3 Kasım 2019 Pazar

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 3

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 3



Kemalist Deneyim 

Kemalistlerin Müslüman Dünyadan Kopuşu 
Kemalist misyon her ne kadar son derece reformist bir yapıya sâhip olsa da bu reform dürtüsü, durup dururken boşlukta doğmuş bir olgu değildir. 
Kemalist reformlar, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu reform hareketleri birikiminin bir sonucunu ve zirveye tırmandığı anı temsil eder! 
Türk Devleti ve Milletini Yeniden İnşa Etmek 

Kemalistler açıkça Türk etnik milliyetçiliği ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnik unsurlu, çok-dinli ve İslami yönelimli değerlerinin yerini alacak yeni bir milliyetçi değerler kümesi üzerine bina edilmiş yeni bir Türk ulus-devleti inşa etmek istiyorlardı. 
İlaveten, yeni etnik temelli ulus-devleti destekleyecek şekilde tarih de yeniden yazıldı: 
Buna göre Türklerin şan ve şerefi İslam’la değil, İslam’dan çok daha önceki dönemlerde başlamıştı; hâttâ bâzı yazarlar Türk tarihinin İslam’la batağa saplanmış hale geldiğini ileri sürdüler. Türk dili üzerinde de radikal değiştirme çalışmaları yapıldı: Osmanlı Türkçesinin merkezinde yer alan, Arapça ve Farsça’dan ödünç alınmış çok sayıda sözcük atılırken, bunların yerini eski Türkçe kökenli sözcüklerden türetilen geniş bir yeni sözcük dağarcığı aldı. Arapça alfabe kaldırılarak yerine Latin alfabe kondu. Bu değişiklikler, sonraki nesillerin 
Osmanlı geçmişine dair bütün bir yazılı külliyata rutin erişiminin önünü bir kalemde tıkadı. Siyasî alanda, saltanat kaldırılarak cumhuriyet kuruldu. Ayrıca, seçilmiş Batılı yasalar toptan alınarak, islam hukukunun bütün birikimi atıl hale getirildi. Batılı giyim tarzı yeni ve gerekli norm haline gelirken, kadınlar herhangi bir tür örtü kullanmaktan caydırıldı. Atatürk’ün 1924 yılında bizzat bütün Sünni dünyanın en üst dinî mercii olan Halifeliği kaldırmasıyla birlikte Türkiye, İslam dünyası ile ilişkilerine en önemli darbeyi vurmuş oldu. 
Bu son derece önemli bir olaydı. 

Bu eylem, bir İtalyan Başbakanı’nın dünyanın her yanında bulunan Katolik 
topluluklara danışmadan, ani bir kararla Papalığı ilga etmesi gibi bir şeydi. 
Halifeliğin devam eden eksikliği, yirmi birinci yüzyılın İslami hareketlerinin çoğunda yeni yankı bulmuştur. Gerçekten de bu eksikliğin İslam’ın bugünkü zayıflığının ve bölünmüşlüğünün üzerinde ciddi etkisi olduğu birçok kişi tarafından kabul edilmektedir. 
Kemalist Türkiye, Müslümanlar için, özellikle de Araplar için, İslam’ın, Arap 
dünyasının ve daha genelde İslam dünyasının Türklerle olan kadim bağlarının ve ortak kültürlerinin tümüyle reddini temsil etmektedir.

Arap tarihi, 1258 yılında Abbasi Halifeliği’nin Moğollara yenik düşmesiyle “sona 
ermişti.” O günden sonra, Araplar uluslararası alanda bağımsız bir oyuncu olmaktan çıkmış; zira önce Selçuklu Türklerine, daha sonra da Osmanlı Türklerine boyun eğmişlerdi. Arap milliyetçileri, adı geçen yüzyıllar boyunca bağımsızlıklarını korumuş, kendi kurumlarını ve iktidarlarını geliştirmiş olsalardı-aynen Türkiye’nin I. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi- Avrupa emperyalizmine daha iyi karşı koyabilir durumda olabileceklerine inanmaya 
başladılar. 

Türklerin Arap Dünyasını Kötülemesi., 

I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Arap dünyası, birçok nedenle Türk dış politikasının ilgi alanının bir hayli dışında kalmıştır: 

(1) Arap dünyası artık Türk devletinin bir parçası değildi; 

(2) Komşu Arap devletleri Avrupa’nın manda yönetimleri altındaydı, bundan dolayı da uluslararası alanda gerçek bir rol oynayabilir veya Ankara’ya bir tehdit 
oluşturabilir durumda değillerdi; 

(3) Türkiye, kendi içinde yeni ulus-inşası işleriyle fazlasıyla meşguldü; ve nihayet 

(4) Türkiye’nin önceliği, eski Avrupalı düşmanlarıyla yeni bağlar kurmaktı. 

İslam kültürü, Türklerin geri kalmışlığının ve zayıflığının kaynağı olarak görülüyordu; yeni aydınlanmış bir Türkiye’nin yükselişi, ancak “öteki” uçtan olacaktı. 

Bunun sonucu olarak Arapça ve Arap kültürü konusundaki çalışmalar, dinî çalışmalarla ilgilenen küçük bir azınlık çevresi dışında, Türk toplumunda neredeyse tamamen ortadan kalktı. Ateşli Türk milliyetçilerinin çoğunun gözünde İslam ve din adamları, Türk vatanseverliğinin antitezi haline gelmişti, ki Türk siyasî dilinde bunun anlamı, hainlik değilse bile bir hayli kuşkulu bir konuma düşmek demekti. 

Kemalistlerin hızlı bir şekilde propagandasını yaptığı görüşe göre Arap dünyası, sâdece Osmanlı’nın geri kalmışlığının kaynağı değildi, aynı zamanda Türkiye’yi 
“karanlık çağlar”a geri götürme tehdidini de taşıyordu. 

Sonuç 

II. Dünya Savaşı’na kadar Müslüman dünya, Türk dış politikası hesaplarında son derece önemsiz bir rol oynamıştır. Yeni Cumhuriyet esas itibariyle daha acil 
olan Avrupa’nın emperyal siyasetinin meseleleriyle uğraşırken, Arap dünyasının büyük bölümü de Avrupa’nın emperyal mandasına girmişti. 
Sonuç olarak Ankara’nın bölgeye karşı tavrı; kültürel olarak red, siyasî olaraksa küçük görme değilse bile belirgin bir siyasî soğukluk şeklinde cereyan etmiştir.

Soğuk Savaş Ara Dönemi 

Türkiye Batı Safında 

Sovyet tehdidinin yükselmesinin etkisiyle, Türkiye’nin yeni bir unsur olarak Batı 
savunmasına katılması ve Türkiye’de Arap dünyasına karşı artan ideolojik düşmanlık, Türk- Amerikan ilişkilerinde önemli bir köşe taşı oluşturmuştu. Soğuk Savaş aynı zamanda Orta Doğu’ya yönelik Türk dış politikasında son derece dar görüşlü ve başarısız bir dönemi işaretlemektedir. 

1952’ye gelindiğinde Türkiye, Batı güvenlik sisteminin bütünleyici bir parçası haline gelmiş ve Washington tarafından bürokratik anlamda “Avrupa’nın parçası” olarak yeniden sınıflandırılmıştır. Türkiye, yüzyıllarca Avrupalı emperyal arzuların kurbanı olduktan sonra, artık Avrupa sistemi içinde kendisine koruma temin etmeyi başarmıştı. 
ABD, 1955’te Bağdat Paktı’nı vücuda getirmiştir. İngiltere, Türkiye, İran, Pakistan ve Afganistan ile, tek Arap üye olarak Irak monarşisinin dâhil olduğu bu pakt, Sovyetler Birliği’ni çevreleyip kuşatmaya dönük, daha geniş bir stratejinin parçasıydı. Ancak Türk ve Irak hükümetlerinin pakta verdikleri destek, Arap kamuoyunu kızdırdı; zira Arap kamuoyu kendisini ilgilendiren en büyük stratejik tehdit olarak Sovyet askeri saldırısını değil, devam eden Arap-İsrail askeri çatışmasını görüyordu. 

1950’den 1960’a kadar, Adnan Menderes yönetimi altında Türkiye’nin demokratik yolla seçilmiş ilk hükümeti döneminde, ülkenin dış politikası hemen tamamen Batının çıkarlarına göre pozisyon aldı. 

Türkiye, 1955’te Ürdün hükümetine, Bağdat Paktı’na katılmaması halinde (hiçbir zaman da katılmadı) Türkiye’nin bir gün Ürdün’e karşı İsrail’in yanında savaşabileceğini belirtti. Bu tehdidin ardından Washington ve Londra, Türkiye’yi esas itibariyle Batı-yanlısı olan Arap liderleri kendisinden uzaklaştırmaması konusunda uyardı. 
Cezayir’in Fransa’ya karşı sert bir anti-sömürgeci savaş verdiği sırada, 1955’te, 
Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Türkiye Cezayir’in bağımsızlığına karşı oy kullanmak suretiyle gelişmekte olan dünyayı şoke etmişti. Ankara herhangi bir ulusal kurtuluş savaşına daha baştan kuşkuyla yaklaşıyordu. 

Ankara, Birleşik Devletler ile olan yakın bağlarına rağmen 1960’larda Washington ile iki ciddi kriz yaşamıştır. Küba Füze Krizi ve Kıbrıs konusundaki ABD politikası, ABD’nin güvenlik garantilerinin inanılırlığı ve Türk çıkarlarına karşı ABD duyarlılığının derecesi konularında Ankara nezdinde kuşku yaratmıştır. 

Arap Dünyası ile İdeolojik Kapışma 

Şiddetlenen Filistinli göçmen sorunu ve İsrail’e karşı ardı ardına alınan yenilgilerin yarattığı travmayla, Arap devletleri bu dönemde-çoğu zaman askeri olmak üzere-otoriteryen rejimler tarafından yönetilen “polis devletler” haline gelmeye başladılar.

Milliyetçi duygular ve anti-emperyalist bilincin bu yükseliş atmosferinde, birçok Arap lider, gerek silâh temini ve gerekse Batı gücüne karşı daha geniş 
bir diplomatik denge arayışıyla giderek yönünü Sovyetler Birliği’ne çevirdi. Moskova’nın en önemli müşterileri arasında-Türkiye sınırında yer alan-Suriye 
ve Irak’ın yanı sıra Cezayir, Libya, Mısır ve Yemen vardı. 

Güç dengesi politikaları, Araplar açısından, benimsenebilecek en güvenli politika idi. 
Türkiye kendisini Batılı kampa satmış, Batılı stratejik amaçlara hizmet etme azminde, arap ihtiyaç ve arzularına karşı ise hasmane tutum alan bir ülke 
olarak algılanıyordu. 

Bölge Devletleri ile İlişkiler 

Ankara’nın Arap dünyası ile olan daha çok çatışmacı ilişkilerine karşılık Pehlevi İranı ile ilişkileri iyiydi. Her ne kadar Şah çoğu zaman Türkiye’yi bir parça rakip olarak görse de, Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan ortak jeopolitik korkulara ve Batı’nın desteğine duyulan ortak arzuya dayanan bu ilişkiler, 1979’daki İran Devrimi’ne kadar devam etti. Her ne kadar üye devletler söz konusu işbirliği düzenlemelerine hiçbir zaman ciddi bir önem atfetmedilerse de, İran ve Türkiye aynı zamanda Bağdat Paktı, CENTO, daha sonra İktisadi İşbirliği Örgütü’ne dönüşecek olan İşbirliği ve Kalkınma Bölgesi gibi bölgesel örgütlerin üyesi 
oldular.

Türkiye ile Suriye arasındaki olumsuz ilişkiler, Soğuk Savaş döneminde daha da 
yoğunlaştı. Daha geniş bir jeopolitik düşmanlık bağlamı içinde, gerek Türkiye gerekse Suriye karşı tarafa baskı yapabileceği araçlar peşinde koştu: Türkiye’nin elindeki temel koz, Suriye’ye akan Fırat sularının kontrolü iken; Suriye’nin kozu, Türkiye devletine karşı harekete geçmiş olan Kürt isyancılara yardım sağlama şeklindeydi. Örneğin Şam, 1980’lerin başından itibaren Kürt İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan’a sığınma hakkı tanımış ve bu örgüte gerilla eğitim kampları ve lojistik destek sağlamıştır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder