Türk-Amerikan Münasebetlerinin Değerlendirilmesi., BÖLÜM 1
Yrd. Doç. Dr. Erdal Açıkses
ABD BELGELERİNE GÖRE 1919 1924, AMERİKAN DONANMASININ YAKIN DOĞU VE TÜRK KARASULARINA YERLEŞMESİ.,
VE FAALİYETLERİ..
Amerika ile Osmanlı Devleti arasında ilişkilerin başlaması 19. yüzyılın başların rastlamaktadır.
Bağımsızlık savaşından sonra 1783'te Birleşik Amerika, (O sıralar hala güneydoğu Avrupa'nın bütünü ile güneybatı Asya'nın büyük bölümüne ve Kuzey Afrika'nın da bir parçasına yayılmış durumda bulunan) Osmanlı İmparatorluğu'na göre hem alan, hem de nüfus bakımından çok küçüktü. İki devletin ters yönde gelişen ilişkileri geleceğin bir belirtisi gibiydi.1
Amerika'nın kuruluşundan itibaren ticaretini geliştirmek amacıyla kıtalar arası ilişki kurmak için Akdeniz'e yönelmesi Osmanlı ile çıkarlarının çoğu zaman çatışmasına sebep olmuştur.
Gelişimini ticaret yoluyla sağlayabileceğinin farkında olan Amerika, Baltık, Levant, Uzak Doğu olmak üzere başlıca üç ticaret yönü belirlemişti; 2
İlk Osmanlı-Amerikan ilişkileri ticaret vasıtasıyla başlamıştır. Amerika, İngiliz sömürüsüne son vererek bağımsızlığını kazandıktan sonra, kendi dış ticaretini
yapmak için atılım içerisine girdi. Osmanlı bu gelişmeleri çok yakından takip etmese de Doğu Akdeniz ticareti (Levant) dolaylı da olsa Osmanlı'nın kontrolünde olduğundan Amerika ile tanışmak zorunda kalmıştır. Böylece iki ülke arasında ticaret nedeniyle ikili ilişkiler kurulmaya başlamış, bu ticari münasebet Amerika'nın Osmanlı ülkesinde geniş bir faaliyet sahası elde etmesine dek gelişmiştir.
Amerika, bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra, Akdeniz bölgesinde ticaret yapan yurttaşlarını korumak ve onlara birtakım ayrıcalıklar sağlamak maksadıyla, Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika'daki topraklarının yöneticileri ile yakın ilişki içine girmiştir.3
Amerikan tacirleri zamanla kendileri için büyük bir hammadde ve pazar kaynağı olan Anadolu topraklarına yönelmişlerdir.4
Amerika, Osmanlı idaresindeki Cezayir, Tunus, Trablus (Mağrib Ocakları) ile "Dostluk ve Ticaret" antlaşmaları imzaladıktan sonra Amerikan gemileri
Anadolu limanlarını da ziyaret etmeye başladılar.5
Amerika için "Levant" (Doğu Akdeniz) ticareti Cezayir, Tunus ve Trablusgarb ile yaptığı antlaşmalarla başlamış ve güvenliği sağlanan Batı Akdeniz'den geçen Amerikan ticaret gemileri 1797'de ilk defa İzmir'e demir atmıştır.
1810 yılından itibaren İzmir'le Amerika arasında düzenli deniz ticareti başlamıştır.6
Amerika ile Türkiye arasında resmi münasebetler henüz kurulmamış olmasına rağmen İzmir vasıtasıyla yapılan Amerikan ticareti gittikçe gelişti ve İzmir'de küçük bir Amerikan Kolonisi oluştu.7
1810 yılından itibaren İzmir'le Amerika arasında düzenli seferler yapılmaya başlaması üzerine, ileriki yıllarda İzmir'de konsolosluk yapacak olan David Offley İzmir'e gönderilmiş, onun önderliğinde 1811'de Amerikan iş adamları ilk ticaret odasını kurmuşlardır.8
On dokuzuncu yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nun sürekli gerilemesi Avrupa'nın büyük devletlerinin iştahını kabartmış, yıllardır hayalini kurdukları Osmanlı'yı vesayetleri altına alarak topraklarını paylaşma girişimine başlamışlardır.9
ABD'de bu dönemde " Şark Meselesi " (Doğu Sorunu) olarak bilinen bu olaya dolaylı da olsa bulaşmıştır.10
Osmanlı'nın gerileme döneminde sık sık yaşadığı isyan hareketlerinden biri olan Mora isyanı, Osmanlı Devleti ile Amerika arasında gelişmeye başlayan ikili ilişkilerin ilk yıllarında meydana geldi. Bu isyan hareketine Avrupa devletleri destek vermekteydiler. Osmanlı, Avrupa karşısında yalnız kalmamak için dış destek arayışına girdi. Bu konuda Amerika'ya talebini iletti, Amerikalılar ile 6 Temmuz 1826'da bir görüşme yapıldı ve Türkiye ile Amerika arasında resmi ilişkilerin kurulması yönünde görüş birliğine varıldı.11
Fakat aşırı beklentiler yüzünden anlaşma sağlanamamıştır.12
Amerika'nın Osmanlı ile ilgilenmesine ticaret, Osmanlı'nın Amerika ile münasebetlerini resmileştirmesine dış destek ihtiyacı sebep olmuştu.
Amerika'nın ticari menfaatleri için yaptığı girişimler sonucu ilişkiler başlamış bundan sonra Osmanlı'nın Avrupa karşısında duyduğu destek ihtiyacı
ile resmileşmiş ve ilişkiler daha çok Amerika'nın çıkarları doğrultusunda devam etmiştir.
1820'li yıllarda Amerika için Türk-Amerikan ticareti öylesine önem kazanmıştı ki Amerika Hükümeti, Yunanlılar karşısında Osmanlı'yı desteklermiş
gibi algılanacak şekilde tarafsız davranmış ve Avrupa'nın işlerine karışmıyormuş gibi görünmeye çalışmıştı.
Monroe Yönetimi, Türk-Amerikan ticareti uğruna Yunanistan'ın bağımsızlığını tanımayı dahi geciktirmişti.13
Amerika'nın bu hareketi bir dereceye kadar ilerde uygulayacağı politikanın da bir göstergesi olmuştur. Çünkü Amerika halkının Mora İsyanında maddi yardım yapmasına karışmayarak Rumları, Amerikan çıkarları için de Osmanlı'yı destekler bir ikili oyun oynamayı tercih etmiştir.14
Navarin'de Osmanlı Donanması'nın İngiliz, Fransız ve Rus Donanması tarafından yakılması üzerine Osmanlı Devleti'nin Amerika ile ilişkilerini hızlandırma kararı aldı.15
Çünkü dönemin teknolojilerine uygun yeni bir donanmaya ihtiyacı vardı.16
Yeni bir donanma için ancak Amerika'dan yardım alabilirdi. Yıllardan beri Osmanlı ile bir ilişki kurmak için Avrupa'ya heyetler göndererek girişimlerde bulunan Amerika'ya karşı ilgisiz kalan Osmanlı, bu sebepten dolayı da olsa ani bir kararla ilgi göstermiş ve 7 Mayıs 1830'da dokuz açık bir gizli maddeden oluşan "Ticaret ve Dostluk Antlaşması" imzalanmıştır.
Bu antlaşma, Amerikalılara kapitüler haklardan yararlanma imkanı vermekte ve bu ülkeyi "en ziyade müsaadeye mazhar ülke" konumuna geçirmekteydi.17
Antlaşmayla devletler birbirlerinin ülkesinde konsolosluklar açmayı kabul ediyorlar, Amerikan ticaret gemilerinin Osmanlı limanlarından rahatça yararlanmaları sağlanıyor, Amerikan vatandaşlarının işledikleri suçlar nedeniyle yargılanmaları konusu düzenleniyordu.18
Amerikan ticaret gemilerinin Boğazlardan geçiş serbestisi tanınıyordu.19
Aceleyle ve donanma hevesiyle düşünülmeden imzalanan bu antlaşmanın dördüncü maddesine göre Amerikan uyruklu kişilerin, azınlıkların kapitülasyon ayrıcalıkları sınıflamasına girip girmeyecekleri ve böylece Osmanlı yasa ve vergilerinden bağışık olup olmayacakları, Bâb-ı Ali ile ABD Hükümeti arasında yıllar boyunca tartışma konusu olmuştur.
ABD'ye göre yerli ya da yerleşmiş bütün yurttaşların eşit haklardan yararlanmaları bir ilke sorunuydu, Osmanlı için ise azınlıklar devletin
varlığını tehdit ediyorlardı. Bu anlamdaki görüş ayrılıkları Amerika'nın her istediğini alma prensibiyle, uzun yazışmalara ve tartışmalara rağmen
Amerika'nın bazen güç göstererek, bazen ikili oynayarak eldeki bazı kozları iyi kullanması, genellikle Amerika'nın isteği doğrultusunda gerçekleşmiştir.
Amerika'nın iddiası, ABD'nin uluslararası statüsünün yükselmesiyle ilgili ve hemen her anlaşmazlıkta kapitülasyon almış olan bir ülkenin işine
yarayan kapitülasyon oyununun bir parçasıydı.20
Osmanlı Devleti'nin Amerika'dan donanma temini ile ilgili gizli maddenin hatırı için imzalanmış olan 1830 Ticaret Antlaşması, gizli madde Amerikan Senatosu tarafından kabul edilmemesine rağmen yürürlüğe girdi.21
Amerika neredeyse antlaşmanın maddelerini tek taraflı olarak kullanmaya başladı. Anlaşıldığı üzere bu antlaşma Amerika'ya verilmiş bir imtiyazdan başka bir şey değildi.
1830 antlaşmasından sonra meydana gelen iki gelişme Osmanlı'yı rahatsız etti; biri gizli maddenin Amerikan Senatosu'ndan geçmemesi, İkincisi Amerika'nın İstanbul'da açtığı diplomatik temsilciliğin büyükelçilik düzeyinde değil maslahatgüzarlık derecesinde açılmasıydı.
Amerika yıllardan beri Osmanlı Devleti ile ilişki kurmak için çaba sarf ederken eline fırsat geçtiği andan itibaren de çok dikkatli hareket ediyor ve prensiplerinden taviz vermiyordu.
Gizli madde, "Türkiye hesabına Amerika veya Türkiye'de yapılacak savaş gemilerinin inşasında kullanılacak kerestelerin Amerika'dan sağlanması"
konusundaydı. Ayrıca "yapılacak gemilerin fiyatı Amerikan donanması için yapılan gemilerin fiyatlarından fazla olmayacaktı."
Aslında gizli maddenin Amerikan senatosu ve Başkan tarafından onaylanmaması halinde bile antlaşma geçerli olabilmektedir.
Çünkü gizli madde tamamen ayrı bir metin olarak düzenlenmişti.
Senatodaki itirazların büyük bölümü İngiltere ile karşı karşıya gelmeme isteğinden kaynaklanmıştır, İngiltere'nin yaktığı bir donanmayı yenilemeyi öngören bir antlaşma maddesini onaylamak bir anlamda ideolojik olarak da Amerika'nın işine gelmemiştir. Buna rağmen Amerikan yönetimi Osmanlı Devleti'ne, gemi ve malzemesi satışına soğuk bakmadığını daha sonra Türkiye ve İngiltere arasında ikili bir oyun oynayarak bir geçiş yapmış Türkiye'yi gücendirmemek için de gemi sanayiinde usta olan iki kişiyi görevlendirerek adeta İngiltere'ye karşı çıkmamıştır.22
Bu kısmî olumsuzluklara rağmen ikili ilişkiler artarak devam etti. Antlaşmanın diğer maddeleri de daha çok Amerika'nın faydalanacağı nitelikteydi.
Osmanlı bu antlaşmanın gizli maddesini verdiği imtiyazların karşılığı olarak görüyordu.
Açık bir şekilde söylenmese de gizli maddenin kabul edilmemesi sebebiyle Amerika'nın Osmanlı Devleti'nin gönlünü almak için gönderdiği ilk maslahatgüzar David Porter'ın asıl mesleği denizcilikti. Tasdik edilmeyen gizli maddenin şartlarını yerine getirmek için olsa gerek Osmanlı Devleti için Amerika'da hazırlanacak gemilerin inşa işi ile ilgili bizzat alakadar oldu. 1839 yılına kadar Osmanlı Devleti için bir çok buharlı gemi inşa etmeyi başardı.23
Bu şekilde Amerika, Osmanlı'ya oynadığı oyunu bir dereceye kadar hafifletmiş oldu.
Türk-Amerikan münasebetlerinin gelişmesi ve ticaretinin artması Amerikan tarihindeki bazı olaylarla da ilgilidir. Amerikanın kuzey kısmının yöneticileri hem Osmanlı'yı iç savaş sırasında tarafsız bırakmak hem de ticaretini artırmak düşüncesiyle Osmanlı Devleti'ne daha olumlu cevaplar vermeye başlamıştır. Zaten Amerika'nın o andaki durumu da bunu gerektiriyordu. Çünkü Amerika'nın güney eyaletleri bütün ihtiyaçlarını pamuk satarak karşılıyorlardı. İç savaş başlamadan önce güney eyaletleri pamuk üretimlerini en büyük bölümünü İngiltere'ye satıyordu, kuzey eyaletleri hem en doğal hammadde kaynağından hem de mallarını sürebileceği en yakın pazarından soyutlanmış durumdaydı.
Kuzeyde sanayinin gelişebilmesi için güneyin pamuğu düşük fiyatla kuzeye aktarılmalıydı, kuzeyli sanayiciler bunun ancak silah zoruyla yapılabileceğinin bilincindeydiler bu nedenle de Amerikan savaş malzemesinin yapım merkezi kuzey olmuştur.24
İç savaş bittiğinde, silah yapımcıları açısından tek çözüm dış pazarlara açılmaktı. İşte 1870'lerde Amerikan silah yapımcılarını Osmanlı İmparatorluğu'na önce savaş artığı silahları daha sonra modern silahları satmaya iten sebep budur. Osmanlı ise 18. yüzyılın başından itibaren sürekli toprak kaybetmekteydi.
Bilindiği gibi Osmanlı yöneticileri önce askeri tedbirlerle imparatorluğu kurtarmaya çalıştılar. Bu nedenle Avrupa ve Amerika'dan silah alma yoluna başvurmuşlardır. 1862 yılındaki "Ticaret ve Seyrü Sefain" antlaşmasın dan sonra Amerika artık Osmanlı'ya silah da satıyordu.25
İki ülke arasındaki ilişkilerin belli bir düzeye gelmesi üzerine Amerika, 1839 yılında maslahatgüzarına elçi unvanı verdi.26
Osmanlı'nın Amerika'da diplomatik temsilcilik açması yıllar sonra 1866'da Girit isyanı üzerine Osmanlı Devleti'nin yeniden kendisini yalnız hissetmesi sonucu gerçekleşti. Bu arada 1861 -1865 yılları arasındaki Amerikan iç savaşı sırasında Türkiye'nin kuzey yanlısı bir tavır sergilemesi ve savaşı kuzeyin kazanması iki taraf için de önemli bir olumlu gelişme olmuştur.27
Türkiye 11 Nisan 1867 de Eduard Blacque Bey'i Washington elçiliğine atadı ve bu şekilde Girit isyanı sırasında Amerika'nın tarafsız kalması sağlanmaya çalışıldı.28
Gelişen Türk-Amerikan münasebetleri yalnızca ticaretle sınırlı değildi. Navarin'de donanmasını kaybeden Osmanlı Devleti, daha 1830 yılında gemi yapımcısı Henry Eckford ve yardımcısı Foster Rhodes ile anlaşarak donanması için gerekli gemileri inşa için İstanbul'da çalıştırıyor, 1846'da Sultan Abdülmecid'in isteği ile Amerikan pamuğunun Osmanlı ülkesinde yetiştirilmesi için deneyler yapılıyor ve Lawrence Smith adlı bir madenciye dağlarda maden arattırılıyordu. Bu aşamada vurgulanması gereken şey, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Amerikan varlığının gittikçe pekiştiğidir. Yalnızca ticari ilişkilerle sınırlı olmamak koşuluyla Osmanlı İmparatorluğu'nda giderek artan Amerikan varlığının oluşmasında 19. yüzyılda araç olan iki kurumdan biri Amerikan Donanması, bir diğeri ise misyonerler olmuştur.29
Osmanlı-Amerikan ilişkilerinin başladığı ve gelişerek devam ettiği 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk çeyreği misyonerliğin altın çağı olmuştur.
Bu çağ aynı zamanda kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü çağdır.
Hıristiyan misyonerler dinden daha çok devletlerinin, dolayısıyla Emperyalizme ve emperyalizmin en kötüsü olan kültür emperyalizmine hizmet etmişlerdir.30
Amerika'nın büyük çıkar beklentileri ile Osmanlı topraklarına göz dikmesi ve bu topraklar üzerinde spekülasyonlara girişmesi kendi ilkesini çiğnemek olacaktı. Bu, Avrupa'nın kendi işlerine karışmasına yol açabilirdi. Bunu engellemek düşüncesiyle Amerika, Ortadoğu'da beklentilerini sağlamak yolunda Protestan misyonerleri seferber etti.
Osmanlı Mülküne 1820 yılında ilk gelen Amerikalı misyonerler Plinny Fisk ve Levi Parsons'dur.31
Bu iki misyoner, ABD'deki Protestan misyoner örgütlerinin en güçlüsü olan American Board of Commissioners for Foreign Mission (ABCFM)
elemanlarıdır.32
Yıllarca Hıristiyanların dinlerini değiştirdiği için diğer Hıristiyan mezhep ve cemaatler tarafından dışlanmaya çalışılan ve engellenmek için her türlü çareye başvurulan Amerikalı misyonerler, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanı'nın getirdiği hürriyetlerden yararlanan Amerikalı Protestan misyonerler, çeşitli seviyelerde okullar açtılar.33
Bu okulların büyük kısmı ABCFM. tarafından açılmıştır. Önceleri İzmir, İstanbul gibi kıyı şehirlerine gelen misyonerler sonraları iç
bölgelere yayıldılar.34
Amerikalı misyonerlerden halkın arasına karışarak onların kültürel, ekonomik durumlarını öğrenmeleri isteniyordu. Yapılan fizibilite çalışmaları ve alan genişliği ve müesseselerin artmasıyla misyonerler daha sistemli çalışabilmek için Osmanlı topraklarını Avrupa, Doğu Türkiye, Batı Türkiye ve Merkezi Türkiye olmak üzere dört çalışma bölgesine ayırdılar.35
Amerikalı Misyonerlerin Türkiye'ye ilk gelişlerinin Yunan ayaklanmasının çıktığı yıllara rastlaması iki açıdan önem arz etmektedir;
Birincisi Rumların Yunan ayaklanması sebebiyle kurulacak otoriteye daha yakın ve olaylara daha ilgili olmaları ve bu sebeple de misyonerlerin mecburi olarak Ermenilere yönelmeleri, ikinci olarak Yunan isyanının Ermeniler için de böyle bir hareketin özendirilmesi faaliyetlerinin başarısında etkili olacağı fikrinin Amerikalılar tarafından düşünülebileceği dir. 36
Protestan misyoner örgütleri daha sistemli olarak çalışabilmek için dünyayı aralarında paylaşmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu, ABD'nin payına düşmüştür.37
ABCFM'nin açtığı modern eğitim kurumları, misyonunu gerçekleştirmesinde çok önemli yere sahip olmuştur ve bu eğitim kurumları ile Türkiye'nin her kısmındaki insanların yaşamlarını, düşüncelerini, ideallerini şekillendirmeye çalışmıştır. Buna karşılık misyonerler hep politika yapmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa misyonerlik, Amerika'nın Ortadoğu'da, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kendine ekonomik, sosyal ve kültürel bir hayat alanı yaratma çabalarının bir aracı olmuştur. Hayat alanlarını daha genişletebilmek için Osmanlı Devleti ise
ABCFM'nin faaliyetlerini özetleyen 1880 tarihli Bartlett Raporu'nda; "misyoner faaliyetleri açısından Türkiye, Asya'nın anahtarıdır" şeklinde ifade edilmiştir.38
Amerika'nın Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin geliştirilmesinin perde arkasındaki ikinci bir sebebi de böylece ortaya çıkmaktadır. Amerika, Osmanlı ülkesindeki her tür çıkarını elde etmek için ticaretin yanı sıra misyonerlik faaliyetlerini de kullanacaktır. Kısaca misyonerler, Amerikan menfaatlerini tesis etme aracı olarak kullanılmaktan öteye gidememişlerdir. Harput Amerikan Konsolosu, hazırlamış olduğu bir raporda Amerikan misyonerlerinin faaliyetlerini değerlendirirken "Amerikan ticaretini başlatan, Van'da ve Bitlis'te yer belirleyen,
Amerika fikir ve müesseselerini yaymada ciddi ve etkin bir şekilde çalışan koloniler ayrı bir hak ve korumaya sahiptirler" şeklinde bir açıklık getirir.39
Gerçekçi düşünürsek Amerika'nın başka da çaresi yoktu. Çeşitli Avrupa ülkelerinden Amerika'ya göçenlerin kurdukları kolonilerin birleşmesiyle
oluşan ABD'nin ulusallıkla ilgili birleştirici bir beklentisi olamazdı. Hıristiyanlık, birliğin tek ortak olgusu olduğuna göre Hıristiyanlık mezhepleri arasında tutuculuktan uzak, Amerika'da çoğunluğun oluşturduğu Protestan mezhebi çerçevesinde bir bütünlük sağlamak en akılcı çözümdü.
Bu sebeple Protestanlığı önce Amerika'da sonra tüm dünyada yayma çalışmaları gittikçe hızlandı. ABD'nin bu emperyalist politikayı izlemesinin nedeni düşünüldüğünde karşımıza 19. yüzyılın başından beri devlet politikası olarak saptadığı Monroe Doktrini çıkar.
Bu doktrin, Avrupa'yı Amerika'nın iç işlerinden uzak tutmayı sağlamak ve ayrıca eski dünyanın bütün işlerinden uzak kalmaya gayret göstermekti.40
Fakat dünyanın sömürgeci devletlerce bölüşülmesine kayıtsız kalmasının Amerika'ya ileride getireceği zarar hissedilince çare arayışları başladı.
Monroe Doktrini'ni çiğnememek için misyonerlerden yararlanmak yoluna gidildi. Çünkü bunlar resmi kurumlar olmayıp sivil toplum örgütleri olarak kabul ediliyorlardı.
Osmanlı Yönetimi'nin gerilemeyi durdurmak için başlattığı batılılaşma süreci içinde yapılan yenilikler ve Batının baskısıyla azınlıklara tanınan imtiyazlar (özellikle Islahat Fermanı) ve Amerika'ya tanınan kapitülasyonlar, misyonerlere çok rahat bir çalışma ortamı hazırlamıştı.
Bu rahat ortam, Amerikalı misyonerlerin Ermenilerle kolaylıkla kaynaşabilmeleri ni sağladı. Osmanlı yönetimi Amerikalı misyonerlerin faaliyetlerini kısıtlamak bir yana ilk yıllarda onlara türlü kolaylıklar bile sağlıyordu. Nedeni de öbür emperyalist Avrupa ülkelerinin yanında tarafsızlığına inandığı Amerika'nın güvencesine sığınmak olmalıydı. Türk-Amerikan ilişkileri, özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra Rusların Ermenilerin koruyuculuğunu üstlenmeleri sebebi ile daha da gelişti.41
Misyonerlerin faaliyetlerinin özellikle Osmanlı tebaası üzerinde ayrılıkçı ruhu empoze eder bir rol oynadığı düşüncesinden hareketle tedbir alınma yoluna gidilmeye başlandı. Fakat alınmak istenen tedbirler çoğunlukla kapitülasyonlara ve dış devletlerin baskısına takıldı. Verilmiş olan bu imtiyazlarla misyonerler adeta devlet içinde devlet haline geldiler.
Osmanlı İmparatorluğu'nun, ekonomik sıkıntı içinde oluşu, özellikle merkeze uzak bölgelerin uygarlıktan yoksun oluşu, ülkedeki eğitimin yetersiz ve denetimsiz oluşu, sağlık hizmetlerinin yok denecek kadar az oluşu ve kapitülasyonlar sebebiyle içişlerine müdahale, misyonerler için oldukça iyi bir zemin hazırlamış ve maddi üstünlük, faaliyetleri için iyi bir avantaj sağlamıştır.
1840 yılında İngilizlere Protestanları himaye, 1844'te Hıristiyanların mezhep değiştirme, 1850'de Protestanların kilise kurma hakkı verildi.
1856'dan sonra kilise sayısı hızla arttı.42 1839 ve 1856 fermanlarının getirdiği hürriyeti kendi çalışmaları yönünden istismar eden Avrupa Devletleri, bu dönemde maddi olarak çok güçlenmişlerdi ve Osmanlı Devleti'nin her türlü zaafından istifade ederek kendilerine yakın cemaatleri (Protestan ve Katolikler vb.) kapitülâsyonlardan faydalandırarak taraflarına çekmeye çalışıyorlardı.43
Avrupalıların iç işlerine müdahale edebilmek sebebiyle Osmanlı'ya kabul ettirmek istediği bir çok haksız isteğe karşı olumsuz cevaplar alınca bir çok sürtüşme de doğmaya başladı. Bu politikalar sebebiyle çıkan sürtüşmeler ABD'de Osmanlı İmparatorluğu hakkında olumsuz düşünceler oluşmasına yol açtı.44
Sultan Abdülaziz döneminde başlayan, misyonerleri sadece Anadolu ve Rumeli ve Arap ülkelerinde de kontrol altına alma siyaseti ve ayrıca Mısır'ın başına getirdiği Hidiv İsmail Paşa'nın, misyonerlerle mücadele etmesi, Avrupa ve Amerika'da büyük tepkiyle karşılandı. Bu ilk tepkiler sonucunda Beyrut'ta açılan misyoner okullarının kapanışı batılıları adeta bir ittifak içine soktu.45
1824'ten 1886'ya kadar İmparatorluktaki Amerikan eğitim kurumlarının sayısı 400'e yaklaştı. Bunlar çoğunlukla 1830'lar ve 1840'larda kurulmuştu ve ruhsatsız olarak faaliyetlerini sürdürüyorlardı. 1869'da Osmanlı Devleti'nin eğitimi düzene sokmak için "Maarif Nizamnamesi" adında bir yönetmelik çıkarttı. Bu nizamnamenin 129. Maddesine46 göre yabancı okulların ruhsatsız çalışması mümkün değildi ve ruhsat almaları gerekiyordu. Buna rağmen bir çok okul ancak 1880'ler ve 1890'larda ruhsat almışlardır ve devletin bu konuda ciddi bir müdahalesine de rastlanmamıştır.47
Müslümanları Hıristiyan yapmak için Osmanlı Devleti'ne gelmiş olan Amerikalı misyonerler, Müslümanları Hıristiyanlaştırmanın devletin kanunları ve dinin kuralları gereği zor olduğunu görünce adeta Hıristiyanları tekrar Hıristiyan yapmak yani mezheplerini değiştirerek kendilerine daha yakın bir hale getirmek şekline dönüşen bir role büründüler. Bu sebeple başlıca uğraşı alanları azınlıklar olmuştur.48
İmparatorluğun her kesiminden insanın eğitim ihtiyacı artmıştı. İmparatorluk 19. yüzyılda yapısal bir değişim içindeydi. Tanzimat bir anlamda bu değişimin ve bu değişimi yönlendirebilme özleminin sonucuydu. Tanzimat, eğitime çok önem veriyordu. Ayrıca Protestanların kendi kiliselerine kavuşmaları, Ermenilerin, Amerikan misyoner okullarına olan talebini artırdı.
1870'lere gelindiğinde ABCFM yönetimi yerli Hıristiyan unsurların da yönetiminde söz sahibi olacağı bir yüksek okul örgütlenme modeli geliştiriyordu.49
İşte Anadolu'daki yüksek okullar bu modele uygun olarak kuruldular. En önemli Protestan kolejleri Beyrut ve İstanbul'da açıldı.
Okullar, Matbaa, Hastane ve yardım kuruluşları ile hızlı bir Protestanlaştırma çalışması yanında azınlıkları etkileyerek onların Osmanlı'dan kopmaları sağlanıyordu. İstanbul'daki Robert Kolejin 1863-1903 tarihleri arasındaki mezunlarının çoğu, Bulgar öğrencilerdi.
Yine kolejin ilk Bulgar mezunlarından beşi, Bulgaristan'da başbakanlık görevinde bulunmuşlardır.50
Sekiz Misyonerin imzasını taşıyan 30 ocak 1857 tarihli bir mektupta, Bulgaristan Protestanlaştırılma dan Osmanlı İmparatorluğu'nda yapılan işin tamamlanmış sayılamayacağı çünkü Ermenilerin en iyi ihtimalle imparatorluk ahalisinin 1/20 sinden çok olmadıklarını belirtiyorlardı.
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder