15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 3

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 3




Temsili Bir Babil Görüntüsü 


M.Ö. 140’da Kudüs’te ayaklanarak tekrar bir Yahudi devleti kurmayı 
başaran Yahudilerin kurduğu bu devlet de 70 yıl kadar yaşadıktan sonra 
bölgeyi işgal eden Roma İmparatorluğu tarafından ortadan kaldırılmıştır. 
Nitekim M.S. 66 yılında Roma İmparatorluğu’na karşı başlatılan ayaklanma üzerine M.S. 70 yılında Filistin’de yaşayan tüm Yahudilere karşı başlayan toplu sürgün hareketi gerçekleşmiştir. “Diaspora” olarak anılan bu toplu sürgün sonucunda Yahudilerin büyük bir kısmı Filistin’den çıkartılarak dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. 

Yahudiler hakkında verilen bu kısa bilgiden de anlaşılacağı gibi, Orta Doğu, bugün dünyada insanlığın tamamına yakınını kapsayan üç büyük dinin doğduğu yer olması açısından önemlidir. Yahudilerin ilk yerleşim yerleri, ilk kurulan Yahudi devletinin başkenti ve Hz. Süleyman Mabedi’nin burada bulunması gibi nedenlerle Yahudiler için oldukça önemli olan Kudüs, diğer dinler açısından da en az bu kadar önemlidir ve dolayısıyla bu açıdan bakıldığında stratejik bir değer taşımaktadır. 
Çünkü İsrail oğulları kendi tarihsel kökenlerini buraya bağlarken; Beytüllahim’de (Bethlehem) doğan ve Nasırıyeli (Nezareth) olarak bilinen Hz. İsa da peygamberliğin başlamasından (M.S. 27) çarmıha gerildiğine inanıldığı M.S. 30 yılına kadar Kudüs’te yaşamıştır. Kuran’da geçen birçok peygamberin yaşamış olduğu yer olmasının dışında Miraç olayının da burada gerçekleşmesi Kudüs’ün (ve özellikle Mescid-i Aksâ, El- Aksâ veya Harem-i Şerif) Müslümanlar açısından da ayrı bir değer ve öneme sahip olmasına neden olmaktadır. Ayrıca Kudüs, İslâmiyet’in ilk yıllarında bir süre için de olsa (Hicretten iki yıl sonraya, 624’e kadar) Müslümanlar için kıble işlevi de görmüştür. Halife Hz. Ömer’in 637’de Yermuk savaşında Bizanslıları yenmesi üzerine bölge Müslümanların egemenli-
ğine geçmiş ve Hz. Ömer, Kutsal Mabedi diğer adıyla Mescid-i Aksâ’yı tamir ettirmiştir. 

2. ORTA DOĞU’DA İSLAM TOPLUMU İLK DÖNEM İSLAM 

İslâmiyet öncesi dönemde yani Hz. Muhammed Peygamber olarak 
gönderilmeden önce Arap yarımadası kabile toplumu halinde yaşamakta 
ve insanlar bedevi bir hayat sürmekteydi. Bununla beraber Mekke bir 
ticaret merkezi olmasının yanında Kâbe’nin de burada bulunması ve 
birçok tanrı kültünü barındıran bir merkez özelliği taşıması buranın 
önemini artırmıştı. Bedevi Arap kabilelerin her yıl Hz. İbrahim tarafından inşa edilen ve Kudüs’teki mabetten daha eski olan Kâbe’deki tanrılarını ziyaret amacıyla Mekke’ye gelmeleri, Mekkeliler açısından hem prestij hem de önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. Mekke bir din ve ticaret merkezi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir sanat merkezi durumundaydı. O dönemde Araplar arasında şiir ve şairlik özel bir ilgi haline gelmiş bulunmakta ve yarışmalar sonunda seçilen en güzel yedi şiir (Muallâkat-ı Seba) Kâbe’nin duvarına asılmaktaydı.7 

Arap yarımadasının Müslümanlar açısından önem kazanmasının asıl tarihi Mekke’de yaşayan köklü ailelerden Kureyş ailesine mensup Abdulmüttalip’in torunu olan Hz. Muhammed’in 571’de dünyaya gelmesiyle başlar. Hz. Muhammed babası Abdullah’ı doğmadan, annesi Emine’yi ise altı yaşındayken kaybetmiş, önce dedesi Abdulmüttalip tarafından, onun ölümü üzerine de amcası ve Hz. Ali’nin babası Ebu Talip tarafından büyütülmüştür. Kervancılık ve ticaretle uğraşan Hz. Muhammed, 25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlenmiş; 40 yaşına geldiği sıralarda sık sık tek başına kalmak için gittiği Nur dağında (Hıra mağarasında) 610’da Cebrail aracılığıyla Allah tarafından kendisine peygamber olduğu bildirilmiştir. 

“Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (bir kan pıhtısından) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5). 

Allah’ın kelamı Kuran, Cebrail aracılığıyla indirilmeye başlanmıştı. 

22 yıl boyunca sürekli bunu insanlara aktarmaya çalışan Hz. Muhammed’e inananlar Mekkelilerin işkence ve baskılarına maruz kalıyordu. 

619 yılında hem Hatice’nin hem de Ebu Talip’in ölümleri Peygamberi büyük bir destekten de yoksun bırakmıştı. Bunun üzerine Allah, Müslümanların 622’de 
Medine’ye göç (hicret) etmesini istedi. Bu tarih aynı zamanda Müslümanlar açısından yeni bir milat olarak kabul edilecektir. 

Ancak on yıl içinde çok şey değişmiş ve 630’da Müslümanlar herhangi bir direnişle karşılaşmadan Mekke’yi almışlardır. Hz. Peygamber fetih sonunda Mekke halkına Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi, 

“Bugün ve bugünden sonra size hiçbir ceza, hiçbir kınama yok." buyurdu. Hz. Peygamber, 632’de Mekke’de son hac görevini yerine getirdikten sonra Medine’de hayata gözlerini yumduğunda kendisinden sonra Müslümanlara kimin önderlik edeceğini belirlememişti. İlk Müslümanlardan biri olarak yaşamı boyunca Peygamberin yanında olan ve ona koyu bir sadakatle bağlı olduğu için “Sıddık” unvanını alan Ebubekir’i Müslümanlar, Beni Saide’deki toplantıda ilk halife olarak seçmişlerdi. “Hülefa-i Raşidin” (Doğru Halifeler) adı verilen dört halifeden diğer üçü ise Hz. Ebubekir’in 634’te ölümüyle onun yerine bu göreve seçilen ve “Emir-ül Müminin” unvanıyla tanınan Hz. Ömer’in 644’te şehid edilmesiyle Hz. Osman, onun da 656’da aynı akibete uğramasıyla bu göreve Hz. Peygamberin amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali getirilmiştir. 

Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber’in vefatından sonra dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan İslâm toplumunu bir araya getirerek Mekke’de denetimi sağlamayı başardı. 

Hz. Ömer ise, yer yer devam eden kabileler arası çatışmaları sona erdirdi. Sasani ve Bizans İmparatorluğu’nu yenerek İran’ı, Suriye’yi ve Filistin’i denetimi altına aldı. 

Özellikle Sasani İmparatorluğu’nun 637’de Kadisiye Savaşı’nda yenilgiye uğratılmasıyla bir İslâm imparatorluğunun temelleri atılmış oldu. İran ve Hint yarımadasına doğru İslâmın genişlemesi söz konusu olmaya başlamıştı. Bizanslılara karşı yapılan savaşlar sonunda 635’de Şam, 637’de Kudüs alınmış, 641’de ise Mısır’ın önemli bir kısmında denetim sağlanmıştı. Genişleme Hz. Ömer’den sonra da devam etti ve 670’de batıya doğru Bizanslıların ve Berberilerin karşı koymaya çalışmalarına rağmen Tunus alındı ve 680’de Ukbe bin Nafi komutasındaki ordu Cezayir ve Fas’ı ele geçirerek Atlas Okyanusu’na kadar olan toprakların denetim altına alınmasını sağladı. 

İbn-i Nafi komutasındaki ordu tüm kuzey Afrika topraklarını alarak İslâm İmparatorluğu’nun sınırlarını Atlantik’e kadar uzatmış bulunuyordu. 
Fetihler silsilesi bundan sonra da devam etti ve Hz. Peygamber’in ölümünün üzerinden henüz yüzyıl geçmiş olmasına rağmen Müslümanlar doğuda Hint yarımadasını, batıda ise İspanya’yı almışlar ve Preneleri geçerek Fransa’ya kadar uzanmışlardı.

Bu savaşlar sonunda Sasani İmparatorluğu’na tamamen son verilmiş, Bizans İmparatorluğu’nun elinde bulunan Orta Doğu’daki ve Kuzey Afrika’daki toprakların ise büyük bir kısmı Müslümanların eline geçerken Bizanslıların Anadolu’daki toprakların bir kısmını elinde bulundurmaya devam etmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeyi ele geçirerek bu imparatorluğu ortadan kaldırmasına kadar sürmüştür. Böylece İspanya, Kuzey Afrika, Mısır ve bir zamanlar Helenizmin ve erken Hıristiyanlığın merkezi olan Orta Doğu, İslâmın egemen olduğu bölgeler haline geldi. Ancak İslâmiyetin uzandığı bölgelerde yaşayan halkların kültürleri ortadan kaldırılmaya çalışılmadığı gibi kendi din ve inançlarını yaşamalarına tolerans gösterildi. Özellikle kitap ehli olarak görülen Yahudiler ve Hıristiyanlar bu toleranstan en geniş biçimde yararlandılar. Gayrimüslim olan bu kesimler içişlerinde serbest bırakıldılar ve kendi inanç sistemlerini yaşamalarına ve geliştirmelerine müdahale edilmedi. Bunların askere alınmaları söz konusu olmadığı gibi, ibadet yerlerinin Müslümanların ki 
kadar büyük tutulmaması gibi bazı ayırımların yanı sıra bunlardan alınan vergiler de diğerlerinden farklıydı. Bütün bunlara rağmen aynı dönemde Bizans İmparatorluğu ve Sasani İmparatorluğu’nda halktan alınan vergilerle karşılaştırıldığında gayrimüslimlerden alınan vergiler çok daha düşük düzeydeyken, sahip oldukları özgürlükler daha geniş boyutlardaydı. Bu nedenle gayrimüslim halk, Roma ve Sasanilere karşı Müslümanların egemenliği altında yaşamayı tercih etmekteydiler. Hatta bundan dolayı Suriye ve Filistin’de yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin Müslümanların bu bölgeyi fethi esnasında onlara yardım ettikleri ifade edilmektedir.

İSLAM TOPLUMUNUN GENEL İLKELERİ VE KURUMLARI 

İslâm’ın beş şartı olarak bilinen şahadet getirmek (Allah’ın bir ve ondan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in onun resulü olduğuna şahidlik ederim), günde beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruç tutmak, zengin olanlar için ömründe bir defa hacca (Mekke’ye giderek Kâbe’yi ziyaret etmek) gitmek ve yine belirli bir varlığı sahip olan zenginler için zekât vermek bir Müslüman için yerine getirmesi gereken temel esaslardır. 

İslâm’da kutsal savaş veya Allah adına savaş olarak tercüme edilebilecek cihad konusu, çeşitli biçimlerde tanımlanmakta ve anlaşılmaktadır. 
Nitekim kavramın bu şekilde farklı anlatımı ve yorumu, onun keyfi biçimde kullanılmasına veya zaman zaman polemik konusu yapılmasına yol açmaktadır. İslâm toplumunun üzerinde anlaştığı genel tanımdan yola çıkılırsa cihad öncelikle ikiye ayrılarak incelenmektedir. Bunlardan birisi küçük cihad, diğeri ise büyük cihaddır. Büyük cihad, insanın ya da Müslüman’ın kendisine ve kendi nefsine karşı yürüttüğü savaş veya mücadeledir ve amacı mükemmel insan ve mükemmel mümin olmaktır. 
İnsanın Allah’ın emir ve yasaklarını önce kendi nefsine kabul ettirmesini 
ve bu doğrultuda kötülüklerden ve günahlardan arınarak doğru olanı yapmayı hedefleyen bu faaliyet, mükemmel bir toplum oluşturmanın da temelini teşkil etmektedir. Küçük cihad ise genel anlamıyla Allah’ın insanlardan yapmasını istediği veya yapmamasını öğütlediği şeyler konusunda diğer insanların bilgilendirilmesi amacını taşımaktadır. Burada iki kavram önem kazanmaktadır. Bunlar Daru’l-İslâm ve Daru’l-Harp’tir. Daru’l-İslâm denilen ve Müslümanların çoğunlukla yaşadığı yerler olarak ifade edilen yerlerde maddi anlamda yani silâh ve benzeri araçlar kullanılarak İslamın tebliğ edilmesi (cihad yapılması) söz konusu olmamakla beraber, Daru’l-Harp denilen ve Müslümanların çoğunlukla yaşamadığı ve gayrimüslimlerin yaşadığı ülkelerin kastedildiği yerlerden 
Daru’s-Sulh olmayan yerlerde (yani bir anlaşma yapılarak barış halinin söz konusu olmadığı yerlerde) maddi cihad söz konusu olabilirse de buna karar vermeye yetkili olan devlet başkanıdır. İslâm anlayışında bireyler maddi araçlarla bir cihad yürütülmesine kendi başlarına karar veremezler. İslâmiyet bu tür keyfi başıbozuk davranışları ve terör anlamına gelebilecek faaliyetleri yasaklamaktadır. Bu bağlamda silahla ve benzeri araçlarla cihad, ya ülkeniin (müslüman ülkenin) saldırıya veya işgale uğraması halinde ya da o devletin bir başka devlete (anlaşmayı bozmuş olan devlete) savaş ilan etmesi halinde mümkün olabilmektedir. 
Birincide o ülkede yaşayan tüm yetişkin erkeklere savaşa katılmak zorunlu iken ikinci durumda bazılarının savaşa gitmesiyle diğerlerinin üzerinden bu yükümlülük kalkmaktadır. Bu yorum Sunni mezheplerin dördünde de aynıdır. Bununla beraber İslamın Şii, Vahhabi ve Selefi yorumlarında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Bu anlayışlar başka inanç sahiplerini veya kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları kafir ya da müşrik olarak niteleyerek onlara karşı şiddete başvurabilmektedirler. 

İslâm hukukunun kaynakları dört bölümde toplanmaktadır: Bunlardan ilki “Kuran’ın hükümleri”, ikincisi Hz. Peygamber’in sözlerinden ve yaptıklarından oluşan “hadis ve sünnet”, üçüncüsü ise “kıyas” denilen ve âlimler (İslâm bilginleri) tarafından Kuran’dan çıkarılan hükümlerdir; diğer bir ifadeyle bir probleme ilişkin doğrudan doğruya Kuran’da açık bir hüküm bulunmaması halinde Kuran’daki bir hükümden yola çıkarak kıyas yoluyla hüküm çıkarmaktır. Dördüncüsü “icma” denilen ve Müslümanların şimdiye kadar üzerinde görüş birliğine sahip oldukları ve uygulamalarla oluşan konulardır. Son ikisi pozitif hukukta içtihat kararları ve teamüller olarak karşılığını bulmaktadır. İslâm âlimleri tarafından günümüzde içtihat yoluyla hüküm çıkarma konusunda yetkili âlimlerin olmamasına dayanarak bu yolla İslâm hukukuna kaynak oluşturmanın 
yolunun kapalı olduğu ileri sürülebilmektedir. 

MÜSLÜMANLAR ARASINDA MEZHEP AYRILIKLARI 

Dördüncü halife Hz. Ali, Müslümanlar arasında, özellikle Arap olanlar ile olmayanlar arasında ayırım gözetmemeye çalıştıysa da bu dönem 
içerde siyasi karışıklıkların söz konusu olduğu yıllar olmuş ve Hz. 
Ali’nin halifeliği, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a göre daha kısa sürmüştür. 
Hz. Ali’nin halifeliği zamanında ilki 656 yılında yaşanan Cemel Savaşı, 
ardından 657 yılında çıkan Sıffın Savaşı ve 658'de Hariciler ile yaşanan 
Nahrevan savaşı Müslümanlar arasında ilk çarpışmalar olmanın yanında, mezhep ayrılığının ilk tohumlarını da atmıştı. Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıkan Emevi (Umeyye) ailesinden dönemin Şam Valisi Muaviye ile Hz. Ali arasında yaşanan gerginliğin savaşa dönüştüğü Sıffın Savaşı’nda, Muaviye’nin hakem tayini teklifini kabul eden Hz. Ali’nin taraftarlarının bir kısmı onu terk ettiler ki bunlar daha sonra dışta kalanlar anlamına gelen “Hariciler” olarak anılmışlardır. Bunlara göre, Muaviye’nin teklifini kabul ederek Ali Allah’a karşı suç işlemişti. Bundan sonraki dönemlerde Hariciler, Müslümanlar arasında katı bir saf İslâm savunusu ile radikal İslâm ya da militan İslâm’ın savunucusu konumunda oldular. 

Haricilere göre, Müslüman’ın imama uyması doğru olandı, ancak imam 
yoldan çıkarsa cemaatin ondan ayrılması gerekirdi. Ailenin taleplerine 
öncelik veren Hz. Osman ve bir ilke meselesinde uzlaşmayı kabul eden 
Hz. Ali de sonuçta Muaviye gibi hata etmişlerdi.10 Günümüzde Umman’da halkın çoğunluğunu oluşturan İbadiler, Haricilerin oldukça ılımlı bir kolunu oluşturmakta dırlar. İbadiler, her zaman bir imamın varlığının gerekmediğini, öte yandan her Müslüman’ın kökenine ya da ailesine bakılmaksızın imam olabileceğini savundular.11 

Sünni İslam anlayışı içinde kabul edilse de esas olarak Haricilik yorumuna dayanan Vahhabilik ve onun daha ılımlı ifade ediliş şekli olan Selefilik, günümüzde Haricilik anlayışını devam ettirmektedir. Şiiliğin tersine Hz. Ali düşmanlığına dayanan Hariciliğin ve ondan kaynaklanan Vahhabiliğin temel özellikleri türbelerde ve bazı büyük zatlar adına yapılmış mescitlerde ibadet etmeyi bunlardan şefaat beklemeyi ve onlara dua etmeyi şirk olarak görmeleridir. Hatta Hz. Peygamber’den de şefaat beklemeyi ve onun kabrine dönerek dua etmeyi aynı şekilde şirk olarak nitelerler. Peygamberlerin ismet sıfatına karşı çıkarak onların da diğer insanlar gibi günah işleyebileceklerine inanmaktadırlar. Ayrıca mezar taşları dikilmesini veya büyük mezarların yapılmasını da şirk olarak görürler. Kuran ve Hadis’in yorumuna karşı olan Vahhabiler esas olarak 14. yüzyılda yaşamış olan Ibni Teymiye ve Ibni Kayyım el Cevzi’nin yorumunu benimseyerek nakli akla tercih etmektedirler. Bu bağlamda Kuran’ın tefsirlerini reddederek daha ziyade lafzi manasını (zahir manası) esas almaktadırlar ve yorumu kabul etmemektedirler. Bunların dışında tasavvuf mesleğine karşı olan Harici-Selefi anlayış, Muhyiddin-i Arabi, İmam-ı Rabbani ve Gavs-ı Geylani gibi İslam büyüklerini tekfir etmektedirler. Kuran’ın sadece zahir manasına (kelime anlamına) baktıklarından Ehli Sünnet’ten bazı itikadi farklılıkları da bulunmaktadır. Hadisler için de aynı şekilde kelime anlamına odaklandıklarından manasını anlamadıkları birçok hadisi reddetmişlerdir. Ibni Teymiye gibi Vahhabiler de Kuran ve Hadis dışındaki İslami kaynakları ya kabul etmemektedirler ya da şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Vahhabiler, Ibni Teymiye’nin yorumuna bağlı kalarak çoğu zaman dört mezhebin dışına çıkmaktadırlar. Yukarıda da ifade edildiği gibi Hariciliğe en yakın yorum, Ibni Teymiye ve Ibni 
Kayyım el Cevzi tarafından yapılmış; Muhammed Abdulvahap tarafından sistemli bir anlayış haline getirilerek öncelikle bu günkü Suudi Arabistan’ın Nejd bölgesinde Muhammed Ibni Suud ile birlikte 18. yüzyılın ortasından itibaren yayılmaya başlanmıştır. Hariciliğin ve onu bir mezhep haline getirenlerin Nejd’den çıkması ise ayrıca ilginçtir. Çünkü Nejd bölgesi gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse daha sonraki süreçte birçok fitneye ev sahipliği yapmış bir yerdir. İlk yalancı peygamber olarak bilinen Museylime de Nejd’de bulunuyordu. Hz. Peygamberin ölümünden sonra çok sayıda Nejd’li kabile dinden çıkarak Hz. Ebubekir için ciddi bir problem haline gelmişlerdir. Bu çerçevede Hariciliğin ilk ortaya çıktığı zamanda da onu benimseyenlerin daha ziyade Nejd ahalisi olduğu dikkati çekmektedir. 

Selefileri tehlikeli hale getiren asıl nokta, diğer Müslümanları tekfir edebilmeleri ve onları acımasızca öldürebilmeleridir. Ancak Selefilerin de kendi aralarında ılımlı olanlar ve şiddete başvuranlar (cihadist selefiler) olarak iki ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bununla beraber diğer konularda aralarında büyük bir farklılık bulunmamaktadır. 

Hz. Ali’nin 661 yılında bir Harici tarafından şehit edilmesinden sonra Emevi egemenliği başlamış ve Muaviye kendisini halife ilan etmişti.

f Kufe halkı tarafından halife seçilen Hz. Hasan altı ay sonra Müslümanlar arasında yeni bir çatışmanın çıkmaması için halifelik hakkından vazgeçmiş, 
ancak Muaviye’den sonra halifeliğin seçimle belirlenmesi üzerinde durmuştu. 

Böylece 661’den başlayarak 750’ye kadar devam edecek Emevi hanedanlığı dönemi başlamış oluyordu. Bu dönem, aynı zamanda Halifeliğin babadan oğla geçtiği bir dönemin de başlangıcıydı. Muaviye’nin oğlu ve ikinci Emevi halifesi Yezid’in kuvvetlerinin Kufe’ye gitmek isteyen Hz. Ali’nin oğlu ve Hz Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in ve taraftarlarının Kerbela’da 680’de büyük bir katliama uğraması; Hz. Hüseyin’in ve yanındakilerin şehit edilmesiyle Müslümanlar arasında önemli bir ayrılığın temelleri atılmış oldu. Sünniler açısından oldukça elem verici bir olay olmakla beraber, özellikle “Şiilik” olarak bilinen mezhebin mensupları açısından Kerbela olayı ayrı bir değer ve öneme sahip olacak ve her yıl bu olay insanların kendilerine acı verdiği bir seremoni ile anılacaktı. 

“Şiileri Sünnilerden ayıran nokta ne Kuran ne de sünnete sadakattir. Ayrılık, halifelik sorunu nedeniyle ortaya çıkmıştır. Şiiler için Ali ve ardıllarının halifelik 
hakkı, ümmeti yani inananlar topluluğunu yönetme hakları zaman aşımına uğramaz ve nitelik olarak da Sünnilerin halifelik talebinden çok farklıdır. 

Her ikisinde de ümmeti imamlar yönetir ama imamlık kurumunun Şiilerde daha özel bir anlamı ve gelişimi vardır. Peygamberlik misyonunun mirasçısı 
olan Şii imam, Hz. Muhammed’in aracılığıyla gerçekleşecek kutsal bir emare taşır. O, öz olarak imamdır. Kısacası Sünni imam bir şeftir; Şii imam ise bir 
ruhani lider. Sünniler için halife bir zorunluluk değilken -1924’te halifelik kaldırılmıştır-, Şiiler için imamlık doktriner bir koşuldur…”.12 

Dolayısıyla Sünniler esas olarak dört halifeyi tanımakla beraber ondan sonra gelen Emevi ve Abbasi halifelerinin reddi yoluna gitmedikleri gibi bu geleneğin Osmanlılarla sürmesine de saygı göstermişlerdir. Oysa Şiilere göre Hz. Peygamber kendisinden sonra Müslümanlara imam olarak Hz. Ali’yi tayin etmiştir ve halifelik Hz. Ali ve onun soyunu takip etmelidir. Sünnilere göre halife, İslâm’ın kurallarını, yani Kuran ve sünneti uygulamaktan sorumlu bir önder, bir anlamda da siyasi bir kişilik olarak görülür ve bir soy takip etmesi gerekmezken, Şiilerde imam ruhani bir önderdir ve sadece Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkıdır. Şiilik kavramı, Şiatü’l-Ali (Ali’nin taraftarları) olarak ifade edildiğinden bu kavramın Türkçe karşılığı Alevi olup, aynı anlama yani Ali’yi sevenler veya Ali’nin taraftarları anlamına gelmektedir. Sünni kavramı Kuran ve sünnete taraftar olanlar, ona uyanlar anlamına gelip İslâm toplumunun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bazı yabancı literatürde Sünnilik yerine “Ortodoks İslâm” veya “Geleneksel İslâm” kavramı kullanılmaktaysa da hiç bir şekilde gerçeği yansıtmadığından bu tür kavramlar Müslümanlar arasında pek fazla tercih edilmemektedir. 

Diğer taraftan Hz. Ali’yi sevme konusunda Sünniler ile Şiiler arasında zaman içinde farklı bir anlayışın doğduğu gözlenmektedir. 

Zaman içinde Şiilik veya Alevilik Ali’nin bağlı olduğu İslâm’ı ve onun peygamberini sevmek yerine yalnız Ali’nin maddi kişiliğini sevmek biçimine 
dönüşürken, Sünniler Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’in soyunu (Ehl-i Beyt) temsil etmesinden, ilk Müslüman olmasından, İslâmiyetin yayılmasına çalışmasından, 
cennetle müjdelenen kişiler arasında yer almasından (aşere-i mübeşşere), İslâm’ın kurallarını ödün vermeden uygulamak için mücadele vermesinden ve 
Allah’ın Arslanı olarak nitelenmesinden dolayı severler. Ayrıca Şii imamlar (özellikle ilk altısı) Sünniler için de son derece saygı duyulan kişilerdir. 

Bilindiği gibi, Sünniler için de imamlık kurumu konusunda Hz. Peygamber’i ve dolayısıyla Hz. Ali ve oğlu Hz. Hasan ve Hüseyin’le devam eden Ehl-i Beyti esas alırlar. Bu bağlamda bütün Şii imamlar Sünniler tarafından da gerçek anlamda imam olarak kabul edilirler. Bu nedenle Sünni olan dini önderlerin birçoğu ya bu soydan gelmişlerdir ya da kendilerinin bu soydan geldiğini ileri sürerler. Ayrıca Şii inancındaki Mehdi inancı, Sünni inanışında da bulunmaktadır ve Mehdinin Ehl-i Beyt’ten olacağına inanılmaktadır. 

Bir kaç kola ayrılmakla beraber, Şiilerin ana gövdesini oluşturan ve oniki imamcılar ya da onikiciler (isna aşeriye: twelver) olarak bilinen grup, Ali’yi ve onun soyundan gelenleri cemaatin meşru önderleri ya da imamları olarak kabul etmektedirler. 

Bunlar, Ali ve onun soyundan gelenlerin insan ötesi özel bir ruh ve bilgiyi kendilerinde taşıdıklarına inanırlar. 
Ali’nin soyundan gelen birisi (Mehdi) adaletin hükmünü gerçekleştirmek için zuhur edecektir. Şiiler içinde en çok taraftar kazanan hareket olarak 
halifeliğin onikinci imama kadar Ali’nin torunları arasında devrettiğini ve bu sürecin 9. yüzyılda kesintiye uğradığını iddia eden bu gruba göre, dünya imamsız var olamayacağı için onikinci imamın ölmediğine ve kayıp olarak (Gaybet-i Kübra) yaşadığına inanılmaktadır. 

Şiiliğin en yaygın kolu olan ve bugün de İran’da çoğunluğu oluşturan oniki imamcılara (twelvers) göre, onikinci imam (Mehdi) dünyadan çekilmiş olup yaşanan dönem gizlenme dönemidir ve topluluğun görünür bir liderden yoksun olduğu bu dönem boyunca zamanın sonu ve imamın dönüşü beklenir. 

Şiiler arasında Sünnilere en yakın olan grubu oluşturan ve imamın Peygamber ailesine mensup ehliyetli biri olması ve cahil hükümdarlara muhalefet iradesi göstermesi gerektiğini savunan Zeydiler, imamların yanılmaz ya da insanları aşan bir yetkiye sahip olduklarına inanmıyorlardı. 

Bunlar Şiilerin büyük çoğunluğu gibi Muhammed Bakr’ı değil, dördüncü imam Zeynel Abidin’in diğer oğlu Zeyd’i beşinci imam olarak tanıdılar. 

(İlk dördü Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Zeynel Abidin) 9. yüzyılda Yemen’de bir imamlık kurdular. Günümüzde de Yemen’de nüfusun yaklaşık yarısını oluşturmaya devam etmektedirler. Ancak Zeydiler diğer Caferiler olarak da bilinen 12 imam Şiiliğinden (İran, Irak ve Lübnan’daki Şiiler) farklı olarak Sünnilere daha yakındırlar, hatta İran’dan ziyade Sünni devletlerle ilişki içindedirler. Zeydiler, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e hakaret etmezler, onları tekfir ve tenkis etmezler (eleştirmezler). Bu çerçevede Ömer ismini kullanmakta bir sakınca görmezler. 

Bir başka grubu oluşturan ve yediciler olarak da bilinen İsmaililere gelince, Şiilerin ana gövdesi Cafer-i Sadık’ın oğlu Musa Kazım’ı imam olarak tanırken bunlar Cafer’-i Sadık’ın diğer oğlu İsmail’i imam olarak kabul ettiler. İsmaililer, İsmail’in oğlu Muhammed’i de yedinci ve son imam olarak kabul etmişlerdir. Şiilerin ana gövdesini oluşturan ve Caferi Şiiliği de denilen 12 imamcılar, 12. imam olan Muhammed’in mehdi olarak döneceğine inanırken, İsmaili mezhebi, İsmail’in oğlu ve 7. imam olarak kabul ettikleri Muhammed’in mehdi olarak döneceğine inanırlar. 

4.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder