13 Kasım 2019 Çarşamba

ATATÜRK’ÜN ASYA SİYASETİ ÜZERİNE BAZI YENİ DÜŞÜNCELER

ATATÜRK’ÜN ASYA SİYASETİ ÜZERİNE BAZI YENİ DÜŞÜNCELER 


Prof. Dr. Seyfullah ÇEVİK* 
* Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Rektör Vekili. 




Kurtuluş Savaşı’nın 1919-1920 tarihleri arasındaki ilk döneminde Atatürk’ün başlıca amacı, Anadolu hareketinin birliği ile siyasi ve askerî teşkilatlanmasını sağlamaktı. Bu çerçevede toplanan Erzurum ve Sivas kongreleri, hareketin siyasi yapısını oluşturmak amacını güdüyordu. Kurtuluş Savaşı’nın hedeflerini çizen Misak-ı Millî de böylece oluşmaktaydı. İçe yönelik böylesine bir hareket halinde 
olunurken dışa karşı da kazanılan askerî başarılara paralelolarak bir dış politika oluşturulmaktaydı. Bu bağlamda Doğu cephesinde Ermenilere karşı askerî zafer elde edilip 2 Aralık 1920’ de Gümrü Barış Antlaşması yapılırken güneyde Fransa yenilgiye uğratılmış ve 20 Ekim 1920’de Ankara Antlaşması imzalanmıştır. İtalya Anadolu’dan çekilmek zorunda kalırken, Batı cephesinde I. İnönü, II. İnönü ve Sakarya zaferlerinden sonra Anadolu’nun askerî gücü giderek ortaya çıkmıştı. 9 Eylül 1922’deki zaferle ise Kurtuluş Savaşı’nın askerî 
aşaması tamamlanmış oluyordu. 

Bu zaferler kazanıldıkça Anadolu’nun diplomatik durumu da güçlenmekteydi. Nitekim müttefik devletlerin I. İnönü zaferinin hemen ardından 21 Şubat 1921’de Londra’ da bir konferans düzenlemeleri ve buna Anadolu temsilcilerini de davet etmeleri, Anadolu hareketinin diplomatik başarısının önemli göstergesiydi. Anadolu hareketi askerî bakımdan başarılar gösterdikçe ve siyası alanda mesafe aldıkça, Sovyet rejimi ile olan ilişkisi de kişiliğini bulmaya başlamıştı. Sovyetler, Anadolu hareketinin özelliğini anladıkça ilişkilerin karşılıklı çıkara dayalı çerçevesi ve sınırı daha da belirginleşmiştir. 

16 Mart 1921’ deki Türkiye -Sovyet Dostluk Antlaşması bu çerçeveyi çizen bir belge olmuştur. Bu anlaşma ile Rusya, yeni Türk Devleti’nin millî sınırlarını tanımış, aynı zamanda Rusya ile olan kuzey ve doğu sınırları kesin hatlarıyla belirlenmiştir. Diğer bir ifade ile bu anlaşma, Türkiye ve Rusya arasında dayanışma, dostluk ve işbirliği dönemi başlatmıştı. Atatürk bu dönemde bazı doğu ülkeleriyle imzaladığı antlaşmalarla Anadolu’nun dış alandaki gücünü pekiştirmiş ve böylece Anadolu hareketi büyük ölçüde yalnızlıktan kurtulmuş oluyordu. 20 Kasım 1922’ de İsviçre’nin Lozan kentinde toplanan barış konferansında Türkiye’nin uzun bir diplomatik savaş vermesinin ve Misak-ı Millî’nin çerçevesini büyük ölçüde gerçekleştirebilmesinin sebeplerini, Atatürk’ün daha Millî Mücadele esnasında özellikle komşu ülkelerle yakın diplomatik ilişkiler kurmasında, antlaşmalar yapmasında ve dış alandaki gücünü artırmasında 
aramak lazımdır. Gerçi Lozan Antlaşmasında Musul meselesinin çözümü ileri bir tarihe ertelenmesine ve Batı Trakya’nın Yunanistan’da kalmasına engel olunamamasına rağmen zor şartlar altında bir diplomatik savaş verildiği düşünülecek olursa Lozan Antlaşması’nın önemli bir başarı sayılması gerektiği görülecektir. 

Kurtuluş Savaşı’ndan 1930’a kadar olan dönemde Türkiye diplomatik açıdan uluslararası alandaki bütün gelişmelerle ilgilenmekte ve dış siyasetteki temel prensibini ortaya koymaktaydı. Atatürk’ün ifadesi ile bu temel prensip: “Hariciyede dürüst ve açık olan siyasetimiz sulh fikrine müstenittir. Beynelmilel herhangi bir meselemizi sulh vasıtasıyla halletmeyi aramak bizim menfaat ve zihniyetimize uyan bir yoldur...” şeklinde idi.1 Bu temel prensip çerçevesinde Lozan’dan kalan bazı pürüzlerin ve konuların çözümüyle uğraşılmaya çalışmıştır. Bu konuların başlıcasın İngiltere ile olan Musul, Fransa ile olan borçlar ve Suriye sınırı, Yunanistan ile ahali mübadelesi ve kapitülasyonlara ilişkin bazı hususlar teşkil etmiştir. Bu konular arasında Musul dışında olanların genellikle Türkiye’nin istediği biçimde çözümlendiğini söylemek mümkündür. Bu dönemde Lozan’dan kalma önemli pürüzler halledilirken takip edilmeye çalışılan politikanın en önemli özelliği önce sınır olan ülkelerle antlaşmalar yapmak ve hatta onlarla paktlar kurmak yolunda önemli adımlar atılmış olmasıdır. Bu bağlamda 1929’ dan itibaren ortaya atılan Balkan Birliği, idari çeşitli organizasyonlarla uygulamaya konulmaya başlanmıştır. Bu birlik ortaya konulmaya çalışılırken, Atatürk’ün Balkanlara yönelik 1931 yılındaki bir yorumu son derece ilginçtir. 

O bu yorumunda: “İşte siz muhterem Balkan milletleri mümesilleri, mazinin karışık his ve hesaplarının üstüne çıkarak derin kardeşlik esasları kuracak ve geniş birlik ufukları açacaksınız, ’ihmalolunmuş ve unutulmuş büyük hakikatlari ortaya koyacaksınız. Balkan milletleri, içtimai ve siyasi ne çehre arzederse etsinler, onların Orta Asya ‘dan gelmiş aynı kandan, yakın soylardan müşterek cedleri olduğunu unutmamak lazımdır... Görüyorsunuz ki Balkan milletleri yakın maziden ziyade, uzak ve derin mazinin kırılmaz çelik halkalarıyla birbirine pekala bağlanabilirler...”2 diyordu. Bu yorumun bugün dahi ne kadar isabetli olduğunu söylememiz icap etmektedir. Bundan sonra Balkanlar’daki Alman ve İtalyan baskısının giderek artması, hatta Arnavutluk’un İtalya’nın kontrolü altına girmesi, Balkanlar’da Türkiye’nin önderliğini yaptığı statükocu devletler, daha önce aralarında yaptıkları ikili antlaşmaları birleştirerek 4’lü bir pakt imzaladılar 
(1934). Bu antlaşma ile Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya devletleri, sınırlarını karşılıklı olarak garanti ediyorlar, birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle siyasi harekette bulunmamayı taahhüt ediyorlardı. Antlaşma protokolünde Türkiye’nin eğer bir Rus-Romen çatışması çıkarsa, Romanya’ya yardım etmeyeceğini Sovyetlere bildirmiş olması, Rusya ile oldukça dengeli bir siyaset takip etmenin sonucu olmalıdır. 

Türkiye, batı sınır bölgesi olan Balkanlarda böylesine bir siyaset takip ederken doğu sınır bölgesinde ve hatta sınır bölgesinin uzağındaki ülkelerle de antlaşmalar yapmaktan, paktlar kurmaktan geri kalmıyordu. Bu sırada İtalya’nın Habeşistan’ı işgali ve Asya’da bazı hedeflere yöneldiğini belirtmesi, Türkiye’yi bir yandan İngiltere ile işbirliği yapmak ve hatta bazı Orta Doğu ve Asya devletleri ile savunma tedbirleri almak zorunda bırakmıştır. Bu bağlamda İtalya’nın bölgedeki yayılma emellerine karşı 2 Ekim 1935’te Cenevre’de Türkiye, Irak ve Afganistan arasında üçlü bir antlaşma parafe edilmişti. 

Daha sonra Irak’ın da katılmasıyla 8 Temmuz 1937’de İran’da Sadabad paktı imzalandı. Bu antlaşmanın en temel maddelerini, ülkelerin birbirlerinin içişlerine karışmaması, ortak çıkarları ilgilendiren konularda birbirlerine karşı saldırıda bulunmamaları ve sınırlarına saygı duymaları teşkil etmekteydi. 

Türkiye’nin hem Ortadoğu hem de Asya siyaseti çerçevesinde Irak, İran ve Afganistan ile bir pakt kurması, bugünün küreselleşme sürecinde dünyanın en hareketli bölgelerindeki ülkelerle o dönemlerde paktlar kurmasının ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir. 
Bu ülkeler arasında coğrafi bakımdan Asya’nın tam ortasında bulunup Türkistan bölgesini ve Çin’i kontrol etmek için önemli bir sıçrama tahtası noktasında olan Afganistan üzerinde özellikle durmak icap etmektedir. 1921-1928 yılları arasında Türkiye ile Afganistan arasında giderek artan bir dostluk ve işbirliği ilişkisi başlamıştı. Bunun sonucunda 25 Mayıs i 928’ de Türk-Afgan Dostluk Anlaşması 
imzalanmış ve böylece iki ülke arasında siyası ve kültürel bakımdan yakınlaşma lar baş göstermişti. Bu yakınlaşmada Atatürk’ün Anadolu’da dış güçlere karşı verdiği mücadelenin Afgan yönetimince İngilizlere karşı tam bağımsızlık arayışına bir örnek teşkil etmesinin rolünü de hesaba katmak lazımdır. 
Bugün Afganistan’da bulunan ve orada bir idare tesis etmek isteyen güçleri de bu anlamda değerlendirmek gerekir.3 

Atatürk dönemindc Türkiye’nin Asya üzerindeki en belirgin politikasını Azerbaycan’a karşı takip edilen siyasetle örneklemek mümkündür. Millî Mücadele’nin ilk yıllarında Azerbaycan’a karşı takip edilen politikayı Mustafa Kemal Paşa’nın Bakü’deki temsilcimiz Memduh Şevket ile Tiflis temsilcimiz Kazım Beylere ulaştırmalarını istediği gizli direktifte görmek mümkündür. O, bu direktifin bir yerinde aynen: “... Rusya müslümanları ve alelumum İslam kavimleri hakkında nokta-i nazarımız bunların muhtariyet lerinin 
genişlemesine ve Hilafet makamına olan manevi bağlılıkların takviyesine çalışılacaktır. 

Rusya’nın bu husustaki hassasiyeti malum olduğundan gayet ihtiyatkarane hareket edilecek ve her jirsatta bundan maksat İslamcılık ve Turancılık gibi eğilimler olmayıp, sırf Türk ve İslam kavimlerini dahi hür ve şimdiki medeniyetten istifadeye kadir bir hale getirmek olduğu beyan olunacaktır...” demekteydi. Aynı direktitin bir başka yerinde: “Azerbaycan ‘ın tamamen ve cidden müstakil bir devlet haline gelmesine taraflarız ve bunun temini için Rusları gücendirmemek ve kuşkulandırmamak şartıyla teşebbüsat-ı lazımede 
bulunulacaktır” ifadesini kullanmaktaydı.4 Bir diğer ifadesinde ise: “Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakıyorum... Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetlerine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır. 

Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istiklale kavuşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm 
yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır” sözlerini sarfetmekteydi.5 

Bu sözlerle Atatürk daha o zamanda Türkiye’nin Türk halkları ve kavimleri ile ilgili Asya siyasetini ortaya koyarken mevcut güç dengelerinin gözetilmesi ve hatta onlarla beraber hareket edilmesinin önemine ve gerekliliğine inandığını göstermektedir. Bunun yanında siyasi olarak günün şartlarında açıkça söylenmesinde sakınca gördüğü Doğu ve Asya ülkeleri için oldukça genel ifadeler kullandığı dikkate çekmektedir. 
Bu politikanın bugün de geçerli olduğunu ve eğer Türkiye’nin aynı kültür ve tarihe sahip Asya’daki Türk devlet ve halkları üzerinde bir ekonomik ve siyasi ilişkisi olacaksa, bunun büyük güçlere rağmen gerçekleştirilmesinin pek mümkün olamayacağını belirtmek lazımdır. Diğer bir ifade ile Türkiye’nin bu coğrafyada Rusya da dahil olmak üzere büyük güçlerle işbirliği halinde Merkezi Asya’da daha aktif bir rol alabileceği aşikar gözükmektedir. 

Ancak böyle bir politika takip edilirken bir an bile beklemeksizin eğitim ve kültür alanlarındaki iş birliğine hız verilmeli, toplumların aynı tarih ve kültüre sahip olduklarının şuuruna ermesi yolunda mesafeler katedilemdi, sonra ışın ekonomik ve siyasi boyutlarının oluşumunun safhaları beklenmelidir. 

Atatürk, Millî Mücadele’nin daha ilk yıllarında Merkezi Asya’daki Türk halkları üzerinde gayet gerçekçi ve uzak görüşlü bir politika takip etmesinin gerekliliğine inanırken, Türk halklarının da Asya’nın en batı uç noktasını vatan ittihaz etmiş olan kardeşlerinin Millî Mücadelesine kayıtsız kalmadıkları dikkati çekmektedir. Bu bağlamda o dönemde Türkistan halklarının gayet şuurlu bir şekilde 
yardım kampanyaları başlattıkları ve pek çok hanımın bu kampanyaya kollarındaki bilezikleri bağışladıkları dikkati çekmektedir. Bu zamanda Türk halklarının kahır ekseriyeti Rusya’nın idaresi altına girdiği için, yardımların Rusya vasıtasıyla Batı Türklerinin ana vatanı olan Anadolu’ya veya Küçük Asya’ya ulaştığı görülmektedir. Türkistan halkalarının Anadolu’daki Millî Mücadele’nin başarıya ulaşması için sadece altın v.s. vererek duyarlı olmadıkları, bu duyarlılıkların bazı edebi metinlere de yansıdığı açık bir şekilde görülmektedir. 
Nitekim 1921 yılında ünlü Kazak şairi Mağcan, Alıstaki Bauruma (Uzaktaki Kardeşime) adlı oldukça uzun olan şiirinde gerek Doğu, gerekse Batı Türklerinin birbirinden ayrı düşmekle çok büyük sıkıntı çektiklerini işlernekte ve sanki orada verilen Millî Mücadele’yi an be an yüreklerinde hissettiklerini ve kardeşleriyle hep beraber olduklarını vurgulamaktadır.6 Hemen hemen her kıtası duygu dolu ifadeleri içeren söz konusu Kazakça şiirinin birkaç kıtasını burada verecek olursak: 


Uzakta ağır azap çeken kardeşim 
Solup laleler gibi kuruyan kardeşim 
Bunalıp bir sürü düşman ortasında 
Göl gibi göz yaşı döken kardeşim 

*** 
Kardeşim sen o yanda ben bu yanda 
Kaygıdan kan yutuyoruz bizim adımıza 
Layık mı kulolup durmak gel gidelim 
Altay’a ata mirası altın tahta 

Alısta aur azap şekken baurum 
Kuargan beyşeşektey kepken baurum 
Kamağan kalın jaudın ortasında 
Köl kılıp közdın jasın tökken baurum 

Baurum! Sen o cakta men bu cakta 
Kaygıdan kan cutamız bizdin atka 
Layık ba, kul bop turu v kel tekeyik 
Altayga ata miras altın takka 

Şiirdeki ifadelerin ne kadar duygu dolu ifadeler olduğunu yukarıdaki satırlardan açık bir şekilde anlamak mümkündür. 

Atatürk’ün Asya’ya ve Türk halkalarına yönelik bu politikası, O’nun ölümünden sonra Anadolu’nun ünlü halk ozanı Aşık Veysel’in Atatürk’e yazmış olduğu ağıtta da ses bulmuştur. Veysel bu ağıtın bir kıtasında: 

Tren hattı tayyareler 
Türkler giydi hep karalar 
Semerkand’ı Buharalar 
İşitti her yan akladı 

ifadesini kullanırken, Asya’daki Türk halklarının Atatürk ve Anadolu’daki Türklerle gönül bağlarının mükemmelliğini belirtmek istemiştir. 
Bu şiirin tam metni için bknz. Mağcan Cumabayev, Şığarmalar (Eserler), I, Almatı 1989, s. 72-73. 


DİPNOTLAR;

1 Akil Aksan, Atatürk Der ki, Ankara 1981, s. 120. 
2 Aksan, age, s. 122. 
3 Atatürk dönemi Türk dış politikası hakkında genel olarak bk. Mehmet Gönlübol -Ömer Kürkçüoğlu, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasına Bir Bakış”, 
 Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Ankara 1995, s. 351-373. 
4 Atatürk’ün Şark cephesi kumandanhğına hitaben gönderdiği bu direktitin [aksinIilesi ve transkripsiyonlu metni için bk. Atatürk’ün Milli Dış Politikası 
(Milli Mücadele Dönemi Ait 100 Belge) 1919-1923, I, Ankara 1992, s. 190-206. 
5 Akil Aksan, age, s. 133. 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder