Prof. Dr. Bayram KODAMAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Bayram KODAMAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2019 Çarşamba

EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 


Prof. Dr. Bayram KODAMAN
* Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölüm Başkanı. 



A-Giriş 

Evrensellik denince bütün insanlığı, bütün halkları, bütün ülkeleri ilgilendiren ve kapsayan kavram akla gelmektedir1. 

Bu bakımdan evrensellik, herkesin, bütün insanların kabul ve iştirak edebileceği ortak anlayışın, ortak bir fikrin, ortak bir buluşma ve uzlaşma zemininin adıdır. Bu anlamda herkes tarafından kabul edilebilir olan ilmi, dini, ahlaki, siyasi, iktisadi, içtimai gibi müşterek değerler, evrensel değerler olarak nitelendirilebilir. Bu evrensel değerler, ilmi, tarihi, ilahi, içtimai kökenli olduğu için zaman ve mekana göre değişmeyen ve değişebilen özelliklere sahiptir. Farklılık, çeşitlilik ve zıtlık arz etse de insanlığın, kültürlerin, medeniyetlerin bu evrensel değerler üzerinde inşa edildiği de tarihi bir gerçektir. 

Ancak bu evrenselliğin çıkış noktası evrensel olmayabilir. Başlangıçta belirli bir gruba, topluma, kavime veya millete ait olarak ortaya çıkan değerler, zamanla tarihi süreç içinde dünyaya yayıldığında, herkes tarafından hüsnü kabul gördüğünde evrensel bir karakter kazanmaktadır. 

B- Tarihi Süreçte Evrensellik 

Bilindiği üzere tarihte hâkim kavimler kendi kültürlerini ve medeniyetlerinin evrensel olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bunların başında Grek, Roma ve Hıristiyanlığın sentezi olan Batı Medeniyeti ile Arap-İran- Türk-İslam sentezi olan Osmanlı Medeniyeti gelmektedir. 

Osmanlı Sistemi: Sanayi inkılâbından önce, yani tarım ve hayvancılığın hâkim olduğu ve dinin de ideoloji görevi yaptığı dönemde Osmanlı, kendi devletini evrensel dünya devleti ve medeniyetini de evrensel dünya medeniyeti olarak görmekteydi. Bunun sonucudur ki, yeni bir dünya (nizam-ı âlem) kurma iddiasında bulunmuştur. 

Osmanlı Devleti, bu iddiasını gerçekleştirebilecek güce ve organizasyona sahip, müesseseleşmiş bir “devlet-i ebed müddet” idi. Kısaca Osmanlı soylu, muhteşem ve büyük bir medeniyet yaratmıştı. Ancak XVI. Yüzyılda, Osmanlı toplumu “mükemmeliyet” noktasına erişildiği şeklinde bir zihniyete kapıldı. 
Bu anlayış kısa zamanda statükoculuğa ve gelenekçiliğe dönüştü. 
Bu anlamda mükemmeliyet duygusu Osmanlıya dinamiklerini kaybettirdi ve çöküşüne zemin hazırladı. 

Her sistem gibi Osmanlı sistemi de, gücünü ve evrenselliğini başarısından alıyordu. Ancak, mükemmeliyet duygusu onu, XVII.yüzyıldan itibaren ufuksuzluğa, hedefsizliğe ve arkasından başarısızlığa mahkum edecektir. Neticede soyluluğu, muhteşemliği ve büyüklüğü kaybolmaya başlayacaktı.. Yeni bir ütopya yaratamaz ve mevcudu muhafaza etmekten başka bir şey düşünemez, yapamaz duruma düştü. 
Bu süreç, XIX. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. II. Mahmut dönemiyle birlikte yeni bir alternatif üretemeyeceği telaşına kapılınca, mevcudu muhafazadan da kısmen vazgeçerek, evrensellik iddiasında bulunan Avrupa’nın sistemini ve medeniyetini alternatif olarak görmeye ve ondan kısmen iktibaslar yapmaya başladı. Bu tutum, Osmanlı’nın kendi sisteminin başarısızlığı; Avrupa sisteminin 
de başarısının teyidi anlamına geliyordu. XIX.yüzyılın sonu ve XX.yüzyılın başında, evrensellik iddiasından da tamamen vazgeçilerek, sadece Osmanlı devletini kurtarma telaşına düşüldü.Bunun için üç yeni model öne sürüldü.2: 
Müslümanlar için İslamcı, Türkler için Türkçü, bütün Osmanlı fertleri için de Batıcı model. Zihinleri meşgul eden ve umut gibi görünen bu üç model, iç ve dış siyasi olayların baskısıyla farklı hedeflere yöneltildiğinden Osmanlı’yı kurtarmada yetersiz kaldı. 

Batının evrensel sistemine gelince: Batı ortaçağdan çıkarken Hümanizma, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağa alternatif kendi sisteminin temellerini atmayı başarmıştır. Batı, bu evrensel sistemin merkezine önce ferdi ve aklı koymakla, bilim, sanayi ve makine çağına da adım atmış, sürekliliğin ve değişmenin yolunu açmıştır. Zira akıl ve ilim, değişen toplumda yeni alternatifler teklif etme özelliğine sahipti. Artık Avrupa sisteminin aktörleri tüccar-ticaret, iş adamı-sanayi-fabrika-üretim, ilim adamı-üniversite-enstitü gibi yeni kişiler, kurum ve kuruluşlardı idi. Buna karşılık Osmanlı yeni aktörler yaratamamış, ülema-medrese (ilmiye sınıfı) kapıkulu paşaları-kışla (seyfiye sınıfı), memur-bürokrasi (kalemiye sınıfı) sarmalında kalmıştır. 

Batı, bu yeni aktörlerin ürettikleri cazip-müessir fikirlerle, teknolojiyle ve ticari mallarla tabiata, diğer ülkelere ve diğer toplumlara saldırıya geçmiş ve hâkim olmuştur. Sonuçta kendi değerlerini ve sisteminin evrenselliğini gönüllü veya mecburi bir tarzda kabul ettirmiştir. 

C-Mustafa Kemal ve Evrensellik 

Mustafa Kemal dahi özelliğine sahip hem asker hem paşa, hem devlet adamı, hem politikacı, hem de entelektüeldir. Ayrıca Osmanlı’yı Türk toplumunu, Avrupa’yı ve İslam alemini bilen, tanıyan bir kişidir. Bu vasıflarıyla birlikte, aynı zamanda başarılı asker, başarılı devlet adamı ve başarılı bir politikacı olarak karizmatik bir kahraman ve liderdir. 

Bu özelliklere sahip Mustafa Kemal, farklı bir evrensellik, farklı bir nizam-ı âlem (dünya düzeni) anlayışında ve iddiasında bulunan tarihe damgasını vurmuş cihan şumül bir medeniyetin ve devletin (Devlet-i Aliyye) içinden gelmiştir. Bu itibarla zihnen ve fikren Osmanlının evrensellik anlayışına yabancı değildir. Bunun yanında Osmanlı yenileşme hareketlerinin öncüsü ve itici unsuru durumunda 
olan askerî okullarda (Harbiye-Kurmay Mektebi) ve orduda, yeni bir evrensellik iddiasında bulunan Batı düşüncesi ve medeniyeti ile temasa geçmiş ve onu tanıma fırsatı bulmuştur. Dolayısıyla evrensellik iddiasında bulunan iki farklı medeniyetin-sistemin birinin çöküş, diğerinin yükseliş sebeplerini ve tezahürlerini iyi tahlil etmiş, olumlu ve olumsuz yanlarının bizzat görme imkanına sahip olmuştur. Millî mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde de, 1917 Ekim İhtilali ile Rusya’da iktidara gelen, hem Osmanlı hem de mevcut Batı sisteminden anlayışından tamamen farklı ve evrensellik iddiasında olan komünist sistemi; 1922’de İtalya’da 1933’te Almanya’da iktidarı ele geçiren, kapitalist sistemin değişik bir türevi olan, ancak kısmen de olsa çok farklı bir evrensellik iddiasıyla uluslararası sahneye çıkan faşist rejimleri de tanıma ve inceleme imkanı bulmuştur. 

Görüldüğü üzere Mustafa Kemal dört evrensellik iddiasında bulunan sistemlerle karşı karşıya kalmıştır. Ancak, Millî Mücadele ile Türk milletinin istiklalini temin eden bir kişi olarak, milleti reddeden ve millet yerine işçi sınıfını esas alan komünist sistemi; Osmanlı İmparatorluğu yerine millî bir devlet kuran kişi olarak, Roma İmparatorluğu’nu ihya etmeye kalkışan İtalyan faşizmini; altı asır 
pek çok milleti bünyesinde barındıran Osmanlı hoşgörüsüne sahip bir kişi olarak da Almanya’nın ırkçılığını kabul etmesi mümkün değildi. 

Geriye İngiltere’nin, Fransa’nın ve ABD’nin temsil ettiği emperyalist liberal sistem kalıyordu ki, emperyalizme karşı savaşan bir kişi olarak da bu sistemin emperyalist anlayışını benimsemesi akla uygun değildi. O halde ne yapmalı idi? 

D-Hesabını Evde Değil Çarşıda Yapan Mustafa Kemal 

Her şeyden önce Mustafa Kemal şu hususu iyi teşhis etmiştir: Faşizmin altında İtalyan milletini, ırkçılığın altında Alman milletini, komünizm altında Rus milletini ve liberal kapitalizmin altında ise İngiliz, Fransız ve Amerikan milletini görmüştür. Bu teşhisiyle Mustafa Kemal evrensellik iddiasında bulunan her sistemin öncelikle milletten hareket ettiği ve milletten evrenselliğe uzandığını fark etmiştir. Bu durum, onu millet kavramının evrensel bir değer olduğunu göstererek, işe milletten, millî devletten hareketle evrenselliği yakalamaya sevk etmiştir. Yeniçağ’dan itibaren Avrupa’da milletlerin teşekkül etmesi ve XIX. yüzyılın millî devletler çağı olması tarihen bu oluşumu teyid de ediyordu. Nitekim Türk tarihinde de örneği vardır. 
Her ne kadar 1517’den sonra ümmetçiliğe yönelmiş ise de Osmanlı devletinin ve sisteminin çekirdeğinin tamamen Türk olan Osmanlı Beyliği olduğu ve bu beylikten hareketle evrenselliğe ulaştığı biliniyordu. 

Buna göre Mustafa Kemal hesabını evrensel değer haline gelen millet, millî devlet, millîyetçilik üzerine yaptı. Bu üç kavram, liberalizmin milletlerin hür ve eşit olmasını öngören fikrinin uzantısı idi. Ancak o, Türkiye’yi Batı medeniyeti içinde vahşi kapitalizm ve totaliter komünizmi yaratan liberalizmi; ayrıca totaliter faşizmi yaratan vahşi kapitalizmin ferdi köle, milleti sürü gibi gören olumsuz yönlerinden uzak tutmak istiyordu. O, ideal düzeni Osmanlı gibi mazide ve mevcut ideolojilerde değil, gelecekte aradı. Bunun için toptancılıktan uzak; ancak seçici-pragmatik bir yaklaşımı benimsemiştir. 

Bu seçici ve pragmatik metotla, liberalizmin evrensel değer haline getirdiği hürriyet, fert, rasyonalizm, millet, millîyetçilik, laiklik, demokrasi ve sosyalizmin, halkçılık ve devletçilik kavramlarını almıştır. Hedef Türk insanını hür ve rasyonel, milletini müstakil kılmaktı. Çünkü kendini gerçekleştiremeyen Türk insanı ve Türk milleti başkalarının sultası altında ve başkalarının fikriyle yaşamaya 
mecburdu. Mustafa Kemal kendini gerçekleştirmiş, kendi şahsiyetini ve millî kimliğini bulmuş hür, laik ve millîyetçi bir toplumla cemaatçi, ümmetçi, statükocu yapıyı kırmak istiyordu. Çünkü zemini olumsuz yabancı ve yerli engellerden temizlemeden yani orijinal bir toplum mimarisi ve yeni orijinal bir toplum yapısı inşa etmek mümkün olamazdı. 

Yeni binanın inşa edilebilmesi için Mustafa Kemal Misak-ı Millî ile arsanın hudutlarını (millî sınırları) tespit etti. Sonra zemini yabancı unsurlardan (Rumlar, Ermeniler, Araplar, İngilizler. Fransızlardan) temizledi. Bunu yaparken arsa (vatan) üzerindeki nüfusun %80-85’inin Türk ve Türk’e yakın olmasına özellikle dikkat etmişti. Çünkü zemin üzerindeki evrensel değer haline gelmiş olan milleti ve millî devleti inşa edecekti. Nitekim, 1923’te Lozan Antlaşması’yla ülkenin tapusunu aldı ve 29 Ekim 1923’te cumhuriyetle birlikte Türk milletine devretti. Artık mülk padişaha ait değildi. Bu tavrı ve icraatı evrensel anlayışın neticesidir. 

Mustafa Kemal artık Osmanlıyı (dedesini) terk etmiş, fakat Osmanlının Türk olan çocuklarına-torunlarına yani Türk milletine aşık olmuş, onlara sahip çıkmış ve onlarla yaşamaya karar vermiştir. Hiç bir şey artık eskisi gibi değildi ve olmaması da gerekirdi. Şimdi sıra yeni bir düzen kurmaya gelmişti. Devlet, vatan, millet, istiklal mevcuttu. Ama bunlara, yeni bir kimlik kazandırmak lazımdı. 

Yeni bir kimlik kazandırmak için Mustafa Kemal Millî Mücadele’ deki metodunu kullandı. Bu metot “hesabı evde değil çarşıda yapmaktı”3. 

Çünkü evdeki hesap çarşıya uymayabilirdi. Bu bakımdan iç ve dış piyasaya bakarak neyin geçerli neyin geçersiz, neyin sağlam neyin çürük olduğunu bilmesi gerekirdi. Zira geçerli ve sağlam olan alınmalı, geçersiz ve çürük olan saf dışı bırakılmalıydı. 
Çarşı toplumdu, kültürdü ve çağdaş medeniyetti. 

Mustafa Kemal’e göre toplum çarşısını ve kültür çarşısını millîleştirmeden, yabancı unsurlardan temizlemeden çağdaş medeniyet 
çarşısına ulaşılamazdı.4. Millî Mücadele ile toplum çarşısını yabancılardan temizledi. Sıra kültür çarşısını, yabancı unsurlardan ve çürük yerli mallardan temizleyerek, millîleştirmeye gelmişti. Bunun, millî eğitim ve öğretimle olabileceğini gördü. Çünkü kültür çarşısının kirlenmesi eğitimle olmuş yine eğitimle temizlenmesi şarttı. 

Bu hedefe varmak için 1924’te Tevhid-i Tedrisat (eğitim-öğretim birliği) Kanununu çıkardı. Zira Osmanlı döneminde medreseler, yeni Tanzimat okulları, yabancı okullar (Rum-Ermeni-Yahudi-Arap vs.) farklı eğitim yapıyor, farklı insan tipi yetiştiriyorlardı. Bu duruma Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile son verilerek, millî eğitime geçildi. Ancak millî eğitim, millî dil ile yani Türkçe ile olmalıydı. 
Türkçemiz de Arapçanın, Farsçanın, İngilizce ve Fransızcanın istilasına uğramıştı. 1931’de Türk Dil Kurumu’nun teşkili ve “vatandaş Türkçe konuş” sloganıyla dilde millîleşmeye gidildi. Türk Tarih Kurumu’nun teşkili ile de millî tarihimiz ortaya çıkarılmıştır. 

Mustafa Kemal yaptığı bu inkılaplarla Türk milletinin önüne Türk kültürünü, Türk dilini, Türk tarihini, Türk dünyasını koydu. Zira o, Türk milletinin varlığıyla ve hedefleriyle meşguldü. Dünyadan tecrit olmuş olan Türkleri değişmenin ve modernleşmenin simgesi haline getirme ve böylece Türk dünyasında ve İslam dünyasında bir model yaratma peşinde idi5. O bir taraftan da inkılaplarıyla 
Türkiye’yi Avrupa ile bütünleştirmeye değil, Avrupa ile Türk dünyası arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. Bu dengeyi Avrupa ile uyuşarak, anlaşarak değil, millî evrenselliğe giden bir proje ile çağdaş medeniyeti yakalayarak kurmak istemiştir. 

Sonuç olarak, Mustafa Kemal’in hedefi orijinal bir evrensel düzen yaratmaktan ziyade, millî kalarak mevcut evrensel değerleri benimseyerek, Türkiye’yi çağdaş medeniyete dahil etmek ve Türk milletine ufuk ve şahsiyet kazandırmaktı. Mustafa Kemal’de şayet bir evrensellik aranacaksa Türk Dünyasına, İslam dünyasına ve mağdur-mazlum milletlere örnek tam bağımsız modern, laik ve millî bir devlet ve toplum modelinde aranmalıdır. Bu model, Avrupa’dan kaçıp, Asya’ya çekilen bir Türk milletini değil, Asya’da Avrupa’nın da dahil olduğu çağdaş medeniyeti ve evrenseli yakalamayı öngörür. Ancak Mustafa Kemal’den sonra model, bırakalım başkalarına örnek olmayı, Türkiye’ de bile devam ettirilememiştir. Zira Türkiye 1939’den itibaren Avrupa’nın, ABD’nin, İMF’nin, Dünya Bankasının, Dünya Ticaret Örgütünün kapısına bağlanarak, örnek olmaktan çıkarılmıştır. 


Kaynakça 

1-Atatürk Devrimleri I. Milletlerarası Sempozyomu Bildirileri, 10-14 Aralık 1973, İstanbul Üniversitesi Atatürk Devrimleri Araştırma Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1975. 
2-Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, 1969. 
3-Eroğlu, Hamza, Atatürkçülük, Ankara, 1981. 
4-Kodaman, Bayram, Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk, Süleyman Demirel Üniversitesi Yay., Isparta, 2001. 
5-Koloğlu, Orhan, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938), İstanbul, 1999. 
6-Öztürk, Faruk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002, s.490. 
7-Bildiriler ve Tartışmalar (Türkiye İş Bankası Uluslararası Atatürk Sempozyumu, 17-22 Mayıs 1981), Ankara, 1984. 
8-Safa, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, İnkılap Yayınevi, (İkinci Baskı), İstanbul, ts. 
9-Steinhaus, Kurt, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, (Çev. M. Akkaş), İstanbul, 1995. 
10-Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara, 1997. 

DİPNOTLAR;

1 Petit Robert Dictionnaire (Fransızca Lügat), “Üniversel”, Paris, 1968. 
2 Faruk Öztürk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye ‘de Siyasi Düşünce III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002, s.490. 
3 Peyami Safa, Türk İnkilâbına Bakışlar, Inkılap Yayınevi, İstanbul, s.174. 
4 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bayram Kodaman, Cumhuriyetin Tarihi - Fikri Temelleri ve Atatürk, Isparta, 2001. 
5 Orhan KoIoğlu, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938), İstanbul, 1999, s.377. 


***

29 Mayıs 2019 Çarşamba

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 2

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 2



Nitekim derhal Farsça olan resmi yazışmalara son verilmiş, onun yerine Türkçe yazışma usulü getirilerek, divandan çıkacak yazıların ve gelecek cevaplar
ın Türkçe yazılmasını sağlamıştır 6.

Türk devlet adamlarından da, Karamanoğlu Mehmet Bey in Türkçe ye, dolayısıyla da Türklüğe ve Türk kültürüne gösterdiği tavrı istemek, her
Türk vatandaşının hakkıdır. Zira cumhurbaşkanı-nın, hükümetin, meclisin ve genelkurmay başkanlığının görevi, Türkü Türk yapan Türkçe yi korumak
ve gelişmesini sağlamaktır.

D. Mustafa Kemal Atatürk

Türklüğe hizmet etmiş ve Türk tarihine damgasını vurmuş devlet adamları arasında yerini alan en önemli tarihi şahsiyetlerden birisi de, hiç şüphesiz
Mustafa Kemal Atatürk tür. Zira Mustafa Kemal Atatürk, 1919-1938 yılları arasında Türk vatanını, Türk milletini, Türk kimliğini, Türk kültürünü, 
Türk devletini, Türk dilini, Türk tarihini yeniden yaratan ve yapılandıran adamdır. Bunları yaparken ne Müslümanlığı Türklüğe, ne de Türklüğü Müslümanlığa
engel saymıştır. Milli mücadeleyi ikisinin ittifakı ile yapmıştır. Mustafa Kemal akıl adamıdır, dava adamıdır. Davası Türklük davasıdır, aracı veya yol göstericisi 
(mürşidi) akıldır. Bir hadiste; ?Her ßeyin bir aleti ve hazırlığı vardır, müminin aleti ise akıldır. Her şeyin bir bineği vardır, kişinin bineği ise akıldır. Her şeyin bir
direği vardır, dinin direği ise akıldır. (....) sizi kurtaracak aklınızdır.7 denilmektedir. İşte Mustafa Kemal akıl zemininde inançla, cesaretle ve şuurla
yürüyerek, yok olmak üzere olan vatan?, devleti, milleti, Türk kültürünü ve Türkçeyi kurtarmıştır.

Mustafa Kemal bu başarılarıyla, kendisinin Mete nin, Atilla nın ve Karamanoğlu Mehmet in devamı olduğunu ispat etmiştir. Teodoz adlı bir Hıristiyan, Atilla ya ? Siz hangi asil ailedensiniz? diye sorar. Atilla ise, ?ıBen asil bir milletin evladıyım. diye cevap verir. Mustafa Kemal ise, aynen şöyle der: Benim hayatta yegane fahrim (övünç kaynağım), servetim Türklükten başka bir şey değildir.8 Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 de Bundan sonra dergâhta, bargâhta, mecliste, meydanda Türkçe konuşulacaktır! diye emir çıkararak;

Mustafa Kemal de ? Milletin çok belirgin vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. 
Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk milletine bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.? diyerek milli şuurlarını ortaya koymuşlardır. 

Mete Han Çinlilerin talep ettiği verimsiz, çorak, küçük bir toprak parçasını vermeyi reddederken; Mustafa Kemal de İngilizlerin, Fransızların, Yunanlıların işgal ettikleri Anadolu topraklarını can ve kan pahasına geri alırken, kendilerinde milli vatan-milli istiklal Şuurunun ne kadar yüksek olduğunu ispat etmiş devlet adamlarıdırlar. Mustafa Kemal milli mücadele esnasında dil, tarih, din, coğrafya bağı yanında, Anadolu Türklüüünün üstüne çöken emperyalist felaketi dahi, milli birlik için en güçlü kader bağı haline getirebilmiş bir milli kahramandır. 
Bu açıdan da Bilge Kağan neslinin ve Şuurunun temsilcisi olmuştur.

Sonuç

Türk tarihinde Türk milletine, Türk kültürüne, Türk medeniyetine hizmet etmiş bilinen ve bilinmeyen şüphesiz pek çok devlet adamı vardır. 

Ancak biz; Türk devlet anlayışını, Türk ruhunu, Türk felsefesini kendi benliğinde duyan ve onu bütün yönleriyle temsil eden Mete Han, Bilge Kağan, Karamanoğlu Mehmet Bey gibi, yol arayan değil yol açan, Işık yansıtan değil Işık veren, tarih yazan değil tarih yapan, boyun eğen değil boyun eğdiren ve Türk milletinin gücüne, kültürüne inanan devlet adamlarını anmakla yetindik. Ayrıca Arap tarihinden de, Şahsi hırsı için Kur ânın sayfalarını yırtarak mızrakların ucuna taktırıp Hz. Ali nin askerlerini kandıran Muaviye den bahsetmeyi de, faydalı olacağı  düşüncesiyle uygun gördük. Zira Hz. Ali, her ne pahasına olursa olsun, sonu mağlubiyet bile olsa dini siyasi amaçları için kullanmamıştır. Aynı tavrı Mustafa Kemal de de görüyoruz. 

O da hiç bir zaman dini siyasi emelleri için kullanmaması ve insanların dini duygularını istismar etmemiştir. Laiklik ilkesiyle de, dinin devlet işlerine 
karıştırılmasını ve siyasete alet edilmesini engellemek istemiştir.

1938 den sonra Mete Han, Atilla, Mehmet Bey, Mustafa Kemal çizgisi, devleti yönetenlerce devam ettirilmemiştir. 

Mete çorak toprağı vermezken, Kıbrıs terk edilmeye çalışılmış, buna direnen büyük devlet adam? Rauf Denktaş saf dışı bırakılmak istenmiştir. 
Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 de her yerde Türkçe konuşulacak yazılacak diye emirname çıkarırken, Mustafa Kemal Türk Dil Kurumunu kurarak, 
Türkçe demek Türk demektir? şuuruyla Türkçe?nin hayatın her alanında kullanılmasını hedeflemiştir. Halbuki şimdi ilköğretimden Üniversiteye kadar 
İngilizce eğitim yaptırılmasına göz yumulmaktadır. 

Milli-üniter devletin devlet adamlarının, bu sesizliğinin sebebi doğrusu merak konusudur.

Türklüğün geleneğinde Dil birdir, dil birdir?

Sözü vardır. Ziya Gökalp bu geleneği şöyle dile getirmiştir.

Türklüğün bir ili (vatan) var
Yalınız bir dili var
Başka bir dil var diyenin
Başka bir emeli var

Bu dörtlük, içinde bulundu¤umuz durumu çok güzel ifade ediyor. Kürtçe eğitim isteyenlerin başka emelleri olduğu fark edilmiyor. Devletlilerimiz bu dörtlüğü bilmiyorlarsa Bir yurda iki töre sığmaz? sözünü de mi duymadılar. 
Mete, Atilla, Mehmet Bey, Türklükleriyle gurur duyarken, Mustafa Kemal: Ne mutlu Türküm diyene, Bu millet tarihte Türktü, halde Türk, ebediyen de
Türk olarak yaşayacak? derken, yöneticilerimizin ne ile övündükleri ve Türklükle ilgili ne dedikleri, henüz ne işitilmiş ne de duyulmuştur.

Netice olarak Machiavellinin şu sözünü hatırlatmakta fayda var: Bir devletin zaafa düşmesi öbür devletlerin merhametini değil, av insiyakını
(içgüdüsünü) uyandırır. Mustafa Kemal ise, bu sözü başka bir şekilde şöyle ifade eder:  İnsaf ve merhamet dilemekle millet işleri, devlet işleri görülemez. 
Devlet ve milletin şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. İnsaf ve merhamet dilemek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye nin gelecek çocukları bunu bir 
an bile hatırdan çıkarmamalıdır.9 

Türklüğün, Türk milletinin, Irak Türkmenlerinin, Kıbrısın mukadderatlarının A.B.D., A.B., I.M.F., Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi devlet ve kuruluşların insafına, merhametine terk edilmesinin, dış politika zaferi!....olarak takdim edilmesi, milli ve tarihi şuuru olan  her  Türk vatandaşını tedirgin etmektedir. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe., diye boşuna denilmemiştir.
Tefrikan?n oldu¤u, yüreklerin bir çarpmadığı günümüz Türkiyesinde Mehmet Akifin şu mısralarını tekrar hatırlamakta fayda olduğunu mülahaza ediyoruz.
Tefrika girmezse bir millete, düşman giremez Toplu vurursa yürekler, onu top sindiremez

Devlet Adamlığı ve Ulus Devlet Kavramı

Osmanlı devlet adamlarının jeostrateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali atayarak 
sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde “Osmanlı’nın Hoşgörüsü” adını vermişlerdir. 

Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü, insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz... Fatih Sultan Mehmet adı, ne yazık ki yalnızca 1453’te İstanbul’un fethiyle özdeşleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz, İstanbul’un fethi, dünya siyasal tarihi açısından oldukça önemlidir. Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in asıl devlet adamlığı, İstanbul’un alınışından sonra başlamış, Fatih, aslolanın İstanbul’u almak değil; elde tutmak olduğunu belirterek jeopolitik stratejisini genişçe bir öngörüyle oluşturmuştur. İstanbul’un fethinden sonra, dünya politikasına egemen olmak için Mora Yarımada’sı, İstanbul ve Kırım’ı elde tutmanın dehasını ortaya koymuş, bu bağlamda yeni seferlerini bu yönlere doğru başlatmıştır.

İç Hukuk Sistemi

Böylece 1460’da Mora, 1475’de de Kırım’ın fethiyle Karadeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş, 1480’e kadar da balkanların genişçe bir bölümünü almış 
Sırbistan (1454- 1459), Mora Romanya, Moldova, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kısmen 
Batı Akdeniz Avrupa’daki egemenliğini pekiştirmiştir.

Batılı siyasi tarihçiler bizden farklı olarak 1453 değil de, Orta Çağ’ın kapanıp, Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak her ne denli 1492 Amerika Kıtası’nın keşfini 
kabul etseler de , bu keşfe yol açan temel nedenlerden birisi, Batı devletlerin Mora, İstanbul ve Kırım üzerinden Doğu’ya ve Uzak Doğu’ya gitme yollarının 
kapanmasıdır.

İç siyasete Fatih’in devlet adamlığına gelince: Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi 3. Roma olarak da adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu, iç hukuk sistemini de Roma hukuku üzerine tasarlamış, şeri hukuka yanında, geleneksel, yerleşmiş Örfi Hukuk’un kanunnamelerini yapan ilk Müslüman Türk devlet adamı olmuştur.

Bu geleneksel örfi hukuk sistemi, öylesine içselleştirilmiştir ki, günümüzde bazı kesimlerin “faşist Kemalist rejim”in bir ürünü olduğunu sandıkları devlet 
ve devleti kutsama da yine Roma hukuk geleneğinden esinlenerek taa 15.yüzyıldan beri Osmanlı Devleti’nin imparatorluğa dönüşüm sürecinin tutkalı 
olarak günümüze değin varlığını korumaktadır.

Viyana Kuşatması.,

Öyle ki, Batılıların Muhteşem (magnificent) sıfatıyla nitelendirdikleri Sultan Süleyman’ı bizim “Kanuni” sıfatıyla nitelememiz, bu sultanın yaptığı fetihlerden çok, Roma hukuk geleneğini sürdürerek Fatih’ten sonra ikinci kez örfi yasaları güncelleyip daha geniş kapsamlı hale getirmesiyle bilincimizde yer etmesiyle ilgilidir. Her ne denli Kanuni, Osmanlı’nın operasyon alanı dışında kalması, İstanbul’la lojistik desteğinin kesilmesi gibi temel nedenlerle Viyana kuşatmasın da başarılı olamamışsa da, hem imparatorluğun topraklarının Doğu’ya doğru genişlemesinde hem de Balkanlar, orta Avrupa ve Akdeniz’deki stratejik noktaları elinde tutmayı başarmıştır.

Bu bağlamda şu soru akla gelmektedir: 10 binlerce askerle gidilip 500 yıl vatan toprağı olarak kalan Balkanlar coğrafyasından 1912-1913 Balkan savaşları’ndan Osmanlı devleti hezimetle ve 5 milyon ölüm ve göçle çekilmek zorunda kalırken, 200 kişiyle Avustralya, Amerika, Hindistan, Kanada, Güney Afrika’ya giden İngiltere nasıl hâlâ üzerinde güneş batmayan bir Birleşik Krallık kurmuş ve 21. yüzyıla değin de bu varlığını koruyabilmiştir?

Palyatif Politika.,

Çünkü, İngilizler, Sanayi Devrimi’yle birlikte feodalizmden kapitalizme evrilen ekonomilerinin ruhuna uygun bir din ahlakı (protestanlık) üretip her 
gittikleri topraklarda dini misyonerleri aracılığıyla İncil dağıtırken, eğitim misyonerleriyle de İngilizce öğretmiş, öte yandan da kapitalist sisteme 
sömürgelerini öylesine entegre etmiştir ki, İngiliz sisteminden kopmak isteyen her sömürge, o sistemle birlikte kendi kolunun ve bacağının da gidebileceği 
farkındalığıyla bu entegrasyonu korumak zorunda kalmıştır.

Oysa Osmanlı devlet adamlarının jeostrateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali 
atayarak sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde “Osmanlı’nın Hoşgörüsü” adını vermişlerdir. 
Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü, insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz. Osmanlı’nın izlediği politika, fethettiği 
toprağın geliriyle ilgilenmek ama o toprakların insanlarını hesaba katmayan palyatif bir politikadır.

Parçalı Yatırım!.,

Örneğin, gayri müslimlerden toprak vergisi olarak alınan haraçta, Müslümanlığa geçerlerse vergi indirimi, askere giderlerse ve okullarda Türkçe öğrenirlerse cizye vergisinde hem indirim hem de can ve mal güvenliklerinin sağlanması, çiftebozan vergisinde tüm tebaadan her yıl toprağı işleme  karşılığı tarım ürünleri taban fiyatlarının yüksek tutulacağı gibi vergi indirim politikalarıyla tebaa sistemine entegre edilebilir, Osmanlı Devleti Balkanlar’dan  çekilebilir ama hezimete uğramaz ve ardında da 200 yıllık bir düşmanlık da bırakmayabilirdi.

Tıpkı SSCB döneminde Rusça’nın her cumhuriyette eğitim/resmi dili olması, devlet yatırımlarının parçalı olarak çeşitli cumhuriyetlere yapılması, örneğin, 
bir uçağın motorunun Kazakistan’da, kanatlarının Ermenistan’da, gövdesinin Beyaz Rusya’da üretilerek 1990 sonrası parçalanan SSCB cumhuriyetlerinin 
tek başına bir şey öğretme yeteneğinin kısıtlanması ve kendi dilleriyle birbirleriyle ilişki kuramayınca tekrar Rusçaya dönmeleri ve Rus Federasyonu 
etrafında dolaşmaya başlamaları gibi.

Kalkınma motoru.,

Her ne denli Sultan 3. Ahmet zamanında 1700’lerin başında sanayileşme, kalkınmanın motoru olarak algılanmışsa da atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş, 
daha sonra İngiltere’yle 1838 Balta Limanı Anlaşması yapılarak bu ülkenin emperyalist kıskacına geri dönülmez bir biçimde girilmiştir. Bu emperyalist 
politikayla baş edemeyerek gerilemeye başlayan ancak Sultan 2. Abdülhamit’in Müslüman kalan toprak parçalarını korumak üzere izlediği Batıcı, baskıcı 
ve çok yönlü strateji politikasıyla imparatorluğun ömrü 33 yıl daha uzatılabilmiş, ama Müslüman Araplar da milliyetçiliğin yükselen değerler arasına  girmesiyle entegre olamadıkları sistemden 1.Dünya Savaşı sonrası kopmuşlardır.
İmparatorluktan artakalanlarla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletini toprağa dayalı bir milliyetçilik ilkesi, Türkçe resmi dil ve eğitim politikası, devletçilik ekonomik yapılanması ve barışçı dış politika stratejisiyle Atatürk, döneminde askeri alanda hiç yatırım yapılmamış yalnızca eğitim, sağlık, ulaşım ve sanayileşme girişimleriyle yurttaşlar sisteme entegre edilmeye çalışılmıştır.

Parçalanacak mı?.,

Ne var ki, diğer dünya devrimlerinden farklı olarak, BMM’sindeki sağ kanadın sürekli muhalefetiyle toprak reforumu yapılamayacak, bu nedenle 2000’lere 
gelindiğinde mikromilliyetçiliğin etkisiyle ancak yüzde 80’i sistemle bütünleşen, yüzde 20’sinin ayrılıkçı hareketiyle yüz yüze kalınan bir “Kürt sorunu” 
ortaya çıkacaktır.
Bir yandan yeni yerel yönetimler yasası, başkanlık sistemi tartışmaları ve bölücü hareketin önde gelenleriyle yapılan görüşmeler öte yandan  AKP’nin 2023 ve 2071 söylemleriyle oluşturulan stratejisiyle, anılan tarihlere devlet bir bütün olarak mı girecek yoksa  Anadolu Beylikleri gibi parçalanacak mı? 

Bekleyip göreceğiz.

DİPNOTLAR;

1 Namık Kemal Zeybek, Türk Olmak, III. Baskı, Ankara 2002, s. 88
2 Bahaddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı (XIII. yy. sonuna kadar), Ankara 1982, s.15 ; Ali Güler, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 2003, s. 88
3 Namık Kemal Zeybek, a.g.e., s. 159-160
4 Karamanoğlu Mehmet Bey için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 567; 
   Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Ankara 1989, s. 189-190
5 Karamanlılar, İslam Ansiklopedisi, c. VI, s. 319
6 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1969, s. 3
7 Taner Ünal, Vatan ?çin Elele, Ankara 1997, s. 236
8 Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar , İstanbul 1955, s.95
9 Utkan Kocatürk, Atatürk?ün Fikri ve Düßünceleri, Ankara 1997, s. 269

***

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1


(Ya Devlet Başa.., Ya Kuzgun Leşe )

Prof. Dr. Bayram KODAMAN*
* S. Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı

Bilindiği üzere her Milletin kendine göre Devlet,Vatan, Millet, Din ve tarih Anlayışları vardır. 

Bu anlayışlar hükümetlerin icraatlarında, devleti yönetenlerin özellikle cumhurbaşkanı, devlet başkanı ve başbakanların politikalarında, beyanatlarında
kendini gösterir ve Şekillenir. Tarihin süzgecindengeçerek ortaya çıkan bu anlayış zihniyet ve felsefe; dili, dini, coğrafyası ve Sosyal Şartlar?

Müşterek olan toplumlar? millet haline getirir ve onlarda milli ßuuru olußturur. Devletler, hükümetler ve devlet adamlar? ( Cumhurbaşkanlar?, Devlet
başkanlar?, başbakanlar, genelkurmay başkanlar vs.) Milli ve tarihi Şuura paralel politika üretirler, beyanat verirler ve icraat yaparlarsa, o millet ve
devletin uluslararası ilişkiler arenasında belli bir Şahsiyeti ve kimliği olur. Ancak unutulmaması lazımdır ki, bu Şahsiyet ve kimlik, onun uzun vadeli
milli hedeflerinin varlığı ile kaimdir.

   Devletleri devlet yapan, milletleri millet yapan, yöneticileri de devlet adamı seviyesine yükselten ve tarihi-milli kahraman ve Şahsiyetler olmalarını 
sağlayan husus, yöneticilerin söylem ve icraatlarıyla, Milli tarih felsefesi arasındaki paralelliktir, örtüşmedir. Eğer bu paralellik yoksa, toplum,
yöneticiler tarafından başka bir vadide başka bir maceraya sürükleniyor demektir. Bunu önlemek için yöneticilerin tarihe bir daha bakmalar?
gerekmektedir. Zira milleti ve devleti yönetmek, bir kurumu, bir partiyi, bir Şehri, bir Şirketi veya bir aşireti yönetmekten çok farklıdır. Bunları bilgi
ve becerisi olan herkes yönetebilir. Ancak devleti ve milleti yönetmek için daha ciddi, daha derin bilgi, Şuur ve yetenek ister. 

   Ayrıca devlet adamlarının, insan sevgisini (hümanizma), toplum sevgisini, aile sevgisini ve ümmet sevgisini, millet sevgisiyle karıştırmaması da gerekir. 
Bu sevgi ve hislerin hepsi de devleti yönetenlerde bulunması gereken hasletlerdendir. 

Bu sevgilerin ve duyguların hiç biri ihmal edilemez. Zira insan sevgisi, aile ve millet sevgisi doğaldır, ümmet sevgisi inanca dayanır, milli-tarihi şuur da 
sonradan kazanılır. Ancak milli devletlerde millet sevgisi en önde gelmesi gereken sevgidir ve şuur işidir. Milli devlette, yöneticiler milletin ve milli devletin cumhurbaşkanı, başbakanı ve Genelkurmay başkanıdır.

Bu kişiler ferdî, âilevî, dini duygularını terk etmeden, ancak gerektiğinde geçici olarak bir kenara bırakıp, milli menfaatler için milli duygularını, millet sevgilerini, milli görevlerini ön plana almak zorundadırlar.

Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti, millet, milli kültür ve milli politika zemini üzerinde kurulmuş milli bir devlettir. Bu devleti kuran ve oluşturan millet Türk milletidir. Bu devletin zeminindeki kültür Türk kültürüdür. Bu devletin milli politikası da, Türk milletinin menfaatleri doğrultusundadır ve öyle de olmak zorundadır.

Elbette bunları söylerken, başka milletleri dışlayan, bağnaz ve şovenist bir tavrı kastetmiyoruz.

Atalarımız  Ot kök üstünde biter,  Otu çek köküne bak derken, milletlerin kendi kökleri üzerinde yükseldiğini ve milletlerin mazisine bakılması lazım geldiğini 
söylemek istemişlerdir. Bu kökü oluşturan unsurları şöyle açıklamak mümkündür:

Milletlerin dört vatanı vardır. Co¤rafi vatanı topraktır, kültür vatanı dildir, inanç vatanı dindir.

Bu üç vazgeçilmez unsurun vatanı ise, milli tarihtir.

Bu itibarla milleti yöneten ve yönetmeye talip olan devlet adamlarında, her şeyden önce bu dört vatan (milli coğrafya, dil, tarih, din) şuuru en üst
düzeyde olması gerekir ki, her türlü şart ve ahvalde kendilerini bunları korumaya mecbur hissetsinler.

Aksi takdirde devlet adamlığı vasfını kazanmaları mümkün değildir. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için tarihten bazı örnekler vermenin
faydalı olacağı muhakkaktır.

Mete (Oğuz) Han ve Devlet Adamlığı

Türk tarihine baktığımızda, mükemmel bir devlet adamlığı örneğini veren, M.Ö. 220 lerde yaşamış, Hun Devletinin hakanı Mete Hanıdır.
Bilindiği üzere eski Türklerde at, avrat, silah (pusat) kutsaldır, dolayısıyla kimseye emanet edilemez.
Üçü de sahibinin şerefidir, namusudur. Çinliler, Hunlularla savaşmak için bahane ararlar.
Maksatları Hunlular zayıfken, onlar? kendileriyle savaşmaya zorlamak ve neticede mağlup ederek zafer kazanmaktır. Bunun için Çinliler Mete den
önce atını isterler. Mete kurultayı toplar ve devlet ileri gelenlerine, ne yapılması gerektiğini sorar.
Kurultay, Çinlilerin hakaretamiz isteklerine itiraz ederek atın verilemeyeceğini bildirir ve savaş açılmasını ister. Mete ise özetle: At benim şahsima aittir. 
Atımı istemekle Çinliler benim şahsıma hakaret etmişlerdir. Şahsıma yapılan hakaret ve saygısızlık için milletimi savaşa sokamam? der ve atını gönderir1. 

Bu defa Çinliler, hakanın cariyesini veya eşini isteyerek, Mete ye en büyük hakareti yaparlar. Mete yine Çinlilerin bu hakaretinin ve talebinin, Şahsını 
ilgilendirdiğini söyleyerek, cariyesini yollar. Nihayet Çinliler çok küçük ve verimsiz bir toprak parçasını isterler. Mete yine kurultayı toplar, kurultay üyeleri 
bu verimsiz toprak için savaßmaya gerek yok diyerek, Çinlilere verilmesi istikametinde fikir beyan ederler. Mete yüksek sesle; At ve cariye bana ait onun içinverdim. Ama toprak milletin malıdır, milletin malını kimseye veremem der ve şu emri verir: hazırlıklar derhal yapılsın, Çinlilerle savaşacağız. Milletin toprağını kimseye veremeyiz. 2

İşte devlet adamı, devlet anlayışı, vatan şuuru ve milli tavır budur. Bu, milli duruşun ve devlet adamlığının olmazsa olmaz şartıdır. 

Zira, Türk anlayışında vatan-istiklal bir değerlendirilir Günümüzde milli coğrafyamızdan, kültür coğrafyamızdan tavizlere yanaşıyoruz, milli güvenliğimizin kırmızı çizgilerinden vazgeçiyoruz, fakat at, avrat ve türbandan vazgeçemiyoruz. Elbetteki atavrat silahtan vazgeçmeyeceğiz. Bunlar; bizim
geleneğimizin kutsal öğeleri dir. Ancak önce vatan ve millet demek zorundayız. Zira vatan ve millet giderse, ne at, ne avrat, ne silah, ne de haysiyet ve
namus kalır. 

Bunun böyle olduğunu bilmek de, her şeyden önce kendilerine bu görevin verilmiş olduğu devlet adamlarına düşer. Bu itibarla, milleti temsil mevkiinde olanların özel işlerini, tarikat cemaat işlerini ve parti-şirket işlerini, kamu işleriyle, milli işlerle, milli politikalarla karışıtırmama konusunda hassasiyet göstermeleri gerekir.

Din İstismarına bir Örnek:

Hz. Ali ve Muaviye

Muaviye Şam valisi iken Müslümanların halifesi ve Devlet Başkanı olma hevesine kapılmıştır.

Neticede halife ve devlet başkanı olan Hz. Ali ye isyan ederek, zorla halifeli¤i ve devlet başkanlığını ele geçirmeye çalışır. Hz. Ali kendisine pek çok
adam yollayarak itaat etmesi için nasihatlerde bulunur.

Muaviye bu nasihatleri dinlemez ve sonuçta 657 yılında Sıffin savaşı meydana gelir.
Sıffinıde savaşı, Hz. Ali nin ordusu galip gelmek üzere iken, Muaviye nin askerleri, kutsal kitap Kurân-ı Kerimin sayfalarını yırtıp mızrakların ucuna takarak. Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakemdir, savaşı durdurunuz? diye bağrışırlar3. 

   Kurân sayfalarını gören Hz. Ali nin askerleri savaşı bırakırlar. Bunun üzerine Hz. Ali, askerlerini uyararak bunun bir hile olduğunu ve savaşa devam etmeleri gerekti¤ini söyler. Ancak askerleri, aralarına karışan Muaviye nin casuslarının da etkisiyle, Hz. Ali nin ikazlarını dikkate almamışlardır. Neticede Hakem Olay? ile Muaviye kazanan taraf olur. Meşru halife Hz. Ali ve taraftarlar ise kaybeden taraf olur.Bu örnek İslam tarihinde, din sömürüsünün, sahtekarlığın ve iki yüzlülüğün en açık göstergesi olmuştur. Din sömürüsü ve hilekarlIk gerçek İslama, gerçek halife

Hz. Ali ye ve hakikate galip gelmiştir.

Kıssadan hisse; günümüzde türbanları siyasi mızrakların ucuna takıp siyaset meydanına sürerek, belki saf, temiz, sade ve mütedeyyin Müslümanlar pasifize 
edilebilirler; hatta bundan geçici olarak siyasi çıkar da sağlanabilir. Fakat daha sonra Yezitılerin çıkması , Kerbela olaylarının meydana gelmesi önlenemez. 
Bu İslam dinine ve islam dünyasına yapılan en büyük kötülük olmaktan öteye gidemez. O halde yapılacak iş, dini siyasete alet etmemektir. 

Zira siyaset tartışma alanıdır. Allah ın kitabı Kurân-ı Kerim tartışılmak için değil, inanmak için, devletlere değil fertlere gönderilmiştir. 
Bu itibarla Muaviye kurnazlığı ile, dinimiz-kitabımız siyasetin malzemesi haline getirilmemelidir.

Devlet adamının, dinsiz toplum olmayacağının, dinle de siyaset yapılmayacağının şuurunda ve farkında olması kafidir. Onun görevi, milli hedeflerden taviz vermeden, temsil ettiği Müslüman-Türk milletini, ilimde-refahta-mutlulukta
çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmaktır. Tarihe baktığımızda semavi dinlerin yok olmadığı ama pek cok devletin ve milletin yok olduğu görülür. 
Çünkü İslam dini nin hamiye ihtiyacı yoktur, onun koruyucusu Allahtır. Kimse kendini Allah ın yerine koyma cüretini göstermemelidir.

Halbuki milletlerin ve devletlerin korunmaya ihtiyacı vardır. Onların koruyucuları devlet adamlarıdır.

C. Karamanoğlu Mehmet Bey Nasıl ki, vatan milletin mekanı, mezarı ve türbesi ise; dil de milli kültürün mekanıdır, mezarıdır türbesidir. 
Bu itibarla dil, millet olmanın, milli birliğin ve milli şahsiyetin en önde gelen unsurudur. Dil olmazsa millette olmaz, dil yok olursa millet de yok olur. Dolayısıyla devletlerin, milletlerin ve devlet adamlarının, hassasiyetle üzerinde duracakları ve asla tavize yanaşmayacakları, milli varlığın esaslarından en önemlisi dili dir.

Dil yani Türkçe hususunda en önemli tavrı ve icraat? Karamanoğlu Mehmet Beyi.4 göstermiştir.

Bilindiği üzere Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında, Farsça resmi dil kabul edilmişti. Bütün resmi yazışmalar Farsça yapılıyordu. 
Selçuklu aydınlarının (entelektüeller) çoğu, mesela Mevlana Celaldin Rumi gibi büyük bir mütefekkir Farsça yazıyordu. Sarayda Farsça konuşuluyor, 
medresede Arapça-Farsça e¤itim yapılıyordu.

Bütün bunlara karşılık Anadolu da ki Türkmenler-yörükler yani Türk halkı ve halk şairleri Türkçe konuşuyor, Türkçe yazıyorlardı. Devletle halk arasında ciddi bir iletişim eksikliği yani kopukluk vardı. Bunu gören Karamanoğlu Mehmet
Bey, 1277 yılı mayıs ayında: Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçe den başka dil kullanılmayacaktır  diye bir
emirnâme yayınlayarak Farsça yı yasaklamıştır5.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***