13 Kasım 2019 Çarşamba

TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ

TÜRK DEVRİMİ’NİN EVRENSEL NİTELİĞİ 


Orhan KOLOĞLU 

     Devrim, toplumsal yapının tabanını da hedef alan kapsamlı bir değişim girişimidir. Etkileri, sosyal, siyasi, ekonomik bütün alanlarda görülür. 
Evrenselliği, sadece gerçekleştiren toplumla sınırlı kalmayıp diğer toplumları da etkileme yeteneğine bağlıdır. 

     Türk Devrimi deyimiyle, Atatürk’ün 1919’da ilk eylemini başlatıp toplumumuzu yepyeni bir yapıya kesin oturttuğu girişimi anlıyoruz. 
Genellikle bu süreci, onun 1938’deki ölümüne kadarki süreyi inceleyerek değerlendirenler vardır. Ben ise, devrim sürecini, hiçbir zorlama olmadan 1950’de çok partili sisteme geçişimize kadar devam etmiş, üstelik 20. yüzyılın ilk yarısından 21.’ye yaşayarak girmek başarısını göstermiş bir eylem olarak, hâlâ yaşayan bir örnek diye niteliyorum. 

Bütün devrimler gibi Türk Devrimi de kendisinden önceki bir hazırlık döneminin ürünüdür. Toplumlarda değişme ihtiyacı - özellikle yaşam temposunun ağır olduğu dönemlerde -yavaş yavaş belirir. Kurulu düzeni bozmama yanlılarının direnci bu hazırlık döneminin uzunluğunu belirler. Bu da toplumun temel yapısının özelliklerine bağlıdır. 

      15-17. yüzyıllar arasında Avrupalıların toplumsal yapısına hayranlıkla baktığı Osmanlı Devleti, 18. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bir değişme ihtiyacını fark eder, ilk adımları da atar. Ancak kendini zirvede hissetmenin etkisi hızlı bir değişimi engeller. Bunun için 18. yüzyılın sonu ve 19.’nun başlangıcındaki askerî yenilgiler etkileyici olmuştur. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kararlı girişim 
başlar. 
Köklü bir değişim hedeflemesine rağmen Tanzimat’ın, devrim sayılmaması gibi evrensel bir nitelik kazanamamasında da, 

Osmanlı toplumsal yapısının özelliklerinin etkisi vardır. Toplumun tabandan doğrudan etkili olmadığı, siyaset kadar ekonomide de devlet kavramına bağlı olarak yukardan gelen yönlendirmeleri kutsal nitelikle kabul ettiği bir sistemde, Tanzimat, çağdaşlaşma yolundaki iyi niyetli girişimlerine rağmen hedeflerini kitlelere, tabana yansıtamadı. Bu yüzden özellikle Türk olmayan Müslüman kesimden tepki gördüğü gibi, yabancı bağımlılığını dışlayamaması sebebiyle de mahkum oldu. Üstelik devletin tarihe karışması ve Sevr gibi bir formüle bağlanması da özlenmesi, yani evrensel bir kabul görmesi için bir sebep bırakmıyordu. 

Sonuçsuz kalmış gibi görünen bir girişimin kazandırdıklarından yararlanarak gerçek ve evrensel nitelikle bir devrim kurmakta baş rolü, Atatürk’ün oluşumları iyi tahlil ve zamanlamadaki isabet yeteneği sağlamıştır. Bu özellikleri sayesinde, sadece bir askerî zaferle ülkeyi yabancı işgalcilerden kurtarmakla kalmadı, evrenselliği dünyaca kabul edilen bir devrimi de gerçekleştirdi. Türk Devrimi’ne bu niteliği kazandıran özellikleri şöylece sıralayabiliriz: 

HEDEF KİTLENİN İYİ BELİRLENMESİ 

     Her şeyden önce sadece seçilmişleri değil, toplumun tümünü kapsayan bir yeni yapılanma hedefleniyordu. Bunun evrensel insan hakları niteliğinde olması da planlanmıştı. Açıkça çağdaş dünyanın düzeyine erişilmek isteniyordu. Ancak Doğu toplumlarının bu düzeye ulaşması için gerekli aşamaları yaşamamış olduğunun bilinciyle Atatürk’ün, daha başlangıcında özel bir formül öne sürdüğü görülür: 
Mazlum Milletler yani ezilen milletler devrimi. İslam dünyasının yüzde yüzünün sömürgeleştirilmiş olduğu ve emperyalist güçlerce yönlendirildiği bir dönemde Batı modelini aynen benimsemenin geçersizliğini Atatürk 1920’nin başında topluma açıklar. Seçtiği deyimin, geri kalmış toplumları değil, ezilenler belirtmesi, sömürgecilerin “siz adam olamazsınız” kampanyasını etkisiz bırakmak hedefi güttüğü açıktır.1 

Milletvekili seçildiği halde uzak görüşlülüğü ile geleceği tahmin ederek, unutulmak bahasına, İstanbul’a gelmeyen ve Ankara’da kalan Atatürk, 
Osmanlı Meclisinin İngilizlerce basılarak milletvekillerinin Malta’ya sürüldüğü 16 Mart 1920’ye kadar geçen sürede hedeflerini kesin ifadelerle açıklamıştır. 

Kesin olarak Misakı Millî ile belirlenmiş sınırların dışına ait sorunlara karışılmayacağım belirten makalelerde, “Türkiye’de Ermenistan’ın, Trakya’da Bulgaristan’ın, Anadolu’da Yunanistan’ın hak iddia edemeyeceklerini” kaydettikten sonra Türkiye’nin de diğer Doğu ülkelerinin - özellikle Arapların - işlerine karışmayacağını belirtir. Buna karşılık “mazlum milletler” dayanışmasının toplu bir çözüm sağlayacağı inancındandır. Mısır, Suriye, Hindistan, İran, Afganistan, Türkistan ve Türkiye’de beliren dirençlerin, İngiltere ve 
Avrupa’yı, bu çeşitli kuvvetlerin ortak bir savunma hissiyle birleşmesi olasılığı korkusuna yönelttiğine dikkati çeker. Şimdiye kadar “hazmı kolay bir koyun” saydıkları bu kitlelerin hedeflerini de açıkça koyuyor: “Bu tehlike milyonlarca insanın hürriyet ve bağımsızlığı yeteneğine, medenileşmek kabiliyetinin gelişmesi ve ilerlemesine doğru yürümek istemesinden doğuyor.”2 

Bu toplu direncin bir merkezden ya da bir lider tarafından yönetilmesi gerektiği düşüncesinde de değildir. Aynı zamanda eyleme girmelerinin yeterli olacağına kanidir. Bu düşüncesinin kökeninde bahis konusu ezilen toplumların her birinin yapısının diğerinden farklı olması, liderlerinin de farklı bağlantılar içinde bulunduğunu bilmesi vardır. Bu hususu açıkça 1921 yılı sonunda yeni anayasanın tartışılması sırasında kimi örnek almakta olduğumuz konusundaki soruya verdiği yanıttaki “Biz bize benzeriz” deyimiyle belirtmiştir: 

“Şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi sayılan hükûmetlerden hangisidir, buyurdular. Efendiler bizim hükûmetimiz demokratik bir hükûmet değildir, sosyalist bir hükûmet değildir. Ve hakikaten kitaplarda var olan hükûmetlerin, bilimsel nitelik olarak hiç birine benzemeyen bir hükûmettir. Sosyal bilimler noktasından açıklamak gerekirse ‘Halk Hükûmetidir’ deriz. (...) Efendiler biz 
benzememekle iftihar ederiz, etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz efendiler. 

Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız.” 

Buradaki “Biz bize benzeriz” deyimini “Türk kimseye benzemez herkesten üstündür” gibi almamak gerekir. Bütün mazlum milletler düşünülürse her birinin kendi özellikleri bulunduğu ve çözüm formülleri için her birinin bunları dikkate alması gerektiğini anımsatan bir açıklama olduğu bellidir. Açıkçası tek bir lider güdümünde direnmeyi benimsemediği gibi, tek bir örneğe bağlı çağdaşlaşmayı 
da kabul etmemektedir. Buna karşılık parlamenter sistemi kökleştirmekte ve demokrasiye yönelecek yolu döşemekte çok kararlı davranmıştır. Tek partiye dayalı sistemi dolayısıyla onu da diktatör olarak niteleyenler çıkmıştır. Ancak 1930’daki çok partili seçim denemesi ve devrimlerinin uygulanış şekli, onu Mussolini ve Stalin ile mukayese etmeyi deneyenleri fikirlerinden dönmeye mecbur etmiştir.3 Mütareke Dönemi İstanbul’unda görev yapmış İtalyan diplomatı Kont Sforza, ülkesindeki Faşist rejimle çatışıp ülkesinin dışına sığındığı 1930 ortalarında yazdığı “Avrupalı Diktatörlükler” kitabında Atatürk’ün aksine diktatörlükleri engelleyecek bir sistem uyguladığından bahseder:4 

“Ancak benim gibi çeşitli Doğu başkentlerinde yıllar geçirmiş olanlar bilirler ki -doğru ya da yanlış, daha çok yanlış olarak - bizim geri kalmış diye nitelediğimiz Türkler en esaslı şekilde demokrat bir halktır (...) Doğulularda nadiren yanılan bir içgüdüyle Kemal’in gönülsüz bir diktatör olduğunu onlar da hissediyorlar. Şunu da söylemekten kaçınmamalıyım ki bu öyle bir diktatörlük ki, özgürleşerek 
çağdaşlaşmış bir ulusun kendi hükûmetinde müstebitler ve diktatörler belirmesi olasılığını imkansız hale getirecek bir yöntemdir.” 

1930’lu yılların sonu yaklaştıkça Türkiye’deki rejimin bu farklılığı açıkça kabul edilmiştir. Amerikalı gazeteci Gladys Baker’in verdiği yanıt ta hedefini kesin belirtmektedir:5 

“Ben diktatör değilim! Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmeyi bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine ram edendir. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükûmet etmek isterim.” 

İNSANLIĞIN BİR BÜTÜN OLDUĞUNU KABUL 

Gelişmiş toplumlarla geri kalmışlar arasında bir fark bulunduğunu kabul etmesine karşılık, insanlığı bir bütün olarak kabul ediyordu. Dolayısıyla uygarlıkları birbirinden kopuk ve birbirini düşmanı değil, aksine birbirini tamamlayan aşamalar olarak kabul ediyordu. Amerikalı gazeteci Mis Ring’e verdiği demeçteki sözleri, Tanzimat’ın aksine tek bir modeli taklit düşüncesinde olmadığını, ya da bir yabancı gücün güdümüne girme yanlısı olmadığını kanıtlıyor: 

“Türkiye bir maymun değildir ve hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de batılılaşacaktır. O sadece özleşecektir.” 

Bu davranışın çok belirgin bir örneği, Rusya’da iktidara gelmiş olan Bolşeviklerle olan ilişkilerinde görülür. Ankara’da başlayan ulusal dirence ilk yardım Moskova’dan silah ve altın olarak 1920 Haziranından itibaren gelmeye başlamıştır. Sakarya Zaferi’nde bu yardımın rolü çok belirgindir ancak Atatürk mücadelesine Bolşevikleri karıştırmaya asla yanaşmamış hatta dış karışmayı önlemek için kendi sosyalist partisini kurma oyununu bile oynamıştır. Açıkçası yaşamı boyunca hiçbir dış güce parmağının ucunu vermemek ilkesinden vazgeçmemiştir. 

Emperyalist diyerek dışladığı Avrupa’ya Amerika’yı katarken, hiç şüphesiz insanlığın 20. yüzyılda eriştiği çağdaş düzeyde onların etkisi bulunduğunu inkar etmiyordu. Ancak onların da kusurlu ve çağdaşlıkla bağdaşmayacak nitelikleri bulunduğunu göz ardı etmiyordu. Dolayısıyla onların deneyimlerine de yabancı durmak yanlısı değildi. 

HEM ULUSLARARASINDA HEM DE ULUSUN İÇİNDE BARIŞ İLKESİ 

Savaş cephelerinde yaşamış, yanındaki insanların can verişine tanık olmuş, toplumunun kurtuluşunu ölümü emrederek gerçekleştirmiş bir insan olarak Atatürk, insanlığın artık savaşma çağını kapatması ve barış içinde yaşaması gerektiğini dünyaya ilk açıklayan liderlerin başında gelir. Büyük Zaferle Anadolu’yu yabancı işgalcilerden bir anda kurtardığında bir yandan Selanik’e doğru yürümesini önerenler, diğer yandan da İngiltere gibi yeni bir savaşa hazırlananlar vardı. Atatürk’ün çözümü Mudanya Ateşkesi ve Lozan görüşmeleriyle barışçı bir formüle bağlamaktaki ısrarını içerde de dışarda da tam anlamıyla anlamayanlar çıkmıştır. Lozan görüşmeleri sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki gizli görüşmelerde, Bağdat ve Irak’a tekrar yürümemizi, gerekirse 100 yıl savaşacağımızı ileri sürenler çıkmıştır.6 Hatta kendi doğum yeri olduğuna göre Selanik’in de geri alınmasını isteyenler vardır. Atatürk ödün karşılığı da olsa barıştan başka çözüme razı olmadığını ısrarla belirtmiştir. 

On milyonlarca insanın yaşamına mal olan Birinci Dünya Savaşı’nın daha yaraları sarılmadan ikincisine hızla hazırlanılırken Atatürk’ün Balkanlarda (Balkan Paktı) ve Orta Doğu’da (Saadabad Paktı) barış bölgesi oluşturmak için öncülük yapması dikkatlerden kaçmamıştır. Hem de burada bir zamanlar Avrupalılarla işbirliği ile Türklerin baş düşmanı rolünü üstlenen Yunanlılar ve Araplarla işbirliğinden 
kaçınmaması, niyetinin içtenliğini göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılışında önemli bir etkisi bulunan Hicaz Kralı Hüseyin’in Ürdün ve Irak’ta krallık yapan oğullarını başkentinde kabul edip dostça ilişkiler sürdürmesi, geçmişin düşmanlıklarını sona erdirmekte kararlı olduğunu gösterir. Nitekim bu anlayış sebebiyledir ki, 1934’de Atatürk’e Nobel Barış Ödülü’nün verilmesini öneren 
Yunanistan başbakanı Venizelos olmuştur.7 

Aynı barış anlayışını, çok değişik etnik grupların ve inançların kaynaşma yeri olan Anadolu için de kullanmıştır. 19 ve 20. yüzyıllar boyunca Balkanlar, Kırım, Kafkaslar, ve Arap eyaletlerinden göçerlerin tek sığınak yeri olan Anadolu’da Müslüman ve gayri-Müslim her çeşit etnik grup yaşıyordu. Bu Osmanlı mirasını yeni Türkiye Cumhuriyeti yapısı içinde bağdaştırmak için, Cumhuriyet sınırları 
ile sınırlı bir Türk Kimliği üzerinde durması, bunun dışında kalan yerlerdeki Türklerin kültürel özellikleriyle ilgilenmesi ancak yayılmacı sorunlara asla yüz vermemesi barışçı anlayışının bir diğer yansımasıdır. 

DİNİ SİYASETTE BELİRLEYİCİ UNSUR OLMAKTAN ÇIKARMA 

Tanzimat’ın İslam içinde güçlü karşıt gruplar çıkmasına sebep olan özelliği, din konusundaki tartışmalardan ileri gelmiştir. Sömürgeci devletlerin kontrollerindeki cemaatlerin dini liderlerini kontrole almaları, hatta hilafeti siyasetlerine bağlama çabaları din liderliğinin İslam toplumlarının yönlendiriciliğinden çıkmış olduğunu gösteriyordu. 1914’de Cihad ilan edildiğinde Osmanlı toplumu dışındaki 
Müslümanlardan katılım ancak yüzde 5’de kalmıştı. Daha 1920’nin başında İstanbul Hükûmeti ve Saray’a tam karşı olmadığı dönemde Atatürk, bu deneyiminin etkisiyle Ankara’da şu fikri savunuyordu:8 

“Panislamizme gelince, buna bir meslek ve bir gaye şeklinde yürümeğe zaten lüzum yoktur. İslamiyet, bütün salikleri arasında kavi bir imana dayanan uhuvveti umumiye tesis etmiştir. Bu uhuvveti umumiye, yekdiğerine yardım ve bilhassa makamı hilafete pek fedakarane bağlılığı istilzam etmekle beraber, hiçbir zaman bir siyasi birlik ve bir emperyalizm şekline dönüşmemiştir.” 

İslama saygısını belirtmekle birlikte, bunun siyasi başarıya götürecek bir araç olmadığını saptamaktaki isabeti, Hilafetin lağvına giden olaylarda İngiltere’nin oynamağa kalkıştığı oyunlarla kanıtlanmıştır. Üstelik Türkiye’nin kabul ettiği laikliğe de, maalesef bizim bazı aşırı dinci çevrelerin de ileri sürdükleri gibi, asla dinsizlik denemez. Aksine Osmanlı yönteminin devamı niteliği taşıdığı dikkatlerden kaçmaz. İslam Devletleri içinde din adamlarını devlet memuru statüsüne sokan ve devletin politikasına uymaya mecbur eden Osmanlı Devleti olmuştur. Cumhuriyetin laiklik formülü dini devletten tamamen dışlamamakta, aksine din eğitici kadroları yine devlet memuru statüsüne tabi tutmuş, sadece siyasi konularda karar verme yetkisini kaldırmıştır. Bununla dinin temelinde bulunan birey ile Allah’ı doğrudan karşı karşıya bırakma ilkesini tam uygulama ya koymuş oluyordu.Bu girişim, toplumumuzda yüzyıllarca sorun olmuş Sünni-Şii çekişmesinin de tamamen gündem dışı kalmasını sağlamıştır. 

Böylece, günümüzde rastlanan Ilımlısı, Kalvinist reformlusu gibi formüllerle din üzerinde oyun oynanması çabalarına daha o zaman nokta koymuş oluyordu. Hilafet lağvedildiğinde İslamcı çevrelerin arkası arkasına kongreler düzenleyerek Osmanlı Hilafeti yerine bir yenisini kurma çabaları gündeme getirilmiştir. 
Daha 1930’lu yıllarda kendileri bu şekilde kuracakları bir hilafetin sömürgeci devletlerin oyuncağı olacağı kararına vardıkları için bu projeyi o zaman terk etmişlerdi. Bu eğilimin günümüzde de dünya egemenliği peşinde koşanların kendi politikalarına uygun bir İslam oluşturma çabalarıyla devam ettiği dikkate alınırsa, Atatürk’ün uzağı görüşlülüğü daha iyi anlaşılır. 

EVRENSEL ETKİSİ 

Daha başlangıçta hemen hepsi Tanzimat’ın çağdaşlaşma çağrılarına karşı çıkan Orta Doğu toplumları, Türk büyük zaferi karşısında büyük şaşkınlığa uğramışlardır. Sevr barışı imzalanırken sömürgeci güçlere destek veren, karşılığında tam bağımsızlıklarına kavuşacaklarını sanırken ‘‘manda’’ lıktan kurtulamayan liderleri, Türkiye’nin bu sonuca varması karşısında kendi toplumlarına açıklama yapmakta güçlük çekmişlerdir. Bu yüzden birçok ülkede (Irak, Suriye, Lübnan, Mısır, Tunus) Kemalist gücün bir İslam liderliği üstlenerek gelip kendilerini kurtarması yolunda istekler ve gösteriler yapılmıştır. 
Ancak Osmanlı türü bir devlet yönetimi kontrolünün istenmediği de saklanmamakta dır. Beyrut’ta yayınlanan ve Kemalist Hareketi en çok desteklediği bilinen Al Balagh gazetesi bile 3.10.1921 tarihinde, Sakarya Zaferi’ nin hemen ertesinde şöyle yazıyordu: 

Müslümanların yakınlaşmasını daima arzu ettik ve Doğu’nun ancak bu bütünleşme ile kurtulabileceğine inanıyoruz. Ama tek bir İslam devleti fikrine özenmiyoruz. Her Müslüman kardeşini dostlukla mütalaa etmeli ve hepimizin çıkarı için hareket etmelidir.” 

Açıkçası kendilerinin de, sadece gelip kurtaracak bir güç tasarlamaları, Türk Devrimi’nin Panislamcı bütünlüğe karşıtlığının tek taraflı bir davranış olmadığını kanıtlamaktadır. Üstelik zamanında sömürgeci güçlere destek vererek Osmanlı ordularını ülkelerinden uzaklaştırmış olmalarının Türklerde bir güvensizlik yaratacağını da fark ettiklerini düşündürüyor. 1922 Eylül’ünde Büyük Zafer kazanılınca bütün İslam dünyasında sonsuz bir heyecan yaşanır. Her tarafta coşkun gösteriler vardır. Gazi Mustafa Kemal’i İslamın kahramanı ilan edenler arasında El Ezher’in Şeyhi bile vardır. Hatta Lozan barış konferansına Ankara ile birlikte katılmayı önerenler çıkmış ancak Avrupalılar tarafından reddedilmişler dir. 

Atatürk’ü halife ilan etme yolunda Hindistan’dan başlayan kampanya da böyle bir işbirliğini hedefliyordu. İslami dayanışmanın işlemezliğini hem Dünya Savaşı hem de Kurtuluş Savaşı sırasında yaşamış olan Atatürk bu çağrıyı da ciddiye almamıştır. Hele İngilizlerin Sünni Hilafeti, Hindistan temsilcisi olarak bu inancı tanımayan İsmaili lider Ağa Han vasıtasıyla kontrolde tutma girişimleri belirginleşince “siyasi niteliği bulunamayacağı” gerekçesiyle hilafeti tamamen lağvetmiştir. Bu girişim üzerine Türk Devrimi’ni dinsizlikle suçlama çabaları görülür. Ancak bu hususta da birlik değildirler. Suudiler 1927’de Mekke’de düzenledikleri İslam kongresine “şapkalı” bir Türk temsilcisinin katılmasını kabul etmişlerdir. 

Türk Zaferi ile büyük ölçüde etkilenmelerine ve bunu bağımsızlık savaşlarının en büyük modeli saymalarına karşılık bu ezilmiş milletler Atatürk’ün diğer ilkelerini tam benimseyemedikleri için Türk Devrimi’nin vardığı hedeflere ulaşamamış ama ondan yararlanmaktan da geri kalmamışlardır. Atatürk döneminde Devrim’in en büyük etkisi, Türklerin dünyayı ve diğer doğulu toplumları yöneten devlet vatandaşlarıyla eşit özelliklere sahip sayılmalarına karşılık, bu “manda” rejimlerinde kapitülasyonların hâlâ geçerli olmasıydı. 
Açıkçası Avrupalılar ve Türklere bu ülkelerde üstün koşullar uygulanırken, kendileri ikinci sınıf vatandaş sayılıyorlardı. İran’da, Lübnan’da, Suriye’de, hele Türkiye’nin kışkırtıcılık için bir kapitülasyon mahkemesine sahip olmak istediği Mısır’da, bu yüzden toplumsal eylemler başladı. “Bizden aşağı olduğunu ileri sürerek egemenliğinden çıkmamızı istediğiniz Türkleri eşit sayarken bizleri  aşağılıyorsunuz” gerekçesi en büyük tezleriydi. 

Bunun sonucu olarak kapitülasyon mahkemeleri yavaş yavaş kaldırılmıştır. 

Arap harflerinin reddi ve Latin harflerinin kabulü genelde tepki çekmişse de Lübnan’da bu yolda girişim önerenlerin bulunduğu biliniyor. 

Sömürgeci yönetimler kapitülasyonların kaldırılmasına fazla karşı çıkamamışlarsa da, Türkiye’nin “Medeni Kanun”u ve kadın-erkek eşitliğini ilan etmesi karşısında İslam ilkelerini savunan kışkırtıcı bir kampanya yapmaktan geri kalmadıkları dikkatlerden kaçmaz. Times, çağdaşlığın temelinde bulunan bu yasaları benimsemenin Türkiye için “traji-komik davranış” olduğunu yazarken9, Westminster Gazette de “Geleneklerine bağlı Mısırlı kadının İngiliz yönetiminden son derece mutlu ve Türk’den daha da modern olduğunu” ileri sürmekteydi. Kabul gerekir ki, özellikle Arap dünyası 1950’lerden önce tamamen, sonra da büyük ölçüde, Türk Devrimi’nin niteliklerini doğrudan yerinde araştırma yaparak değil, Batılı araştırmacıların eserlerinden öğrenmişlerdir. Bunların, tam bağımsızlık yanlısı Kemalist Rejimi yoğun eleştirdikleri, hatta Bolşeviklikle suçladıkları bir sır değildir. 

Sömürgecilere ek olarak yerel yazarlar da çağdaşlaşmayla bunun getireceği toplumsal gerginlikleri bir arada yansıtan yazılar yayınlamışlardır. 
Bombay Chronicle bir yazısında şöyle diyordu:10 

“Ankara parlamentosunun ülkenin yasasını çağın ihtiyaçlarına uydurmakta doğru yönde bir adım atmış olduğuna biz inanıyoruz (...) Değişen koşullara uygun olarak, hiddetli mollaların gürültülerine aldırmadan gösterdiği cesaret övgüye layıktır (...) Ancak Türkiye ıslahat için büyük arzusunun etkisiyle Avrupalı olan her şeyi yutmaktadır. 
Korkarız ki genç ulusun hassas yapısı Avrupa yasalarındaki bazı ham ve zehirli hususları hazmetmekte zorluk çekecektir. Bu hareketli günlerde Türkiye’nin ihtiyatı elden bırakmamasını ve molla İslamına tepkiyle Avrupa yasaları alacağı yerde Kuranı Kerim’e ve yozlaşmamış İslama yönelmesini arzularız. (...) Kaderin cilvesine bakınız ki, Hıristiyan ulusları zaman zaman kendi yasalarını Kuranı 
Kerim’in çizdiği yola yaklaşacak şekilde yeniden düzenlerken ilerici ve aydın bir Müslüman devleti, bunlar tarafından terkedilmiş patikalara reaksiyoner adımlarla körcesine bir koşuyla yöneliyor.” 

Günümüzde de rastlanan, dünyayı yönetmek iddiasındaki süper güçleri İslam’a uymakla yüceltmeye kalkışan propagandacı görüşlerin ilk örnekleri böylece belirmiştir. Buna karşılık Araplar içinde de geride kalmanın üzüntüsünü belirtenler eksik değil: 

“Mustafa Kemal’in genç hükûmeti bu hassas girişimi inanılmayacak bir cesaretle sürdürüyor. Dün Arapça gazetelerden birinde metni yayınlanan yeni evlilik yasası taslağı uygar ülkelerce kabul edilen laik ilkelerle geçici olarak saygı göstermeye çalıştığı Kuran hükümleri arasında orta yolu izliyor ama bunun etkisini hayli kısıtlıyor (...) Yeni Türkiye yeni bir Medeni Kanun yayınlamakla bize yüzyıllarca kabul ettirdiği, artık geçerliği kalmamış yasalar ve barbar metodları terk ediyor. Biz ise daha ileri bir uygarlığa sahip olduğunu kabul ettiğimiz Lübnan’da, Ankara’nın redettiği eski yasaları uygulamaya devam ediyoruz. Sofuca bir bekleyiş içinde, girişimin ve örneğin dışardan gelmesini bekliyoruz”11 

Doğu toplumları bu konuda örnek almayı arzulamazken, 1935’de Türk kadınlarına milletvekili seçme ve seçilme haklarının da tanınmasıyla Türkiye Fransa, İsviçre gibi Avrupa ülkelerinin de önüne geçmiş oluyordu. 

Türk Devrimi’ne hayranlık, bağımsızlık özlemi ile ilişkili olmuştur. Tunus’ta Burgiba’nın bu açıdan en önde geldiği bilinir. Pakistan ve İran Şahı Rıza Şah Pehlevi de, pek çok alanda Mustafa Kemal’i örnek aldığını saklamamıştır. Hatta İran’da Cumhuriyeti bile ilanı düşünmüş ancak dinci kesimi aşamadığı için şahlıkta devam etmiştir. 

İşin ilginci Arap ülkelerinde Tanzimat dönemi deneyiminin eksikliği kendisini hep hissettirmiştir. Atatürk’ün başkasının güdümüne girmeme ilkesine karşılık doğu toplumlarında tam teslimiyetlere rastlanır. Millîyetçi rejimlerin arkasından SSCB’den tam destek arayan İslami Sosyalist rejim denemeleri yapılmış bunlara ait kurallar yasallar konmuştur. Hepsinin de başarısız kalması sonucu. 
Arap Devletleri 21. yüzyıla İslami yapıya dönerek girmişlerdir. 

Profesör Maurice Duverger “Institutions Politiques et Droit Constitutionnel” kitabında Kemalist modeli az gelişmiş ülkeler için model olarak belirtir. Onu “otoriter ama nisbeten liberal” rejimler arasında sayıp ekler : “Bahis konusu ülkelerin değişimi rejimlerini çok hareketli kılar... Türkiye’deki deneyim bu açıdan büyüm öneme sahiptir.” 

Tunus’ta 2000 yılında düzenlenen uluslararası Kemalizm seminerinin açış konuşmasında Tunus Kültür Bakanı Abdelbaki Hermassi’nin “Tanzimat el-Cedide” gereksinmesinden bahsetmesi geçmişten kalan hataların düzeltilmesini içeren bir anlayışın belirmiş olduğunu kanıtlıyordu. Sunuş belgesinde de şöyle denmekteydi:12 

“Türkiye bölgesel bir büyük devlet ise, Kemalizm devlet ve Türk entellicensiyasm ideolojisi olarak dikkate alınmadan değerlendirilemez. 
Arap ülkeleri bu denemeyi gerçek değeriyle tahlil etmelidirler. Esasen Arap dünyasının siyasi karar vericileri ve düşünürleri bu girişimi asla unutmamış ve daima dikkatte tutmuşlardır.” 

Devrimlerin bir özelliği vardır: Her devrim ilk kuşağıyla doruğa erişir, arkasından kaçınılmaz olarak toplumsal belleğin itişiyle bir ‘‘Restorasyon = geçmişle uzlaşma” dönemi başlar. Fiili devrim süreci 1950’de çok partili sistemin işler hale gelmesiyle sona eren Türk Devriminin özelliği, Atatürk’ün daha başlangıçta tasarladığı gibi, bir kuşakta tamamlanacak şey değildi. Daha Cumhuriyetin onuncu yılında, yapılacak daha çok şey olduğunu belirtmiş ve hedefi gençlere emanet ettiğini, gelecek kuşaklarda da devam edecek ve zeminine oturacak bir tasarı olduğunu saklamamıştır. Bu da Atatürk’ün devrim mantığını ne derece bilimsel kavradığını kanıtlar. Nitekim 21. yüzyılda da hâlâ etkenliğini devam ettirmektedir. Doğu toplumları, Türk Devrimi’ne özenerek ya da red ederek birçok girişimde bulundular. 
Ancak hedef kitlenin iyi belirlenememesi, insanlığın bir bütün olduğunu kabulde çekingen davranmaları, yabancıya bağımlılığı tam dışlayamamaları, kendi aralarında bile barışçı bir ortam yaratamamaları, yine din konusunda da kendi aralarındaki anlaşmazlıkları aşamamaları, tutarlı bir sonuç almalarını engellemiş tir. Özellikle her birinin demokrasiye özenmesine karşılık hiç birinde tam anlamıyla bir demokratik rejim kuramaması dikkati çekmiştir. 

Bu açıdan Türk Devrimi onların nazarında yeni bir nitelik kazanmıştır. Bizimki neredeyse yüzüncü yılını dolduran bir süreklilik arz ederken, onların yirmişer otuzar yıllık farklı ilkelere sahip denemeler yapmış olmaları, Türk Devrimi’ne bakışlarını da etkilemektedir. Artık model değil, bir ciddi özeleştiri aracı niteliği kazanmıştır. Belli girişimler yapılırsa toplumlarda nasıl bir tepki ve gelişim beklenebileceğine örnek olmaktadır. 

Demek ki Türk Devrimi evrenselliğini ve örnek olma niteliğini daha da koruyacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Bu kısım için, Hâkimiyeti Milliye gazetesinin 10.1-14.3.1920 tarihleri arasındaki 15 başyazısından yararlanılmıştır. Özellikle 2.2.1920 tarihli 6. sayıdaki “Asya tehlikesi” başlıklı başmakale kullanılmıştır. Ayrıca genel bilgiler için: Sina Aksin. İstanbul Hükûmetleri ve Milli Mücadele (İstanbul. Cem Yay., 1976); Selahattin Tanyel, Mondros’tan Mudanya’ya kadar. (Ankara, M.E.B. yay., 1977); Orhan Koloğlu. Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi. 
(İstanbul, Kaynak yay., 2.bsk.2004); Orhan Koloğlu, 1919-1938 Türk Çağdaşlaşması İslama etki İslamdan tepki (İstanbul, Boyut yay., 1995) 
2 Orhan Koloğlu, “Çağdaşlaşma Örneği olarak Türkiye”, Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Cumhuriyet’in 75.Yılı Özel Sayısı. Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta, no.3, 1998, s. 19-23). Temmuz 1922’de Atatürk’ün İran Elçisi şerefine verilen ziyafetteki konuşması bu görüşü  özetlemektedir: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye ait olmadığını bütün arkadaşlarımız ifade etmişler ise de, bunu birdefa daha teyid etmek lüzumunu hissediyorum. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin bütün şarkın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisi ile beraber  olan şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.” 
3 Orhan Kolonlu. Türk’ü Dünyaya Saydıran Adam (Ankara, Yeni Özgür İnsan yay. 1988) de bu konuda ayrıntılı bilgi vardır. 
4 Count Carlo Sforza, European Dictatorships. (London, George Allen-Umvin Ltd., 1933, s.208) 
5 Ulus. Amerikalı gazeteci Gladys Baker’in röportajları 8 ve 21.6.1935 
6 Orhan Koloğlu, “Gizli Oturum Tutanaklarında Lozan Görüşmeleri”. Popüler Tarih, Şubat 2003, s.38-48 
7 Özgen Acar, “Venizelos, Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişti”. Milliyet 20.5.1981 
8 Hâkimiyeti Milliye. 2.2.1920, “Asya Tehlikesi” başyazısından 
9 19.2.1926 
10 Islamic World. c.4, no.6, Nisan 1926 
11 L’Orient. (Beyrut’ta yayınlanmıştır)27.8.1926 
12 Orhan Koloğlu, “Contemporarization discussions in Turkish and Arabic World”, Turkish Review of Middle East Studies. Annual 2000/01, no.l 1, 
 İstanbul, Isis, s. 173-175 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder