14 Kasım 2020 Cumartesi

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 3

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 3




4. Abd ve İsrail’in “Kürt Kartı”nı İngiltere’den Devralması  (1958-1991) 

14 Temmuz 1958 tarihinde, General Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askeri 
darbeyle Irak’taki monarşi yönetimi yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. Haşimi 
hanedanının mensupları ve monarşi rejiminin önde gelenleri öldürüldüler. 
Bağdat üzerindeki İngiliz etkisi böylece son bulurken, General Kasım Sovyet 
yönetimi ile yakın ilişkiler kurdu. Bu sayede, Sovyetler Birliği’nde sürgün hayatı 
yaşamakta olan Molla Mustafa Barzani Kuzey Irak’a geri dönme olanağı 
buldu. Rusya’da askeri eğitim görmüş olan 2 bin peşmerge de onunla birlikte 
geldi. Abdülkerim Kasım yönetiminin Irak’ı Batı çizgisinden uzaklaştıran bir 
politika izlemeye başlaması karşısında ABD, İsrail ve İran’ın desteklediği Kürt 
aşiretleri, 1961 yılında Barzani liderliğinde ayaklandılar. Merkezî yönetime 
karşı gerilla savaşımı yürüten Kürtlere, gereksinim duydukları her türlü lojistik 
destek İran topraklarından sağlanıyordu. Askeri eğitim, silah ve mühimmat 
gereksinimleri İsrail ve ABD tarafından karşılanıyordu. Bu dönemde yüzlerce 
Mossad ajanı ve İsrailli askeri uzman İran ve Irak’ta Kürtlerin yaşadığı topraklara 
yerleşmiş durumdaydı. Bu topraklar üs olarak kullanılmak suretiyle, 
Irak içlerinde örtülü operasyonlar yürütülüyordu. İsrail’in Mossad aracılığıyla 
ve Kürtleri kullanarak Irak’ta gerçekleştirdiği yıkıcı ve terörist eylemlerde, bu 
ülkede görev yapan Batılı insani yardım örgütlerinin gönüllülerinden de etkin 
biçimde yararlanılmaktaydı.32 
1960’lı yıllar Irak’ta birbirini izleyen askeri darbelerle geçti ve etkili bir 
merkezî yönetim kurulamadı. Ülke, 1963’e kadar General Abdülkerim Kasım, 
1966’ya kadar General Abdüsselam Arif, 1968’e kadar da General Abdurrahman 
Arif liderliğindeki askeri cuntalar tarafından yönetildi. 
İstikrarlı bir yönetimin kurulamaması nedeniyle Kürt ayaklanmasına karşı etkili bir savaşım yürütülemedi. Bu dönemde Irak, Kürt ayaklanmacılarına karşı Suriye’nin desteğinden yararlandı. 1963 yılından itibaren Suriye birlikleri, Musul, Zaho ve 
Dohuk’ta Kürtlere karşı yürütülen operasyonlara fiilen katılmaya başladılar. 
İki ülke arasındaki yakınlaşma siyasi bir birlik oluşturma düşüncesinin ortaya 
çıkmasına yol açtı. 1963 yılının Ekim ayında bu yönde bir antlaşma imzalandı. 
Her ikisinde de Baas Partisi’nin iktidarda olduğu Suriye ve Irak tek bir devlet 
çatısı altında birleşecekti; iki ülke orduları da ortak bir komutanlık altında 
yeniden yapılandırılacaktı. Ama Irak’taki siyasi istikrarsızlık, bu antlaşmanın 
yaşama geçirilmesine olanak vermedi ve bir süre sonra Kuzey Irak’taki Suriye 
birlikleri geri çekildiler.33 

1968 yılında Baas Partisi’nin ülke yönetimine kesin olarak el koymasıyla 
birlikte, Irak’ta siyasi istikrar sağlandı. Fakat geçen 7 yıl süresince Kürt ayaklanması genişlemiş ve ciddi bir sorun haline gelmişti. İsrail, ABD ve İran’ın 
gizli istihbarat servisleri -Mossad, CIA ve SAVAK- tarafından etkin biçimde 
desteklenen Molla Mustafa Barzani, önemli bir güç edinmişti. Hatta IKDP, 
1960’ların sonunda Mossad’ın yardımıyla kendi gizli istihbarat örgütünü (PARASTİN) bile kurmuş ve faaliyete geçirmiş durumdaydı. 34 

Bu koşullar altında Baas yönetimi, Kürt ayaklanmasını sonlandıracak 
en uygun çözümün Barzani’yi devletle barıştırmak olduğunu değerlendirdi. 
Bu amaçla, Erbil, Dohuk ve Süleymaniye illerini kapsayan ve zaten bir süredir 
peşmergelerin denetiminde bulunan topraklar üzerinde bir Özerk Kürt Bölgesi 
kuruldu. Fakat Baas yönetimiyle Barzani arasındaki yakınlaşma çok kısa 
sürdü. Çünkü ABD ve İsrail, Araplara karşı ellerindeki en önemli kozlardan biri 
olan “Kürt kartı”nı yitirmeleri anlamına gelen böyle bir yakınlaşmaya izin veremezlerdi. 

Kürtler ise zaten her zaman istismara çok açıklardı. Barzani, Amerikalı 
ve İsrailli akıl hocalarının telkiniyle, Bağdat yönetiminden karşılanamayacak 
isteklerde bulundu; hatta Kerkük petrolleri üzerinde hak iddia etti. Baas 
yönetiminin Irak petrollerini millileştirdiği ve Sovyetler Birliği ile bir dostluk 
ve işbirliği antlaşması imzaladığı 1972 yılında Kürt ayaklanması eskisinden 
daha şiddetli olarak yeniden başladı. Ayaklanma sürerken, 1973 yılının Ekim 
ayında, tarihe Yom Kippur Savaşı (ya da Ramazan Savaşı) diye geçen dördüncü 
Arap-İsrail Savaşı yaşandı. Irak Ordusu, ayaklanma halindeki Kürtlerle uğraştığından savaşa katılamadı. Suriye ise, ordusunun önemlice bir bölümü Kürt 
ayaklanması nedeniyle kuzey-doğu sınırında bulunduğundan bu savaşta fazla 
etkili olamadı. Bu durum, İsrail’in uyguladığı “peripheral strategy”nin ne denli 
başarılı olduğunu gösteriyordu. 

Kürt ayaklanmasıyla baş edemeyeceğini anlayan Baas yönetimi, son çare olarak İran’la anlaşmak zorunda kaldı. İki ülke arasında 1975 yılında Cezayir’de imzalanan antlaşma ile Irak, İran’ın Şattülarap su-yolu ile ilgili isteklerini kabul ediyor ve ortak sınırda İran lehine bazı düzenlemeler yapılıyordu. 
Karşılığında İran, Barzani’ye verdiği desteği çekmeyi ve Kürt ayaklanmacılarına 
topraklarını kullandırmamayı yükümleniyordu. Bundan sonra İsrail ve ABD’nin Barzani’ye sağladığı destek zayıfladı. Lojistik desteğini yitiren Kürt ayaklanması, 1975 yılında Irak Ordusu tarafından şiddetli bir biçimde bastırıldı. Molla Mustafa Barzani, önce İran’a, oradan da ABD’ye kaçtı ve öldüğü 1979 yılına kadar orada kaldı. 

Bu süreçte IKDP içinde de ayrışmalar yaşandı. 1969’da partiden kopan 
bir grup, 1975’de Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (IKYB) kurdu. IKYB’nin 
başına 1976 yılında Celal Talabani geçti. Molla Mustafa Barzani’nin ölümüyle 
boşalan IKDP liderliğine ise, oğlu Mesud Barzani getirildi. 

İran’ın, Irak’la anlaşarak, bu ülkede Kürt ayaklanmasını tezgâhlayan ABD 
ve İsrail’e sağladığı desteği çekmesi, bu ikilinin Şah rejimini gözden çıkarması 
sonucunu doğurdu. 15 yıldır Paris’te sürgün hayatı yaşayan Humeyni’nin 
yıldızı bundan sonra parladı. 1979 yılında Baas Partisi’nin asker kanadının 
lideri Saddam Hüseyin, Cumhurbaşkanı ve Devrim Komuta Konseyi Başkanı 
olarak Irak’ta yönetimi ele geçirdi. Saddam Hüseyin, geçmişte CIA ile yakın 
ilişkiler kurmuş olan karanlık bir kişilikti. Aynı yıl İran’da bir halk ayaklanması 
ile Şah rejimi yıkıldı ve Ayetullah Humeyni liderliğindeki İran İslâm Cumhuriyeti 
kuruldu. İran’da katı şeriat kurallarına dayanan yeni rejim, Batı karşıtı bir 
anlayışı benimseyerek, ABD ve İsrail’i açıkça düşman ilan etti. Bu gelişmeler, 
ABD-İsrail ikilisinin Kürtler üzerinde oynadıkları oyunların zayıflamasına yol 
açtıysa da, kışkırtmaların bütünüyle son bulmasını sağlayamadı. 1950’lerden 
1970’lere kadar Irak Kürtlerini sürekli olarak ayrılıkçılık yönünde kışkırtan İsrail 
ve ABD, bu politikalarının Türkiye’de yaşayan Kürtleri de hedef aldığı izlenimini 
vermekten özenle kaçındılar. Bu gerçek bile olsa, Irak’taki Kürtler sürekli 
olarak ayrılıkçı harekete teşvik edilirken, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin bundan 
etkilenmemesi elbette olanaklı değildi. Nitekim 1960’lı yılların sonlarından 
başlayarak, Türkiye’de de ayrılıkçı Kürt hareketi kendini göstermeye başladı. 
1980’de İran-Irak savaşı çıktığında, Kuzey Irak’taki Kürtler, bu kez İran’ın 
desteği ile yeniden ayaklandılar ve savaş boyunca, bölgedeki etkinliği iyice 
azalan Bağdat’taki merkezî yönetimden bağımsız hareket ettiler. Kuzey Irak’ta 
ortaya çıkan otorite boşluğu, PKK adlı ayrılıkçı terör örgütünün gelişmesine 
zemin hazırladı. 1984 yılında PKK’nın terör eylemlerine başlamasıyla ayrılıkçı 
Kürt sorunu Türkiye açısından yeni bir boyut kazandı. Kuzey Irak toprakları 
Türkiye’deki ayrılıkçı terörün beslendiği lojistik bir merkez haline gelince, 
Bağdat yönetimi ile anlaşmaya varan Türkiye, belirli aralıklarla bölgeye yönelik 
sıcak takip harekâtları düzenlemeye başladı. Bölgedeki fiili otorite boşluğu, 
CIA ve Mossad ajanlarının yeniden Kuzey Irak’a yerleşmelerine olanak 
sağladı. Bu durum 1988 yılında İran-Irak savaşının bitmesine kadar sürdü. Bu 
tarihte Saddam Hüseyin, Kuzey Irak’taki Kürtlere karşı bir intikam operasyonu 
başlattı. Mart 1988’de Halepçe kentinde kimyasal silah kullanılması, 5 bin 
sivilin ölmesine yol açarken, aynı yılın Ağustos ayında gerçekleştirilen ve Enfal 
adı verilen cezalandırma operasyonu sırasında iddialara göre yüzlerce köy 
yerle-bir edildi; 10 binlerce insan öldürüldü.35 

5. Batı Dünyasının “Kürt Sorunu”Na Sahip Çıkması ve De Facto Kürdistan Devletinin Kurulması (1991-2003) 

    1991 yılı Kuzey Irak’ın ve Kürtlerin tarihinde bir dönüm noktasıdır. 1990’da Kuveyt’e saldırarak bu ülkeyi işgal ve ilhak eden Irak Ordusu, ABD öncülüğün
deki çok uluslu gücün müdahalesiyle Kuveyt’ten çıkarıldı. “Çöl Fırtınası” adı 
verilen operasyon sonrasında, Irak’ın kuzeyinde Kürtler, güneyinde ise Şiiler 
ayaklandı. Bu ayaklanmaların arkasında CIA ve Mossad’ın bulunduğu genel 
kabul gören bir görüştür. Her iki ayaklanma da Saddam Hüseyin yönetimi tarafından sertçe bastırıldı. Kuzeydeki bastırma operasyonu, büyük bir insanlık 
dramına dönüştü. 1988’deki Halepçe ve Enfal katliamlarının yineleneceğinden 
korkan 1,5 milyonu aşkın Kürt, kitlesel olarak İran ve Türkiye sınırlarına 
doğru kaçmaya başladı. Türkiye’nin sınıra yığılan Kürtleri içeri alması, çok 
sayıda PKK militanının da sığınmacılarla birlikte Türkiye’ye girmesine yol 
açtı; bu ise, izleyen yıllarda Türkiye’deki terör olaylarında ciddi bir tırmanışı 
beraberinde getirdi. Türkiye-Irak sınırında çok olumsuz koşullarda yaşamlarını 
sürdürmeye çalışan Kürtlere İsrail tarafından önemli miktarda yardım malzemesi 
gönderildi. Bununla yetinmeyen İsrail lobileri ile uluslararası siyonist 
örgütleri, Irak Ordusunun durdurulması ve Kürtlere yardım edilmesi için dünya 
çapında propaganda başlattılar.36 İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, Amerikan 
Dışişleri Bakanı James Baker’dan Kürtlerin saldırılardan korunmasını özellikle 
istedi.37 Daha önce Halepçe ve Enfal katliamlarını fazla önemsemeyen Batı 
kamuoyları, bu kez İsrail’in yoğun girişimleriyle “Kürt sorunu”nu gündemlerinin 
en üst sırasına taşıdılar. Bundan sonra “Kürt sorunu,” bölge dışı büyük güçlerin Kürtleri kullanarak bölgeye doğrudan müdahale etmelerine olanak sağlayacak bir biçimde nitelik değiştirdi ve ne yazık ki, ulusal çıkarlarımıza bütünüyle aykırı düşen bu değişikliğin gerçekleşmesinde, İsrail’in çabaları kadar, Türkiye’nin hataları da belirleyici oldu. 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’la yapılacak ateşkes antlaşmasına 
temel oluşturmak üzere aldığı 3 Nisan 1991 tarih ve 687 sayılı kararı 
güneyde ve kuzeyde ayaklanan Şiilerin ve Kürtlerin korunmasına ilişkin 
bir düzenleme içermiyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 5 Nisan 1991 
günü Amerikan Başkanı George Bush nezdinde yoğun girişimlerde bulunarak, 
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aynı gün 688 sayılı kararı almasını 
sağladı. 688 sayılı karar, Irak topraklarının Kürtlerin yaşadığı bölümünde, 
-36. paralelin kuzeyi- “insani gerekçelerle” bir güvenli bölge (safe haven) oluşturulmasını; 
buradaki insanlara kurtarma, yardım ve evlerine dönüş olanağı 
sağlanmasını öngörüyordu. Türk ve Batılı diplomatlarca hazırlanan ve Fransa 
tarafından Güvenlik Konseyi’ne iletilen taslak, Küba, Yemen ve Zimbabve’nin 
olumsuz, Çin ve Hindistan’ın çekimser oylarına karşın, 10 oyla kabul edildi. 
Hemen ardından, karar uyarınca, “Huzur Operasyonu” denilen kurtarma ve 
yardım çalışmaları başlatıldı. 
Irak’a yönelik askeri operasyonda kendisini destekleyen Türkiye ve 
Suriye’nin tepkisini çekmek istemeyen Başkan Bush, Saddam yönetiminin 
ayaklanan Şii ve Kürt gruplarına karşı şiddet kullanması karşısında, Irak’ın 
iç işlerine karışmak niyetinde olmadıklarını açıklayarak ilk anda hareketsiz 
kalmıştı. Hatta İngiltere Başbakanı John Major’un Kuzey Irak’ta bir güvenli 
bölge oluşturulması önerisini geri çevirmişti. Fakat Turgut Özal’ın girişimiyle 
çıkarılan 688 sayılı karardan aldığı güçle, 16 Nisan 1991’de, Amerikan, İngiliz 
ve Fransız askerlerinin, Kürtlere yardım etmek üzere, Türkiye sınırına yakın bir 
bölgede konuşlandırılacaklarını açıkladı.38 İlk anda üç ülkenin 16 bin askeri 
bölgeye konuşlandı. Daha sonra, ülke sayısı 11’e, asker sayısı 20 bine çıktı. 
Artık Irak’ın içişlerine uluslararası bir müdahale söz konusuydu ve buna dayanak 
oluşturan hukuksal düzenleme Türkiye’nin eseriydi. Ancak, Türkiye’nin 
hataları bununla bitmedi. 
Koalisyon üyeleri, Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. Bunun 
yerine, Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuşlandırmaya 
karar verdiler. Silopi’ye yerleşen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri 
çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den başlayarak 
5 yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her 3 ayda bir uzatılan bu güce 
“Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Keşif 
Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değiştirildi; görev süresi de 6 ayda bir 
uzatılmaya başlandı. ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait uçaklar değişik 
zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, güçten çekildi. Bundan sonra 
Keşif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a 
müdahale ettiği 2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü oluşturan 
hava unsurlarının % 80’inden fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin 
güce katılımı genelde sembolik düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak 
yapılan bir operasyonun dışında olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı 
gidermek amacını güdüyordu. 
Çekiç Güç / Keşif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın 
otoritesini Kuzey Irak’tan dışlama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, 
bölgedeki otorite boşluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte 
kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin oluşumuna zemin hazırlanacaktı. 
Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin oluşturulmasından hemen sonra, ABD 
ve İngiltere’nin girişimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren 
Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongre’nin, Aralık 1991’de Şam’da yaptığı ilk 
toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası başlatıldı. Kampanya 
boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana 
oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey 
Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere, aralarında IKDP ve IKYB’nin 
de bulunduğu 7 parti katıldı. % 7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 
105 milletvekili belirlendi. IKDP ile IKYB’nin ayrı ayrı % 40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin ise ülke barajını aşamadıkları açıklandı. Buna karşılık, 
Batı’nın baskısıyla Hıristiyan Süryani Partisi’ne, 105 üyeli mecliste 5 sandalye 
ayrıldı. Geri kalan sandalyeler, IKDP ile IKYB arasında eşit olarak (50-50) 
paylaştırıldı.39 Parlamentonun açılmasından sonra da, IKDP ve IKYB’nin 6’şar 
bakanla temsil edildikleri bir hükümet oluşturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” 
fiilen kurulmuş oldu. 
Bu gelişmeler karşısında, Türk hükümetinin girişimiyle Ankara’da bir 
araya gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta 
kurulan hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulma-
sına izin vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç 
devletin de bu konudaki samimiyetlerinden kuşku duyulmasını gerektiren 
nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komşularının iç istikrarını 
bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardı. 
Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askeri eğitim kampları 
kurmasına göz yummuş, örgüt elebaşlarına da barınma olanağı sağlamıştı. 
Hatta Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen 
sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine 
gireceğini umduğu bir Şii devletinin kurulması olasılığına hiç de 
soğuk bakmayan İran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği 
çok tartışmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite boşluğuna yol 
açan sürecin başlamasında etkin biçimde rol alan; şimdi de topraklarında 
konuşlanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet 
eden Türkiye, ortaya çıkan otorite boşluğunun doğal sonucu olan de facto 
Kürdistan Devleti’nin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim 
Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 
Ankara’nın, kendi ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan gelişmeler karşısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddi bir tavır sergilememesi, hatta sürece 
katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. 
“Huzur Operasyonu”nun başlangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle 
doğrudan ilişki kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girişimlerini de 
sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda, 1992’den 
başlayarak köklü bir değişiklik olduğunu görüyoruz. Bu değişiklikte, Yahudi, 
Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda 
faaliyetleri etkili olmuştur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt 
liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini aşmasını 
sağlayan asıl etken, aynı şeyi Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yapmış 
olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında, IKYB lideri Celal Talabani ile 
görüşmüştür. Kendi Cumhurbaşkanı bile, Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan 
muhatap aldıktan sonra, Türkiye’nin, aynı şeyi Amerikan yönetiminin 
yapmasına karşı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 
 
4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder