA., df. 579, s. 124, sr. 57) Bu vakfiye oluşturulduğunda Mahmud Tayyar Paşa’nın henüz Trabzon Valisi olmadığı görülmektedir. 15 Muharrem 1214 (28 Mayıs 1801) tarihli vakfiyesinde ise kendisi, Büyük vezirlerden hâlen bil fiil Trabzon Vâlisi
olup, Rumeli tarafına memur olan kıymetli, değerli vezir, itibarlı, aydın
cömert ve gayretli, es-Seyyid Mahmud Tayyar Paşa…” (Mahmud Tayyar Paşa Vakfiyesi, H. 15 M 1216, VGMA., df. 579, s. 149, sr. 71) olarak tanıtmaktadır. Yani ikinci vakfiyesini oluşturduğu zaman vezir rütbesi alarak Trabzon Valiliğine getirildiği anlaşılmaktadır. Oluşturduğu ilk vakfiyede, vakfının mütevelliliğini medresenin müderrisine şart koştuğu görülmektedir. Bu da Çarşamba’da oluşturduğu vakfın hayrî vakıf statüsünde olduğunu göstermektedir. Mahmud Tayyar Paşa Bafra’da bir cami, Çarşamba’da bir medrese ve cami inşa etmiştir. Ayrıca bir tane de Haremeyn vakfı oluşturmuştur.
Mahmud Tayyar Paşa’nın idam kararı çıkması üzerine mallarının da müsadere edilmesi istenmiştir. Çarşamba’da oluşturduğu cami ve medrese yıkılmak üzere olduğundan buraya gelir getiren emlakin müsaderesinden vazgeçilmiş, diğer yerleşim yerlerinde oluşturulmuş ve vakıflara gelir getiren emlâkı müsadere edilmiştir. (Bay, 2007, s. 186-187.) Haznedarzâdeler II. Mahmud döneminden Tanzimat’a kadar Orta ve Doğu Karadeniz’de Canik ve Karahisar-ı şarki muhasallığı, Gönye mutasarrıflığı, Faş ve Anafa muhafızlığı gibi önemli bürokratik görevlerde bulunmuş bir ailedir (Karagöz, 2009, s.7.). Bu aile devlet merkezi ile uyumlu çalışması, emirleri yerine getirmesi gibi nedenlerden dolayı varlıklarını Cumhuriyet dönemine ulaştırabilmişlerdir (Karagöz, 2009, s. 7).
Ailenin ilk bilinen ferdi Süleyman Behram Ağa’dır. Canikli Süleyman Paşa’nın damadı, aynı zamanda hazinedarıdır ve “Haznedarzâde” lakabı buradan gelmektedir. (Karagöz, 2009, s. 20.) Haznedarzâdelerin bölgedeki ağırlıkları Süleyman Paşa’nın 1812 yılında Trabzon Valiliğine atanmasıyla başlamıştır. Bu tarihten 1818 tarihine kadar bu görevde kalan Süleyman Paşa, daha sonra Trabzon Valiliğinden azledilerek Alaiye sancağı Mutasarrıflığına atanmış ancak bölgeden bu görevine giderken dinlendiği Çarşamba’daki evinde hastalanarak 28 Nisan 1818 yılında vefat etmiştir. (Karagöz, 2009, s. 119-162).
Haznedar Süleyman Paşa’nın vakfiyesini incelediğimiz zaman kendisi şu şekilde tanıtılmaktadır. “…Vilayet-i Anadolu’da Trabzon Valisi ve Canik ve Karahisar-ı Şarkî Muhassılı, kendisine büyük vezirlik bahşedilen, kendisine menkıbe atfedilen, Devlet-i ‘âliyye’nin emini, yüce saltanatın uğurlu kişisi, adalet kurallarını uygulayan, padişahın yolunu takip eden devletli, merhametli Hazinedârzâde es-Seyyid Süleyman Paşa…” (Hazinedârzâde Süleyman Paşa Vakfiyesi, H. 15 B 1228, VGMA., df. 1622, s. 1, sr. 1; SŞS., df. 3171, V. 72-78).
Yine vakfiyeden Süleyman Paşa’nın hemen hemen bütün malını vakfettiği görülmektedir. Mütevelliliği kendisine şart koşmuş, kendisi vefat ettikten sonra oğlu Osman Paşa’nın bu göreve getirilmesini istemiştir.
Bu nedenle kurmuş olduğu vakıf, ailevi vakıf statüsündedir.
Bununla beraber Haznedar Süleyman Paşa özellikle Samsun merkez
ve Çarşamba kazasının imarına önemli katkılarda bulunmuş, cami, medrese mektep ve benzeri kurumlar tesis etmiştir. Ancak vakfettiği menkûl ve gayr-i menkûllerden elde edilecek gelirin, görevli ücretleri ve diğer harcama kalemlerinin çok çok üzerinde olması Hazinedârzâde Süleyman Paşa’nın müsadere korkusu yaşadığını düşündürmektedir. Bu nedenle herhangi bir azl durumunda mallarının müsadere edilmesinin önüne geçebilmek için nerdeyse bütün malını vakfettiği görülmektedir.
Bu vakıf gelirlerinden belirlediği yerlerin giderlerinin karşılanmasını arta kalan paranın ise kendisine verilmesini şart koşmuştur. Osman Paşa Haznedarzâde Süleyman Paşa’nın çocuklarındandır. Trabzon Valiliği ve Canik Muhasıllığı yapmıştır. 1828 tarihinde vezir rütbesi ile getirildiği Trabzon Valiliğini, vefat tarihi olan 1841 yılına kadar sürdürmüştür (Karagöz, 2009, s. 119-162).
H. 21 Receb 1236 tarihli vakfiyesinde kendisini şu şekilde tanıtmaktadır;
“…Seyyid Süleyman Paşanın oğlu ve her yerde Hazinedârzâde dimekle bilinen Canik sancağı muhassıl vekîli Seyyid Mir Osman…” (Hazinedârzâde Osman Paşa b. Süleyman Paşa Vakfiyesi, H. 21 B 1236, VGMA., df. 583, s. 86, sr. 74; SŞS., df. 3171, V. 113.)
Haznedar Osman Paşa Samsun’da oluşturmuş olduğu vakıflara, inşa etmiş olduğu medresenin müderrisini mütevelli olarak atamıştır. Bu nedenle
Osman Paşa’nın Samsun’da oluşturmuş olduğu vakfın hayri vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Osman Paşa Samsun’da bir medrese inşa etmiştir.
Haznedarzâde Abdullah Paşa, Haznedarzâde Süleyman Paşa’nın oğullarındandır. Abisi Osman Paşa’nın ölümünden sonra Vezir rütbesi ile Trabzon Valiliğine getirilmiştir. 1848 yılında valilik ve muhassıllık görevinden alınmış ve ömrünün geri kalanını İstanbul’da geçirmiştir (Karagöz, 2009, s. 119-162).
Vakfiyesinde kendisini şu şekilde tanıtmaktadır; …Kasaba-i Samsun
hanedanından hayırlı ve iyi işlere talip olan es-seyyid Mir Abdullah
bin es-seyyid Süleyman Paşa… (Hazinedârzâde Abdullah Paşa bin
Süleyman Paşa Vakfiyesi, H. 15 Za 1251, VGMA., df. 733, s. 110 sr.
69; SŞS., df. 3173, V. 2-4.) Abdullah Paşa da babası Süleyman Paşa gibi
Samsun şehrinin imarında önemli katkıları olmuştur. Ancak vakfettiği
menkûl ve gayr-i menkûllere baktığımız zaman Abdullah Paşa’nın da
bir müsadere korkusu yaşadığı görülmektedir. Mütevelli olarak kendisini
ataması ve kendinden sonra çocuklarını mütevelliliğe şart koşmasından,
oluşturduğu vakfın ailevi vakıf olduğu anlaşılmaktadır.
Hazinedârzâde Ahmet Paşa, Trabzon Valisi olan Osman Paşa’nın
yardımıyla mir-i miranlık aldığı, Osman Paşa’nın, savaşa gittiğinde,
Ahmet Paşa’yı Canik sancağı Muhassıl Vekilliğine atadığı veya Trabzon
Kaymakamı olarak görevlendirdiği kayıtlarda geçmektedir.
Paşa 1852 ve 1856 yılında iki defa Lazistan Mutasarrıflığına, daha sonra 1859
yılında Sivas Mutasarrıflığına atanmıştır. Ancak 1860 yılında görevinden
azledilmiş ve 1867 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. (Bay, 2007, s.
226) Hazinedârzâde Ahmed Paşa’nın vakfı da ailevi vakıftır.
Yukarıda incelediğimiz paşa unvanlıların yanında Seyfiye’ye mensup vakıf kurucuları arasında bey, mirimiran, kethüda, kaymakam, yüzbaşı, çavuş onbaşı, redif askeri gibi askeri ve sivil yöneticiler de yer almaktadır.
Genel olarak baktığımızda Samsun’da kurulan iki yüz seksen dokuz
vakıftan yüzde 18’i seyfiye sınıfı tarafından oluşturulmuştur. Bu
vakıfların yirmi bir tanesi seyfiye sınıfına mensup kişinin bizzat kendisi
tarafından, otuz bir tanesi ise seyfiye sınıfı yakınları tarafından kurul
muştur. Bu oran 18. yüzyılda Bursa’da yüzde 37’dir. Aynı yüzyılda tüm
Türkiye’deki oranı yüzde 37.45, (Başol, 2008, s. 122) Adana’nın tümü
için ise oran yüzde 40.62’dir. (Alkan, 2004, s. 3.)
Tablo 2: Mesleği Tam Olarak Belli Olan Askeri Sınıf-Seyfiye Vakıf Kurucuları
Diğer şehirlerle ve Türkiye’nin geneliyle kıyaslandığında Samsun’da ehl-i örf tarafından kurulan vakıf sayısının az olduğu görülmektedir. Bunun sebebi olarak, Samsun’un vilayet merkezine uzak ufak bir kasaba olması ve sancak yönetimi hariç diğer yönetici sınıfın Trabzon’da yaşamış olması gösterilebilir.
Ehl-i örf sınıfına mensup kişilerin kurdukları vakıflar gözden geçirildiğinde
çeşitli amaçlar için vakıf kurdukları ortaya çıkmaktadır. İncelenen vakfiyelere göre ehl-i örf mensuplarının daha çok “müessesât-ı hayriyye” dediğimiz medrese, mektep, cami, mescit vb. eğitim ve dini amaçlara yönelik vakıf kurdukları, genellikle yarı ailevi şekilde oluşturdukları bu vakıflarla ailelerine önemli miktarda gelir bıraktıkları görülmektedir. Bu sınıfın oluşturduğu vakıflara ayrılan gelir kaynakları incelendiğinde, birçok alanda faaliyet gösterendükkânlar, çok sayıda çiftlik ve köyler, para, değirmen göze çarpmaktadır. (Mehmed Bey b. Bali Bey Vakfiyesi, H. Evvâil-i M 965, VGMA., df. 585, s. 19, sr. 22; Mahmud Tayyar Paşa Vakfiyesi, H. 1 Ş 1214, VGMA., df. 579, s. 124, sr. 57; Hazinedârzâde Süleyman Paşa Vakfiyesi, H. 15 B 1228, VGMA.,
df. 1622, s. 1, sr. 1; SŞS., df. 3171, V. 72-78; Hazinedârzâde Osman
Paşa b. Süleyman Paşa Vakfiyesi, H. 21 B 1236, VGMA., df. 583, s. 86,
sr. 74; SŞS., df. 3171, V. 113).
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,,
***