11 Şubat 2019 Pazartesi

14'LERİN TEMİZLENMESİ (SOSYALİZME VURUŞ) BÖLÜM 1

14'LERİN TEMİZLENMESİ (SOSYALİZME VURUŞ) BÖLÜM 1 



Hikmet Kıvılcımlı:

“Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ‘muhalif’ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı. 

Atılan 14'ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4'ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğilimli), 10'u Kabibay'la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatıyla verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ‘İnsanı gayrı samimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!.’ Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ‘Türkiye'de komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.’ 

MBK başkanının bu ‘beyanları’ mı ‘gayrı-samimi’ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye'de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakmayacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika'da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ‘Türkiye'de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır’ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika'ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy'yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamayacağı komaya daldı. Öldü gitti. 

Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tabi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamayacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e girdiler.” 

Kurucu Meclis, neredeyse CHP Meclisi olarak açılıyordu

Hikmet Bila:

“… Kurucu Meclis’te her yönden CHP ağırlığını göstermektedir.

Meclise siyasal partiler kontenjanı olarak 49 CHP’li, 25 CKMP’li girmiştir. Ancak, çeşitli meslek, işçi ve yargı kuruluşlarıyla illerden gelen temsilcilerin de çoğunu CHP’lilerin oluşturması nedeniyle, CHP, Kurucu Meclis’te üstünlüğünü sağlamıştır. İnönü ve CHP’nin yönetici kadrosu Kurucu Meclis’te yer almıştır.” 

14'lerin tasfiyesinden sonra siyasette ve orduda karışıklık daha da artmıştı. Ordu gençliğine, bir takım dedikodularla 14'lere karşı tavır aldırılmıştı ama, M..B.K.'sinin tümüne karşı bir tavır aldırılamazdı. Dağınık ta olsalar, Ordu ve Üniversite 27 Mayıs'ı sahiplenmişti. Kızsalar da, eleştirseler de M.B.K.'ni 27 Mayıs ruhunun temsilcisi olarak görüyorlardı. Üstelik, rakip güçler de dağınıktı. 

Dolayısıyla, M.B.K.'nin tamamen tasfiyesine, ne Kurucu Meclis'in ne de Cemal Gürsel'in gücü yeterdi. Çünkü İnönü hala otorite olarak açıkça ortaya çıkmaya cesaret edemiyor ve suyu daha da bulandırmaya uğraşıyordu. Hiç kimsenin işin içinden çıkamayıp kendisine muhtaç olacakları zamanlamayı sürdürüyordu.

BAŞKALDIRI

Başkaldırı

"Davaların en güzeli uğruna canımı feda ettiğime pişmanım sanmayın. Bu dava uğrunda bütün emeklerim boşuna gitmiş olsa da, ödevimi yapmış sayıyorum kendimi..."

Gracchus Babeuf 

Albay Aydemir, 20 şubat akşamı evine gittiğinde, Başbakanlık'tan bir arkadaşının bıraktığı yazılı notta, ertesi gün tutuklanacağı haberini aldı. Fazlaca düşünmeden, kendisini Harp Okulu'na attı. Okula ulaştığında saat 23.30 civarıydı. Öğrenciler uykuya çekilmişlerdi. Tutuklanacağı yolundaki haberi, bir gün önce, "Benim vücudumu çiğnemeden sizin kılınıza kimse dokunamaz" diyen Genelkurmay başkanına ulaştırdı. En iyisi geceyi Harp Okulu'nda geçirmekti. Ama ardı ardına gelen telefonlar, dinlenmesine izin vermiyordu. Gün 21 şubata dönerken, ilk telefonu İstanbul'dan aldı. 9 Şubat Protokolü'ne imza koyan generallerden biri, "Saat 03.00'te Ankara'daki birliklerin harekâta geçeceği söyleniyor. Sakın kendi başınıza iş yapmayın" dedi.

"Yok böyle bir şey. Şerefim, namusum üzerine, böyle bir harekâttan haberim yok."

Bu telefon görüşmesini diğerleri izledi.

Albay, her telefonda, benzer sorulara benzer yanıtlar veriyordu. İhtilal düşüncesiyle yatıp kalktığı doğruydu. Ülkedeki sorunların ancak bir ihtilal yönetimiyle çözüleceğine inandığı da doğruydu. Ama böyle bir ortamda ihtilale kalkışmayı aklından bile geçirmiyordu. İstanbul grubu ihtilalden vazgeçmişti... Kaçıncı kez aynı oyun oynanıyor, ihtilale endekslenen gençler, son anda öfkeleriyle baş başa bırakılıyordu. Gençlerin enerjilerini, bendini yıkmaya hazır bir nehir gibi görüyordu. Bir gün mutlaka o büyük enerjinin taşıp bendini yıkmasından; nehrin yönsüz, denetimsiz, başsız gelişigüzel akıp gitmesinden; her yanı köpük köpük bir öfkenin kendisine ve ülkeye zarar vermesinden korkuyordu.

O güne kadar bir müdahaleden yana olduğunu her ortamda açıkça söylediği için, bu fikre karşı olanlar karşısında tehlike oluşturduğunu biliyordu. Hükümetin kendisini ve yakın arkadaşlarını tasfiye etmeye can attığını anlamak için çok ince düşünmesine gerek yoktu. Ama yine de, Genelkurmay başkanının böyle bir tasfiyeye onay vermeyeceği inancını koruyordu. Devlet Başkanı Gürsel'le de çok yakın ilişkileri olmuştu. Üstelik, bir tasfiye planının orduda yaratacağı büyük tepkinin de, tasfiyeye kalkışanlar için caydırıcı olacağını düşünüyordu.

Kendisi dışında gelişen olaylar olduğu kesindi ve zihninde taşları yerli yerine koymaya, olayları çözmeye çalışıyordu. Arkadaşlarına, "Generallerden ümit kesen genç kitlenin son bağlantı noktası olduk. Onların generallere güvenleri azaldıkça, bize olan bağlan kuvvetleniyor. Bu da bizim hiyerarşi dışı bir ihtilal hazırlığı içinde olduğumuz söylentilerini yayıyor" diyordu.

Onlar, ihtilale karşı güçlerce "Albaylar Cuntası" olarak nitelendirilirken, Ankaralı albaylar da, İsmet İnönü etkisindeki subayları, onun seçim bölgesinden yola çıkarak, "Malatyalılar Cuntası" olarak isimlendiriyorlardı, "Havacılar Cuntası" ise Malatyalılar Cuntası'nın bir koluydu... Hava Kuvvetleri'ndeki bir grup sürekli olarak Harp ve Jandarma okulları başta olmak üzere, karacıların sık sık alarma geçtiği söylentilerini yayıyordu.

Saat 02.00 olmuştu. Albay Aydemir, pijamalarını giyerek yatağına girdi. Ama daha sırtını yatağına yerleştirmeden, bu kez 229. Piyade Alayı'ndan telefon eden bir yüzbaşı, kuvvet komutanlarının bir ihtilal için hazırlık yapıp yapmadıklarını kontrol etmek amacıyla alaya geldiklerini anlatıyordu:

"Bütün erat uyuyordu. Hiçbir şeyden haberimiz olmadığını bildirdim. Alay komutanını sordular, evde olduğunu söyledim. Komutanı, Merkez Komutanlığı'na çağırdılar. Sanırım onu tevkif edecekler. Alarm vereyim mi ?"

"Gerek yok. Sakin olun, benden haber bekleyin."

Albay, Merkez Komutanlığı'ndan Albay Selçuk Atakan'ı aradı. Arkadaşı yanlış bir haber alındığını, üzerinde araştırma yapıldığını anlattı.

Aradan on dakika geçmeden, 229. Alay'dan bu kez bir üsteğmen aradı:

"Albayım, havacılar alarma geçmiş. Merkez Komutanlığı'nı kuşattılar. Alayı alarma geçirelim mi ?"

"Hayır!"

İstanbul diken üzerindeyken, Ankara da kaynıyordu.

Yeniden Albay Selçuk'u aradı...

Hava Kuvvetleri Cuntası, Genelkurmay Başkanına giderek, o gece saat 03.00'te Ankara'daki birliklerin ihtilal yapacağını bildirmiş, Hava Kuvvetleri'nin alarma geçirilmesi için izin istemişlerdi.

Harp Okulu'nun uyuduğu saatlerde, havacılarla yakın temasta olan iki tabiî senatör, Hava Kuvvetleri karargâhına gitmişti. Üniformalarını giyen bir başka tabiî senatör de, Meclis Muhafız Taburu'na giderek, nöbetçi subayına Meclisin Harp Okulu tarafından sarıldığını bildirerek alarma geçmesini istemişti.

Albay, pencereyi açtı, kar havasını içine çekti... Aniden Tank Taburu'nun harekete geçtiğini gösteren sesler gelmeye başladı. Hiçbir şey düşünmeye fırsat bulamadan, kapısını tıklatan elin sahibi içeri girdi:

"Tank Taburu harekete geçmiş, Bakanlıklar'a doğru ilerliyorlar, haberiniz var mı ? Siz bir talimat verdiniz mi ?"

"Hayır."

"Öyleyse ben onları durdurmaya gidiyorum."

Binbaşı Bahtiyar Yalta'nın arkasından bakarken, çılgın bir gecenin başladığını biliyordu.

Meclis Muhafız Taburu'nun havacılar tarafından alarma geçirilmesi üzerine, Tank Taburu da kontr-alarma geçmiş, onu yakınındaki 229. Piyade Alayı ve Süvari Grubu izlemişti.

Yenimahalle'deki lojmanlarda oturan Tank Taburu subayları, hemen yanlarında oturan havacıların alarm yapıp birliklerine gittiklerini görünce, ne olduğunu anlamak için üniformalarını giyip onlar da kıtalarına koşmuşlardı. Kıtaya ulaşan haber ise, albaylar ile generallerin Merkez Komutanlığında, havacılar tarafından ele geçirilip tutuklandığı yolundaydı. Böyle bir durum karşısında işleyecek otomatik planı bütün subaylar biliyorlardı ve bu doğrultuda, kıtalar harekete geçmişti...

Zaten 27 Mayıs'tan sonra her an yeni bir ihtilal olacağı beklentisi içindeki asker ve subaylar hazırdı. Genelkurmay başkanının bilgisi dahilinde, bir gereklilik halinde müdahale etmek için hazırlanan ihtilal planları subayların ellerindeydi.

Binbaşı Bahtiyar Yalta, kar yağışı altında Bakanlıklar'a doğru yol alan Tank Taburu'nu geri çeviriyor, diğer kıtalardaki alarmın sona erdirilmesi için koşturuyordu.

Her dakika yeni bir gelişmeyle karşılaşan albay, soğukkanlı tav-n sürdürüyordu. Yatağından kalkıp giyindi... Alarma geçen kıtaların durdurulduğu haberinin ulaşması için dakikaları sayıyordu.

O sırada, Genelkurmay başkanına bir hareketin başlamak üzere olduğu ve birliklerin alarma geçtiği haberi ulaştırıldı. Saat 03.00'e yaklaşırken, olay yerine gelen Genelkurmay başkanı alarmı sona erdirmek üzere olan kıtaları ayakta gördü.

Genelkurmay başkanı, Tank Taburu'ndaki genç bir subaya neden alarma geçtiklerini sordu.

"Havacıların sizleri tevkif ettiğini duyduk, sizleri kurtarmaya geliyorduk paşam..."

Genelkurmay başkanı şaşkına dönmüştü. Bu sırada durumu denetlemek için Harp Okulu'na gelen Genelkurmay ikinci başkanı da, okulun mışıl mışıl uyuduğuna gözleriyle tanık olmuştu. Ama uyuyan aslanı uyandırmak için tahrikler sürecekti.

Kara Kuvvetleri'ne bağlı bazı kıtalardaki alarm kaldırılmış, ancak gece bitmemişti. Albay, bir yandan telefon görüşmelerini sürdürüyor, bir yandan yakın arkadaşlarıyla durum değerlendirmesi yapıyordu:

"Bir oldubittiyle bizi suçlu konumuna düşürmeye çalıştılar. Bu yüzden Silahlı Kuvvetler'in iki kanadını birbirinin üzerine saldırtmayı bile göze aldılar. Sorumlular ortaya çıkmalı!"

"Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bölmeyi amaçlayan bir harekât başlatıldı ve bir kuvvet diğerinin üzerine saldırtıldı. Sorumluları yargılansın."

"İş mahkemeye gitsin; gerçek suçlular ortaya çıksın !"

Subaylar tek tek çağırılarak ifadeleri alındı ve bunlar rapor haline getirildi.

"Gençler şaşkınlık ve öfke içinde."

"Arkadaşlarımız haksız yere gözaltına alındı."

"Onları serbest bırakmazlarsa, kıtalar denetimden çıkabilir." Ordu ayaktaydı... Komutanlara, "Saat 06.00'ya kadar gözaltına alınan karacı subayları serbest bırakmazsanız, biz bundan sonra Kara Kuvvetleri'ni tutamayız" notası gönderildi.

Yarım saat sonra, gözaltına alman karacı subaylar serbest bırakılmışlardı. Tanyerinin ağarmaya başladığı dakikalarda, Albay Talat'ın karşısında oturan subaylardan kimisinin gözlerinde yaş, kimisinin kin, kimisinin keder vardı.

*     *     *
Kısacık bir uykunun ardından yeni güne kalktılar... Hızlı girdikleri 21 şubat gününün yeni gelişmelere gebe olduğunu biliyorlardı.Saat 11.00’de Albay Talat Aydemir, Albay Necati Ünsalan ve Albay Selçuk Atakan, Genelkurmay başkanının karşısında ayakta duruyorlardı. Genelkurmay başkanı, gözlerini Albay Aydemir'e dikti:

"Yavrum... Akşam Kara Kuvvetleri'ne alarmı sen verdirmişsin."

"Böyle bir şey yapmadım. Siz de biliyorsunuz, dün gece Harp Okulu mışıl mışıl uyuyordu. Bize bir oyun oynanmak istendi. Hava Kuvvetleri'nin alarma geçmesiyle, karacılar, daha önceden yapılan planlara göre otomatikman karşı alarma geçmişler. Kıtalara alarm vermek bir yana, bir yanlış alarmı kaldırarak bir faciayı önledim."

"Hava Kuvvetleri bana bir ültimatom verdi. Yeriniz değiştirilmedikçe alarmı kaldırmayacaklar. Hepiniz himayemdesiniz, ancak yerlerinizi değiştiriyorum..."

Albayın isyanı, gözlerinden kıvılcımlarla taştı:

"Ben Allah'tan başka kimsenin himayesi altına girmem. Ben suçlu değilim. Suçlu olan Hava Kuvvetleri... Siz de, Millî Birlik Komitesi üyelerinin ve CHP'nin oyununa geldiniz, bir kuvveti diğerinin üzerinde kullanmaya kalktınız."

Albay, belindeki silahı, Genelkurmay başkanını dehşete düşürecek kadar hızla belinden çekti ve onun masasının üzerine bıraktı:

"Beni ya şimdi bununla temizlersiniz ya da mahkemeye verirsiniz. Eğer geceki harekâta ben neden olduysam, beni kurşuna dizdirirsiniz. Benim damarlarımda CHP kanı değil, vatanseverlik kanı dolaşıyor. Böyle bir haksızlığa katlanamam. Eğer komutansanız, gerçek suçluları cezalandırırsınız !"

Genelkurmay başkanı, ateşli albayı susturmak için sesini yükseltti:

"Hava Kuvvetleri alarmı sürdürüyor. Üzerinize bomba yağdıracak !"

"Biz de Kara Kuvvetleri olarak yarı alarm halindeyiz. Gerekirse çarpışırız !"

Karşı karşıya kaldığı karmaşık durumdan, Albay Talat Aydemir’i ikna ederek çıkacağını düşünen ve konuşmasına "yavrum" diye başlayan Genelkurmay başkanı için, albayların dışarıya çıkmasını istemekten başka çare kalmamıştı.

Üç albay, şeref salonuna çıktığında, gece gelen haberlerin ardından, Genelkurmay başkanının alarmına destek veren Kara Kuvvetleri komutanı ağlıyordu.

"Paşam, neden ağlıyorsunuz ? Ben bir albay olarak, Hava Kuvvetleri'ne karşı Kara Kuvvetleri'nin prestijini kurtarmaya çalışıyorum, siz gözyaşı döküyorsunuz. Bunu yapacağınıza, bize sahip çıkın."

Ulaşılan sonda, ordunun parçalandığı gün gibi açıktı ve bu komutanlar için gerçekten de ağlanacak bir durumdu. En çok ağlanası olan da, Hava Kuvvetleri'nin, alarmı kaldırmaları için emir verdiği Genelkurmay başkanını dinlememeleriydi.

21 Şubat günü uzadı da uzadı... 21 şubatı 22 şubata bağlayan gece de uykusuz geçti. Yine ihtilal haberleri, yine, "Harekete mi geçiyorsunuz ?" soruları, yine "Harp Okulu uykuda, gelin görün" yanıtları...


 *         *          *

Albaya bağlı kıtalar 22 şubatta, diken üzerinde bekliyorlardı. Albay, saat 11.00 civarında aldığı bir telefonla, bir havacı arkadaşıyla buluşmak için Jandarma Okulu komutanına gitmişti.

O, arkadaşıyla Silahlı Kuvvetlerin iki kuvvetinin birbiriyle karşı karşıya getirilmesinden duyduğu üzüntüyü paylaşırken, telefondaki emir subayı, Genelkurmay başkanının kendisini görmek istediğini söyledi. Albay, durumdan şüphelendi ve görüşmeye gitmedi. Haklıydı, çünkü kendisiyle birlikte çağrılanlar tutuklanmışlardı. Yakın arkadaşlarının tutuklanma haberini aldığında, albay için de artık karar verme zamanı gelmişti.

Bir anonsla, subay taburuna sinema salonunda toplanmaları emri verildi. Albay asteğmenlere, dört gündür yaşanan olayları anlattı. Gençlerin kanları damarlarında öyle hızla dolaştı, öfkeleri öyle doruğa ulaştı ki, bu belki albayın beklediği tepkiden bile büyüktü. Ne olursa olsun direneceklerdi. Albay, Harp Okulu ile yakınındaki kıtalara alarm emri verdi. Artık gençler eğitim elbiselerini giymişler, elleri tetikte, albaydan emir bekliyorlardı. Bu sırada saat 13.30'a gelmişti.

*             *             *

Harp Okulu birinci sınıf öğrencisi Osman Yetkin, verilen emirle okulun iç bahçesinde toplanan sınıf arkadaşlarıyla birlikte saf tutmuştu. Bahçe öğrenci ve subay doluydu. Kanı kaynıyor, alarm durumunda olduklarını biliyordu ama doğrusu bunun tam olarak ne anlama geldiğini çözümleyebildiği söylenemezdi. O sırada, tabur komutan yardımcısı, "Üç defa Millî Şef inönü şerefine !" diye komut verince, o da diğer arkadaşları gibi, hiçbir şey düşünmeden komuta karşılık verdi:

"înönü sağ ol! İnönü sağ ol! İnönü sağ ol!"

Ancak, tam karşılarında saf tutan ikinci sınıf öğrencilerinin psikolojileri aynı durumda değildi... Onlara göre İnönü'nün siyasetçi kimliği ön plana çıkmıştı, üstelik kendi komutanlarını yemek istiyordu. Onların vazgeçilmezi, bütün dokunulmazlıklarıyla yüreklerinde duran Atatürk'tü...

Aniden bir elektriklenme oldu ve ikinci sınıf öğrencileri, "Atatürk! Atatürk! Atatürk!" diye bağırarak süngülerini takıp, birinci sınıf öğrencilerin üzerine yürümeye başladılar.

Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal ile onun en yakın silah arkadaşı îsmet İnönü, Harp Okulu'nda, yani yuvalarında süngülerle karşı karşıya geliyorlardı.

İkinci sınıf öğrencileri adım adım ilerlerken, birinci sınıf öğrencileri de adım adım geriliyordu. O sırada Binbaşı Bahtiyar Yalta, "Komutanım yetiş ! İki tabur birbirine giriyor!" haberini alınca, bahçeye koştu, kalabalığı yararak zorlukla olay yerine ulaştı. Su kendi mecrasında akmaya başlamış, yelkensiz ve rotasız geminin yolcuları bir felakete doğru sürükleniyordu. Orada bulunan yüzbaşıya, "Havaya ateş et!" emri verdi. Thompson'dan yükselen ses, iki taburu da durdurdu.

Osman ve arkadaşları, aradan birkaç gün geçtikten sonra, yaptıklarından pişmanlık duyacak ve kendilerine, "Yaşasın înönü!" diye bağırtan komutanlarını dışlayacaklardı.

Kıtalar alarmda, fırtına öncesi sessizlik içindeydiler. Parola, "Halaskar", işareti "Fedailer"di... Karacı subaylardan albaya destek yağıyordu. Artık Harp Okulu merkez olmuştu.

Öğleden sonra, Albay Aydemirin yerine okul komutanlığına atanan tuğgenerali, yanında iki subayla birlikte Harp Okulu'nun kapısından girerken, silahlanmış Harbiyeliler karşıladı. Harbiyeliler, generali komutan odasına almıyorlardı.

“Generalim, sizi göz hapsine almak zorundayız."

General, Harbiyelilerin bu tutumu karşısında fenalaştı. Albay Aydemirle görüşmesinde, evine gitmek için izin istedi ve okulda ayrıldı.

Ankara’daki  bütün gelişmeleri örgütün İstanbul ayağına bildiren albay, onlardan destek alamamış, tam tersine harekâttan vazgeçmesi için ikna edilmeye çalışılmıştı. Ama artık albay geri dönmüyordu...

Lapa lapa yağan kar ise Ankara sokaklarını ihtilalcilerden çok önce işgal altına almıştı.

*         *          *
Üsteğmen Erol Dinçer, görev yeri olan Muhafız Alayı'nda gergin saatler yaşıyordu... Albayın her an tutuklanabileceği haberi üzerine örtülü alarma geçmişlerdi. Harekete geçmek için emir bekliyorlardı. Yaşanan bütün gelişmeler, Binbaşı Fethi Gürcan kanalıyla kendisine ulaşmıştı. Tam öğle saatlerinde Muhafız Alayı Nizam Karakolu'nu, nöbetçi subayı olarak teslim alacağı da Fethi Binbaşı'nın bilgisindeydi.

Saat 11.30 sıralarında nizamiyeden bir cip geldi. Üsteğmen Erol, "geçsin" emri verdi. Gelen cipten inen, 13 kasımda, On Dörtlerin tasfiyesinde diş dişe oldukları bir subaydı. Elindeki zarfı uzattı:

"Talat Aydemir Albay'dan..."

"Sen..."

Şaşkınlık içinde, "Oyuna mı geliyoruz, kime hizmet ediyoruz?" sorularına yanıt aramaya çalıştı. Ama karşısındaki genç subay, onun şaşkınlığını ya anlamamış ya da umursamamıştı:

"Beni haberci olarak gönderdiler."

Üsteğmen Erol zarfı açtı:

"Alay komutanı enterne edildi. Saat 19.00'a kadar harekete geçmek için emrimizi bekleyin."

Üsteğmen Erol, elindeki notu aldı ve doğruca alay komutan yardımcısının yaniına gitti:

"Yarbayım, duyduğuma göre bizim alay komutanını Genelkurmay'da enterne etmişler ! Bana böyle bir haber ulaştı ve size bildiriyorum."

Beklediği şey, alay komutan yardımcısının heyecanla duruma el koymasıydı, ama öyle olmadı:

"Öyle mi? Bir şey olmaz. Sen kendi işine bak..."

Üsteğmen Erol'un kafasından hızla geçen düşünceler, "Bu adam karşı taraftan" sonucuna ulaştı.

Kendi enerjisini, başka enerjilerle buluşturmak için o anda hiç gözünü kırpmadan canını verebilirdi. Öğle saati olduğundan subaylar yemeğe gidiyorlardı. Gazinonun girişine yönelip, orada daha önce birlikte toplantılara katıldığı subaylara elindeki mesajı göstermeye başladı. Nasıl oluyordu da, elindeki mesajı okuyan subayların büyük bir bölümü, "Ya, öyle mi?" diye geçip gidebiliyorlardı?

Artık çaresi kalmamıştı. Mesajı, Türkeşçi olarak bildiği subaylara göstermeye başladı. Tam da o sırada bir minibüs geldi. Üsteğmen Erol, albay rütbeli subayın minibüsten inişini kaygıyla izledi.

"Alay komutan yardımcısıyla konuşacağım."

Üsteğmen Erol, onu istediği yere götürdü. Heyecanı ve gerginliği biraz daha artmıştı. Bir süre sonra, alay komutan yardımcısının telefonu geldi:

"Alaya anons yap. Bütün subaylar yemekten sonra gazinoda toplansınlar. Yeni alay komutanımız konuşma yapacak."

"Yeni alay komutanımız kim ?"

"Şimdi yanımda..."

Nizam Karakolu nöbetçi subayı olmak, her şeyden sorumlu olmak anlamına geliyordu.

"O albay nasıl alay komutanı olur? Genelkurmay'dan gelen genelge asılı. Orada, Genelkurmay başkanı ya da cumhurbaşkanının emri olmadan hiçbir harekete geçemeyeceğimiz yazılı. Elinde Genelkurmay'dan ya da cumhurbaşkanından alınmış bir yazılı emir var mı ? Bu işten Nizam Karakolu nöbetçi subayı olarak ben sorumluyum. Eğer yazılı emri yoksa, buna rağmen o albay subaylarla konuşmaya gelirse onu tevkif ederim."

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder