3 Kasım 2019 Pazar

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 5

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 5



1. Eğitim 

Gülen hareketi eğitimi sosyal değişim ve toplumsal yenilenmenin en önde gelen aracı olarak görür. Dinin ancak bilgisizliğin tümüyle ortadan kaldırılmasıyla tam olarak anlaşılabileceği ve toplumun güçlenmesi ve ilerlemesinin ancak yaygın bir eğitimle mümkün olabileceği üzerinde ısrarla durur. 
Bu kanaatlerin bir uzantısı olarak Gülen hareketi, yüzlerce okuldan oluşan bir ağ inşa etmiş, bir öncü program başlatmıştır. Bunun parasal kaynağı, toplumdan ve bir okul yapmanın modern zamanlarda cami yapmaya denk bir hayır olduğuna inanan zengin iş adamlarından gelmektedir. 
Bu okulların popüler olması eğitimin kalitesinden, tertip ve düzenlerinden ve 
öğretmenlerinin kendilerini işlerine adamış olmalarından kaynaklanmaktadır. 
Gülen karşıtları kendisini gizli bir gündem peşinde olmakla ve evlerde kalan 
çocukların beyinlerini dinî öğretileri kabul etmeleri yönünde yıkamakla, böylece laiklik konusundaki Türk yasalarını ihlal etmekle suçlamaktadırlar. 

2. Şiddet ve Aşırılıkçılık 

Hareket her türlü aşırılıkçılık ve şiddeti reddetmekte, bunların İslam’ın hakiki 
mesajıyla uyuşmadığını belirtmekte ve dinî cemaatler arasında hoşgörünün geliştirilmesi üzerinde durmaktadır. 
Dinler arasında tolerans, Gülen için çok önemli konulardan biri olmaya devam 
etmektedir. Gülen’e yönelik eleştiriler, onun Sünni olmayan İslam biçimlerine, meselâ Türkiye’deki geniş alevi (heterodoks Şii) cemaatine karşı daha az duyarlı olduğuna işaret etmektedir. 

3. Medya Kullanımı 

Gülen hareketinin dikkat çekici özelliklerinden biri de modern medyayı gayet ustaca kullanmasıdır ki bu, dünya çapında başka birçok İslami hareketin de tipik özelliğidir. Hareket, Türkiye’deki muhtemelen en yüksek tirajlı ve en bağımsız günlük gazete olan Zaman, etkili bir televizyon istasyonu ve birçok radyo istasyonunun yanı sıra aralarında popüler bir haftalık derginin de bulunduğu çok sayıda dergiyi içeren ciddi bir medya imparatorluğu kurmuştur. 

4. Hareket Gerçekten de Apolitik midir? 

Gülen hareketi toplumda bölünmelere yol açmasının yanı sıra, değerler ve ilkeler gibi çok önemli meselelerden uzaklaştırdığı inancıyla siyasetten kaçınmaktadır.
Şayet toplumu dönüştürmeye yönelik her girişimi politik bir proje olarak 
nitelendirirsek, bir anlamda bunu da politik bir proje olarak adlandırmak mümkündür. Fakat bana göre bu hareket, en az bu kadar da sosyal ya da mânevî bir projedir. 

5. Yüksek Derecede Kabul Edilebilirlik

Hareketin karşıtları bu hareketin sâdece hile yaptığını ve “gerçek gündemi”ni 
gizlediğini iddia etmektedirler ki bu aşırı ve kanıtlanamaz bir suçlamadır. Askeriyedeki birçok kişi, hareketin çapından ve toplumsal etkisinden çekinmekte ve en nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik düzenini yıkmayı amaçladığına inanmaktadır. Bunun sonucu olarak, Gülen hareketi mensuplarının ordu, istihbarat ve güvenlik teşkilatına girmesi engellenmektedir. Ancak hareket, üyelerinin dışlanmadığı polis teşkilatı içinde önemli bir etki gücüne kavuşmuş durumdadır, bu olgu ise askeriyeyi rahatsız etmektedir. 

6. Bir Ulusal İslam Vizyonu 

Gülen hareketi, bilinçli olarak, Türk toplumunun bağlamı içinde hareket etmektedir; Pan-islami bir hareketin bir parçası olarak değil. Dolayısıyla hareket, devlete veya sisteme karşı değildir. Tolerans, akıl ve din özgürlüğü çerçevesi içinde hareket ettiği sürece Türk milliyetçiliğini hareketin değerleriyle uyumlu olarak görür. 

“Türk İslamı” Diye Bir Şey Var mı? 

Bâzı ulus-ötesi İslami hareketler İslam’ın mesajının tamamen devleti aşması 
gerektiğine inanmaktadırlar. Böyle olunca, Gülen hareketinin “Türk İslamı” olarak adlandırılabilecek özel bir yerel form yaratarak çağdaş Türk devleti değerleri içinde çalışma istekliliğini ilke olarak reddetmektedirler. Ancak acaba gerçekten Türk İslamı diye bir şey var mıdır? 

Gülen, global İslam’ın evrimini farklı ve iyi bilinen tarihsel çizgiler üzerinde ilerleyen ve tarih boyunca özel kişilerin ve halkların aracılıkları yoluyla işleyen bir süreç olarak algılamaktadır. 

Esasen Gülen, İslam’ın farklı bir kolu olarak Türk İslamı diye bir şeyin varlığını 
reddedecektir, hele farklı bir din formunu hiç kabul etmeyecektir; kendisi bu kavrama sâdece belirli bir kültürel ve tarihsel tecrübe birikimi olarak atıf yapmaktadır. İlke olarak Gülen hareketi, ulusal ifâde biçimlerine olanak tanıyan, ama İslam’ın evrensel karakterini inkar etmeyen bir İslam anlayışı önermektedir. Bu anlamda, her biri kendine özgü tarzda, kendi kültürel, dilsel, coğrafi ve tarihsel deneyimlerinden fışkıran Mısırlı, Pakistanlı ve Endonezyalı İslam formları açıkça mevcuttur. 
Uzun zaman boyunca, Gülen hareketinin arası Türkiye’nin İslamcı partileriyle bile iyi olmamıştır, özellikle de Erbakancı partiler zinciriyle ve hâttâ başlarda AKP ile bile. Gülen İslami hareketlerin siyasetten uzak durması gerektiği üzerinde ısrar eder, hâttâ kendisinin İslamcı olarak tarif edilmesine bile itirazı vardır. 
Ancak AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal platform benimsediğinden beri Gülen hareketi, AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok daha iyi durumdadır. 

AKP aynı zamanda büyük ölçüde kentsel bir olgu iken, Gülen hareketi kırda ve 
kasabalarda daha güçlü köklere sâhip olmuştur. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık, Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasî bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye katılmıştır. 

Entelektüel Tolerans ve Sorgulama: Abant Platformu Gülen hareketinin en büyük başarılarından biri kayda değer bir entelektüel diyalog sürecinin ortaya çıkardığı, Abant Platformu adı verilen yıllık yuvarlak masa toplantıları dizisidir.

1998 ve 1999’da yapılmış olan ilk iki toplantı, bâzı anahtar kavramlar konusunda bir sonuca ulaşıncaya kadar tartışan öncü bültenler çıkarmış ve şu sonuçlara ulaşmıştır:

* Akıl ile ilâhî ilham (vahiy) arasında çelişki yoktur. 
* İslam’a göre akıl, vahyin bize söylediği şeyi anlamamızı sağlar. Vahiy, bilginin 
iletilmesi için ilâhî bir araç iken; akıl, bilginin edinilmesinde işe yarayan beşeri bir araçtır. 
Vahiy ile akıl arasında uyumsuzluk fikrî kabul edilecek olursa, bilgi ile din arasında, devlet ile din arasında ve hayat ile din arasında gerilim yaratılmış olur. 
* Vahyi anlama ve yorumlama konusunda hiç kimse ilâhî bir otoriteye sâhip olduğunu iddia edemez. 
* Din hayatın ve kültürün temel unsurlarından biridir, ortak değerlere ilişkin temel bir kaynaktır. 
* Aynen modernleşmenin tek bir modeli olmadığı gibi, din ile modernleşme arasında da zorunlu bir çatışma yoktur. Bütün gericiler dindar olmadığı gibi, bütün dindarlar da gerici değildir.
* Müslümanlar kendi dinî sorunlarını çözme yetkisine sahiptirler. Bundan dolayı, din adamları hiçbir meseleyi tartışma sınırları dışında tutmamalıdır. 
* İnananların gözünde Allah, bilgi, irade, merhamet, adalet ve güç sahibi olarak 
alemin mutlak egemenidir. 
* Devlet kutsal değil, beşeri bir kurumdur. 
* İslam siyasî bir rejimin nasıl yürütüleceğinin detaylarını topluma bırakmaktadır. Devlet dinî inançlar konusunda tarafsız olmalıdır. En nihayetinde devlet, bireyin ve toplumun entelektüel ve ruhsal gelişimini engelleyen değil, kolaylaştıran bir araç olmalıdır. 
* Tarih boyunca din ile devlet arasında daima bir gerilim olmuştur. Atatürk’ün yaptığı reformların özü, dinin özüne karşı bir tutumu değil; din yerine geçen geleneklere, görüntülere ve çürümüş kurumlara karşı bir tutumu yansıtmaktadır. 
* Laiklik altında bireysel yaşam tarzına bir müdahale olmamalıdır. (Bu önermeden kasıt, devletin giyim tarzı dayatmasının önüne geçilmesi veya herhangi bir kişisel giysinin, başörtüsünün veya dinî inanç tezahürünün devlet tarafından yasaklanmasının önlenmesidir.) 
* Dine dayalı olarak sunulan gelenekler veya ideolojik olarak dayatılan politik 
görüşler vasıtasıyla kadınlar üzerine kısıtlama getirilmemelidir (Örneğin kamu hizmetinde veya eğitim kurumlarında başörtülü kadınlar üzerine getirilen Kemalist yasaklar.) 
* İslam, hukuka dayalı demokratik bir devletin varlığına engel değildir. 
Bu ilkelerin Refah, Fazilet ve AKP gibi İslamcı partiler tarafından kabul edilmesi, son derece önemli bir vaat ifâde etmektedir. 

Sonuç 

Her ne kadar Türkiye’nin “lâik” bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa da, Türkiye içinde laikliğin anlamı halihazırda evrilmektedir ve ülke yavaş yavaş kendi Osmanlı geçmişi ile birlikte kültürel ve dinî gelenekleriyle de yeni ve daha rahat bir ilişki geliştirmektedir. AKP ile Gülen hareketinin ortak yanları bu olgunun göstergesidir ve Türkiye’de yaratıcı ve canlı bir İslamcı camianın yükselişine işaret etmektedir. 


Kısım II 

Türkiye’nin Müslüman Dünya ve Öteki Ülkelerle İlişkileri Müslüman Dünyaya Yönelik AKP Politikaları Türkiye’de, bölgede “sıfır düşman” ilkesine dayalı bir dış politika üzerinde bir mutabakatın yükselişiyle AKP, hararetle, Ankara’nın Orta Doğu ve Müslüman dünya ile uzun zamandır körelmiş ilişkilerini gözden geçirmeye ve canlandırmaya yönelmiştir.

Ancak AKP, ordunun bunu özel bir İslami gündemi temsil ettiği şeklinde yorumlaması ihtimaline karşı, böyle bir programı yoğun şekilde teşvik etmek konusunda çekingen davranmıştır. Dolayısıyla AKP, ordunun güvensizliğini uyarmaktan kaçınmak için, Orta Doğu’ya yönelik yeni inisiyatiflerin üzerine çok hızla veya cesaretle atlama konusunda tereddüt geçirmiştir. 

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz birkaç yıl boyunca, Ermenistan hariç bölgedeki her ülkeyi yorulmaksızın ziyaret etmiş, bölgesel meseleler konusunda Türk perspektifini anlatmıştır.

Nitekim Arap ülkeleri ve Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler son yıllarda neredeyse ikiye katlanmış, eşzamanlı olarak da, Türkiye’nin ekonomik gelişimine katkıda bulunmuştur. 

Irak 

ABD’nin Irak’ı işgalinden önce, ufukta görünen bir savaş ihtimali AKP’yi, Irak’ın altı komşusunu bir araya getiren bir inisiyatif başlatmak üzere harekete geçirdi. 
Bu inisiyatif, bir adım ötesinde İstanbul Deklarasyonu’nu ortaya çıkardı, ki deklarasyonun açık amacı, Bağdat’a karşı bir ABD saldırısını önlemekti. 
Dolayısıyla, AKP’nin çoğunluğu oluşturduğu parlamento, Türkiye’ye pek bir faydası olmayacağı öngörüsüyle, Birleşik Devletler’in Irak’ın işgali için Türk topraklarını kullanmasına izin vermedi. 
Her ne kadar savaşın sebep olduğu yer değiştirmeler Türkiye’nin Irak ile karşılıklı ticaretini büyük ölçüde etkilemişse de, Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacmi 2004 yılında 2.3 milyar dolara, ya da Türkiye’nin toplam ticaretinin yüzde 3.4’üne ulaşmıştır. 

Suriye 

Türkiye-Suriye ilişkileri AKP yönetimi altında, özellikle de bir dizi üst düzey ziyaretle, çarpıcı şekilde iyileşmeye devam etmiştir. Örneğin Erdoğan 2004’te, Suriye’ye giderek Şam ile ekonomi, güvenlik ve serbest ticaret anlaşmaları imzalamıştır. 
Türkiye ile Suriye arasındaki geçmişten gelen yoğun sürtüşmelerin fiilen sona ermesiyle Şam, Türkiye’nin önerebileceği yeni stratejik opsiyonlara sıcak bakmaya başlamıştır. 
Ankara artık Şam’da daha bağımsız bir sesle, bundan dolayı da daha büyük bir itibarla konuşmaktadır. Ancak acaba Türkiye, izole ve zayıf durumdaki Suriye’yi 
gerçekten de kendi ekonomik ve siyasî yörüngesine doğru çekebilecek midir? Şu ana kadar Suriye’nin politikalarındaki değişiklik sınırlı düzeyde kalmıştır, ama 
çevresindeki bölgesel güçlerin doğası değişmektedir. 

İran 

Şaşırtıcı bir gelişme de, Başkan George W. Bush’un İran’ın “şer ekseni”nin parçası olduğunu ilan etmesinin ardından, oldukça koyu lâik Sezer’in İran’ı ziyaret ederek, Türkiye ile İran arasında ekonomik ilişkiler inşa edilmesi bağlamında yeni öncelikler çağrısında bulunması olmuştur. Ayrıca Sezer İran’ın Azerbaycan bölgesine sembolik bir ziyaret gerçekleştiren ilk üst düzey Türk yetkili olmuştur. Satır aralarında sezilen bütün etnik imalara rağmen Tahran, ilginç bir şekilde bu ziyarete râzı olmuştur. Tahran ile bir başka önemli 
sembolik yakınlaşma da, Sezer’in Tahran Üniversitesi’nde Atatürk’ün başarıları üzerine bir ders vermiş olması ve İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin de Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinin İran’ın çıkarına olduğunu ilan etmiş olmasıdır. Sezer’in ziyaretinden beri Türk ve İranlı yetkililer arasında, Erdoğan’ın Bakü’de Cumhurbaşkanı Ahmedinejat ile görüşmesi dâhil, birçok üst düzey görüşme yapılmıştır. 

Washington, uzun bir süre Türk-İran ilişkilerinde hiçbir gelişmeye sıcak bakmamış, Tahran üzerinde birçok cepheden yoğun baskı kurmak istemiştir. Hâttâ şayet gerekirse Tahran’a karşı ABD tarafından girişilecek muhtemel bir askeri saldırıda yardımcı olma konusunda Ankara’ya baskı yapmaya bile teşebbüs etmiştir. 

Ancak Ankara, bu tür baskılara direnmiş ve Tahran ile Washington arasında muhtemel bir arabuluculuk rolüne doğru yönelmiştir. 
2006 baharının sonlarından itibaren Washington, Türkiye’nin dış politikası konusunda daha yapıcı ve gerçekçi bir yaklaşım benimsemiş görünmektedir. Türkiye’nin oynamak istediği türden bir bölgesel rolü engelleme konusundaki ABD kısıtlamalarının farkına varmaya başlamış ve Türkiye’ye istediği rolü oynama ve bunun faydalarını görme imkanı tanımaya karar vermiştir. Öyle görünüyor ki “yeni Türkiye”nin bölgede zaman zaman ABD çıkarları için dahi yararlı bir güç olarak hizmet verebileceği gecikmeli de olsa fark edilmiştir. 

Filistin 

AKP Filistin sorununa daha önce iktidara gelmiş partilerden daha fazla ilgi göstermiş ve bu konuyla ilgilenmiştir. 

Örneğin 2006’da, Hamas’ın Filistin seçimlerinde elde ettiği zaferin ardından, AKP hükümeti önde gelen Hamas liderlerinden Halit Mişal’e gayri resmi bir davetiye 
göndermekten sakınmamış, bu da Hamas’ı tümüyle izole etmek isteyen Washington ile İsrail’i kızdırmıştır. 

İsrail 

Her ne kadar İsrail ile yakın iş ilişkilerini devam ettiriyor olsalar da, Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Gül, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı politikaların, özellikle Ariel Şaron ve daha sonra da Ehud Olmert yönetimindeki koyu sağcı hükümetlerin uyguladığı politikaların katılığını sert bir dille eleştirmişlerdir. 
Ancak AKP yönetimi altında bile, Türkiye’nin İsrail ile ekonomik ilişkileri hâlâ güçlüdür. 

İsrail ve Saddam Sonrası Irak 

Türkiye, kimi İsrailli stratejik düşünce unsurlarının, Arap devletlerinin merkezi gücünü zayıflatmanın bir yolu olarak, bölgedeki etnik azınlıkları, meselâ Kürtleri, genel olarak desteklemekten yana olduklarının farkındadır. 

Sonuç 

AKP yönetimi altında Türkiye, özelde Amerika Birleşik Devletleri, genelde Batı ile gergin ilişkileri olan devletler arasında arabuluculuk rolü oynamaya aktif olarak çaba harcamıştır. İran, Suriye ve Hamas gibi anti-Batıcı olarak görülen Müslüman devletler ve organizasyonlarla ilişkilerini iyileştirmek, Müslüman dünyada Ankara’nın elini güçlendirmekte ve geleneksel Kemalist bölgesel tarafsızlık politikalarına dönüşü temsil etmektedir. 

Mart 2006’da bir üst düzey Türk diplomatın söylediği gibi, “Bugüne kadar, Orta Doğu siyasetindeki gri alanları, Türkiye dâhil bütün bir Müslüman dünya adına 
başka bir güç doldurmuştur. 

Şimdi artık bu gri alanları doldurma sırası bizzat Türkiye’ye gelmiştir.” Gerçekten de Washington’un artık, büyüyen bölgesel krizler karşısında Türkiye’nin 
oynayacağı daha bağımsız bir rolün, keşfetmeye değer potansiyel avantajları olabileceğini kabul etmeye istekli olabileceğine dair işaretler vardır. 
Türkiye’nin Bölgesel Etkisinin Temelleri Petrol dışındaki bütün standartlar açısından, Türkiye Orta Doğu’daki en önemli ülkedir.
Bugünkü ılımlı nüfus artış hızı dikkate alındığında, birkaç on yıl içinde Türkiye, Avrupa’nın en kalabalık ülkesi olacaktır. Kalabalık bir nüfus, insan kaynaklarından yararlanma becerisine bağlı olarak, gelişmeyi engelleyebilir de, hızlandırabilir de. Ülkedeki genel eğitim ve profesyonel becerilerin düzeyi, ekonominin çeşitliliği ve ekonomik ve sosyal fırsatlar dikkate alınınca, Türkiye’nin, nüfusunu dünyadaki diğer Müslüman ülkelerden daha etkili şekilde istihdam ettiği ileri sürülebilir.

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder