30 Mayıs 2019 Perşembe

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 2

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 2


Türk-Amerikan İttifakı Nasıl Yürüdü? 

İttifakın, üye devletlerin haklarını ve yükümlülüklerin belirten resmî bir anlaşma olarak tanımlanmasından12 anlaşılacağı gibi bir ittifak ilişkisi faydanın yanında mâliyet ve sorunlar da getirmektedir. Devletlerin bir ittifaka katıldıklarında haklarını maksimize ve yükümlülüklerini minimize etmeye ya da en azından ikisi arasında bir denge kurmaya özen göstermeleri, ittifakın işleyişi sırasında da dengenin aleyhlerine bozulmaması için sürekli konumlarını gözden geçirmeleri doğaldır. ABD’nin, 1964 yılı içinde Türkiye’nin en önemli meselesi olan Kıbrıs sorununda yalnız bırakmaya varacak derecede olumsuz tavır takınmasının, Türk kamuoyunu Türkiye’nin ABD’yle ittifaktan kazandıklarını ve kaybettiklerini sorgulamaya yöneltmesi de bu açıdan beklenen bir gelişmeydi. 

Türk eleştirmenlerin bu çerçevede dile getirdikleri görüşlerin şu teorik açıklamalarla yakından ilgisi vardı: İttifak, kışkırtıcı bir rol oynayarak devleti, karşı ittifaktaki süper gücün ve onun müttefiklerinin tehdidi altına sokabilir ve eğer devlet ittifak içinde en zayıf halkayı oluşturuyorsa düşman saldırısının ilk hedefi haline gelebilir. Bir süper güçle ittifak kurmuş olmaktan ve o devletin üslerini ve silahlarını toprakları üzerinde barındırmaktan dolayı bir devletin 
iradesi dışında çatışmalara girmesi de olasıdır. İttifak diğer taraftan devletin zaten kısıtlı olan güçlerinin çok gerekli olmayan yerlere dağıtılarak genel gücünün azalması sonucunu doğurabildiği gibi sağladığı faydadan fazla mâlî yükümlülük getirebilir; savunma bütçelerinin yüksek olmasına, haberleşme harcamalarının artmasına ve askerî bürokrasinin büyümesine neden olabilir. Son olarak, bir ittifaka dahil olmak, devletin bağımsızlığının zedelenmesine, içte ve dışta prestijinin ve etkisinin azalmasına da sebebiyet verebilir.13 

Bu eleştiriler karşısında ana muhalefet partisi CHP, ABD'yle ittifakın daha az zarar verir hâle getirilmesini savunurken, iktidar partisi AP de Türk-Amerikan ilişkilerinin genel havasını değiştirecek derecede ABD'yle ilişkileri yeniden gözden geçirme yoluna gitti. Ancak yine de Türk yöneticiler, yukarıda bahsedilen ittifak kurma nedenleri dışında, ABD’nin politikalarına ve hareketlerine etkide bulunarak daha elverişli hâle getirmek ve Amerikalıların kendilerine karşı düşmanca politikalar takip etmelerini önlemek için ABD’yle ittifakı sürdürme taraftarı oldular. 

Bu arada ABD’yle ittifakın ikili ilişki olmaktan çok NATO çerçevesinde yürüyen çok taraflı bir ittifak olduğunu vurgulayarak zararları bir dereceye kadar azaltmayı ümit ettiler. Çünkü çok taraflı bir ittifakın iki taraflı ittifaka göre daha faydalı olduğu teoride dile getirilen bir gerçekti. 

Çok taraflı ittifak, düşmanı caydırmada daha etkilidir, savunmayı güçlendirir, üyeleri saldırıya uğrayana yardım etmeye daha zorlayıcıdır, daha fazla devletin siyasî ve maddî desteğini sağlar, üyelerin pazarlık gücünü artırır, üyelerin uzlaşarak karar vermelerini temin eder ve küçük üyelere kendi görüşlerini diğerlerine kabul ettirmeleri açısından daha fazla imkân tanır. Çok taraflı ittifakın, bir büyük devletin politika aracı haline gelmesi olasılığı da daha zayıftır. Böyle bir ittifak içindeki küçük devlet daha az dış baskıya mâruz kalır ve halkının etki altında kalma açısından ittifaka gösterdiği tepki de daha az olur.14 

Ortak ya da aynı olan çıkarlardan ve amaçlardan çok paralel olan çıkarların ve amaçların ittifakın önemli temellerinden biri olduğu teoride ağırlıklı olan görüştür. Diğer taraftan ittifaktan beklentileri çok farklı olan devletlerin birbirleriyle uzlaşmaları olasılığının çok zayıf olduğu ve ancak amaçlarının sınırlı, muğlaklıktan uzak ve açık olması durumunda dayanıklı ve istikrarlı bir ittifak kurabilecekleri de söylenmektedir.15 Türkiye ve ABD, başlangıçta Sovyet etkisinin yayılmasını durdurmak gibi oldukça açık bir ortak hedefe sahiptiler. Daha sonraları ortak tehdidi algılamalarında bazı farklılıklar ortaya çıktı. Ayrıca ittifaktan beklentileri de farklılaştı, her iki taraf ittifakı daha çok kendi özel 
çıkarları için kullanma eğilimi içine girdi. Türk yöneticiler ittifaka yaptıkları katkılarla ABD'nin ulusal çıkarlarına hizmet ettikleri inancında idiler, bu yüzden ittifakın dışında gözüken konularda bile Amerikalıların kendilerini desteklemesini beklediler. Kıbrıs konusunda ABD’nin kendi tezlerini desteklemesini beklemeleri buna örnek gösterilebilir. Diğer taraftan Amerikalılar da Türkiye'nin NATO İttifakı dışında ABD'nin global stratejisiyle uyuşmayan çıkarları olabileceğini 16 ve SSCB'den başka ulusal çıkarlarını zedeleyebilecek düşmanları bulunabileceğini görmediler. 

Gücü ve büyüklüğü dikkat çekici şekilde farklı olan devletlerin kurdukları ittifakta sorunlarla karşılaşmaları, dünya olaylarını farklı algılamaları ve uluslararası alanda ulaşmaya çalıştıkları amaçlarının farklı olması doğal kabul edilmektedir. Böyle bir ilişkide zayıf olan devletin, siyasî, fiziksel ve kültürel varlığının karşı tarafın tehdidi altına gireceğinden endişe duyması ve karşı tarafın etki ve kontrolünü artırmak üzere ittifak ilişkisini kullanacağından korkması da oldukça yaygın yaşanan bir durumdur. Zayıf olan devletin güçlü müttefikinden 
önemli miktarda askerî ve ekonomik yardım alması durumunda uydu haline geldiği ise oldukça sık işitilen bir eleştiridir. Diğer taraftan zayıf tarafın bazı durumlarda istediklerini gerçekleştirme konusunda güçlü müttefikinden daha fazla etkiye sahip olabileceği de söylenmektedir.17 

Kapasite eşitsizliğinin açık olduğu Türk-Amerikan ilişkileri örneğinde, Türk halkının ve yöneticilerinin, tarihsel tecrübeden kaynaklanan, Türkiye’yi Batılı devletlerle eşit görme ve yabancı etkisine karşı çok duyarlı olma özellikleri göz önüne alındığında, sol kesimden yükselen, Türkiye’nin ABD’nin uydusu haline geldiği iddialarının kamuoyunda büyük sarsıntıya yol açması kaçınılmazdı.18 ABD’nin Kıbrıs konusundaki olumsuz tavrıyla beslenen ve halkın büyük kesimini etkileyen bu iddialar karşısında Türk yöneticiler hem kesin reddetme yoluna gidecekler, hem de iddiaların yanlışlığını ispatlamak için bazı girişimlerde bulunacaklardı ki, bu da Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrinde önemli değişiklik lere neden olacaktı. 

Bir ittifakın sağlamlığının, üyelerin kendisinden fayda elde etmeye devam etmesine, ortak dış tehdidin varlığını sürdürmesine, tarafların birbirlerine danışarak hareket etmelerine, kararlara uzlaşarak ulaşmalarına ve sorumluluklarını yerine getirmede tereddüt göstermemelerine bağlı olduğu açıktır. Sorumlulukların yerine getirilmesindeki tereddütün özellikle zayıf tarafı güvenliği konusunda endişeye sevkettiği, danışma olayında da hep güçlü tarafın kendisine danışılmasını beklemesinin huzursuzluğa neden olduğu teoride belirtilen bir husustur. Ayrıca sistemin iki kutuplu, bloklar arasındaki çatışma ve gerginliğin de ileri derecede olması durumunda da her bir ittifak sistemi içindeki dayanışmanın kuvvetli olacağı, çok kutupluluk ve yumuşama hallerinde ise ittifaklar içindeki devletlerin bağımsız hareket etmede kendilerini daha serbest hissedecekleri söylenir.19 

Doğu-Batı çatışmasının oldukça şiddetli olduğu ve Sovyet tehdidinin daha belirgin olduğu 1950’lerde Türk-Amerikan ilişkileri oldukça samimiydi. 1960’ların ikinci yarısından itibaren, uluslararası sistemde yumuşamanın hâkim olduğu, çok kutupluluğa gidiş sürecinin yaşandığı ve Sovyet tehdidinin azalmış göründüğü dönemde ise Türkiye ve ABD birbirlerine danışmadan daha farklı politikalar güdebildiler. 

Türk yöneticiler, Amerikan üslerindeki faaliyetlerden haberdar edilmemekten ve Jüpiter füzelerinin bilgileri dışındaki nedenlerle kaldırılmasından şikâyet ederken, diğer bloklarla ilişkileri geliştirmede kendilerini daha rahat hissettiler. Amerikalılar da kendilerine haber verilmeden Kıbrıs'a çıkarma yapılmasından rahatsız oldular, ayrıca yumuşama döneminde Türkiye'nin öneminin azaldığını düşünüp yardım sağlama konusunda daha isteksiz hâle geldiler. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ BÖLÜM 1

1947’den GÜNÜMÜZE TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ  BÖLÜM 1



AVRASYA DOSYASI 
Yrd. Doç. Dr. Nasuh USLU* 
* Kırıkkale Üniversitesi, İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. 
NASUH USLU

AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN GENEL PORTRESİ

Giriş 

1947'deki Truman doktriniyle sıkı ilişkiler içine giren ve NATO’ya üye olarak aralarındaki ilişkileri ittifak düzeyine çıkartan Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, bundan sonraki siyasî ve askerî ilişkilerini NATO çerçevesinde imzaladıkları değişik anlaşmalarla yürüttüler. 

Bu bakımdan iki devlet arasındaki ilişkileri ittifaklarla ilgili teorileri göz önünde bulundurarak açıklamak daha faydalı olabilir. Genel olarak bakıldığında, Türkiye'nin üç temel nedenle ABD'yle ittifak kurduğu söylenebilir: Güvenliğini korumak, askerî ve ekonomik yardım elde etmek ve Batı tipi devlet yapısını güçlendirmek. Amerikan yöneticilerini Türkiye'yle ittifak ilişkileri kurmaya iten başlıca neden ise ABD'nin Orta Doğu'daki çıkarları ve SSCB'yi çevreleme politikası açısından Türkiye'nin taşıdığı stratejik önemdi. Bu makalede Türk-
Amerikan ittifakının temeli açıklandıktan sonra nasıl yürüdüğü yine teoriler çerçevesinde ele alınacak ve günümüze kadar nasıl bir tarihî seyir izlediği ortaya konmaya çalışılacaktır. 

Türkiye ve ABD Niçin İttifak Kurdu? 

Teori, devletlerin, kendi olanaklarıyla karşı koyamayacakları büyük bir dış tehdide karşı daha güçlü devletlerin ittifak ve yardımlarını elde etmeye çalıştıklarını, buna karşın daha zayıf bir devletle ittifak kuran büyük devletin de bu yolla nüfuzunu stratejik yerlere doğru yaymak ve temel düşmanının başka devletlerin kaynaklarına sahip olmasını engellemek istediğini söyler.1 

ABD ve Türkiye'yi bir ittifak sistemi içinde biraraya getiren temel neden, Sovyetler Birliği'nin Türkiye'nin güvenliğine karşı oluşturduğu tehditti. 
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Sovyet yöneticilerinin, Türkiye ve SSCB arasındaki 1925 tarihli dostluk anlaşmasını tek taraflı olarak feshetmeleri, 1936 tarihli Montrö Sözleşmesinde Karadeniz'e kıyısı olan devletler lehine değişiklikler yapılmasını istemeleri ve Doğu Anadolu'da toprak talebinde bulunmaları, Türk liderleri ABD’nin askerî ve diplomatik desteğini kazanmaya itti. Ekim 1946'dan itibaren Sovyet liderleri Türkiye üzerindeki isteklerini dile getirmekten vazgeçseler ve 1953 yılından sonra da Türkiye'yle dostluk ve barış içinde yaşamak istediklerini gösterir jestlerde bulunsalar da Türk yöneticiler, SSCB'yi Türkiye için potansiyel bir tehdit olarak algılamaya devam ettiler ve bu yüzden 
özellikle 1947-1964 döneminde ABD ve NATO’yla sıkı ilişkiler içinde olmaya büyük önem atfettiler.2 Amerikan yöneticilerinin gözünde ise Türkiye, Yakın ve Orta Doğu'daki Sovyet yayılmacılığını durdurma politikalarının önemli bir parçasıydı.3 Bu arada ortak tehdit algılamasına rağmen tehdit anında büyük devletlerin, müttefikleri zayıf devletlerin yardımına gidip gitmemede, yardımı geç ulaştırmada, yardım karşılığında önemli tâvizler istemede ve hatta gerekli gördüklerinde düşman güçle zayıf devletler aleyhine işbirliği yapmada kendilerini serbest hissetmeleri gerçeği4 Türk-Amerikan ilişkilerini de rahatsız eden bir unsurdu. 1964 yılında Amerikan Başkanı Johnson’ın Kıbrıs sorunundan 
dolayı Sovyetlerin saldırısına uğraması durumunda ABD’nin Türkiye’nin yardımına gitmeyebileceğini ilân ettiği dönüm noktasından sonra Türk yöneticiler, ihtiyaç anında ABD’nin yardıma gelmeyebileceği ve bazı konularda SSCB’yle uzlaşmaya gidebileceği endişesinden hareketle seçenekleri artırma adına Doğu Blokuyla ve Üçüncü Dünyayla ilişkileri geliştirmeye çalıştılar. Ancak yine de güvenlikleri için birinci derecede ABD ve NATO’ya güvenmek durumundaydılar. 

Gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik yapılanma ve gelişme planlarını uygulayabilmek ve modern savunma ve silah sistemlerini elde edebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalıştıkları bir gerçektir.5 Bu bağlamda Türkiye'nin askerî ve ekonomik yardım ihtiyacı ve ABD'nin Türkiye'nin yardım isteklerine verdiği karşılık Türk-Amerikan ilişkilerinde her zaman önemli rol oynamış önemli bir unsurdur. 

Daha fazla refah ve özel sektörü destekleme vaadiyle 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, ekonomik plan ve projelerini uygulamaya koyabilmek ve Türk ordusunun modernleştirilmesi de dahil askerî harcamalarını karşılayabilmek için büyük ölçüde Amerikan askerî ve ekonomik yardımına güvenmekteydi.6 Türk yöneticilerin ABD'yle savunma ilişkilerine girmede ve NATO'ya katılmada çok istekli olmaları, bu amaçla belki de Sovyet tehdidini olduğundan biraz fazla göstermelerinin önemli bir nedeni de Amerikan yardımı elde etmek istemeleriydi. 
1947 yılından itibaren ABD hep Türkiye'nin en önemli ekonomik ve askerî yardım kaynağı oldu. Fakat bu yardım hem Türk yöneticilerinin istediği miktarda olmadı, hem de onları rahatsız eden yabancı unsurlar taşıdı; böylece iki ülke arasında hep sorun olmaya devam etti. 

Teoride bir devletin büyük bir devletle ittifak kurma ihtiyacı duyması halinde genellikle coğrafî olarak kendisinden uzak olan bir devleti tercih ettiği de söylenir. Bununla beraber, uzak olan büyük devletle yapılan ittifakın sonuçta daha az güvenilir olduğu ortaya çıkabilir. 
Çünkü uzak olan devletle bölgesel anlaşmazlıklar konusunda ortak politika takip etmek öncelikler farklı olduğu için zordur. 

Saldırı durumunda uzak olan devletin yardıma gelmesi daha az olasıdır, gelse bile o gelinceye kadar müttefiki öldürücü darbeyi yemiş olabilir. 

Bu olumsuzlukları gidermek için bazen bir devlet, müttefiki olan büyük devletin, toprakları üzerinde üs ve silah bulundurmasına izin verebilir, bu şekilde otomatik yardım gelmesini sağlamaya çalışabilir. Bir devletin tehditkâr bir süper gücün coğrafî olarak yakınında bulunması, coğrafî ve stratejik konumunun büyük devletler açısından önem arzetmesi de bu devletin ittifaklara katılmasında önemli rol oynar. Bir devlet bir süper gücün doğal yayılma alanı içinde bulunuyorsa, bu bölgesel gücü dengeleyebilmek için daha güçlü bir devletin ittifakını elde etmeye çalışır.7 Büyük devlet ise temel düşmanına karşı konumunu güçlendirme açısından stratejik önemi bulunan devletin kendi ittifakı 
içinde bulunmasını tercih eder. 

Türkiye, sosyalist blokun lideri olan Sovyetler Birliği ile çok uzun bir sınıra sahipti ve bu devletin doğal etki ve yayılma alanı içinde bulunuyordu. 

Bu yüzden Türkiye, bu dev gücü dengeleyebilecek tek ülke olan ABD'yle ittifak kurmaya ve kurduğu ittifakı devam ettirmeye büyük önem verdi. Türk liderler, saldırıya uğrama durumunda ABD'nin otomatik yardımını sağlayacağını düşündüklerinden toprakları üzerindeki Amerikan üs ve silahlarının bulunmasını memnuniyetle karşıladılar. Türk yöneticiler Türkiye'nin Batı ittifakı dışında kalamayacağını savunurken en fazla kullandıkları argüman, Türkiye'nin büyük devletler açısından stratejik öneminin büyüklüğünün tarafsız ve yalnız 
kalmasına imkan vermediğiydi. Amerikan politika yapıcılarının gözünde de Türkiye, Orta Doğu ve Sovyetler Birliği arasında doğal bir engel oluşturduğu ve Boğazlar, sayıca büyük bir ordu ve toprağı üzerindeki askerî üsler gibi Batı'nın vazgeçemeyeceği önemli unsurlara sahip olduğu için Batı ittifakı içinde tutulması gerekli bir devletti. 

Teoride ideolojinin, ittifakların kurulmasında güvenlik ihtiyacından sonra geldiği ve ancak ikincil bir önem taşıdığı, bununla beraber aynı ya da benzer ideolojiye ve kültürel değerlere sahip olan devletlerin kurdukları ittifakların daha etkili ve dayanıklı olduğu, daha çok fayda ve daha az problem getirdiği belirtilir.8 Türk yöneticiler açısından ise ABD’yle ilişkilerde ideolojik boyut büyük önem arzetmekteydi. 
Türkiye'nin Batı dünyasıyla ortak değerler paylaşan, demokratik ve laik bir ülke olduğunu sürekli olarak vurgulayan Türk liderlerin gözünde ABD’yle kurulan ittifak, Batı'yla ilişkileri sıkılaştırmada ve ülke içinde Batılılaşma politikalarını uygulamada yardımcı olacak önemli bir araçtı. 
Türkiye’nin geçirdiği anti-demokratik tecrübelere fazlaca tepki göstermemelerin den anlaşıldığı gibi Amerikalıları daha fazla ilgilendiren ise ideolojik kaygılar değil, fakat Amerikan çıkarlarının korunmasıydı. Yine de Türk yöneticilerinin siyasî, ideolojik ve ekonomik sistemler konusunda Amerikan liderleriyle aynı fikirleri paylaştıklarını iddia etmelerine rağmen Türk ve Amerikan uluslarının kültür, din ve demokratik deneyim açılarından farklılık göstermesi zaman zaman birbirlerini anlamama ve kızgınlık duyma şeklinde problemler de çıkartabilecekti.


Türk yöneticilerin ABD’yle ittifakta ısrarlı olmalarının nedenleri arasında iç politikadaki hatalarını örtmek, içte istikrar sağlamak ve konumlarını güçlendirmek istemelerinin de önemli yer tuttuğu söylenebilir. Bir yönetimin güçlü ve uluslararası alanda saygı duyulan bir ittifakın siyasî, askerî ve ekonomik desteğini elde etmesinin, onun durumunu potansiyel ve var olan düşmanları karşısında güçlendirdiği ve içte de halkının gözünde prestijini artırdığı düşünülmektedir.10 Türk liderleri, Batı'yla kurdukları ittifakı, Türkiye'nin siyasî ve demokratik gelişiminin sigortası ve uygar bir Batı devleti olarak büyüklüğünün kanıtı olarak gördüler hep. ABD'nin yaptığı ekonomik ve askerî yardım ise Türkiye'nin belli başlı güç kaynaklarından biriydi. Türk yöneticiler içerde siyasî ve ekonomik krizlerle karşılaştıklarında da Batı devletlerinin 
yardımlarla ve yaptıkları açıklamalarla kendilerini desteklemelerini beklediler. 

Bazen de ekonomi ve dış politika alanındaki başarısızlıklarını Batılıların olumsuz tutumlarına bağlayarak faturayı Batı'ya çıkarma yoluna gittiler. Haziran 1964'te Başbakan İnönü, Kıbrıs'a çıkarma yapmanın maddî koşullar açısından mümkün olmadığını anlayınca, prestijini kurtarmanın yolunun çıkarmayı engelleyenin ABD olduğunu göstermek olduğunu düşündü ve Amerika'nın tepkisini çekebilmek için Türk ordusunun yapacağı müdahaleden Amerikalıları haberdar etti. 

Genel olarak devletlerin, büyük tehlikeleri beraberinde getirme olasılığı yüksek olduğu için, büyük devletlerle ittifak kurmaktan çekinmeleri tavsiye edilir. İttifaklara taraf olmama politikasını takip edebilmesi içinse bir devletin şu özelliklere sahip olması gerektiği belirtilir: 

Bir blokun yanında yer aldığında genel güç dengesini bozacak derecede güçlü olmamalı. Vatandaşları genel dünya olaylarında uzak durma konusunda istekli bulunmalı.11 Stratejik açıdan önemli ve siyasî olarak kışkırtıcı olmamalı. Güçlü bir devletin tehdidi altında da bulunmamalı. 

Türk yöneticiler hiçbir zaman tarafsızlığın Türkiye açısından uygun bir politika olduğunu düşünmediler. Çünkü onlara göre Türkiye, büyük devletlerin gözlerinin üstünde olmasına neden olan önemli bir stratejik konuma sahipti, Sovyet tehdidine karşı güvenliğini korumasını sağlayacak yeterli ulusal kaynakları ise bulunmuyordu. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

29 Mayıs 2019 Çarşamba

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 2

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 2



Nitekim derhal Farsça olan resmi yazışmalara son verilmiş, onun yerine Türkçe yazışma usulü getirilerek, divandan çıkacak yazıların ve gelecek cevaplar
ın Türkçe yazılmasını sağlamıştır 6.

Türk devlet adamlarından da, Karamanoğlu Mehmet Bey in Türkçe ye, dolayısıyla da Türklüğe ve Türk kültürüne gösterdiği tavrı istemek, her
Türk vatandaşının hakkıdır. Zira cumhurbaşkanı-nın, hükümetin, meclisin ve genelkurmay başkanlığının görevi, Türkü Türk yapan Türkçe yi korumak
ve gelişmesini sağlamaktır.

D. Mustafa Kemal Atatürk

Türklüğe hizmet etmiş ve Türk tarihine damgasını vurmuş devlet adamları arasında yerini alan en önemli tarihi şahsiyetlerden birisi de, hiç şüphesiz
Mustafa Kemal Atatürk tür. Zira Mustafa Kemal Atatürk, 1919-1938 yılları arasında Türk vatanını, Türk milletini, Türk kimliğini, Türk kültürünü, 
Türk devletini, Türk dilini, Türk tarihini yeniden yaratan ve yapılandıran adamdır. Bunları yaparken ne Müslümanlığı Türklüğe, ne de Türklüğü Müslümanlığa
engel saymıştır. Milli mücadeleyi ikisinin ittifakı ile yapmıştır. Mustafa Kemal akıl adamıdır, dava adamıdır. Davası Türklük davasıdır, aracı veya yol göstericisi 
(mürşidi) akıldır. Bir hadiste; ?Her ßeyin bir aleti ve hazırlığı vardır, müminin aleti ise akıldır. Her şeyin bir bineği vardır, kişinin bineği ise akıldır. Her şeyin bir
direği vardır, dinin direği ise akıldır. (....) sizi kurtaracak aklınızdır.7 denilmektedir. İşte Mustafa Kemal akıl zemininde inançla, cesaretle ve şuurla
yürüyerek, yok olmak üzere olan vatan?, devleti, milleti, Türk kültürünü ve Türkçeyi kurtarmıştır.

Mustafa Kemal bu başarılarıyla, kendisinin Mete nin, Atilla nın ve Karamanoğlu Mehmet in devamı olduğunu ispat etmiştir. Teodoz adlı bir Hıristiyan, Atilla ya ? Siz hangi asil ailedensiniz? diye sorar. Atilla ise, ?ıBen asil bir milletin evladıyım. diye cevap verir. Mustafa Kemal ise, aynen şöyle der: Benim hayatta yegane fahrim (övünç kaynağım), servetim Türklükten başka bir şey değildir.8 Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 de Bundan sonra dergâhta, bargâhta, mecliste, meydanda Türkçe konuşulacaktır! diye emir çıkararak;

Mustafa Kemal de ? Milletin çok belirgin vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. 
Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk milletine bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.? diyerek milli şuurlarını ortaya koymuşlardır. 

Mete Han Çinlilerin talep ettiği verimsiz, çorak, küçük bir toprak parçasını vermeyi reddederken; Mustafa Kemal de İngilizlerin, Fransızların, Yunanlıların işgal ettikleri Anadolu topraklarını can ve kan pahasına geri alırken, kendilerinde milli vatan-milli istiklal Şuurunun ne kadar yüksek olduğunu ispat etmiş devlet adamlarıdırlar. Mustafa Kemal milli mücadele esnasında dil, tarih, din, coğrafya bağı yanında, Anadolu Türklüüünün üstüne çöken emperyalist felaketi dahi, milli birlik için en güçlü kader bağı haline getirebilmiş bir milli kahramandır. 
Bu açıdan da Bilge Kağan neslinin ve Şuurunun temsilcisi olmuştur.

Sonuç

Türk tarihinde Türk milletine, Türk kültürüne, Türk medeniyetine hizmet etmiş bilinen ve bilinmeyen şüphesiz pek çok devlet adamı vardır. 

Ancak biz; Türk devlet anlayışını, Türk ruhunu, Türk felsefesini kendi benliğinde duyan ve onu bütün yönleriyle temsil eden Mete Han, Bilge Kağan, Karamanoğlu Mehmet Bey gibi, yol arayan değil yol açan, Işık yansıtan değil Işık veren, tarih yazan değil tarih yapan, boyun eğen değil boyun eğdiren ve Türk milletinin gücüne, kültürüne inanan devlet adamlarını anmakla yetindik. Ayrıca Arap tarihinden de, Şahsi hırsı için Kur ânın sayfalarını yırtarak mızrakların ucuna taktırıp Hz. Ali nin askerlerini kandıran Muaviye den bahsetmeyi de, faydalı olacağı  düşüncesiyle uygun gördük. Zira Hz. Ali, her ne pahasına olursa olsun, sonu mağlubiyet bile olsa dini siyasi amaçları için kullanmamıştır. Aynı tavrı Mustafa Kemal de de görüyoruz. 

O da hiç bir zaman dini siyasi emelleri için kullanmaması ve insanların dini duygularını istismar etmemiştir. Laiklik ilkesiyle de, dinin devlet işlerine 
karıştırılmasını ve siyasete alet edilmesini engellemek istemiştir.

1938 den sonra Mete Han, Atilla, Mehmet Bey, Mustafa Kemal çizgisi, devleti yönetenlerce devam ettirilmemiştir. 

Mete çorak toprağı vermezken, Kıbrıs terk edilmeye çalışılmış, buna direnen büyük devlet adam? Rauf Denktaş saf dışı bırakılmak istenmiştir. 
Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 de her yerde Türkçe konuşulacak yazılacak diye emirname çıkarırken, Mustafa Kemal Türk Dil Kurumunu kurarak, 
Türkçe demek Türk demektir? şuuruyla Türkçe?nin hayatın her alanında kullanılmasını hedeflemiştir. Halbuki şimdi ilköğretimden Üniversiteye kadar 
İngilizce eğitim yaptırılmasına göz yumulmaktadır. 

Milli-üniter devletin devlet adamlarının, bu sesizliğinin sebebi doğrusu merak konusudur.

Türklüğün geleneğinde Dil birdir, dil birdir?

Sözü vardır. Ziya Gökalp bu geleneği şöyle dile getirmiştir.

Türklüğün bir ili (vatan) var
Yalınız bir dili var
Başka bir dil var diyenin
Başka bir emeli var

Bu dörtlük, içinde bulundu¤umuz durumu çok güzel ifade ediyor. Kürtçe eğitim isteyenlerin başka emelleri olduğu fark edilmiyor. Devletlilerimiz bu dörtlüğü bilmiyorlarsa Bir yurda iki töre sığmaz? sözünü de mi duymadılar. 
Mete, Atilla, Mehmet Bey, Türklükleriyle gurur duyarken, Mustafa Kemal: Ne mutlu Türküm diyene, Bu millet tarihte Türktü, halde Türk, ebediyen de
Türk olarak yaşayacak? derken, yöneticilerimizin ne ile övündükleri ve Türklükle ilgili ne dedikleri, henüz ne işitilmiş ne de duyulmuştur.

Netice olarak Machiavellinin şu sözünü hatırlatmakta fayda var: Bir devletin zaafa düşmesi öbür devletlerin merhametini değil, av insiyakını
(içgüdüsünü) uyandırır. Mustafa Kemal ise, bu sözü başka bir şekilde şöyle ifade eder:  İnsaf ve merhamet dilemekle millet işleri, devlet işleri görülemez. 
Devlet ve milletin şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. İnsaf ve merhamet dilemek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye nin gelecek çocukları bunu bir 
an bile hatırdan çıkarmamalıdır.9 

Türklüğün, Türk milletinin, Irak Türkmenlerinin, Kıbrısın mukadderatlarının A.B.D., A.B., I.M.F., Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi devlet ve kuruluşların insafına, merhametine terk edilmesinin, dış politika zaferi!....olarak takdim edilmesi, milli ve tarihi şuuru olan  her  Türk vatandaşını tedirgin etmektedir. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe., diye boşuna denilmemiştir.
Tefrikan?n oldu¤u, yüreklerin bir çarpmadığı günümüz Türkiyesinde Mehmet Akifin şu mısralarını tekrar hatırlamakta fayda olduğunu mülahaza ediyoruz.
Tefrika girmezse bir millete, düşman giremez Toplu vurursa yürekler, onu top sindiremez

Devlet Adamlığı ve Ulus Devlet Kavramı

Osmanlı devlet adamlarının jeostrateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali atayarak 
sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde “Osmanlı’nın Hoşgörüsü” adını vermişlerdir. 

Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü, insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz... Fatih Sultan Mehmet adı, ne yazık ki yalnızca 1453’te İstanbul’un fethiyle özdeşleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz, İstanbul’un fethi, dünya siyasal tarihi açısından oldukça önemlidir. Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in asıl devlet adamlığı, İstanbul’un alınışından sonra başlamış, Fatih, aslolanın İstanbul’u almak değil; elde tutmak olduğunu belirterek jeopolitik stratejisini genişçe bir öngörüyle oluşturmuştur. İstanbul’un fethinden sonra, dünya politikasına egemen olmak için Mora Yarımada’sı, İstanbul ve Kırım’ı elde tutmanın dehasını ortaya koymuş, bu bağlamda yeni seferlerini bu yönlere doğru başlatmıştır.

İç Hukuk Sistemi

Böylece 1460’da Mora, 1475’de de Kırım’ın fethiyle Karadeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş, 1480’e kadar da balkanların genişçe bir bölümünü almış 
Sırbistan (1454- 1459), Mora Romanya, Moldova, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kısmen 
Batı Akdeniz Avrupa’daki egemenliğini pekiştirmiştir.

Batılı siyasi tarihçiler bizden farklı olarak 1453 değil de, Orta Çağ’ın kapanıp, Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak her ne denli 1492 Amerika Kıtası’nın keşfini 
kabul etseler de , bu keşfe yol açan temel nedenlerden birisi, Batı devletlerin Mora, İstanbul ve Kırım üzerinden Doğu’ya ve Uzak Doğu’ya gitme yollarının 
kapanmasıdır.

İç siyasete Fatih’in devlet adamlığına gelince: Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi 3. Roma olarak da adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu, iç hukuk sistemini de Roma hukuku üzerine tasarlamış, şeri hukuka yanında, geleneksel, yerleşmiş Örfi Hukuk’un kanunnamelerini yapan ilk Müslüman Türk devlet adamı olmuştur.

Bu geleneksel örfi hukuk sistemi, öylesine içselleştirilmiştir ki, günümüzde bazı kesimlerin “faşist Kemalist rejim”in bir ürünü olduğunu sandıkları devlet 
ve devleti kutsama da yine Roma hukuk geleneğinden esinlenerek taa 15.yüzyıldan beri Osmanlı Devleti’nin imparatorluğa dönüşüm sürecinin tutkalı 
olarak günümüze değin varlığını korumaktadır.

Viyana Kuşatması.,

Öyle ki, Batılıların Muhteşem (magnificent) sıfatıyla nitelendirdikleri Sultan Süleyman’ı bizim “Kanuni” sıfatıyla nitelememiz, bu sultanın yaptığı fetihlerden çok, Roma hukuk geleneğini sürdürerek Fatih’ten sonra ikinci kez örfi yasaları güncelleyip daha geniş kapsamlı hale getirmesiyle bilincimizde yer etmesiyle ilgilidir. Her ne denli Kanuni, Osmanlı’nın operasyon alanı dışında kalması, İstanbul’la lojistik desteğinin kesilmesi gibi temel nedenlerle Viyana kuşatmasın da başarılı olamamışsa da, hem imparatorluğun topraklarının Doğu’ya doğru genişlemesinde hem de Balkanlar, orta Avrupa ve Akdeniz’deki stratejik noktaları elinde tutmayı başarmıştır.

Bu bağlamda şu soru akla gelmektedir: 10 binlerce askerle gidilip 500 yıl vatan toprağı olarak kalan Balkanlar coğrafyasından 1912-1913 Balkan savaşları’ndan Osmanlı devleti hezimetle ve 5 milyon ölüm ve göçle çekilmek zorunda kalırken, 200 kişiyle Avustralya, Amerika, Hindistan, Kanada, Güney Afrika’ya giden İngiltere nasıl hâlâ üzerinde güneş batmayan bir Birleşik Krallık kurmuş ve 21. yüzyıla değin de bu varlığını koruyabilmiştir?

Palyatif Politika.,

Çünkü, İngilizler, Sanayi Devrimi’yle birlikte feodalizmden kapitalizme evrilen ekonomilerinin ruhuna uygun bir din ahlakı (protestanlık) üretip her 
gittikleri topraklarda dini misyonerleri aracılığıyla İncil dağıtırken, eğitim misyonerleriyle de İngilizce öğretmiş, öte yandan da kapitalist sisteme 
sömürgelerini öylesine entegre etmiştir ki, İngiliz sisteminden kopmak isteyen her sömürge, o sistemle birlikte kendi kolunun ve bacağının da gidebileceği 
farkındalığıyla bu entegrasyonu korumak zorunda kalmıştır.

Oysa Osmanlı devlet adamlarının jeostrateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali 
atayarak sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde “Osmanlı’nın Hoşgörüsü” adını vermişlerdir. 
Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü, insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz. Osmanlı’nın izlediği politika, fethettiği 
toprağın geliriyle ilgilenmek ama o toprakların insanlarını hesaba katmayan palyatif bir politikadır.

Parçalı Yatırım!.,

Örneğin, gayri müslimlerden toprak vergisi olarak alınan haraçta, Müslümanlığa geçerlerse vergi indirimi, askere giderlerse ve okullarda Türkçe öğrenirlerse cizye vergisinde hem indirim hem de can ve mal güvenliklerinin sağlanması, çiftebozan vergisinde tüm tebaadan her yıl toprağı işleme  karşılığı tarım ürünleri taban fiyatlarının yüksek tutulacağı gibi vergi indirim politikalarıyla tebaa sistemine entegre edilebilir, Osmanlı Devleti Balkanlar’dan  çekilebilir ama hezimete uğramaz ve ardında da 200 yıllık bir düşmanlık da bırakmayabilirdi.

Tıpkı SSCB döneminde Rusça’nın her cumhuriyette eğitim/resmi dili olması, devlet yatırımlarının parçalı olarak çeşitli cumhuriyetlere yapılması, örneğin, 
bir uçağın motorunun Kazakistan’da, kanatlarının Ermenistan’da, gövdesinin Beyaz Rusya’da üretilerek 1990 sonrası parçalanan SSCB cumhuriyetlerinin 
tek başına bir şey öğretme yeteneğinin kısıtlanması ve kendi dilleriyle birbirleriyle ilişki kuramayınca tekrar Rusçaya dönmeleri ve Rus Federasyonu 
etrafında dolaşmaya başlamaları gibi.

Kalkınma motoru.,

Her ne denli Sultan 3. Ahmet zamanında 1700’lerin başında sanayileşme, kalkınmanın motoru olarak algılanmışsa da atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş, 
daha sonra İngiltere’yle 1838 Balta Limanı Anlaşması yapılarak bu ülkenin emperyalist kıskacına geri dönülmez bir biçimde girilmiştir. Bu emperyalist 
politikayla baş edemeyerek gerilemeye başlayan ancak Sultan 2. Abdülhamit’in Müslüman kalan toprak parçalarını korumak üzere izlediği Batıcı, baskıcı 
ve çok yönlü strateji politikasıyla imparatorluğun ömrü 33 yıl daha uzatılabilmiş, ama Müslüman Araplar da milliyetçiliğin yükselen değerler arasına  girmesiyle entegre olamadıkları sistemden 1.Dünya Savaşı sonrası kopmuşlardır.
İmparatorluktan artakalanlarla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletini toprağa dayalı bir milliyetçilik ilkesi, Türkçe resmi dil ve eğitim politikası, devletçilik ekonomik yapılanması ve barışçı dış politika stratejisiyle Atatürk, döneminde askeri alanda hiç yatırım yapılmamış yalnızca eğitim, sağlık, ulaşım ve sanayileşme girişimleriyle yurttaşlar sisteme entegre edilmeye çalışılmıştır.

Parçalanacak mı?.,

Ne var ki, diğer dünya devrimlerinden farklı olarak, BMM’sindeki sağ kanadın sürekli muhalefetiyle toprak reforumu yapılamayacak, bu nedenle 2000’lere 
gelindiğinde mikromilliyetçiliğin etkisiyle ancak yüzde 80’i sistemle bütünleşen, yüzde 20’sinin ayrılıkçı hareketiyle yüz yüze kalınan bir “Kürt sorunu” 
ortaya çıkacaktır.
Bir yandan yeni yerel yönetimler yasası, başkanlık sistemi tartışmaları ve bölücü hareketin önde gelenleriyle yapılan görüşmeler öte yandan  AKP’nin 2023 ve 2071 söylemleriyle oluşturulan stratejisiyle, anılan tarihlere devlet bir bütün olarak mı girecek yoksa  Anadolu Beylikleri gibi parçalanacak mı? 

Bekleyip göreceğiz.

DİPNOTLAR;

1 Namık Kemal Zeybek, Türk Olmak, III. Baskı, Ankara 2002, s. 88
2 Bahaddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı (XIII. yy. sonuna kadar), Ankara 1982, s.15 ; Ali Güler, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 2003, s. 88
3 Namık Kemal Zeybek, a.g.e., s. 159-160
4 Karamanoğlu Mehmet Bey için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 567; 
   Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Ankara 1989, s. 189-190
5 Karamanlılar, İslam Ansiklopedisi, c. VI, s. 319
6 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1969, s. 3
7 Taner Ünal, Vatan ?çin Elele, Ankara 1997, s. 236
8 Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar , İstanbul 1955, s.95
9 Utkan Kocatürk, Atatürk?ün Fikri ve Düßünceleri, Ankara 1997, s. 269

***

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1


(Ya Devlet Başa.., Ya Kuzgun Leşe )

Prof. Dr. Bayram KODAMAN*
* S. Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı

Bilindiği üzere her Milletin kendine göre Devlet,Vatan, Millet, Din ve tarih Anlayışları vardır. 

Bu anlayışlar hükümetlerin icraatlarında, devleti yönetenlerin özellikle cumhurbaşkanı, devlet başkanı ve başbakanların politikalarında, beyanatlarında
kendini gösterir ve Şekillenir. Tarihin süzgecindengeçerek ortaya çıkan bu anlayış zihniyet ve felsefe; dili, dini, coğrafyası ve Sosyal Şartlar?

Müşterek olan toplumlar? millet haline getirir ve onlarda milli ßuuru olußturur. Devletler, hükümetler ve devlet adamlar? ( Cumhurbaşkanlar?, Devlet
başkanlar?, başbakanlar, genelkurmay başkanlar vs.) Milli ve tarihi Şuura paralel politika üretirler, beyanat verirler ve icraat yaparlarsa, o millet ve
devletin uluslararası ilişkiler arenasında belli bir Şahsiyeti ve kimliği olur. Ancak unutulmaması lazımdır ki, bu Şahsiyet ve kimlik, onun uzun vadeli
milli hedeflerinin varlığı ile kaimdir.

   Devletleri devlet yapan, milletleri millet yapan, yöneticileri de devlet adamı seviyesine yükselten ve tarihi-milli kahraman ve Şahsiyetler olmalarını 
sağlayan husus, yöneticilerin söylem ve icraatlarıyla, Milli tarih felsefesi arasındaki paralelliktir, örtüşmedir. Eğer bu paralellik yoksa, toplum,
yöneticiler tarafından başka bir vadide başka bir maceraya sürükleniyor demektir. Bunu önlemek için yöneticilerin tarihe bir daha bakmalar?
gerekmektedir. Zira milleti ve devleti yönetmek, bir kurumu, bir partiyi, bir Şehri, bir Şirketi veya bir aşireti yönetmekten çok farklıdır. Bunları bilgi
ve becerisi olan herkes yönetebilir. Ancak devleti ve milleti yönetmek için daha ciddi, daha derin bilgi, Şuur ve yetenek ister. 

   Ayrıca devlet adamlarının, insan sevgisini (hümanizma), toplum sevgisini, aile sevgisini ve ümmet sevgisini, millet sevgisiyle karıştırmaması da gerekir. 
Bu sevgi ve hislerin hepsi de devleti yönetenlerde bulunması gereken hasletlerdendir. 

Bu sevgilerin ve duyguların hiç biri ihmal edilemez. Zira insan sevgisi, aile ve millet sevgisi doğaldır, ümmet sevgisi inanca dayanır, milli-tarihi şuur da 
sonradan kazanılır. Ancak milli devletlerde millet sevgisi en önde gelmesi gereken sevgidir ve şuur işidir. Milli devlette, yöneticiler milletin ve milli devletin cumhurbaşkanı, başbakanı ve Genelkurmay başkanıdır.

Bu kişiler ferdî, âilevî, dini duygularını terk etmeden, ancak gerektiğinde geçici olarak bir kenara bırakıp, milli menfaatler için milli duygularını, millet sevgilerini, milli görevlerini ön plana almak zorundadırlar.

Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti, millet, milli kültür ve milli politika zemini üzerinde kurulmuş milli bir devlettir. Bu devleti kuran ve oluşturan millet Türk milletidir. Bu devletin zeminindeki kültür Türk kültürüdür. Bu devletin milli politikası da, Türk milletinin menfaatleri doğrultusundadır ve öyle de olmak zorundadır.

Elbette bunları söylerken, başka milletleri dışlayan, bağnaz ve şovenist bir tavrı kastetmiyoruz.

Atalarımız  Ot kök üstünde biter,  Otu çek köküne bak derken, milletlerin kendi kökleri üzerinde yükseldiğini ve milletlerin mazisine bakılması lazım geldiğini 
söylemek istemişlerdir. Bu kökü oluşturan unsurları şöyle açıklamak mümkündür:

Milletlerin dört vatanı vardır. Co¤rafi vatanı topraktır, kültür vatanı dildir, inanç vatanı dindir.

Bu üç vazgeçilmez unsurun vatanı ise, milli tarihtir.

Bu itibarla milleti yöneten ve yönetmeye talip olan devlet adamlarında, her şeyden önce bu dört vatan (milli coğrafya, dil, tarih, din) şuuru en üst
düzeyde olması gerekir ki, her türlü şart ve ahvalde kendilerini bunları korumaya mecbur hissetsinler.

Aksi takdirde devlet adamlığı vasfını kazanmaları mümkün değildir. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için tarihten bazı örnekler vermenin
faydalı olacağı muhakkaktır.

Mete (Oğuz) Han ve Devlet Adamlığı

Türk tarihine baktığımızda, mükemmel bir devlet adamlığı örneğini veren, M.Ö. 220 lerde yaşamış, Hun Devletinin hakanı Mete Hanıdır.
Bilindiği üzere eski Türklerde at, avrat, silah (pusat) kutsaldır, dolayısıyla kimseye emanet edilemez.
Üçü de sahibinin şerefidir, namusudur. Çinliler, Hunlularla savaşmak için bahane ararlar.
Maksatları Hunlular zayıfken, onlar? kendileriyle savaşmaya zorlamak ve neticede mağlup ederek zafer kazanmaktır. Bunun için Çinliler Mete den
önce atını isterler. Mete kurultayı toplar ve devlet ileri gelenlerine, ne yapılması gerektiğini sorar.
Kurultay, Çinlilerin hakaretamiz isteklerine itiraz ederek atın verilemeyeceğini bildirir ve savaş açılmasını ister. Mete ise özetle: At benim şahsima aittir. 
Atımı istemekle Çinliler benim şahsıma hakaret etmişlerdir. Şahsıma yapılan hakaret ve saygısızlık için milletimi savaşa sokamam? der ve atını gönderir1. 

Bu defa Çinliler, hakanın cariyesini veya eşini isteyerek, Mete ye en büyük hakareti yaparlar. Mete yine Çinlilerin bu hakaretinin ve talebinin, Şahsını 
ilgilendirdiğini söyleyerek, cariyesini yollar. Nihayet Çinliler çok küçük ve verimsiz bir toprak parçasını isterler. Mete yine kurultayı toplar, kurultay üyeleri 
bu verimsiz toprak için savaßmaya gerek yok diyerek, Çinlilere verilmesi istikametinde fikir beyan ederler. Mete yüksek sesle; At ve cariye bana ait onun içinverdim. Ama toprak milletin malıdır, milletin malını kimseye veremem der ve şu emri verir: hazırlıklar derhal yapılsın, Çinlilerle savaşacağız. Milletin toprağını kimseye veremeyiz. 2

İşte devlet adamı, devlet anlayışı, vatan şuuru ve milli tavır budur. Bu, milli duruşun ve devlet adamlığının olmazsa olmaz şartıdır. 

Zira, Türk anlayışında vatan-istiklal bir değerlendirilir Günümüzde milli coğrafyamızdan, kültür coğrafyamızdan tavizlere yanaşıyoruz, milli güvenliğimizin kırmızı çizgilerinden vazgeçiyoruz, fakat at, avrat ve türbandan vazgeçemiyoruz. Elbetteki atavrat silahtan vazgeçmeyeceğiz. Bunlar; bizim
geleneğimizin kutsal öğeleri dir. Ancak önce vatan ve millet demek zorundayız. Zira vatan ve millet giderse, ne at, ne avrat, ne silah, ne de haysiyet ve
namus kalır. 

Bunun böyle olduğunu bilmek de, her şeyden önce kendilerine bu görevin verilmiş olduğu devlet adamlarına düşer. Bu itibarla, milleti temsil mevkiinde olanların özel işlerini, tarikat cemaat işlerini ve parti-şirket işlerini, kamu işleriyle, milli işlerle, milli politikalarla karışıtırmama konusunda hassasiyet göstermeleri gerekir.

Din İstismarına bir Örnek:

Hz. Ali ve Muaviye

Muaviye Şam valisi iken Müslümanların halifesi ve Devlet Başkanı olma hevesine kapılmıştır.

Neticede halife ve devlet başkanı olan Hz. Ali ye isyan ederek, zorla halifeli¤i ve devlet başkanlığını ele geçirmeye çalışır. Hz. Ali kendisine pek çok
adam yollayarak itaat etmesi için nasihatlerde bulunur.

Muaviye bu nasihatleri dinlemez ve sonuçta 657 yılında Sıffin savaşı meydana gelir.
Sıffinıde savaşı, Hz. Ali nin ordusu galip gelmek üzere iken, Muaviye nin askerleri, kutsal kitap Kurân-ı Kerimin sayfalarını yırtıp mızrakların ucuna takarak. Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakemdir, savaşı durdurunuz? diye bağrışırlar3. 

   Kurân sayfalarını gören Hz. Ali nin askerleri savaşı bırakırlar. Bunun üzerine Hz. Ali, askerlerini uyararak bunun bir hile olduğunu ve savaşa devam etmeleri gerekti¤ini söyler. Ancak askerleri, aralarına karışan Muaviye nin casuslarının da etkisiyle, Hz. Ali nin ikazlarını dikkate almamışlardır. Neticede Hakem Olay? ile Muaviye kazanan taraf olur. Meşru halife Hz. Ali ve taraftarlar ise kaybeden taraf olur.Bu örnek İslam tarihinde, din sömürüsünün, sahtekarlığın ve iki yüzlülüğün en açık göstergesi olmuştur. Din sömürüsü ve hilekarlIk gerçek İslama, gerçek halife

Hz. Ali ye ve hakikate galip gelmiştir.

Kıssadan hisse; günümüzde türbanları siyasi mızrakların ucuna takıp siyaset meydanına sürerek, belki saf, temiz, sade ve mütedeyyin Müslümanlar pasifize 
edilebilirler; hatta bundan geçici olarak siyasi çıkar da sağlanabilir. Fakat daha sonra Yezitılerin çıkması , Kerbela olaylarının meydana gelmesi önlenemez. 
Bu İslam dinine ve islam dünyasına yapılan en büyük kötülük olmaktan öteye gidemez. O halde yapılacak iş, dini siyasete alet etmemektir. 

Zira siyaset tartışma alanıdır. Allah ın kitabı Kurân-ı Kerim tartışılmak için değil, inanmak için, devletlere değil fertlere gönderilmiştir. 
Bu itibarla Muaviye kurnazlığı ile, dinimiz-kitabımız siyasetin malzemesi haline getirilmemelidir.

Devlet adamının, dinsiz toplum olmayacağının, dinle de siyaset yapılmayacağının şuurunda ve farkında olması kafidir. Onun görevi, milli hedeflerden taviz vermeden, temsil ettiği Müslüman-Türk milletini, ilimde-refahta-mutlulukta
çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmaktır. Tarihe baktığımızda semavi dinlerin yok olmadığı ama pek cok devletin ve milletin yok olduğu görülür. 
Çünkü İslam dini nin hamiye ihtiyacı yoktur, onun koruyucusu Allahtır. Kimse kendini Allah ın yerine koyma cüretini göstermemelidir.

Halbuki milletlerin ve devletlerin korunmaya ihtiyacı vardır. Onların koruyucuları devlet adamlarıdır.

C. Karamanoğlu Mehmet Bey Nasıl ki, vatan milletin mekanı, mezarı ve türbesi ise; dil de milli kültürün mekanıdır, mezarıdır türbesidir. 
Bu itibarla dil, millet olmanın, milli birliğin ve milli şahsiyetin en önde gelen unsurudur. Dil olmazsa millette olmaz, dil yok olursa millet de yok olur. Dolayısıyla devletlerin, milletlerin ve devlet adamlarının, hassasiyetle üzerinde duracakları ve asla tavize yanaşmayacakları, milli varlığın esaslarından en önemlisi dili dir.

Dil yani Türkçe hususunda en önemli tavrı ve icraat? Karamanoğlu Mehmet Beyi.4 göstermiştir.

Bilindiği üzere Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında, Farsça resmi dil kabul edilmişti. Bütün resmi yazışmalar Farsça yapılıyordu. 
Selçuklu aydınlarının (entelektüeller) çoğu, mesela Mevlana Celaldin Rumi gibi büyük bir mütefekkir Farsça yazıyordu. Sarayda Farsça konuşuluyor, 
medresede Arapça-Farsça e¤itim yapılıyordu.

Bütün bunlara karşılık Anadolu da ki Türkmenler-yörükler yani Türk halkı ve halk şairleri Türkçe konuşuyor, Türkçe yazıyorlardı. Devletle halk arasında ciddi bir iletişim eksikliği yani kopukluk vardı. Bunu gören Karamanoğlu Mehmet
Bey, 1277 yılı mayıs ayında: Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçe den başka dil kullanılmayacaktır  diye bir
emirnâme yayınlayarak Farsça yı yasaklamıştır5.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

CIA ve Analiz.,

CIA ve Analiz., 


Prof.Dr.Sait Yılmaz 

22 Nisan 2018 

    Bir İstihbarat teşkilatından beklenen politika yapıcıların doğru karar verebilmesi için gerekli istihbaratı üretmektir. 
CIA, özellikle 2001 sonrasında Amerikalı devlet adamlarının önyargılarına dayalı olarak oluşturduğu yanlış politikaları destekleyecek istihbaratı uydurma 
işine yönelmiş, istenmeyenleri söyleyenler ise dikkate alınmamıştır. 

Örneğin, 

Irak Savaşı öncesi bazı analizciler, Saddam sonrası mezhep savaşı ve diğer şiddet grupları ile ilgili değerlendirmeler hazırlamışlar ama bunları kimse 
dikkate almamıştı1. 

   Afganistan, Irak, Libya ve Suriye.de yaşanan başarısızlıklar hatalı istihbarat ve varsayımların neticesidir. Trump döneminde de değişen bir şey yoktur. 
CIA, şimdi de İran ve Kuzey Kore ile ilgili Trump yönetiminin ön yargılarına uygun kanıtlar oluşturacak istihbarat peşindedir. Üstelik ABD Dış 
İşleri Bakanlığı.nın şu sıralar çok önemli sorunları var. 
Hükümetin diplomasi dışı yöntemleri sevmesi nedeni ile işlevselliğini kaybeden bakanlıkta, tecrübeli personel emekliliği tercih ediyor. 
Eski Bakan Tillerson kendini bakanlık çalışanlarından izole etmiş, 7. Katta bir süitte kendi adamları (30 kadar derin devlet kariyercisi) ile çalışıyordu2. 

Tillerson, Trump.ın sadık adamı olmayı başaramadı ama önceki CIA direktörü olan yeni Dış İşleri Bakanı adayı Pompeo da doğruları söyleyebilecek biri değil. 
Bu makalede CIA.nın analiz sorunları ile ilgili bir değerlendirme yapacağız. 

 Amerikan İstihbaratı ve CIA.. 

   ABD.de çeşitli kurumlara ait 17 istihbarat teşkilatı vardır ve bunların hepsine birden “ İstihbarat Toplumu ” adı verilir3. 

Bunlardan 8.i askerlere aittir ve tek bağımsız teşkilat olan CIA, dış istihbarattan sorumludur. İstihbarat faaliyetlerinin koordinasyonu için 2005 yılında 
Ulusal İstihbarat Direktörlüğü kurulmuştur. ABD istihbaratının tarihsel olarak iki önemli özelliği4; 

(1) Aktivasyona verilen önem; sadece bilgi toplamak değil, bu bilgiyi alıp değerlendirmeye çalışan ajanların mevcudiyeti, 

(2) Kaynak esaslı istihbarat; sahada çalışan insanlar ve cihazlardan bilgi toplamadır. 

    CIA.nın geçmişini birkaç cümle ile özetleyecek olursak, parlak kısa süreli başarıları yanında uzun süren başarısızlıkları olan bir istihbarat servisi olduğunu 
söyleyebiliriz. Batı medeniyeti tarihinin en güçlü ülkesi, birinci kalite casus teşkilatı olmayı başaramadı. CIA.nın en önemli sorunları; yanlış değerlendirmeler, iki yüzlü yöneticiler, düşman ajanlarının sızması ve genel kişisel yetersizlik olageldi. 

2013 yılında emekli olan CIA Direktör Yardımcısı Michael Morell.e göre; ABD, yanlış istihbarat üretmek için kurulmuş, mükemmel çalışan bir istihbarat 
sistemine sahiptir. Toplanan bilgilerin doğruluğu kontrol edilmediğinden hatalı analizlere gidilmektedir5. Örneğin terörle mücadelede askeri istihbarat toplayan DIA.ya gelen bilgilerin pek çoğu kendini önemli göstermek isteyen analizci önyargıları başta olmak üzere farklı nedenlerle fabrikasyondur. Toplanan istihbaratın doğruluğunun teyit edilmesi gereği bütün istihbarat teşkilatlarının genellikle unuttuğu bir eksikliktir. NSA.nın topladığı bilgilerin %95.i hiç işlem görmemektedir. 

ABD görüntü istihbaratı tüm dünyanın 1/50.000 ölçekli haritasını çıkarmasına rağmen, Somali.de Amerikan askerleri 1/100.000 ölçekli eski Sovyet haritalarını 
kullandılar. Bosna ve Kosova.da NGA yerine yedi laptop.a kayıtlı dijital haritalar daha çok işe yaradı6. ABD istihbaratı gizli teknik toplama faaliyetlerine 
harcanan bütçe tüm istihbarat bütçesinin %20.sini oluşturuyor ama sadece elde edilen istihbaratın %4.ü gizli bilgilerden oluşuyor. 

   11 Eylül öncesi önemli olayları önceden haber veremeyen ABD istihbaratının zayıflığının temelinde dil bilen personel ve analizci eksikliği yatmakta idi7. 
CIA, stratejik analiz ve ikaz işlerinde göreceli olarak iyidir ama işin taktik cephesinde daha da zayıftır. 

CIA.nın başta İngilizler olmak üzere yabancı istihbarat servislerine bağımlılığı, analizcilerin önyargıları ve kurumsal endişeleri de diğer hassas taraflarıdır. 
Amerikalı yazar Tim Weiner e göre yapılan analizler genellikle tek taraflı ve tek boyutlu idi. CIA.nın tüm Soğuk Savaş ta Sovyetlerle dansı üç ajanın etrafında 
döndü8. Bu değerlendirmeler bazı Amerikalı uzmanlar tarafından önyargılı ve yanlış bulundu. İstihbarat analizcileri yeni fikirler ve öneriler bulmakta 
oldukça sınırlı kaldılar. Örtülü operasyonlar boyutunda kalkışılan iç savaşlar ve hukuksuzluklar, denetim yetersizliği hemen her dönemde dünyadaki genel 
istikrarsızlığın artmasında önemli bir parametre oldu. CIA.nın El Kaide ve IŞİD.in doğuşuna katkısı kadar, Ukrayna ve Gürcistan.daki örtülü faaliyetleri de 
son yıllarda Rusya.yı tekrar askerileşmesine yol açtı. 

Tipik bir CIA Analizcisi Nasıl Çalışır? 

CIA çalışanından özellikle “düzenli yazma gerektiren kariyer merakı” aranır9. Tipik bir CIA analizcisi günün büyük bölümünü odacığı içinde oturarak gelen 
gizlilik dereceli bilgileri monitöründen izlemekle geçirir. Bu bilgiler CIA Operasyonlar Başkanlığı, haberleşme kayıtları, diplomatik raporlar, askeri ataşe 
raporları, uydu görüntüleri ve daha az oranda seçilmiş medya raporları olarak gelir10. Gün boyu gelen bilgileri izleyen, kendisi için bilgi arayan analizci, 
aslında devam eden istihbarat raporu çalışması ya da uzun dönemli bir projeyi geliştirme gayreti içindedir. Analizci bilgiyi önce entegre etmek, sonra 
değerlendirmek ister. Değerlendirilen bilgi uyumlu şekilde bir kapsama sokulur ve bitmiş istihbarat ülke için yansımaları hakkında değerlendirme ve hükümleri 
içermektedir11. Gene de yarım yüzyıldır istihbarat analizinde gerçek bilişsel sürecin, istihbarat analizinin pratikte nasıl yapılacağı iyi anlaşılamamıştır. 
Tarihsel olarak, istihbarat analizi belirli standart ve niteliklere yapılan bir profesyonel iş olmaktan ziyade geçmiş pratiği ile yapılan bir bilgi değişimi olarak görüldü. 

Sinema filmlerinde görülenin aksine terörist ağlara sızılması ya da daha teknik özelliklerin kullanılması istisnai durumlardır12. Bilginin ana kaynağı olan 
tüm istihbarat toplumu tarafından kullanılan Bilgi Temin ve Depolama Sistemi, kablolu bir sistem olarak bütün kaynaklardan gelen (NSA, NGA vb.) yayar 
ve arama motoru ile analizcinin bilgiyi ayırma, önceliklendirme ve organize etmesine yardım eder. CIA analizcisi ayrıca internet ve istihbarat toplumunun 
dünya genelindeki gizlilik dereceli intraneti olan ve web sistemi ile çalışan “Intelink” kullanabilir. Bunların dışında “Intellipedia”, Wikipedia gibi belirli özel 
konularda bilgi sağlar. “A-Space”, sosyal ağ kabiliyeti ile ilave bir forumdur. Ayrıca “Açık Kaynak Merkezi” kendi kaynaklarından derlediği pek çok bilgi ve 
değerlendirme sağlar. 

Analizci bu bilgileri istihbarat toplumu (NSA, DIA vb.) içindeki karşılıkları ile temas ederek geliştirir. 

Tecrübeli analizci belgeye konmamış bilgiler için kendi gayri resmi ağını kullanır. 
Medya ve Kongre ile temas yasaktır, ancak, CIA temsilcisi huzurunda ve resmi izin ile olabilir. Analizci ve toplayıcılar arasında gayri resmi temas çok yavaş 
olabilir. Analizci için en önemli kaynak gayri resmi hattır yani eksik bilgileri bilen ya da bileni bilen kişiyi tanıyor olmalıdır. Etkin analizci ancak bu gayri resmi 
hat ile ilerler13. Gayri resmi ilişkiler çok fazla bilgi değişildiğinde ya da güvenlik nedeni ile telefon numaraları verilmediğinde zorlaşır. 

Diğer yandan kablolu hatlardan o kadar çok bilgi gelmektedir ki, analizci bütün gün sadece bunları okusa yetmeyebilir. Hâlbuki ondan beklenen bulmacayı 
çözecek bilgiyi yakalamak ve değeri olan bir analiz sağlamaktır14. Bilginin bu kadar çok olduğu durumlarda analizciler için daha dar çalışma alanları 
verilmesi doğru olur. 

 CIA’da Cari İstihbaratın Öne Çıkışı; Analizcilerin Azalması 

    Soğuk Savaş.ın büyük bölümünde analizcilerin işi uzun raporlar yazmaktı. Artık istihbarat ürünleri oldukça spesifik ve taktik amaçlıdır, çünkü anlayış 
taktik olmuştur. 

İstihbarat günlük işlere öyle dalmıştır ki, stratejik bakışını kaybetmiştir. Stratejik istihbaratın öneminin azalmasının nedenlerinden birisi terörle mücadelenin 
öncelikli görev olması ve bu nedenle taktik istihbaratın öne çıkması idi. Öte yandan, son 20-30 yıldır istihbarat analizi ulusal güvenlikten ziyade kolluk 
görevleri ve iş dünyası için daha önemli oldu. George Tenet.in CIA Direktörü olduğu 1997-2004 yılları arasında Afganistan hakkında istihbarat en çok HUMINT yolu ile geldi. Bu da yapılan görüşmeler ve sorgulamalar yolu ile edinildi. Bu tür istihbarat ise genellikle spekülasyona açık ve ikinci el dedikodular hatta yalanlarla bezenmiştir. Bu istihbaratı kullanacak analizci ise bunları ayıklamak zorunda idi. CIA eski analizcisi ve Başkan.ın danışmalarından Bruce Riedel 
bunu şöyle açıklamaktadır15; “Analiz içinden çıkılmaz bir yap-boz bulmaca gibidir. Belki bulmacanın 200 parçası var ama siz 500 ya da 1.000 mi diye 
düşünüyorsunuz. Ama 200 parçanın yarısı bile elinizde yok ve olanlar da yanlış bulmacaya gelmiştir. Ve her saat birileri size on yeni parça daha veriyor ve 
gene onların dokuzu bu bulmacaya ait değil.” 

    11 Eylül 2001 sonra Başkan Bush.un yaptığı ilk ve en ciddi hatta istihbarat analizcilerinin sayısının azaltılması oldu16. Bush ve Cheney, gelen raporlardan 
CIA.nın yeterliliği konusunda şüpheye düşmüşlerdi. Gelen raporlar analiz edilip, süzülmüyordu. Buna rağmen hatalar zinciri devam etti ve gelen raporlardan 
Saddam Hüseyin.in kitle imha silahı peşinde olduğu ve El Kaide ile bağları olduğu kanaatine sahip oldular. Bush, çöpten kendine göre altın istihbarat çıkarmıştı. 

11 Eylül 2001 sonrası işe alınan ve tecrübeleri ancak 10 yıla ulaşan analizciler, Amerikan istihbarat toplumunun yaklaşık yarısını teşkil etmektedir17. 

2007 yılında CIA.da dört yıldan az tecrübesi olan her 10 analizciye karşılık, 10 yıldan fazla tecrübesi olan bir analizci vardı18. 

Kritik analizler için gerekli olan analizcinin pratik ve uzmanlık ihtiyacı da çoğu kez bir kenara bırakıldı. CIA yöneticileri analizcilerin işinin bilgisayar başında oturarak haftada en az bir kere kablo trafiğinden gelen bilgi ve raporları okumak olduğunu düşünüyordu. 

Sonuç; 

Olaylara Öncü İstihbarat.. 

   2000.li yılların başında CIA; işkenceler, kendi halkını izleme, suikastlar gibi suçlamalara maruz kaldı. Buna CIA.nın alıkoyma, tutuklama ve sorgulama 
programı eklendi. 

2007-2009 yılları arasında CIA.nın öncelikli işleri; terörle mücadele, kitle imha silahlarının yayılmasını önleme ve dünyanın geri kalanı idi. İkinci konudaki 
işlerin %80.i İran.a odaklanmıştı19. CIA, uzun zamandır düşük performans ile çalışıyor, çalışanlarının moralinin bozuk olması bunun göstergelerinden biri. 
CIA elemanları işyeri hassasiyetlerinden korkar, yüksek korunma ister. CIA Direktörlerinin başı şimdilerde özel sözleşmeci şirketler, dış operasyonlar ve teşkilat sızıntıları ile derttedir. CIA Analitik Daire çalışanlarının %35.inin işi operasyonları desteklemek iken, %10.u ülke dışında kullanılmaktadır. 

Kısaca artık analizciler rapor yazmıyor, olaylara öncülük ediyor. Ulusal İstihbarat Direktörlüğü dâhilinde 2.600 analist çalışmakta, bunlar 56 istasyon halinde 
sahada yer almaktadır. 

ABD istihbarat teşkilatları gittikçe uzman merkezli hale gelmektedir 20. 
Bu uzmanlık içinde akademik hayattan elde edilen bilgiler, özellikle diğer ülkelerde kariyer peşinde koşan akademisyenlerin çalışmaları önemli bir yer tutuyor. Bunlara „işbirlikçi istihbarat. deniyor ve başka bir makalede ele almamız gerekiyor. 

DİPNOTLAR,

1 Paul R. Pillar, Don.t Blame the Spies, Foreign Policy, (Mar 16, 2011). 
2 Daniel R. DePetris, Mike Pompeo: The 5 Biggest Challenges Ahead of Him as Secretary of State, Reuters, (March 18, 2018). 
3 Amerikan istihbarat toplumunun yapısı ve çalışma yöntemleri için bakınız; Sait Yılmaz, ABD İstihbaratı, Kripto Yayınları, (Ankara, 2015). 
4 Friedman, George, America.s Secret War, Inside the Hidden Worldwide Struggle Between America and Its Enemies, Anchor, (2005), 78. 
5 Morell, Michael, The Great War of Our Time, Twelve Hachette Book Group, (New York, 2015), 105. 
6 Robert David Steele, Think Again: Intelligence, Reality Sandwich (7 January 2014). 
7 Friedman, a.g.e., (2005), 76. 
8 Henry E. Mattox (Edt.), Legacy of Ashes: The History of the CIA, Doubleday, (New York, 2007). 
9 CIA Website, “Political Analyst”, www.cia.gov.careers/opportunities/analytical/political-analyst-html 
10 Richard R. Russell, Sharpening Strategic Intelligence: Why the CIA Gets It Wrong and What Needs to be Done to Get it Right, Cambridge University Press, 
    (New York, 2007), 146-147. 
11 CIA Website: Factbook on Intelligence. www.cia.gov/cia/publications/facttell/. 
12 Bruce D. Berkowitz, The DI and „IT.: Failing to Keep Up With the Information Revolution, Studies in Intelligence, Vol.47, No.1, (2003), 69. 
13 Berkowitz, ibid, (2003), 69. 
14 Mark V. Kauppi, Counterterrorism Analysis 101, Defence Intelligence Journal, Vol.11, No.1, (Winter 2002), 46. 
15 Max Fisher, The Dangerous Science of Intelligence Analysis, The Atlantic, (Jul 27 2010). 
16 Jane Mayer, The Dark Side, The Inside Story of How the War on Terror Turned Into a War on American Ideals, Scribe Publications, (2008), 29. 
17 David Bjerklie and Coco Masters, How the CIA can be Fixed, Time, (22 May 2006). 
18 Mark Mazzetti, CIA Choice Says He's Independent of the Pentagon, New York Times, 19 May 2006. 
19 Michael V. Hayden, Playing to the Edge American Intelligence in the Age of Terror, Penguin Press, (New York, 2016), 290. 
20 Matthew Frankel, A Response to Ken Lieberthal's Report on the Intelligence Community, The Brookings Institution, (October 19, 2009). 


***