23 Ekim 2020 Cuma

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ? BÖLÜM 3

AMERİKAN DIŞ POLİTİKASINDA İDEALİZM REALİZM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA MI İŞBİRLİĞİ Mİ?  BÖLÜM 3


  Amerikan dış politikası, idealizm,realizm,Gültekin Sümer, MUSTAFA KOCAKENAR,Strateji,

      'Amerika Amerikalılarındır' felsefi düşüncesinden ilham alan Monroe Doktrini, hem ABD'nin kendisi için hem de Amerika kıtasındaki İspanya'dan bağımsızlığını kazanmakta olan sömürgeler için geliştirilmiş bir projeydi. 'Eski Dünya'yı temsil eden Avrupa sistemi 'Yeni Dünya' Amerika'da ne kadar az temsil edilirse ABD o kadar güvende olur düşüncesi ve Avrupa'nın Amerika kıtasından geri çekilmesi ile oluşacak güç boşluğunun ABD tarafından doldurularak yayılmanın  gerçekleştirilmeye çalışılması realist dış politik zihniyeti yansıtmıştır. 
Monroe Doktrini'ndeki en temel idealist unsur ise cumhuriyetin herkes için krallıklardan daha iyi olduğu, küçük devletlerin geniş bir coğrafyayı kontrol eden imparatorluklardan daha yararlı ve kabul edilebilir olduğu anlayışıydı.26 
Monroe Doktrini ile birlikte ABD jeopolitik etki alanı olarak tüm Amerika kıtasını belirlemiş ve realist yayılmacı dış politika hedeflerini idealize etmiştir. ABD, Meksika'nin İspanya'dan bağımsızlık mücadelesine destek vererek idealist bir dış politika izlemiş fakat daha sonra kendisi Meksika'ya savaş açarak topraklarını genişletmiş yani realist dış politika izlemiştir. 

1. Dünya Savaşı ile birlikte ABD geleneksel Avrupa işlerine karışmama stratejisini terkederek savaşa müdahil olmuştur. Başkan Wilson Kongre'de 2 Nisan 1917 tarihinde yaptığı konuşmada ABD'nin Almaya'ya savaş açması gereğinin nedenlerini şöyle açıklıyordu; ''Almanya insanlığa karşı savaş açmıştır, insan yaşamı tehlike altındadır, demokrasinin gelişmesi için güvenli bir dünyaya ihtiyaç vardır.''27 
Wilson'un bu söylemleri idealist unsurları içerisinde barındırmaktadır. 
Wilson'un bu idealizm dolu konuşması ABD'nin savaşa sadece ideal değerleri gerçekleştirmek için girdiği anlamına gelmemektedir. Amerika kıtasından Avrupalı güçleri gönderen ABD için sıra Avrupa kıtasını dizayn etmeye gelmişti ve artık Amerikan çıkar alanı genişlemişti. Başkan Wilson tarafından açıklanan self- determinasyon (kendi kaderini tayin etme) hakkı ile Avrupa imparatorluklarının bazıları için ( Osmanlı, Avusturya- Macaristan) Amerikan çıkarlarına uygun bir 
şekilde tasfiye planı hazırlanmıştır. Burada da ABD realist dış politikasına self determinasyon söylemi ile idealist bir kıyafet giydirmiştir. 

Wilson, 8 Ocak 1918 tarihinde Amerikan Kongresi'nde yaptığı konuşmada 14 maddeden oluşan idealist prensiplerini ortaya atmıştır. Bu ideallerin barışçıl bir dünya düzeni kurmak amacı haiz olduğunu kabul etsek bile bunun ABD'nin ekonomik, ticari, siyasi ve küresel sistem üzerindeki Amerikan çıkarlarından bağımsız olduğunu düşünemeyiz.28 

Özellikle denizlerde serbest dolaşım ve uluslararasındaki bütün ekonomik engeller kaldırılmalı, serbest ticarete izin verilmelidir prensipleri dönemin en güçlü donanma ve ekonomik gücüne sahip ABD'nin çıkarları için ortaya atılmış prensiplerdir. Dolayısıyla Amerikan dış politikasında idealizm retoriği ile reel çıkarlar ilişkisi çok güçlüdür. 

Birinci Dünya Savaşı'na son veren Versailles Anlaşması ile Almanya'ya dayatılan şartlar, savaştan kalan sorunların çözümünü ertelemekten başka hiçbir işe yaramıyordu. 1929 yılındaki Büyük Buhran'ın da etkisi ile Alman halkı iyice aşırıcılığa kayıyor ve Nazi lideri Hitler 1933 yılında Alman Şansölyesi olarak statükoya meydan okuyordu. Aynı zamanlarda Faşist lider Mussolini 
önderliğindeki İtalya ve Asya kıtasının büyük gücü Japonya'da revizyonist güçler arasındaydı ve 'Asya Asyalılarındır' diyordu.. 1. Dünya Savaşı sonrası kurulan ve savaşları engellemesi arzu edilen Milletler Cemiyeti ise olayları sadece izlemekle yetiniyordu. Çünkü Milletler Cemiyeti'nin işi küçük devletlerin işlerini düzenlemekti. Büyük devletler ancak kendi işlerine hizmet edeceğini 
bildikleri durumda MC'ye başvuruyorlardı.29 

Bu ortamda 2. Dünya Savaşı'na giden yolun taşları döşeniyordu. 

Hitler'in 1939'da Polonya'yı işgali ile '2. Büyük Paylaşım Savaşı' da başlamıştı. Savaşın başlarında ABD geleneksel çizgisinde devam ederek tarafsızlığını ortaya koymuştu fakat İngiltere'yi silah bakımından desteklemekten de geri durmuyordu. Franklin D. Roosevelt 1941 yılında şöyle diyordu; 

''ABD Demokrasinin en büyük silah deposudur.''30 

   1941 yılında Japonya'nın Pearl Harbor baskını ile birlikte Amerikan çıkarlarına ciddi saldırılar başlamıştı. Faşizmin ve Nazizmin Washington için önemli birer tehdit olaya başlaması ABD'nin Monroe Doktrini'nin genişletilmiş yorumuna uygun olarak kendi 'çıkarlarını savunmak' ve 'dünyayı otoriter rejimlerden korumak ' çabası öne çıktı. Bu çabada hem idealist hem de realist argümanlar bir arada bulunmaktadır. Bir taraftan insani kaygılar öne sürülürken, diğer taraftan ulusal çıkarlar korunmaya ve yeni çıkar alanları yaratılmaya çalışılıyor.31 
    2. Dünya Savaşı bittiğinde Almanya harap, Fransa galip devletler tarafından dışlanmış ve Britanya artık Avrupa kıtasında başrolü oynayamayacak duruma düşmüşken, eski kıta üzerinde yalnızca iki güç ABD ve SSCB etkilerini baskın bir şekilde hissettirebilirlerdi.32 

Böylelikle de 1991 yılına kadar sürecek olan iki kutuplu 'Soğuk Savaş' dönemi başlamış oluyordu. 
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD bir daha geri dönmemek üzere dünya meselelerine ve farklı kıtalara angajman siyaseti (engagement policy) izlemeye başlamıştır. Zaten geleneksel büyük güçler ortadan silinirken, ABD süreki olarak onların arkalarında bıraktığı boşluğu dolduruyordu; bir numara haline geldikten sonra, kendi kıyıları hatta kendi yarıküresi içine sıkışıp kalamazdı.33 
Artık çıkar alanları genişlemişti ve buna uygun olarak yeni bir dış politika stratejisine ve yeni bir doktrine ihtiyacı vardı. 

   2. Dünya Savaşı sonrası ABD'nin karşısına konumlanan Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den talepleri ( boğazlarda üs ve Kars, Ardahan'ın SSCB'ye bırakılması) ve 1947 yılında Yunanistan'da komünistlerin kralcılara karşı savaşı ile başlayan iç savaş ABD yönetimi tarafından Sovyetlerin güneye iniş çabası olarak algılanmıştır. Başkan Truman bu gelişmeler karşısında kongrede yaptığı konuşmada Türkiye ve Yunanistan'a yardım edilmesi gerektiğini söylemiştir. Truman Doktrini olarak anılan bu konuşma ile Türkiye ve Yunanistan'a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılmıştır. 
Truman Doktrini demokrasileri koruma söylemi ile idealist, Amerikan çıkarlarını koruma söylemi ile ise realist bir içeriğe sahipti. Eski Amerikan dışişleri bakanı Dean Acheson'a göre; ''olay Yunanistan ve Türkiye'nin çok ötesindedir. Eğer bu iki kilit ülke kaybedilirse komünizm İran'dan Hindistan'a kadar yayılacaktır.''34 
   2. Dünya Savaşı ile küresel hegemon koltuğunu Britanya'dan alan ABD, Batı Avrupa'daki ekonomik pazarları komünist Sovyetlere kaptırmamak için entellektüel fikir babalığını Spykman'ın yaptığı 'Kenar Kuşak' teorisini dış politikasının ana stratejisi haline getirmiş ve Moskova'ya karşı 'çevreleme politikasını' (containment policy) yürürlüğe koymuştur. 

    24 Şubat 1948 tarihinde Marshall'a Amerikan dış politikası konusunda bir rapor ileten Siyaset Planlama biriminde görevli George F. Kennan raporunda şöyle diyordu; ''Biz insan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi, demokratikleşme gibi belirsiz ve Uzak Asya için gerçek olmayan amaçlar konusunda konuşmayı bırakmalıyız. İdealist sloganlar ile ne kadar az ilgilenirsek o kadar iyidir.''35 

Başka bir yazısında ise Kennan şöyle diyordu; ''Sovyetler Doğu Avrupa'yı tamamen elde etse de tatmin olmayacak ve Batı Avrupa'ya da yayılmaya çalışacaktır. ABD komünizm tehdidini ciddiye almalı ve ona karşı savunma yöntemlerinde pısırık davranmamalıdır.''36 
      Truman döneminde dışişleri bakanlığı yapmış olan George C. Marshall ABD'nin refahının Avrupa ekonomisinin yeniden toparlanmasına bağlı olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine Avrupa'nın ekonomik açıdan Amerikan çıkar alanı içerisinde tutulması için 1947 tarihinde Marshall Planı gündeme getirilmişti. Bu planın amacı Avrupa ekonomilerinin ABD hegemonyası altında canlandırılması ve böylece buralarda meydana gelebilecek olası radikalleşmenin önüne geçerek 

Sovyet blokuna doğru kaymaları engellemekti.37 Hazırlanan Marshall Planı ile Avrupa ekonomisinin toparlanması için 13 milyar dolar yardım Avrupa 
ülkelerine sağlanmıştır. 

 Dean Acheson'un 1944 yılında söyledikleri ABD'nin neden Avrupa ekonomilerini canlandırmaya çalıştığının kanıtı niteliktedir; ''Bu bir pazar meselesidir... Kapitalist bir sistemde hükümet yabancı pazarlar aramak zorundadır. Aksi halde ekonomik ve sosyal sistemimiz üzerinde çok kapsamlı etkileri olabilecek... kötü durumlara düşebiliriz.''38 

Yani ABD Marshall Planı sayesinde hem kendine yeni pazarlar yaratarak realist bir dış politika izlemiş hem de bozulan Avrupa ekonomilerini ayağa kaldırarak idealist bir dış politika takip etmiştir. 

Kominform'un kurucularından Andrei Jdanov şöyle diyordu; ''Truman Doktrini ve Marshall Planı ABD'nin Avrupa'yı boyunduruğu altına alma projesinin somut göstergeleridir.''39 

1960'lı yıllarda Kuzey Vietnam Güney Vietnam'ı ilhak etmeye çalışınca ABD Vietnam'a askeri müdahale etme kararı almış ve binlerce askerini bölgeye sevketmiştir. ABD'nin bu küçük ülkeye bu kadar önem vermesinin nedeni, eğer komünistler Vietnam'ı ele geçirirse bu 'domino etkisi' yaratarak tüm Asya'ya yayılır ve Asya pazarı kendisine kapatılır algılamasıydı. Sovyetlere karşı çevreleme - tahdit politikasını Güney Asya'da da uygulayan başkan Lyndon Johnson şöyle diyordu; ''eğer bugün Kızılları Güney Vietnam'da durdurmaz isek yarın Hawaii'de öbür gün San Francisco'da olacaklar.''40 

Kissinger'a göre ise Başkan Johnson Güney Vietnam'daki komünistlerin yönetimi ele geçirmelerini önlemeye çalışırken ulusal bir çıkarı değil, ahlaki bir görevi yerine getirdiği konusunda ısrar etti. 

Çünkü kendinden önce başkalarını düşünmek Amerikan dış politikasının temelini oluşturur.41 
Diğer devletlerin çıkarları söz konusu iken Amerika'nın ahlakının ve sorumluluklar ının olduğu zaten Amerikan dış politikasının en temel meşrulaştırma söylemidir. 
1971'de Richard Nixon, ABD, Avrupa, Sovyetler Birliği, Çin ve Japonya arasında bir denge kurulursa dünyanın daha güvenli bir yer olacağını söylemişti. İşbirliği anlayışı idealist bir yaklaşımken, Nixon'un 1970'li yıllarda baş gösteren doların gücünü kaybetmesi, petrolde kendi kendine yeterliliğin sona ermesi ve nükleer silahların yayılması gibi nedenler ile bu devletler ile rekabetin maliyetinin yüksekliğine göre dış politikayı yönlendirmeye çalışması realist bir karardır.42 

Reagan döneminde tırmandırılan ekonomik ve askeri rekabet ile Sovyetler iyice köşeye sıkıştırılmış bunun sonucunda ise 1991 yılında Sovyetler Birliği dağılmıştır. SSCB'nin dağılması ile birlikte ABD sistemdeki tek süper güç kalmış ve dış politikasını SSCB'nin boşalttığı coğrafyalarda oluşan güç boşluğunu doldurma stratejisi üzerine oturtmuştur. 
1990-1991 Saddam'ın Kuveyt'i işgali ile başlayan Körfez Krizi ABD için beklediği fırsatı yaratmış ve ABD Körfez bölgesine askeri olarak konumlanarak dünyanın jandarmalığı görevine soyunmuştur. Saddam'ın eylemlerinin ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi' nden müdahale kararı alınmış ve realist dış politika idealist söylemler ile birleştirilerek, önceden önlem alınabileceği halde saldırganlığa belirli çıkarlara hizmet etmesi için göz yumulmuştur.43 

Baba Bush savaş sonrasında ''Yeni Dünya Düzeni saldırganlığa karşı sarsılmaz bir şekilde karşı durmak prensibi üzerine kurulmuştur'' diyordu ve Kuveyt ve Irak'ta insan haklarının korunduğunu iddia ediyordu. 
 1992 yılında Amerikan Savunma Bakanlığında görevli Paul Wolfowitz'in hazırladığı Savunma Planlama Kılavuzu basına sızdırıldığında Amerikan dış politikasının Soğuk Savaş sonrası temel amacı da anlaşılmış oluyordu. Raporda; ''ABD'nin birinci amacının Sovyet coğrafyasında ya da başka bir yerde ABD'ye rakip yeni 
bir alternatif güç merkezinin ortaya çıkmasını, herhangi bir düşmanca gücün küresel bir güç olmasına yardımcı olabilecek değerde kaynakların bulunduğu bölgeleri kontrol altına almasını engellemeye odaklanılmalıdır'' deniyordu.44 

ABD 1990lı yıllar boyunca çeşitli bölgelere insani müdahale (humanitarian intervention) adı altında operasyonlar düzenlemiştir. Bosna, Kosova ve Somali gibi yerlere insanların hayatlarının korunması için müdahale edilmesi elbette ki idealist bir yaklaşımı simgeliyordu fakat Clinton döneminde ulusal güvenlik danışmanlığı görevinde bulunan Anthony Lake şöyle diyordu; ''Açık olalım. Barışı korumak Amerikan dış politikasının ya da savunma politikalarının merkezinde değildir. Silahlı kuvvetlerimizin esas misyonu barış operasyonlarını organize etmek değil fakat savaşları kazanmaktır.''45 

Bu açıklama idealist söylem altında yapılan müdahalelerin altındaki jeopolitik Amerikan çıkarlarının hayata geçirilmesinin sağlanmaya çalışıldığı yani realist dış politika geliştirildiğinin en açık kanıtıdır. 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder