30 Nisan 2020 Perşembe

Hilafet ordusu ayaklandı, Gençlik Kubilay olmaya hazır

Hilafet ordusu ayaklandı, Gençlik Kubilay olmaya hazır

Gençlik Kubilay Olmaya Hazırlanıyor!


Türkiye Gençlik Birliği, Menemen’de gericiler tarafından katledilen devrim şehidimiz Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay için 23 Aralık’ta meydanlara çıkıyor. Başta İzmir’in Menemen ilçesi olmak üzere şehir merkezleri ve üniversitelerde yürüyüşler düzenlenecek. TGB Genel Başkanı Çağdaş Cengiz; ‘‘Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuş bir parti tarafından aydınlanma değerlerinin bir bir ortadan kaldırıldığı günümüz Türkiyesi’nde  Kubilay bir direnç mevzisidir. Bütün millet o mevzide konumlanmalıdır. Gericiliğe karşı savaşta Kubilay gibi hazır olmak bugün aydınlanmayı ve laikliği savunmanın en esaslı koşuludur. ‘’ diyerek Türk gençliğini Kubilay’a sahip çıkmaya çağırdı.Aydınlanma ayı ilan ettikleri aralık ayı içerisinde üniversitelerde çok sayıda etkinlik düzenleyen TGBliler 23 Aralık’ta Kubilay için seferber olacak, 26-27 Aralık’ta Ankara’da düzenleyecekleri Aydınlanma Sempozyumu ile de kampanyayı tamamlayacak.MENEMEN’DE, GERİCİLİĞE KARŞI BÜYÜK HALK YÜRÜYÜŞÜ23 Aralık’ta Menemen’de Kubilay için büyük bir yürüyüş gerçekleştirilecek.  23 Aralık Çarşamba günü saat 09.00da Menemen İzban Önünden başlayacak olan yürüyüş Asteğmen Kubilay ile Bekçi Hasan ve Şevki’nin anıtlarının bulunduğu tepede son bulacak. TGB İzmir üyeleri; Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Katip Çelebi Üniversitesinde açtığı stantlarla gençliği Kubilay yürüyüşüne çağırıyor. Kampüslerde binlerce bildiri dağıtan TGBliler dört bir tarafı Kubilay afişleriyle donattı.Menemen’deki büyük yürüyüşe çok sayıda demokratik kitle örgütü de katılacak. Uşak, Bursa, Eskişehir, Ordu ve Çanakkale’de de Kubilay’ı konu alan konferanslar ve film gösterimleri düzenlenecek.

KUBİLAY ÜNİVERSİTELERDE!

Marmara Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü 23 Aralık’ta  ‘Bölücülüğe ve Gericiliğe Karşı Kubilay Gibi Hazırız’ sloganıyla büyük bir yürüyüş düzenleyecek. Yürüyüş saat 12.00de Yemekhane Önünden başlayacak.Marmara Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü Başkanı Hüseyin Gül; ‘’23 Aralık Çarşamba günü Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’nde Atatürkçü Düşünce Kulübü olarak Kubilay yürüyüşümüz olacaktır. Yaklaşık iki haftadır yoğun bir çalışma yürütmekteyiz. Afiş asılmamış pano, bildiri verilmeyen öğrenci kalmadı. Arkadaşlarımız heyecanla yürüyüşü bekliyor. Devrim şehidimiz Kubilay için herkesi birlik olmaya çağırıyoruz.’’TaLeBeler

 ÖĞRETMEN KUBİLAY’A SAHİP ÇIKIYOR

Türkiye Liseliler Birliği(TLB) 23 Aralık’ta Türkiye’nin her yerinde meydanlara iniyor. Özellikle liselerdeki gerici uygulamalara karşı, Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın şehit edilişinin yıl dönümünde, “Gericiliğe Karşı Kubilay gibi Hazırız” diyor.Aralık ayını “Kubilay Ayı” ilan eden TLB, 23 Aralık’ta birçok okulda oluşturacağı panolar, çıkaracağı dergiler ve düzenleyeceği anmalarla Şehit Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’a bir kez daha sahip çıkacak.  Okullarında yapacakları etkinliklerin yanı sıra meydanlarda da anmalar düzenleyecek olan Talebeler, geçtiğimiz hafta boyunca şehir merkezlerinde açtığı stantlarda dağıttığı bildirilerle vatandaşlarımızı etkinliklerine davet ettiler. Türkiye Liseliler Birliği’nin 23 Aralık’ta merkezlerde yapacağı basın açıklaması ve anmaların saat ve yerleri şöyle:*Adana, saat 17.00, Baraj Yolu Gençlik Meydanı*Ankara, saat 17.00, Güvenpark *Afyonkarahisar, saat 17.00, Merkez PTT Önü*Denizli, saat 18.00, Çınar Meydanı*İzmir, saat 09.00, Menemen İzban önünden Kubilay Anıtı’na yürüyüş*Kastamonu, saat 13.00, Cumhuriyet Meydanı*Ordu, saat 18.00, Emekli-Sen Salonu (Konferans & Anma)*Manavgat, saat 18.00’da Manavgat Meydanı’ndan İbrahim Sözen Gençlik Merkezi’ne yürüyüş, saat 19.00 İbrahim Sözen Gençlik Merkezi’nde anma*Bodrum, saat 16.30, Bodrum Belediye Meydanı*Milas, saat 12.30, Atapark

https://tgb.gen.tr/genclik-birligi/genclik-kubilay-olmaya-hazirlaniyor-17496

***

Susun. Sıra Neferi Uyusun...

Susun. Sıra Neferi Uyusun...

Aydınlık Gazetesinin bile “MİT” dediği “Türk Solu” Dergisi, Sosyal Faşizmin Ayak Sesi

13 Kasım 2012

Türk Solu dergisi Kürt siyasi tutukluların cezaevlerinde başlattıkları ve hala devam eden açlık grevi eylemleri devam ederken, 5 Kasım 2011 tarihli sayısının kapağına, “Açlık grevini destekliyoruz: Açlıktan Geberin!” başlığını taşıdı.

SPOT dergisi ekibinden Emre Tansu Keten de derginin bu başlığına ve genel olarak derginin yayın politikasına /çizgisine yönelik olarak “Türk Solu: Laboratuar koşullarında faşizm deneyi” adlı bir yazı kaleme aldı.

Keten, yazısında, Türk Solu dergisinin başyazarı olan Gökçe Fırat’ın, aynı sayıdaki, “İlk defa Kürt hareketinin bir eylemini destekliyorum. Biz de dua edelim bir yandan, bu eylemlerinden dönmesinler, Türk hukukunun bunlara idamla veremediği cezayı, hak ettikleri cezayı kendileri versinler,” cümlelerini içeren yazısından yola çıkarak, derginin ve siyasi çevrenin nasıl bugünlere geldiğini ele aldı.

Yazıyı burada da yayınlıyoruz:

Türksolu: Laboratuar koşullarında faşizm deneyi
Kürt siyasi tutsaklarının 60. gününe giren açlık grevi hakkında hazırladıkları “Açlıktan Geberin” başlıklı kapağıyla bir kez daha gündem oldu Türksolu dergisi. Derginin başyazarı Gökçe Fırat, aynı sayıdaki yazısında ilk defa Kürt hareketinin bir eylemini desteklediğini belirterek şunları söylüyordu: “Biz de dua edelim bir yandan, bu eylemlerinden dönmesinler, Türk hukukunun bunlara idamla veremediği cezayı, hak ettikleri cezayı kendileri versinler.” Peki, her sayısı aklı başında insanları hayrete düşüren bu dergi ve siyasi çevre nereden çıkıp, bugünlere geldi?

TÜRK SOLU’NUN DÖNÜŞÜMÜ

Türksolu ekibinin kurucusu Gökçe Fırat Çulhaoğlu, 1990'larda, İşçi Partisi’nin gençlik örgütlenmesi Öncü Gençlik’te İstanbul İl Başkanlığı görevini yürütüyor. Parti içinde git gide etkili olmaya başlayan Çulhaoğlu, 90'ların sonunda Doğu Perinçek tarafından MİT ajanı olduğu iddiasıyla, partiden uzaklaştırılıyor. İP’den uzaklaştırılmasının ardından ufak bir grupla CHP’ye katılan Çulhaoğlu, burada da barınamıyor ve kendi ifadesine göre istifa ediyor. 2000 yılında, partisiz kalan bu ekip, İleri ismiyle bir dergi çıkartmaya başlıyor. Erkin Yurdakul ve Çulhaoğlu’nun yönetiminde çıkan dergiye Sunay Akın, Yekta Güngör Özden, Öner Yağcı gibi isimler katkı sunuyor. “Atatürkçü Fikir Dergisi” altbaşlığıyla çıkan İleri dergisinin ilk sayılarına bakıldığında, bugünkü çizgileriyle farklı bir şekilde, emperyalizm karşıtı ve Avrasyacı bir söylemin kullanıldığı görülüyor. Bu söylem Türksolu dergisinin yayına başladığı 2002 yılında da devam ediyor. Türksolu’nun 8 Nisan 2002 tarihinde yayınlanan ilk sayısının kapağında Yaser Arafat’ın fotoğrafı ve İntifada’ya Devam sloganı yer alıyor. Bu sayıda Erkin Yurdakul tarafından kaleme alınan çıkarken yazısında, dergiyi çıkaranların tamamının üniversite öğrencisi olduğu vurgulanırken, kendilerinin Deniz Gezmiş’in yolunu izlediği belirtiliyor. “Batıcılığın yarattığı tüm düşünsel çıkmaz bir kenara bırakılmalı” diyen Yurdakul, kökleri dışarıda değil bu topraklarda olan bir siyaset yaratma amacında olduklarını belirtiyor. Gökçe Fırat’ın ilk sayıdaki başyazısı da emperyalizmle ilgili. Bedri Baykam, Sunay Akın, Öner Yağcı gibi isimler Türksolu dergisine de katkı sunmaya devam ediyorlar.

Derginin bu politik/retorik çizgisi bir süre devam ediyor. 3. sayıda Deniz Gezmiş’i, 14. sayıda Che Guevara’yı, 16. sayıda da Doğan Avcıoğlu’nu kapağına taşıyan dergi, 26. sayısının kapağına “Dayan Irak, Dayan Saddam” sloganını yazıyor. Aynı tarihlerde, İstanbul’da Saddam’la dayanışma eylemi düzenleniyor.

Türksolu’nun en çok tartışılan sloganı “Ordu Göreve” ise derginin 23 Haziran 2003 tarihli 33. sayısında kapağa taşınıyor. Yani, bu, olay yaratan pankartın açıldığı 25 Ekim 2003 rektörler yürüyüşünden 4 ay önceye tekabül ediyor (Bu bize, devletin bu pankartın açılacağını çok iyi bildiğini gösteriyor sanırım). Bu sayının başyazısında Gökçe Fırat şunları söylüyor: “Ordunun müdahalesi kaçınılmaz hale gelmiştir. (…) Kendi kaderine terk edilmiş mazlum Türk milletinin bu müdahaleyi beklediği ve bunu sonuna kadar destekleyeceği kesindir. Nitekim 28 Şubat’ta da benzer kaygılar ortaya çıkmıştı. Ancak 28 Şubat, bu kaygıların ne kadar yersiz olduğunu, Türk milletinin Ordu’yu desteklediğini ortaya çıkardı”

Bu süreçte, ekibin 2000 yılında kurduğu Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu (ADKF) üniversitelerde etkinliğini arttırıyor. Özellikle Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nde örgütlenme çalışmaları yapan ADKF, yeterli sayıda taraftar kazandığını düşündüğü alanlarda, devrimci ve yurtsever yapılara saldırmaya başlıyor. 2003 yılına gelindiğinde, ADKF’liler, İstanbul

Üniversitesi’nde öğrencilere kimlik kontrolü yapmaya, devrimcilerin afişlerini indirmeye başlıyor. Buna karşı gelişen tepkilere ise satır ve sopalarla karşılık veriliyor. Mayıs ayında, bu ekibin devrimci ve yurtsever öğrencileri yaralamasının getirdiği gerginlik, Yıldız Teknik Üniversitesi önünde büyük bir çatışmaya dönüşüyor. ADKF’nin tam kadro bulunduğu çatışmanın sonucunda, ekibin önde gelenleri de dahil olmak üzere birçok ADKF’li ciddi şekilde yaralanıyor. Bu çatışmanın ardından ADKF çalışması ve Türksolu’nun üniversitelerdeki örgütlülüğü sona eriyor.

Türksolu ekibinin, anti-emperyalist ve Kemalist retorikle, kitlesel öğrenci örgütlülüğü yaratma perspektifinden, ırkçı bir retorikle provokasyonlar yaratma perspektifine geçişinin birinci aşaması Yıldız Teknik çatışmasıysa, ikinci aşaması da “ikinci adam” Erkin Yurdakul’un intihar etmesidir denilebilir. 10 Kasım anmasında İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun üzerine yürüdüğü gerekçesiyle okuldan atılan Yurdakul, 22 Aralık 2003 tarihinde, Beyoğlu’ndaki Türksolu dergisinin bürosundan atlayarak intihar eder. Olayı izleyen Türksolu dergisinde Yurdakul’a sayfalarca methiyeler düzülür. Derginin manşeti “Susun Sıra Neferi Uyusun”dur. Belki de susun uyarısı, olay hakkında şüpheli düşünenleredir. Aydınlık dergisi, sürekli bu intiharın şüphelerle dolu olduğunu iddia eder.

Bu tarihten sonra etnik retorik ve ırkçı çağrılar her sayıda dozunu artırmaya başlar. Mart 2004'te yayınlanan 52. sayı “AKP’ye ve DEHAP’a karşı Türk barikatı” kapağıyla çıkar ve başyazıda şunlar söylenir: “Barikatın Türklük’te kurulmasını öneriyoruz. Çünkü Türklük, Tayyiplerin, Apoların iddia ettiği gibi belli bir etnik unsuru değil bir milleti tanımlamaktadır. Türklük, ırkçılığın, mozaikçiliğin panzehiridir.” 67. sayı “Azınlık yok, tek dil, tek bayrak” sloganıyla çıkarken, 88. sayıda çok konuşulan başlık atılır: “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var”. Aynı başlıkla içeride yayınlanan Gökçe Fırat imzalı yazıda, Kürtlerin Diyarbakır merkezli olmak üzere, Kurtuluş Savaşı’ndan itibaren kontrollü bir şekilde çevre illeri istila etmeye başladığı iddia edilir. Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na katılmadığı, aksine o günlerde Türk’lere karşı sabotajlar düzenlediği söylenirken, bu istila sürecini PKK’nın yönettiği belirtilir. Ancak Çulhaoğlu bu yazısında, örgütün, kurulduğu tarihten, yani 1978'den öncesini, nasıl yönettiğini açıklama gereği duymaz.

89. sayıda ise Gökçe Fırat “Türk oğlu Türk kızı Türklüğünü koru” başlıklı, yine çok ilgi uyandıracak, bir yazı yazar. Bu yazıda, Türk kültürünün Kürt istilası nedeniyle tehlikede olduğuna, bu nedenle Türk gençlerinin bazı önlemleri acilen alması gerektiğine işaret edilir. Gökçe Fırat özetle şunları söyler: 1.Her Türk, alışverişini mutlaka Türkten yapmalıdır. 2. Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Kürtçe dizi izlememeli, Kürtçe müzik çalan dolmuşa binmemelidir. 3. Türk şehirlidir, Kürtler köylüdür. 4. Türkler yemeklerine sahip çıkmalıdır, kebaptan, lahmacundan uzak durmalıdır. ve “ 5. Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokan’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.”

Türksolu daha sonraki sayılarında “Kürt varsa, sorun var”, “Atatürk ve Kürtler”, “Kürtler neden ırkçıdır” gibi yazılarla, geriye doğru bir tarih “okuması” yaparlar. Bu çabalarının sonucunda, Kürtlerin sadece Kurtuluş Savaşı’na katılmadıklarına değil, aslında Kürt diye bir halkın ve Kürtçe diye bir dilin hiçbir zaman varolmadığı sonucuna ulaşırlar. Kürt halkı, emperyalistler tarafından “laboratuvar koşullarında” üretilmiş, Kürtçe ise komşu dillerin bir karışımından var edilmiştir. Buradan çıkartılması gereken siyasi sonuç ise, Kürtlerin silah bırakması ve Kürt hareketinin ortadan kalkmasının değil Kürt kimliğinin ortadan kalkmasının gerektiğidir Türksolu’na göre. Bu siyasi sonucun pratik çıktısı ise bütün Kürtlerin terörist olduğu ve onlarla mücadele edilmesi gerektiğidir.

Türksolu, bu ırkçı tarihi senaryonun verdiği motivasyonla daha da saldırganlaşmaya başlar. İlerleyen sayılarda, CHP’nin Kürtçüler tarafından ele geçirildiği, MHP’nin Kürt işbirlikçisi olduğu açıklanır. Newroz’un (onlara göre Nevruz), Kürt değil Türk bayramı olduğu söylenerek, kutlamaları yapılmaya başlanır.

TÜRKSOLU’NUN KİTLE SEFERBELİK ÇABALARI

Irkçı rotada yayın faaliyetini devam ettiren Türksolu, uzun süre uzak kaldığı sokaklara inmenin vaktidir diyerek 2007 yılında Milli Mücadele Derneği’ni kurar. Bu süreçte ciddi bir efor sarfeden ekip, neredeyse her üniversitede, her akademisyenin odasında Türksolu dergisinin görüleceği bir kampanya başlatırlar. Bu kampanyanın bir diğer yöntemi de, kapı kapı dolaşarak dergi satmaktır. Bu yazıyı okuyan birçok İstanbullu, evinin kapısında biten Türksolu satıcılarıyla karşılaşmış olmalı. Ancak ekibin asıl amacı dergicilikten kurtulup, bir siyasi hareket haline gelebilmektir. Bu amaçla, ilk önce 23 Nisan 2007'de Çağlayan’da düzenlenen Terör’ü Lanet Mitingi’ne “Ordu Irak’a” dövizleriyle katılırlar. Bu provokatif dövizler nedeniyle mitingin düzenleyicilerinden ÇYDD ile sert bir tartışma yaşarlar. Aynı yılın aralık ayında ise “Alışverişimi Türk’ten yapıyorum, param PKK’ya gitmiyor” sloganıyla bir kampanya başlatırlar. Kaya Ataberk kampanya çağrısında şunları söyler: “Türklüğe ve Türk’e her anlamda sahip çıkmalıyız. Bu nedenle alışverişimizi Türklerden yapmalıyız. Hiçbir yerde Türkçeden başka dil kullanmamalıyız, kullananlara da taviz vermemeliyiz. Türk müziği dinlemeliyiz, Türk yemeği yemeliyiz” Yine bu çağrılarda esnafla müşteri arasında geçen hayali diyaloglar yazılıp, ırkçılığın gündelik pratikleri teşvik edilir. Çıkartmalar, bildiriler, rozetlerle bu ırkçı kampanyayı yaymaya çalışırlar, ancak başarılı olamazlar (Aynı dönemlerde, batıdaki kasabalarda Kürtlere yönelik linç girişimlerinin ilk hedeflerinin Kürtlere ait dükkanlar olması, bu kampanyanın sonucu değil çıkış nedenidir).

2009 yerel seçimleri öncesi Türksolu kitleleri Kürtlere yöneltebilmek için girişimlerini artırır. 31 Ağustos’ta çıkan “Şehidine sahip çık Türkiye!” başlıklı 251. sayısıyla batıdaki halkı “ayağa kalkmaya” çağırır. 258. sayıda ise “Dağa çıkanı da, dağa çıkartanı da, dağdan indireni de, hepsini asacağız” başlığı kullanılır. 280. sayıda, Ahmet Türk’ün Samsun’da uğradığı saldırıya binaen “Bölücü Ahmet’e Türk yumruğu” başlığıyla Ahmet Türk’ün saldırıya uğradıktan sonraki fotoğrafı konulur. Kasım ayında İzmir’de BDP konvoyunun saldırıya uğraması üzerine yerinde duramayan Türksolu “Güzel İzmirli… Bil ki eline aldığın taş değil yüreğindir…” başlıklı bir bildiri hazırlayarak, İzmir’de yaygın olarak dağıtır. “Yurdunu işgal edenlere karşı elbette Atatürk’ün Bursa Nutku’nda dediği gibi “taşla, sopayla, elinde ne varsa” direniyorsun” denilen İzmir halkına daha fazla direniş çağrısı yapılır.

Türksolu ekibi, asker kayıplarının artmasıyla arzuladığı ortamın doğduğuna inanarak çalışmalarına daha da hız verir. 2010 yazında “Apo Asılsın” kampanyası düzenler. İstanbul, İzmir, Balıkesir gibi şehirlerde masalar açılarak, halktan imza toplanır. Aynı dönem, Apo’nun asılmasının yanında Kürtlerin de tehcir edileceği vaat edilir (Tabii ki Ermeni tehciri hatırlatılarak). Gökçe Fırat, halka yönelik propagandalarını arttırdığı bu süreçte, Ülkücülere de seslenir. “Ülkücüye mektup: artık uyanma vakti bozkurt” yazısıyla, Ülkücüleri, kendilerini sokağa çıkmaktan alıkoyan lider ve reislerinden kopup sokağa çıkmaya davet eder, onlara gerçek bir milliyetçi politika vaat eder.

Türksolu’nun bu kampanyaları süreklilik kazanır, 2011 yılında “BDP kapatılsın” ve “Meclis’te terörist istemiyoruz” kampanyaları düzenlenir. Ağustos ayında Türksolu “Al sopanı çık sokağa Türkiye” kapağıyla çıkar. Halk sokağa çıkmaz ama, ekip çıkar. Koltuk altlarında kalaslarla katıldıkları eylemler düzenlerler. Bu süreçte yapılan eylemlerde kadın ve çocukların yoğun şekilde bulunmasını, bu grupta uzun süre yer almış Bahri Güner Ulusal Kanal’da şu sözlerle açıklar: “Bildiri dağıtırken yanımıza kadın ve çocuk veriyordu (G. Fırat’tan bahsediyor-etk). amacı şuydu bence, birimize bir tane PKK’lının gelip bir bıçak sokması, onun arkasından da kendisine pay çıkarmasıydı, ama amacına ulaşamadı.”

Milli Mücadele Derneği de başarısız olunca, bu sefer siyasi parti formunun denenmesi öngörülür ve 2010'un mart ayında Ulusal Parti kurulur. Genel başkanı Gökçe Fırat olan parti, birçok ilde binalar açar. 2011 seçimlerine, İstanbul, İzmir, Mersin, Balıkesir’den bağımsız adaylarla katılan partinin seçim sloganı “Balıkesiri PKK’dan Kurtaracağız”, “Mersin’i PKK’dan Kurtaracağız” şeklindedir. Adaylar yaptıkları konuşmada, kentlerin en büyük sorununun Kürt istilası olduğunu, bunu sona erdireceklerini söylerler. Ancak seçimler UP için hüsranla sonuçlanır.

Türksolu basın ahlakını da hiçe sayan kapaklarının ilkini ekim 2011'de yapar. “İşte özlenen fotoğraf” başlığının altında, Atatürk heykeli önünde parçalanmış şekilde iki gerilla ölüsünün olduğu bir fotoğraf bulunmaktadır. İkinci kapaksa geçtiğimiz ay yayınlanan ve kapakta yine parçalanmış gerilla ölülerinin başında eğlenen askerlerin fotoğrafının kullanıldığı kapaktır, başlık ise şöyledir: “Teröriste ağlayan ya teröristtir ya ittir”.

FAŞİZM?

Yaptığımız bu uzunca Türksolu tarihi özetinden sonra, Türksolu ekibinin tipik bir faşist örgüt yapılanması olduğunu söyleyebiliriz. Bunu anlamak için önce faşizm kavramını tartışmak gerekiyor. Faşizm, (yanlış olarak) şu an AKP ve mevcut düzeni nitelemek için kullanılıyor olsa da, kendisi özgün bir politik ve örgütsel durumdur. İlk başarılı örneklerini İtalya ve Almanya’da sergileyen faşizmin sınıfsal ve bilimsel analizini Lev Troçki yapmıştır. Troçki Alman faşist partisi Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP)’nin gelişimini ve ona karşı gelişen (ya da gelişemeyen) mücadeleyi incelediği Faşizme Karşı Mücadele (Yazın Yayıncılık) kitabında faşizmin kitle tabanının oluşumunu şöyle açıklar: “İflastan kurtulamayan küçük mülk sahiplerinin, bunlardan üniversitelerden çıkıp da iş ve müşteri bulamayan oğullarının, çeyizsiz ve nişanlısız kalan kızlarının karanlık durumları ve bitmek bilmeyen yakınmaları, düzen ve otorite talebini doğurdu… Küçük burjuvazi maddenin ve tarihin üstünde duran ve rekabetten, enflasyondan, bunalımdan ve açık arttırmalı satışlardan etkilenmeyecek olan daha yüksek bir otoriteye ihtiyaç duymaktadır” (s.446). Yükselen bir işçi sınıfı hareketinin olduğu bir dönemde, üstelik ekonomik kriz nedeniyle yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği bir ortamda, yönetici sınıflar için, kendisine de kısmen zarar verebilecek otoriter bir hareket, işçi sınıfının iktidarı almasından daha iyidir. Bu nedenle faşizm yönetici sınıflar için bir imdat frenidir, denebilir. Faşist örgütlenme, hoşnutsuz küçük burjuvazinin örgütlü hareketidir. Maddi koşulları kötüleşen bir Alman esnafı için en kolay düşman Yahudi esnaf ve patronlardır. Onun en kolay motive olabileceği alan ise ırkının “üstün” özellikleridir. Bu gerçeklerden yola çıkan faşist örgüt, kitlelere ırk olarak yönetimsel anlamda daha üstün duruma gelmeyi, patronlara ise işçi sınıfını yok etmeyi vaat eder. 1919 yılında kurulan Alman faşist partisi, kurulduğu dönem çok küçük bir azınlığın örgütüydü ve yazdıkları saçmalıktı. Hitler’in 1923'teki başarısız darbe teşebbüsünden sonra hapiste yazdığı Kavgam kitabındaki, birbirinden kopuk, spontane, retorikten ibaret yazıları, onu okuyan birçok solcuya saçma gelmiş, ama o yüzbinleri etkileyebilmiştir.

Son dönem Avrupa’da gelişen neo-Nazi örnekleri de incelendiğinde aynı yöntemin kullanıldığı görülmektedir. Üniversite mezunu işsizlerin/ya da potansiyel işsiz öğrencilerin örgütlendiği, gizli servisle ortak çalışan bu örgütlenmeler, sürekli göçmenlere saldırmaktadır. Göçmenlere yönelik provokasyonlar örgütleyen bu ekiplerin ikinci hedefleri ise soldur. 1996 yılında 0.07 gibi kayda değer olmayan bir oy alan Yunanistan’daki neo-Nazi parti Altın Şafak, bu sene düzenlenen seçimlerde yüzde 7 oy almış, son araştırmalara göre de desteğini yüzde 14 seviyesine çıkarmıştır. Göçmelerin işlettiği dükkanlara ve açtıkları tezgahlara saldırılar düzenleyen, sokaklarda kimlik kontrolü yapan, polis destekli, bu faşistler göçmenlerin yoğun olduğu mahallerde oy oranlarını yüzde 20'ye kadar çıkartmıştır, çünkü halka mahallerini göçmenlerden kurtarmayı vaat etmişlerdir.

BİR FAŞİST KİTLE SEFERBERLİĞİ DENEYİ OLARAK TÜRKSOLU

Dünyadaki faşist hareketlerle karşılaştırdığımız zaman, Türksolu’nun amacı daha iyi ortaya çıkmakta. Yunanistan’ın, son seçimlerde büyük hüsran yaşayan, aşırı sağ partisi LAOS’un politikasını MHP ile Altın Şafak’ı ise Türksolu’yla karşılaştırmak sanırım hata olmaz. Çünkü Türksolu özellikle 2005'ten sonra kesin bir şekilde, faşist kitle seferberlikleriyle, kitle önderi olma politikasını gütmektedir. Onun da programı, tıpkı Nazilerin bütün siyasi akımları (liberalizm, sosyal demokrasi, sosyalizm) reddettiği gibi, bütün yabancı akımları reddeder, yüzde yüz Türk bir politika sunduğunu iddia eder. Onun da isminde, tıpkı Nazilerde sosyalist ve işçi olduğu gibi, popülist bir eklenti olarak Sol ismi vardır. Onun da temel vaadi, tıpkı Nazilerin Yahudi sermayesini ortadan kaldırması gibi, Kürt sermayesini ve işgücünü ortadan kaldırmaktır. Onun da yakın vadede temel amacı, tıpkı Hitler gibi, Gökçe Fırat merkezli bir lider kültü, bir kurtarıcı miti yaratmaktır. O da, tıpkı Hitler Gençliği isimli örgüt gibi, bir paramiliter güç olarak Genç Türk isimli bir örgütlenmeye gitmiştir. O da, tıpkı günümüzdeki Alman ve Yunan neo-Nazileri gibi devletle gizli kapaklı işler yürütmektedir. O da, sürekli olarak örgütsel formunu değiştirerek, her yolu deneyerek, politika alanına açılan her kapıyı zorlamaktadır. Bunu yaparken, bir argümanı diğerini tutmayan yazılarla, bir sayfası diğerini karşılamayan dergilerle eklektik ve gerçek olmayan bir tarih ve politika üretmektedir.

Türksolu’nun bugün büyüyememesinin temel sebebi yönetici sınıfların böyle bir örgüte ihtiyaç duymaması. Ancak, son on yılda Dünya Türk Olsun’dan Atsız’lara kadar birçok neo-faşist örgütlenme deneyinin en ısrarcısı ve en gündemde olanı Türksolu’dur. İnegöl, Dörtyol, Altınoluk ve Zeytinburnu gibi Kürt halkına yönelik ırkçı kalkışmaları, içerisine girip daha da kışkırtmaya çalışan bir ekiptir aynı zamanda bu. 29 Ekim ve 10 Kasım’da, çoğunluğun onlardan habersiz ve bağımsız gelmesine rağmen, binlerce kişiyi alanlarda toplayabilen, onlara hitap edebilen bir faşist örgüt her zaman tehlikelidir.

spotdergi

http://www.soldefter.com/2012/11/13/aydinlik-gazetesinin-bile-mit-dedigi-turk-solu-dergisi-sosyal-fasizmin-ayak-sesi/

***

YABANCILARA TOPRAK SATIŞI VE TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ

YABANCILARA TOPRAK SATIŞI VE TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ 



BEN ÖLÜRSEM.., SATLIK ÜLKE.
Mahmut Özyürek Ben ölürsem..,


14 Temmuz 2014 Pazartesi



Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Dern.
Isparta Şb. Bşk., 13.7.14

Yabancılara toprak satışı emperyalizmin Doğu’ya yönelttiği beş silahtan biridir.

Bu silah 19. yüzyılda Osmanlı’ya karşı da kullanılmıştır.

O zamanın büyük devletleri maliyesi bozuk Osmanlı’dan, bazen para karşılığında, bazen tehdit ederek birçok ödün almıştır. Bunlardan biri de yabancıya toprak satışıdır.
Bir ihanet olan bu uygulamaya Atatürk döneminde son verilmiş, ne yazık ki AKP ile birlikte Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde 2003 yılında yeniden başlatılmıştır. Böylece Lord Curzon, Lozan’da cebine koyduklarından birini daha çıkarıp önümüze itmiştir.
Atatürk, Osmanlı Devleti’nin başına gelen Batı kaynaklı felaketlerden ders aldığı için Türkiye Cumhuriyeti’nde yabancıya toprak satışını son derecede zorlaştırmıştı. Ne var ki toprak satışları bütün diğer belalar gibi AKP döneminde yeniden başladı ve çok vahim sorunları peşi sıra sürükleyerek kısa sürede büyük bir ivme kazandı.
Cumhuriyet tarihinde hiçbir hükümet bu performansı tutturamadı. Sekiz yıldır en değerli topraklarımız hızla yabancıların, İngiliz’in, Alman’ın, Fransız’ın, Yunan’ın tapulu malı haline geliyor. 2003-2010 yıllarında, yani AKP iktidarı boyunca yabancılara satılan toprak miktarı rekor seviyeye çıktı. Kasım 2010 itibariyle yurt genelinde 110 bin 514 yabancı gerçek kişiye, toplam 69 milyon metrekare taşınmaz satılmış bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin 80 yılında satılan toprağın dört katı sadece 8 yıl içinde yabancıların oldu: 52 milyon metrekare!…
(Bkz. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Resmi İnternet Sitesi, Yabancı Mülkiyeti Türkiye Geneli, http://www.tkgm.gov.tr/yabancilar)
“Türkiye Batı’nın gözdesi!…”
“Türkiye yabancı emlak alıcılarının yeni gözdesi!…”
Böyle yazıyor İngiliz dergileri. Dikkat isterim, “gözdesi” demiyor, “yeni gözdesi” diyor. Demek ki Türkiye, AKP sayesinde birilerinin eski gözdesini tahtından indirmiş. Başka bir deyişle öncekinin işi bitmiş, sıra tazesinde… Aynı dergilere göre Türkiye “bir içim su” imiş. Kış mevsimi ılıman, Nisan ayından ta Kasım ortasına kadar güneşli, sahilleri nefes kesiciymiş. Özellikle kıyı bölgeleri cennetten bir köşe imiş…
Eminim, bu övgüleri okuyunca etkilendiniz, birçoğunuzun göğüsleri kabardı…
Çünkü bizi buna şartlandırmışlar. Şunu işlemişler kafalarımıza: Batılı üstündür,
o ne derse doğrudur, ne yaparsa iyidir, onun övgülerine mazhar olmak güzel şeydir, bir ayrıcalıktır. Ama işin çok acı başka bir tarafı vardır ki onu gizlerler bizden. İşte ben bu gerçeği aşikâr eden bir paragrafı İngiliz gazetesi Times’in [12.2.1856] sayfalarından aşağıya alıyorum. Yazı 1856 Islahat Fermanı’nda İngiltere’ye Osmanlı ülkesinde yabancıya mülk edinme hakkının tanınacağı hükmünün yer alması üzerine kaleme alınmıştır:
“Yabancıların toprak satın almalarının önündeki tüm engellerin kaldırılması … kısa zamanda büyük sonuçlar doğuran diplomatik çabaların bir sonucudur. Önümüzde zengin ve işlenmemiş bir ülke var. Batı’nın sermayesi bu ülkeye girebilir ve ona sahip olabilir. Bu sebeple, zamanın lehimize işlemesinden hoşnut olabiliriz.”
Pasaj bu!… Özellikle şu ifadelere dikkat edelim: İşlenmemiş bir ülke (Yani Türkiye), o ülkeye sahip olma (yani Türkiye’ye), zamanın lehlerine işlemesi!…
Bu satışların önümüzdeki 25 yıl, 50 yıl boyunca da devam edeceğini düşünün… Ne olacak Türkiye’nin hali? Tapusu yabancı sermayenin elinde olan, bütün ekonomik varlıkları özellikle Yahudi, Ermeni, ve Rum sermayesi tarafından teslim alınmış bir ülkeye dönüşecek Türkiye…! Bu gidişle Silahlı Kuvvetlerimiz de zamanla “yabancı sermayenin jandarmalığı”nı yapma konumuna düşecektir.
Toprak satışını haklı göstermek için çoğunlukla karşılıklılık ilkesi ileri sürülür, bu ilke; yasayı savunanların cankurtaranıdır; “biz de o ülkelerde mülk alıyoruz, canım” deyince, akan sular durur, tartışma biter. Oysa gerçek farklıdır. Karşılıklılık ilkesi tehlikeyi gidermez, tersine artırır, üstelik gerçeklerin görülmesini engeller.
Karşılıklılık ilkesi mevcut şekliyle Türkiye’nin aleyhinedir. Çünkü ülkelerin “yapısal farklılığı” hesaba katılmıyor. Bir yanda dünya servetinin en büyük bölümüne sahip, ortalama kişi başına yıllık geliri 30-40 bin dolar olan ülkelerin vatandaşları, öbür yanda kişi başına geliri yılda 3 bin doları bulmayan, yoksul Türk köylüleri…

Eğer Türkiye’de Türkler her bakımdan güçlü, örgütlü, bilinçli ve donanımlı olsalardı, yabancılara toprak satışından gocunmamız için hiçbir sebep olmazdı. Diyebilirdik ki, biz Türkler de gider, sözgelimi Batı Trakya’da, Bayır-Bucak’ta, Kuzey Irak’ta veya Türkler için millî ve tarihî değeri olan bir başka yabancı ülkede bunun kat kat fazlası toprak alırız. Türk Devleti de bu durumu millî siyaset ve millî hedefler bakımından değerlendirir ve belki de -el altından destekleyip- yönlendirirdi. Bugün ortada ne böyle bir devlet ve ne de bir millet var. Türkiye Türkleri, bırakın yabancıların sömürüsünü -ki buna artık alışmış ve alıştırılmıştır- dahası içimizdeki “yerli-yabancılar” tarafından da alabildiğine sömürülmektedir.



Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yabancıya toprak satışları serbest değildir, kurallara bağlanmıştır. Örneğin; İspanya, Danimarka, Norveç ve İngiltere’de toprak millîdir. Bu konuda koruyucu kanunlar vardır, birey ve toplum yeterli ölçüde bilinçlenmiştir. Yabancıya ev satılmaktadır; ama toprak satılmamaktadır.
İngiltere’de “Toprak devletin asli unsurudur” anlayışı geçerlidir, yani İngiltere toprakları Büyük Britanya Kraliçesi’ne aittir ve 49-99 yıllığına kendi vatandaşlarına dahi kiraya vermektedir. Satış yapılınca, arazinin tapusu verilmez. Halk, sadece toprağın üzerine dikilen konut ve işyerlerinin kullanım hakkına sahiptir.

İsrail’de de topraklar devletin olup yüzde 5’i vatandaşın, yüzde 13’ü Yahudi Ulusal Fonu’nundur.

Türkiye’de ise toprak millî değildir. Yani ülkemiz “mutlak mülkiyet tapusu” vermektedir. Türkiye’de satışlar, yabancıları dahi şaşırtan bir kolaylıkla sürüp gitmektedir. Peki ne için; ne amaçla?…

Olaya geniş perspektiften bakınız: Yabancılara toprak satışları, yabancılara maden satışları, Türk görünümlü yabancı şirketler, misyonerlik faaliyetleri, kiliselerin açılması, yabancı vakıflar kanunu, dinler arası diyalog, ılımlı İslam, Büyük Ortadoğu Projesi, Siyonizm, azınlıklarla ilgili yasalar, özelleştirmeler, vb. vb.…

Çoğumuz ince gözlem yapmaya üşendiğimiz, meseleyi bütün yönleriyle düşünemediğimiz için, yabancılara toprak satışına kayıtsız kalıyoruz.
Para, refah, büyüme her şey demek değildir; onur, haysiyet, bağımsızlık denilen değerler de vardır. Türkiye gibi özel bir tarihi ve stratejik konumu olan ülkede, yabancıların arazi ve emlak edinmesi salt bir mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez.

SONUÇ

1) Yabancılara toprak satışında Binde 5 sınırının il boyutunda belirlenmesi yanlıştır. Bu oran “idari birim” boyutunda belirlenmeliydi. Ya da uygulama buna göre yapılmalıdır. İlçelerde, daha küçük birimlerde binde 5 ölçütü bu birimlerin kendi alanlarına uygulanmalıdır. Aksi halde toplam satışlar il alanına vurulduğunda binde 5 sınırını aşar. Bir örnek: İl alanı 1000 birim olsun, binde 5 itibariyle satış sınırı 5 birim olur. Bu ilin her birinin alanı 500 birim olan iki ilçesi olsun. Satışlara yine binde 5 uygulanırsa sınır aşılmaz: (2,5 birim) artı (2,5 birim), (5 birim) eder ki bu da il yüzölçümünün binde 5’i eder. İl yüzölçümünün binde 5’i olan 5 birim her ilçeye ayrı ayrı uygulanırsa sınır aşılır: (5) artı (5) toplam olarak 10 birim olur. Bu da il alanının binde 10’u eder. Dahası ilçe sayısı arttıkça, sınırı aşma derecesi üç, dört,… katına çıkacaktır.
Binde 5 oranının hesaplanmasında paydaya, toplam alan değil iskâna, ekonomik faaliyete elverişli, verimli ve değerli alanların yüzölçümü alınmalıdır. Yabancı, gidip dağın başında arazi satın almıyor.
2) Yabancıya toprak satışları, misyonerlik faaliyetleri ile birlikte düşünülmeli, satışlar bu açıdan ayrıca analiz edilmelidir.
3) Yabancı şirketlerin, toprak alımlarında Türk görünümlü aracı şirketler kullandıkları anlaşılıyor. Bu yola neden gidiyorlar? Ciddî araştırmalar, başta “parafesör”lerimiz, üniversite öğretim üyelerimizi bekliyor.
Özellikle İsrail ortaklı yerli şirketler mercek altına alınmalıdır.
Yabancıya toprak satışında “gizli satış” uygulaması vardır, araştırılmalıdır.
4) Toprak satışı sürecinde görünürdeki iyi niyetler (üretim, teknoloji getirme,…) arka planda kötü niyetleri gizlemek için kullanılabilmektedir.
5) Türkiye’deki her toprak alımını bireysel girişim olarak görmek yanlıştır. Toprak satın alan İsrailli ve diğer ülke vatandaşlarının arkasında güçlü lobiler olduğuna dair işaretlere rastlıyoruz. Toprak alan yabancılar arasında daha önce Türkiye’den göçmüş Ermeni ve Rumların torunları vardır. Bunların gizli bir plan çerçevesinde hareket etmeleri olasılığı çok yüksektir.
6) Topraklar yalnızca toprak olarak değil, altındaki maden kaynakları için de satın alınabilmektedir. Dolayısiyle yabancıya toprak satışı derken, bu boyutu da göz önünde tutmak gerekir.
7) Yabancıların gayrimenkul edinmeleri sınırsız ve koşulsuz olamaz. Dileyen her yabancı, Türkiye’nin her yerinde gözüne kestirdiği her arsayı, her tarlayı, her binayı parasını bastırıp alamamalıdır.
8) Yabancıya mülk satışları konusunda halk bilinçsizdir. Aydınlatılmalı, uyarılmalıdır.
9) Karşılıklılık ilkesi liberalizmin hukuk alanına uygulanmasından başka bir şey değildir. Bu sebeple ideolojiktir. Mütekabiliyet gerekçesi ancak eşit güçte olan ülkeler arasında bir anlam ifade eder. Oysa Türkiye bu bakımdan ABD ve Avrupa ülkeleri karşısında dezavantajlı bir durumdadır. Bu sebeple Diğer ülkelerdeki satışları örnek olarak göstermek yanlış bir muhakemenin ürünüdür. Bu husus Türkiye’nin jeopolitik durumu, potansiyeli bakımdan da doğrudur.
10) Hükümetin yabancılara toprak satışını serbest bırakmasının temelinde yalnızca AB’nin talep ve baskısını görmek eksik bir yaklaşımdır. Konu emperyalizm boyutunda değerlendirilmeli ve yorumlanmalıdır. Nitekim 1856’da Osmanlı’ya da toprak satışı dayatılmıştı.
Ortadoğu ülkelerinde, dolayısiyle Türkiye’de yabancılara toprak satışı, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin araçlarından biri olabilir.
11) Çağımızda ülke savunması öylesine karmaşıklaşmıştır ki, sadece silahlı savunmaya indirgenemez. Ordu yurt savunmasını her alanda takip eder: Ekonomide, yabancı sermayede, özelleştirmede, dış borçlanmada, azınlık konularında, tabii yabancıya toprak satışında da… Ülkenin savunması bu noktalardan başlar. Eğer bu cepheler ihmal edilirse, koşullar öyle bir duruma gelir ki silahlı savunma hiçbir işe yaramaz.
12) Azınlık faktörü Batı’nın bizim gibi ülkeleri çökertmek için kullandığı 5 silahtan biridir. Toprak satışları AKP iktidarına bu silahı güçlendirmek için dayatılmıştır.
İşin bu yönü çok önemlidir. Toprak satışlarına bu gözle bakmalıdır.
13) Yabancıya toprak satışının uluslararası boyutları ile gelecekte doğuracağı sorunlar titizlikle araştırılmalı ve ortaya konmalıdır. AKP hükümetinin bu çalışmayı yapmadığı anlaşılıyor.
14) Bütün bu sebeplerden dolayı, yabancılara toprak satışları
Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarına aykırıdır, derhal durdurulmalıdır. 8 Aralık 2010 01:19, Yunus Yıldız / Mesajhaber.com

Kaynakça

_  Prof. Dr. Cihan Dura, Türkiye’de Yabancılara Toprak Satışı Üzerine Gözlemler ve Hipotezler
http://www.cihandura.com/index.php?option=com_content&task=view&id=47&Itemid=63
_  Prof. Dr. Cihan Dura, Yabancılara Toprak Satışı: Gafletin Boyutları
http://www.cihandura.com/index.php?option=com_content&task=view&id=279&Itemid=63


https://ankhukuk1.blogspot.com/2014/07/yabancilara-toprak-satisi-ve-turkiyenin.html?


***

Bir ittifak çağrısı ve CHP

Bir ittifak çağrısı ve CHP 


Baykam'dan CHP'ye 'solda ittifak' çağrısı,
10.02.2004 - 00:01

CHP eski Parti Meclisi üyesi, ressam-yazar Bedri Baykam, CHP'yi, Mahalli İdareler Genel Seçimleri'nde, ''öteki sol partilerle ittifaka'' veya ''alan paylaşmasına gitmeye'' davet etti.İstanbul'daki Taksim Hill Otel'de basın toplantısı yapan Baykam, Türkiye'nin kritik bir noktadan geçtiğini savunarak, ''CHP'yi yönetenler geçmiş seçimlerde yaşanan oy bölünmelerinden ders almaya, öteki sol partilerle ittifaka veya alan paylaşmasına gitmeye mecburdur'' dedi.     CHP'nin sorumluluklarının bugün her zamankinden daha fazla olduğunu vurgulayan Baykam, şunları söyledi:     ''Türkiye'nin ulusal bütünlüğü ve 3. bin yılda adım adım nerelere sürükleneceğini bugün CHP'nin alacağı kararlar önemli ölçüde belirleyecektir. Türkiye'nin sosyal demokratları bir güç birliğine gitmezlerse 29 Mart sabahı kimin ekmeğine yağ sürdüklerini görürler. Bu işbirliği çağrısını yapmak ve görüşmeler yaparak sonuçlandırmak CHP'nin lider kadrosunun görevidir ve bunun tam zamanıdır.''      

CHP'NİN 30. OLAĞAN KURULTAYI     

Bedri Baykam, CHP'nin 30. Olağan Kurultayı'nda yapılan tüzük değişikliği ile genel başkanlığa adaylık başvurusu yapamadığını da hatırlatarak, kurultayda alınan kararların icrasının durdurulması ve iptaline ilişkin olarak Ankara 5. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açtığı dava hakkında da bilgi verdi.     Davanın duruşmasının 2 Mart Salı günü görüleceğini ifade eden Baykam, kurultaydan kısa süre önce yapılan tüzük değişikliğinin Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu'na aykırı olduğunu savundu.


Bedri Baykam - 
CHP’NİN TEHLİKELİ İKİLEMLERİ,
BEDRİ BAYKAM



    Geçen hafta “Seyit Rıza” meselesi üzerinden yaşanan kriz, CHP açısıdan da son derece kritik bir yol ayrımına işaret ediyor. CHP yaşanan ağır tartışmaları yok sayarak bu ideolojik çifte başlılığına acilen son vermezse, önümüzdeki her seçim sürecinde hayal kırıklığı yaşamaya mahkum.
    Kılıçdaroğlu, Genel Başkanlık koltuğuna oturduğundan beri “ezber bozmak” adına -ANAP’ın “dört eğilim”sapmasını hatırlatan bir tavırla- liberal, ılımlı islamcı, Kürtçü, yani CHP’nin genel ideolojisi ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı milletvekilleri, Parti Meclis Üyeleri seçtiriyor. CHP lideri bu sayede Partisine hem Güneydoğu’dan, hem “müslüman” siyaseti (!) öne çıkaranlardan hem de merkez liberallerinden oy akacağını sanyor. Üzerinde durmaya bile gerek yok, bu oportünizm kokan ideolojik biçim bozmanın bir geri adım dönüşü olacağını sanmak en iyi ihtimalle aşırı iyi niyet veya siyasi saflık.
CHP, Kılıçdaroğlu döneminde yaşadığı seçim ve referandum süreçlerinde beklenen oy patlamasını yapamadığı gibi, neredeyse birçok açıdan Baykal CHP’sinin gösterdiği potansiyel yükseliş ivmesinin beklentilerinin gerisinde kalıyor. Büyük umutlarla ve hatırı sayılır bir rüzgarla başlayan bu serüven, bu nedenlerle şimdilik yarattığı umudu dağların arkasına bıraktı. AKP bu sayede 10 yıldır iktidarda olmasına ve halktan bu kadar tepki görmesine rağmen karşısında kendisini yerinden edebilecek bir muhalefeti bile olmayan Parti oldu. Dikensiz gül bahçesinde gezinerek yarattığı tek sesliliğin keyfini Parlamento’da çıkarıyor.
CHP “herkese yaranayım” mantığıyla şekillenen kaygan tavırlarıyla kendisi için marjinal sayılabilecek kesimlerden oy alamadığı gibi, esas kendi arka bahçesi olan Ulusalcı, Atatürkçü, Cumhuriyetçi-Demokrat insanların ışık hızıyla Parti’den uzaklaştığını göremiyor. Bırakın seçmenleri veya üyeleri, CHP’nin yönetim organlarında yer alan insanlar, sürekli muhatap oldukları bu “Y-CHP” saldırısından kaçarak istifa ediyorlarsa veya Parlamento Grubu’nda kazan kaldırıyorlarsa, artık Parti için oturup düşünme vaktidir. Bütün bu şizofrenik parçalanma ve kafa karışıklığının kökeninde Kılıçdaroğlu ekibinin “CHPli gibi CHPliler”yerine her çeşit ithal düşünce sahiplerini öne çıkararak seçimlere ve Parlamento’ya girmeleri ve de üstelik bu sapmalardan övünmeleri yatıyor. Gerek cemaate yakın Kürtçü siyaseti seslendiren milletvekilleri, gerek Parti’ye açık açık Atatürkçüleri tasfiye etmeleri gerektiğini anlatan 2. Cumhuriyetçi-liboş yandaş gazetecilerle “düşünürlerle” (!) kurulan sıkı diyaloglar, ortaya rahatsız ediciden öte bir “ne olduğu belirsiz” Parti yapısı çıkarıyor.

Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun sürekli olarak muz kabuğuna basarcasına üzerine gidip yere yuvarlandığı “anakronizm” hastalığından söz edelim: Parlamento grubunda milletvekillerinin cesur çıkışlarıyla engellenen, Hüseyin Aygün’ün “Seyit Rıza’ya iadeyi-i itibar” yasa tasarısı tartışılırken “Seyit Rıza’yı yargılayan mahkemeler de özel mahkemelerdir. Biz özel mahkemelere karşıyız” demesi bunun çok tipik bir göstergesi. Kılıçdaroğlu‘nun değerlendirmelerinde dönemler, yıllar, yorumlar, ulusal ve uluslararası şartlar, hepsi birbirine karışmış. “Devrim yasaları ve İstiklal Mahkemeleri olmasaydı, ortada Türkiye Cumhuriyeti mi olacaktı?” sorusu, Genel Başkan’ın aklına bile gelmiyor. Neredeyse “Fatih İstanbul’u alırken sosyal medyadan eğilim araştırması yaptı mı” veya “Fetih’in facebook sayfası var mıydı?” sorusuna yanıt arayacak. Sn. Kılıçdaroğlu’nun 20. yüzyıl Türkiye siyaseti ve yakın tarihimizi yani Menemen’i, Dersim’i, Seyit Rıza’yı,  Said-i Nursi’yi, İnönü dönemlerini, 27 Mayıs’ı ele alış şekilleri, bu nedenle sorunludan da öte. 

Yaşanan her olay, o günün şartları ve gerçekleri içinde ele alınmaya mecburdur, bizden hatırlatması!
          
Kılıçdaroğlu’nun geçen hafta Parti’ye yine travma yaşatan Aygün’ü uyarması ve “Parti politikalarına aykırı ve grup onayından geçmemiş yasa önerilerini kamuoyuyla kimsenin paylaşmamasını” istemesi iyi bir başlangıç. Ancak yine de CHP Genel Başkanı’nın iktidar alternatifi olabilmek için kimlerle ittifak yapması gerektiğini anlaması ve Parti’nin yörüngesini sağlam bir rotaya oturtması zaman alacağa benziyor. Ne yazık ki Türkiye‘nin ise kaybedecek tek saniyesi kalmadı... Tabii madalyonun bir de diğer yüzü var. Sivil toplum ve diğer siyasi ulusal kanatlar CHP’ye nasıl bakıyorlar? Onu da gündem elverirse haftaya ele alacağız...




https://www.hurriyet.com.tr/gundem/baykamdan-chpye-solda-ittifak-cagrisi-38567008

***********

MALTEPE’DE YÜKSELEN DALGAYI YAKALAYANLAR VE ALTINDA KALANLAR,

 MALTEPE’DE YÜKSELEN DALGAYI YAKALAYANLAR VE ALTINDA KALANLAR,


Bedri Baykam.,
Bosna Dramından kalanlar 
11.07.2017

Maltepe’de muhteşem bir tablo vardı... Bunun nasıl olduğunu hissedebilmek için inanın katılmış olmak lazımdı. Pazar sabahı, sevgili Uğur Dündar’la buluştuk ve Beşiktaş’tan CHP İlçe örgütünün organize ettiği tekneye bindik. Yanımda sanatçı dostlar, eşim ve oğlum vardı. Teknenin içinde büyük bir heyecan ve neşe hakimdi. 3,5 haftadır, Adalet Yürüyüşü nedeniyle toplumun bilinen bütün yöntemlerle korkutulması, tehdit edilmesi ters tepti! Türkiye, Gezi’den sonra ilk defa tekrar tek yumruk bir muhalefet yakaladı. Arada çıkan cılız itiraz sesleri ise bu ortamda eridi gitti.
Maltepe’de meydanın dört bir yanında heyecan rüzgarları esiyordu. Baykal’ı, yanında uygun adımlarla yürüyen 10-12 gençle protokol tribününe giderken görüp selamladım. Yılmaz Büyükerşen’le kucaklaşma fırsatımız oldu, aynen Ataol Behramoğlu ve Orhan Aydın gibi...
Bu arada kimi yetmez ama evetçi, kimi AKP seçmeni bazı sanatçılar da ortalarda dolanıp o müthiş havadan nasiplenerek o kendi karanlık hallerini unutturmaya çalışıyorlardı! Atatürk ve Cumhuriyet’le dalga geçmeye kalkan havalarından eser kalmamıştı... Aralarında eskiden bu iktidara oy verdikleri için övünen gafiller de vardı!

KILÇDAROĞLU’NUN GELECEĞİ, ECEVİT GİBİ OLMASIN!

Kılıçdaroğlu halkına “saat 18.00’de Maltepe’de” randevu vermişti ve tam o saatte geldi! O mucize gerçekleştiği zaman, birçok kişinin benim gibi gözü yaşardı. 69 yaşında bir insan, o randevuyu 25 gün önce vermiş ve ne mutlu bizlere ki, sağlığı buna elvermişti!
1977 Haziranı’nda Taksim’de Ecevit mitinginin deneyimini yaşamış bir insan olarak konuşuyorum: Halkımızda belki uzuuunnn yıllardan sonra ilk defa, o günkü umut ve dayanışma vardı! (Pazar günkü hava, Cumhuriyet Mitinglerinden daha siyasi bir duruşa sahipti). Ama bu Ecevit kıyaslamasını yapıyorum ya, hemen ekleyeyim: Umarım Kemal Bey ileride Ecevit’e benzemez! O muhteşem 70’lerin ardından, biliyorsunuz ki Karaoğlan’ın ne Fetoculuğu kaldı ne de solu ısrarla bölen adam olma utancı! Koca bir hayal kırıklığından başka bir şey kalmamıştı kendisinden... Şimdi Kılıçdaroğlu ile tersini yaşayalım! Hayal kırıklığı yolun başında, “ekmek için Ekmeleddin” projesinde kalsın ve ileriye yalnız umut ve daha güzel günler için bakalım.
Sonuçta günün, haftanın, ayın süper starı Kılıçdaroğlu idi! Herkesin haklı sevgisi ve hayranlığı sel gibi akıyordu! İnsanlarda şaşırtıcı şekilde yıllardır kaybolmuş büyük bir aidiyet duygusu ve dayanışma ruhu kabarmıştı. Doğru, Kılıçdaroğlu biraz daha vurgulu ve şahlandırıcı bir üslupta konuşabilirdi. Televizyonda açık oturumlarda yaptığı dev ilerlemeyi, kürsüde de yapabilir ama kendisine bir hak verelim; 430 km yol yürüdükten sonra o kürsüye çıktı! Zaten bence ileride çok daha vurucu ve heyecanlı konuşmalar yapacak!

RAKAMLAR ÜZERİNE NASREDDİN HOCA HİKAYELERİ

Solun yepyeni lideri -bakmayın 7 yıldır CHP Genel Başkanı olmasına- bir saatten biraz fazla konuştuktan sonra eşiyle güvercinleri göklere özgür bırakıp gitti... Ardından sıra 2 milyon kişinin dağılmasına geldi! Kolay olmadı bizler için! 2-3 saat sürdü inanın!
Ertesi gün saat gece yarısını 1.22 geçmişken, İstanbul Valiliği sanki kendilerine sorulmuş gibi “175.000 kişinin geldiğini” ifade ederek, miting sonrası İstanbul polisinin verdiği 1,600.000 kişi geldi raporunu gölgelemeye çalışıyordu. Belli ki birileri rahatsız olmuştu! Melih Gökçek de bu eksiltme furyasına doğrudan katkıda bulundu. Ertesi gün gazetelerde Adalet Mitingini aşağılama yarışına zaten giriştiler. Meydan fotoğraflarında, komik ötesi fotoşoplarla kimse gelmemiş havası yaratmaya çalışanlarla, hakaret ustaları kendi acınası meydanlarına doluştular. Neyse, sol kesimde 1,600.000 ila 2,5 milyon arasında değişen tahmini rakamların, AKP yorum hattında 100.000’in altına indiğini de gördük. İyi ki bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı’nın 2015’te yaptığı bir konuşmada Maltepe Meydanı’nın net dolu kapasitesinin 2 milyon kişi olduğunu öğrendik de, tartışma bitti! Teşekkür ederiz kendisine. “Kendine güveniyorsan bu meydanlara gel miting yap” demişti sayın Cumhurbaşkanı, Kılıçdaroğlu da davete icap etti! İşin en matrak tarafı aynı alanın dolu fotoğraflarına “2,5 milyon-dev miting!” başlığı atan yandaş gazetelerin, bu sefer eksiltme operasyonunda düştükleri içler acısı durumdu. Biliyorum çok konuşuldu ama komedi ve yüzsüzlük abartılı boyutlara çıkınca, insan kendini tutamıyor!
Bir başka traji komedi daha vardı: Olayı gerçek boyutlarıyla vermekten fellik fellik kaçan o “ana akım merkez medya”nın durumları! İlk sorumuz şu: 15 Temmuz kutlamalarına ve anmalarına da bu kadar mesafeli duracaklar mı? Uzun canlı yayınlar filan yine yasak olacak mı, yoksa hiç mi bahsetmeyecekler? Yoksa, aksine sabahtan akşama kadar damardan yayın mı yapılacak? Zor dostum zor, Penguen TV olmak çok zor!

SİYASETE ISINAN BİR TOPLUM MU GELİYOR?

12 Eylül darbesinin üzerinden 37 yıl geçti. Getirdiği depolitizasyonun izleri hala tam silinmedi. Arada köprülerin altından çok sular aktı, inişler çıkışlar oldu ve aslında Türkiye hala siyaset yapmanın neredeyse en riskli alan olduğu ülke haline geldi. Yapabileceğiniz en standart siyasi yorumlar, “subliminal mesaj veriyorsun” adı altında soruşturma kovuşturma gözaltına alınma sebebi olabiliyor. “İnsanlar sosyal medyayı kullanmaktan bile korkuyor” derken, Maltepe’ye akın eden 2 milyon kişi, bize bir gerçeği göstermiş oluyor: Halkın kaybedecek bir şeyi kalmadığı zaman, o meydanlar her şeye rağmen coşkuyla inançla mahşeri kalabalığa ulaşıyor! Kimse bunu unutmasın. Dolayısıyla AKP genel başkan yardımcısı Mahir Ünal, Kılıçdaroğlu’nu sokak ve isyanı teşvik etmekle suçlayacağı zaman, önce kendi partisine bakmalı. Siz siyasetin Parlamento’da ve yargıda objektif ve tarafsız bir şekilde tartışılmasını zora sokarsanız, dünyanın her yerinde insanlar bu çaresizlik içinde tarihte dün ve bugün, protestoya başvurur! Bunda şaşılacak bir şey yoktur, çünkü o insanlar çaresizlik duvarının dibine itilmiş hissederler kendilerini...

AKŞENER VE KOCASAKAL FARKI ŞAŞIRTTI..

CHP’de bu Maltepe mitingi sonrası oluşan umutlu Türkiye havası çerçevesinde herkes, yönetiminden en sade üyesine kadar şımarmadan sorumluluklarının farkında olmalı çünkü Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, esas yürüyüş şimdi başlıyor...
Bu dalgayı yakalayamayanlar oldu. İnsanlar bu konuda Kocasakal ve Feyzioğlu’nu çok eleştirdiler. CHP’de siyaset yapmanın anlamını veya zorluğunu tarih üstünden çok iyi bilen biri olarak bu tavırlarıyla kendilerine bu Parti’de siyaset yapmayı alabildiğine zorlaştırdıklarını düşünüyorum. Çünkü hiç kimsenin milyonların karşısına geçip “ben sizden daha akıllıyım, daha Atatürkçüyüm, daha doğruyum, daha çalışkanım, daha mantıklıyım” diyerek bu ormanda kendine bir yol açması pek mümkün değil, hatta hiç mümkün değil. Bunu görememiş olmalarını biraz gençliklerine, biraz siyasi tecrübe noksanlıklarına bağlıyorum; çünkü dernekçilik, dergicilik, sivil toplumculuk ve reel siyaset, ilişkili ama apayrı alanlar. Benim tabii ki bu yürüyüşe karşı çıkan arkadaşların donanımından ve Cumhuriyetçiliğinden şüphem yok. Ancak önceliklerini iyi saptayamadıklarını, biraz aceleci davrandıklarını ve tabloya makro açıdan bakamadıklarını söyleyebilirim.
Meral Şener’e ise bravo diyorum. Çünkü araya rezerv koymadan Kılıçdaroğlu’nu kutladı, teşekkür etti ve 2019 işbirliğinin sinyalini verdi. Türkiye’nin duymak, görmek istediği bu. Kimsenin siyasi detay ayrımcılıklarda boğulmaya hali, vakti, enerjisi yok. Halk artık bezmiş bu tavırlardan!

Tabii son sözlerimiz yine Kılıçdaroğlu’na: Ne kadar teşekkür etsek azdır. Umarım kendisi de halkla beraber inançla siyaset yapmanın güzellikleri ile, “Ekmelettin projeleri” üstünden siyaset yapmaktan farkını artık anlamış ve yeni bir milat başlatmıştır. CHP artık bu yeni dönemde, halkın ivmesini düşürmeden kendisinden beklenen seviyede, sağlam bir siyasi çizgi üzerinden, kitlelerle bütünleşme yoluna gitmeye mecburdur. 

http://bedribaykam.blogspot.com/2017/07/maltepede-yukselen-dalgayi-yakalayanlar.html

***

BAYKAL CHP'NİN KÖKÜ BEREKETSİZ DİYEN BAŞBAKAN ERDOĞAN'A ÇOK AĞIR KONUŞTU!...

BAYKAL CHP'NİN KÖKÜ BEREKETSİZ DİYEN BAŞBAKAN ERDOĞAN'A ÇOK AĞIR KONUŞTU!...


Bedri Baykam, CHP’nin kökü bereketsiz, diyen aymazlar esas Atatürk’e saldırıyorlar 

    CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın son günlerde ağzını bozmaya başladığını söyledi. Baykal, Başbakan'ın ''CHP'nin kökü bereketsiz'' sözüne karşılık, ''(CHP kadar kafana taş düşsün) demek geçiyor içimden'' dedi. Partisinin yerel seçimlere katılacak belediye başkanı, il genel meclisi ve belediye meclisi adaylarının tanıtımına katılmak üzere Çanakkale'ye gelen Baykal, 18 Mart Spor Salonu'nda yaptığı konuşmada, Başbakan Erdoğan'ı eleştirdi. ''Başbakan son günlerde ağzını bozmaya başladı'' diyen Baykal, ''Kişiliğini üslubuna yansıtıyor. Gerçek kişiliği üslubunda ayna gibi çıkıyor. Sayın Başbakan önce doktorlara, sonra işçilere, çiftçilere, öğrenciye ve Denktaş'a saldırdı. Ama geçenlerde durduk yerde CHP'ye (Kökü bereketsiz) dedi. Yani (CHP kadar kafana taş düşsün) demek geçiyor içimden'' diye konuştu. Baykal, Başbakan Recep Erdoğan'ın bu açıklamasında (CHP'nin kökü) dediğini de hatırlatarak, şunları söyledi: ''CHP'nin kökü sana niye bu kadar rahatsızlık veriyor. CHP ile görülecek hesabın varsa çık karşıma benimle hesaplaş. CHP'nin kökünü karıştırma. Ne derdin var senin CHP'nin köküyle. CHP'nin köküdür ki, Çanakkale'den başlayarak düşmanı Anadolu'dan temizleyip, bağımsız bir cumhuriyeti, özgür bir toplumu, çağdaş, modern bir Türkiye'yi kurmuştur. Onun kurduğu kurumlar, okullar, devlet içindeki şekiller. Sen onun cumhuriyeti sayesinde bugün oralara geldin. Durduk yerde CHP'ye sataşma haddini sen nereden buluyorsun. Sen otur oturduğun yerde, o Talibancı'nın dizinin dibinde çektirdiğin fotoğrafların hesabını ver. Başbakan derhal CHP ve Türkiye'den, bütün namuslu vatandaşlardan özür dilemelidir, çizmeyi aştığını belirtmeli, bu yaptığının Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na yakışmadığını belirtmeli, ağzının fermuarını kapalı tutmayı öğrenmelidir.'' ''İÇ BORCU ARTIRDILAR'' Deniz Baykal, halkın sorunlarının, ekonomik sıkıntıların çok açık ortada olduğunu ve seçimden bu yana 1.5 yılın geçtiğini belirterek, şunları söyledi: ''Bu 1.5 yılın içinde kriz geride kaldı, dünyanın şartları değişti. Şimdi 3 yıldan bu yana en büyük fedakarlık yapan çiftçinin durumunun düzeldiğini söylemek var mı? Bunlar çiftçinin durumunu düzeltecekleri sözünü vermedi mi? Sanki Türkiye'de bakıyorsunuz her şey güllük gülistanlık. Türkiye'de çiftçinin, memurun, işçinin, emeklinin durumu düzelmiş mi?, İşsizliğe çare bulunmuş mu? O zaman ne düzeldi. Türkiye'nin durumunun düzeldiğinden kim ne hakla bahsedebilir.'' Türkiye'nin iç ve dış borcunun bu zaman içinde arttığını ifade eden Baykal, şöyle devam etti: ''Türkiye'nin iç borcu 55 milyar dolar artmış. Bunlar (Borç ödüyoruz) diyorlar, (O nedenle halkımız sıkıntı çekiyor) diyorlar. Türkiye'nin borcu artmış, tek vergi yetmemiş çift vergi koymuşlar. Cumhuriyet tarihinin en büyük vergi yükünü vatandaşın sırtına yüklemişler ama Türkiye'nin borçları artmış. Nereye gidiyor bu paralar? Yatırıma mı? Yatırım yok, hizmet yok. Yatırımın azalması işsizlik demek, nüfusuna iş verememek demektir. İşsizlik demek, yoksulluk demektir. Türkiye'de bugün nüfusun 3'te 1'i açlık sınırının altında yaşıyor.'' ''

SEÇİMDE VATANDAŞA BÜYÜK GÖREV DÜŞÜYOR

'' CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Türkiye'nin varlıklarının şaibeli ihalelerle eşe dosta peşkeş çekildiğini de öne sürerek, bu gidişata vatandaşın ''dur'' diyebileceğini söyledi. Baykal, ''Önümüzde bir seçim var. Sizler belediye başkanlarını, meclis üyelerini seçeceksiniz. Büyük fırsat geldi. Türkiye'nin önünü sizler açacaksınız. (Hayır Recep Tayyip Erdoğan) diyeceksiniz. Bu olumsuz gidişata oyunuzla (dur) diyeceksiniz'' şeklinde konuştu. 

KIBRIS MÜZAKERELERİ 

Deniz Baykal, Kıbrıs görüşmelerinin bugüne kadar olumlu bir havada geçmediğini ve uzlaşmacı adım atılamadığını da belirterek, ''KKTC'li yetkililerin yaptıkları değerlendirmelerin tüm reddedildi. Daha da önemlisi, Rumlardan bir kısmının anlayışla karşılanıp, gelecekte kabul göreceğine dair bir işaret de ortaya çıkmamıştır'' dedi. New York görüşmeleriyle kararlaştırılan mekanizmanın ilk aşamasında ''umutlaşma, uyum ve çözüm'' konusunda ilerleme gerçekleşemediğini ifade eden Baykal, şunları kaydetti: ''Bu ayın 21'ine kadar bu süreç devam edecek. Umarım o zamana kadar uzlaşma olur, olmazsa 4'lü müzakere başlayacak. Orada bir ilerleme olur mu olmaz mı, hepimiz bunu izliyoruz. KKTC'li yöneticilerin, bu tablodan tedirginlik ve Ankara ile müzakere içine girdikleri görülüyor. İşte dün o doğrultuda görüşmeler yapıldı. Güney Kıbrıs'ın (Uzlaşma olmasa da biz nasıl olsa 1 Mayıs'ta AB'ye gireceğiz) anlayışı içinde olduğu ve 1 Mayıs'a kadar bir uzlaşmayla 2 toplumun AB'ye birlikte girmeyi sağlamaya ilgi göstermedikleri anlaşılıyor.'' Baykal Çanakkale'de partisinin yeni il binasının da açılışını yaptı, çarşı ziyaretlerinde bulunarak, vatandaşlara karanfil dağıttı. Deniz Baykal, daha sonra Bursa'ya gitti. 

http://www.habervitrini.com/baykal-chpnin-koku-bereketsiz-diyen-basbakan-erdogana-cok-agir-konustu/106324

***

Bedri Baykam Siyasal sorumsuzluk AKP’yi nerelere taşıyor?

Bedri Baykam Siyasal sorumsuzluk AKP’yi nerelere taşıyor? 

 Bedri Baykam yazdı:"CHP ve ‘Muhalif’ Kesimlerin Ölümcül Hatası…"
Sözcü Haber 
18 Ekim 2011 Salı,

İnsan hatalarından ders alır. Bebeklikten başlar bu “bedel ödeyerek tecrübe edinme” süreci. “Evladım, bu ateş, elinle dokunma, yanarsın” der anneler… Ama bebek elini yakmadan bu açıklamaya prim vermez. Hatayı üst üste 10 kere yaparsa, bir psikiyatra götürülür, soruna teşhis koyabilmek için…
Ne yazık ki Türk solunun durumu, öğrendiği acılardan, edindiği tecrübelerden ders alamayan çocukların durumuna benziyor. Bir yandan solun ana partisi CHP, bir türlü tüm muhalif grupları çatısı altına toplamak için bir efor harcamaz, kendi gücüne (haksız yere) güvenip “olsa da olur, olmasa da olur” havasındadır. Diğer yandan muhalif kanaat önderleri, demok-ratik kitle örgütleri, belki biraz da CHP’nin bu tavrı yüzünden, başka bir tuzağa düşerler: “Efendim biz burada hiçbir partiyi tutmuyoruz, hepsine eşit mesafedeyiz, şu anda bu konuda seçimimiz yok.”

İyi güzel de insan biraz düşünür… Şu anda Silivri’de suçsuz olduğunu söyleyen ve ikna edici kanıt yokluğunda gençliğinden, ailesinden, işinden koparılan aydın, sivil toplumcu, asker ve gazeteci dostlar bu zaaflar nedeniyle, umutsuzluk içinde yüzerek acılarını kalplerine gömüyorlar. “Dışarıdakiler” birbirleriyle didişip şu durumda bile hâlâ bölünmelerle kendi dirençlerini kırarken onlar bir hücrede, Tuncay Özkan’ın “Hapiste Yatacak Olana Öğütler” kitabında nefis sade bir dille anlattığı içler acısı deneyimlere maruz kalıyorlar. CHP ve muhalifler bu “nazlı-kaprisli” buluşmalarla yetindikçe, AKP daha çoook seçim kazanır ve masum kardeşlerimiz daha çoook içerde yatarlar!

Bu sütunlarda CHP’nin iktidara gelmesi için düşüncelerini masaya yatıran, öte yandan, bu yolda yapıldığına inandığı tüm hataları acımasızca eleştiren biriyim. CHP bugün belki bir tek DP döneminde üstlenmeye mecbur kalmış olduğu bir sorumluluğun altında. Cumhuriyeti kuran partiye aşırı önem vermeliyiz, çünkü alternatifi yok. Bu gerçek, CHP’yi doğru olduğuna inandığımız yola çekmek için ona yön göstermemize mani değil. Çünkü siyaset ve sandıkta somutlaşan sonuçlar, bir acımasızlık içinde yol alıp bir ülkeyi bazen dümdüz edecek sonuçlara ulaşır. AKP’ye karşı en sert muhalefeti yaptığına inanan insanlar, aslında güçlerini geniş bir ortak payda içinde dayanışmaya taşıyamazlarsa, bu gücü sandıkta AKP’yi mağlup edebilecek tek parti olan CHP’ye akıtamazlarsa, kendi kendilerini aldatmaktan başka bir şey yapmamış olacaklardır.

Şimdi kitle örgütlerinin içinde yüzdükleri trajikomik hatayı gözden geçirelim. “Her partiye eşit uzaklıktayız”... İyi, Hüseyin Ergün’ün daha geçen gün yeniden kurduğu SODEP’e de, yarın parti kuracak olsam bana da, son seçimde hiçbir oy alamayan “iddialı”(!) DSP’ye de aynı uzaklıkta olun… Böylece CHP’nin AKP’yi bir gün alt etme şansı toptan ortadan kalksın ve siz rahat uyuyun. Silivri’de yaşam kavgası veren aydınlarımız da oralarda yaşlansın gitsin, öyle mi? Sorarlar insana, dün iyi niyetlerle kurulan ÖDP, Yaşar Nuri Öztürk’ün, Vural Savaş’ın, Yekta Güngör Özden’in, Metin Akpınar’ın, adını hatırlamadığımız Alevi işadamlarının partileri ne oldu? Onlara da eşit uzaklıktaydınız, değil mi? Nereye kadar? Bu sorumsuzluk ülkeyi yok edecek! Türk solunun artık adının yanında “parti başkanı” sıfatı görmekten başka hedefi olamayacak egosantriklerden uzaklaşması lazımdır.

Neden mi bunları şimdi gözler önüne seriyorum? Çünkü daha geçen gün, bu sağlıksız düşüncenin hortladığı bir ortamda bulundum ve hâlâ bu bilinçsizlikte olan bazı dostlarımıza şaşırdım. Geçmişte de onca seçim mağlubiyetine neden olan bu hesaplaşmalar, bugün artık Cumhuriyeti bitirebilecek bir veba. Mühim olan bu hastalıkları tedavi edip seçimler kapıya dayanmadan köprüleri inşa edebilmektir. Solun tek adresi CHP’dir. CHP bugün yanlış yollara sapmışsa, bunun mücadelesi yine yalnız CHP’de verilir. Türkiye bu sözde alternatiflerle zaman kaybederek demokrasisini gömme noktasına gelmiştir: Bugüne kadar siyasete girmemişlerin, sendikaların tek adresi CHP olabilir. İP, DSP veya Türkiye Komünist Partisi bile kendi programlarını takip edip seçimlerde açıkça CHP’ye destek vermelidirler. CHP ise kendi tarihini dinlemeye, muhaliflere çağrı yapıp onlarla el ele vermeye, bahanelerin arkasına sığınmadan, acilen hazırlanan yeni demokratik tüzükleri ciddiye almaya, AKP’nin Aydınlanmanın tüm kalelerine savaş açtığını görmeye mecburdur. Bu dayanışma acilen başarılamazsa, Türk solu son nefesini verme noktasına kadar gerileyecektir!

Bedri Baykam
CUMHURİYET 

http://sozcuhaber.blogspot.com/2011/10/bedri-baykam-yazdchp-ve-muhalif.html

***

29 Nisan 2020 Çarşamba

ABD’nin Güvenlik Strateji Belgesi (2017)

ABD’nin Güvenlik Strateji Belgesi - 2017




Hazırlayan: 
Dr. Ali Bilgin VARLIK
Bilgi Notu–01318.12.2017

Amaç:

Bu bilginotu, ABD’nin “Güvenlik Stratejisi Belgesi (2017)” hakkında özet bilgi vermek maksadıyla hazırlanmıştır.

MSE, Ulusal, bölgesel, küresel barış ve güvenlik ile kurumsal yapılanma, risk analizi ve strateji geliştirme konularında eğitim ve danışmanlık hizmeti veren akademik bir danışmanlık ve düşünce kuruluşudur.
MSE,  Benimsediği ilkeler çerçevesinde kapsadığı konularda özgün ve nitelikli bilgiyi üretmeyi ve bunu geniş kitlelerle paylaşmayı temel amaç edinmiştir. 

Bu maksatla, ilgi alanındaki konular hakkında Analizler yapar, Stratejiler geliştirir ve Akademik eğitim faaliyetlerinde bulunur.
MSE’  nin ilkelerini, insanlığın barış ve güvenliğini esas alan temel amacı belirler. Bilimsel etik ve tarafsızlık kuruluşumuzun temel ilkesidir.

        Ne kadar saygın olursa olsun MSE, hiç bir politik gücü veya inancı desteklemez.

Merkez Strateji Enstitüsü (MSE):

Doç.Dr.Sinem Akgül AÇIKMEŞE, 
(E)Tuğg.Doç.Dr. Oktay BİNGÖL, 
Prof.Dr.Mitat ÇELİKPALA, 
Prof.Dr.Çağrı ERHAN, 
(E)Büyükelçi Dr.Ercan ÖZER, 
Prof.Dr. Abdülkadir VAROĞLU, 
Dr. Ali Bilgin VARLIK, 

MSE Danışma Kurulu Bu belgede yer alan hususların tüm sorumluluğu yazarlara ait olup MSE’ ve üyelerini bağlamaz.
Bu belgenin her hakkı, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu esasları çerçevesinde MSE’ye aittir.
Alıntılar da http://merkezstrateji.com/ uzantısının verilmesi, belgenin tamamına ulaşılabilmesi için zorunlu tutulmuştur.
Hazırlayan:  MSE Koordinatörü. Dr. Ali Bilgin VARLIK  

ABD’nin Güvenlik Strateji Belgesi (2017) 

1. Giriş 

ABD'nin Güvenlik Strateji Belgesi, 18 Aralık 2017'de yayımlanmıştır. 
ABD Başkanı'nın onay metni ve "Giriş"in ardından yer alan dört ana bölüm sırasıyla; 

 1- Amerikan Halkını, Ülkesini ve Yaşam Tarzının Korunması 

 2- Amerikan Refahının Artırılması 

 3- Barışı Güç Yoluyla Korumak 

 4- Amerikan Etkisini Artırmak başlıklarını taşımaktadır. Bu bölümlerde, öncelikle mesele tanımlanmış, daha sonra da bu hususların yerine getirilmesi için uygulanacak öncelikli faaliyetlere yer verilmiştir. 

ABD yönetiminin stratejik amaçlarını oluşturan bu ana başlıkları , "Bölgesel Bağlamda Strateji" ve "Sonuç" kısımları takip etmektedir. 

Belge toplam 55 Sayfadan oluşmaktadır. 

2. Belgenin Özeti 

ABD Başkanı'nın onay metninde özetle, Trump'ın Başkanlık seçimleri esnasında vadettiği hususlardan; ekonomiyi canlandırmak, silahlı kuvvetleri yeniden inşa etmek, sınırları savunmak, egemenliği korumak ve değerleri geliştirmek konularına vurgu yapılmıştır. 

ABD'nin yoğunlaşan tehditlerle yüzleştiği, 

- Dışarda, haydut devletlerin nükleer kapasite kazanma çabaları, "radikal İslami" terör grupları, rakip devletlerin ABD çıkarlarına tehdidinin, 

- İçerde, geçirgen hudutlar, uygulanmayan göçmen yasaları, uyuşturucu çeteleri, adil olmayan ticaretin ekonomiye yıkıcı etkisinin, 

- Müttefiklerle adil olmayan yük paylaşımı, uygun olmayan savunma yatırımlarının halkın güven kaybına neden olduğu, ancak Kuzey Kore, Iran, 
IŞİD ile mücadele ve ekonomideki gelişme ile halkın güvenin kazanıldığı müttefiklerin desteğinin arttığı belirtilmiştir. 

Giriş bölgümünde özetle, "Önce Amerika" söylemiyle ifade edilen içeride güçlü ve müreffeh olarak dünyada da güçlü bir liderlik yapılabileceği, 
ABD için iyi olanın müttefikleri için de iyi olacağı teması işlenmiştir. 

Çin ve Rusya'nın, ABD'nin gücü, nüfuzu ve çıkarlarına meydan okuduğu, Kuzey Kore ve İran'ın bölgelerini istikrarsızlaştırdığı belirtilmiş ve 
" Cihadist Terörist gruplar ve Suç Örgütleri tehdit olarak tanımlanmıştır.''

Yapılan risk ve tehdit değerlendirmesinde; düşman propagandaları, batı karşıtlığı, müttefiklerle  olan ilişkilerde ayrılığa düşülmesi, Nükleer, 
Biyolojik ve Kimyasal tehditler, Politik, Askeri, Ekonomik ve enerji alanındaki rekabet sıralanmıştır. 

Bölümün sonunda, .yukarıda belirtilen. müteakip üç ana bölümün başlıkları temel sorumluluklar olarak sayılmıştır. 

1. Bölüm 

(Amerikan Halkını, Ülkesini ve Yaşam Tarzının Korunması)de özetle, sınır güvenliği, mülteciler sistemi reformu, KİS (Kitle İmha Silahları) karşı savunma (KİS'lerin yaygınlaşmasının önlenmesi), bilgi tabanlılar başta olmak üzere kritik alt yapıların korunması, füze saldırılarına karşı kademeli bir hava/füze savunma sistemi ve törörist grupların ülkeye girmeden imhası konularına yer verilmiştir. 

2. Bölüm 

(Amerikan Refahının Artırılması)de özetle, işçilerin ve şirketlerin yararına 
ekonominin canlandırılacağı, ticari dengesizliğin giderilmesi için karşılıklılığın uygulanacağı, ABD entelektüel sermayesini/fikri mülkiyet haklarını ihlal ederek kullanan rakiplere karşı ekonominin korunacağı ve enerjide hakimiyetin geliştirileceği belirtilmiştir. 

3. Bölüm 

(Barışı Güç Yoluyla Korumak)de özetle, Rusya ve Çin revizyonist, Kuzey Kore, İran ve "cihadist" örgütler tehdit olarak tanımlanmıştır. ABD askerî gücünün başatlığının devam ettirilmesi, ulusal çıkarların korunması ve gerektiğinde bu maksatla savaşması için silahlı kuvvetlerin yeniden inşa edilmesi (modernizasyon, tedarik, kapasite artırımı, yüksek hazırlık seviyesi, geniş 
spektrumlu gücün sürdürülmesi), savunma sanayisinde, tedarik zincirinin hassasiyetlerinin giderilmesi, yerli yatırımlara öncelik verilmesi, kritik yeteneklerin korunup geliştirilmesi, nükleer kapasitenin yenileştirilip geliştirilmesi, ABD istihbarat kurumlarının stratejik ve güncel ihtiyaçlara 
yönlendirilmesi hususlarına yer verilmiştir. Uzay ve siber alanlarda kabiliyetin geliştirileceği, ulusal güç unsurlarının tamamının kullanılacağı, ön alıcı, rekabetçi ve ekonomiden güç alan bir diplomasinin uygulanacağı (müttefiklere ekonomik destek, rakiplere yaptırımlar, KİS'lerin yayılmasının ve terör örgütlerinin ekonomik kaynaklarının önünün kesilmesi), müttefikler ve diğerlerinin ABD'nin etrafında toplanacağı, onlardan adil külfet paylaşımı beklendiği ifade edilmiştir. 

4. Bölüm 

(Amerikan Etkisini Artırmak)de özetle, Amerikan çıkarlarını destekleyen ve 
değerlerini paylaşan bir dünyanın ABD'yi daha güvenli ve müreffeh yapacaği, Uluslararası örgütleri, ABD çıkarlarını ve ilkelerini korumak için destekleyip bunlara liderlik yapılacağı, ABD'nin özgürlük, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne olan bağlılığının baskıcı (tiran) rejimler altında yaşayanlar için 
ilham kaynağı olduğu, özel sektör liderliğinde sağlanacak ekonomik büyümede ABD'nin hızlandırıcı rol oynayacağı, diğer devletlerden adil sorumluluk paylaşımı beklenmekle beraber, ABD'nin alicenap bir ulus olduğu, diğer ülkelere ABD yaşam tarzının diretilmesinin mümkün olamayacağı, iş birliğinden kast edilen şeyin adil sorumluluk paylaşımı olduğu ifade edilmiştir. 

Bölgesel Bağlamda Strateji başlıklı kısımda, bölgesel güç dengesi değişiklikleri nin ABD çıkarlarını tehdit edebileceği, Rusya ve Çin'in küresel etkiler yaratmaya çalıştığı, Kuzey Kore ve İran'la birlikte daha çok çevre ülkelere tehdit oluşturdukları, ancak KİS kapasiteleri nedeniyle bölgelerin birbirini etkileme imkânlarının arttığı, bunun tehdidi çevrelemeyi güçleştirdiği belirtilmiştir. ABD'nin Hint-Pasifik, Avrupa ve Orta Doğu'da mevcut güç dengesini muhafaza 
edeceği, diğer bölgelerdeki zayıf yönetimlerin ABD çıkarlarına tehdit oluşturduğu ifade edilmiştir. 

- Hint-Pasifik, Bölgesinde; 

• Çin'in Çin Denizi'nde, Kuzey Kore'nin Kuzeydoğu Asya'da oluşturduğu tehdidin, Güney Kore, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ile ikili, Japonya-Avustralya-Hindistan -ABD arasında dörtlü iş birliği ile karşılanacağı, 
• Güneydoğu Asya'da Filipinler, Tayland gibi önemli pazarlar ile Vietnam, Malezya, Endonezya ve Singapur gibi ekonomik ortaklarla birlikte, ASEAN (Güneydoğu Asya Ulusları Örgütü) ve APEC (Asya-Pasifik Ekonomik İş Birliği Örgütü) tabanında özgürlük düzenin geliştirileceği, bu maksatla politik, askerî ve ekonomik eylemlerde bulunulacağı belirtilmiştir. 

- Avrupa'da, 

• II. Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren devam eden Batı Avrupa-Atlantik bağının önemine, Gürcistan ve Ukrayna'yı işgal eden Rusya'nın bu bağı zayıflatma çabasına, Çin'in Avrupa'da adil olamayan ekonomik rekabetine, IŞİD'in Avrupa devletlerine yönelik saldırı tehdidine dikkat çekilmiştir. 
• ABD'nin Avrupa dayanışması ve NATO'nun önemine, politik alanda; Avrupa ile birlikte çalışmaya, ekonomik alanda; İngiltere başta olak üzere AB ile aradaki engellerin kaldırılmasının önemine, Çin'in çevrelenmesine, askerî alanda; 2014'yılına kadar müttefiklerin savunma bütçelerinin GSMH'ye oranının % 2'ye çıkarılmasına ve bu tutarın %20'sinin kapasite artırımına tahsis edilmesine, NATO'nun doğu kanadının savunulmasına destek verileceğine, özellikle İran'dan gelen tehdide karşı hava-füze savunmasının güçlendirilmesine ve terörizmle mücadele ve siber güvenliğe vurgu yapılmıştır. 

- Orta Doğu'da, 

• ABD'nin "cihadist"lerden temizlenmiş, ABD'ye düşmanların hâkim olmadığı ve küresel enerji güvenliğinin istikrarına katkı sağlayan bir Orta Doğu arayışı içince olduğu belirtilmiştir. 
• Yıllardır İran'ın yayılması, "cihadist" ideoloji, sosyo-ekonomik durgunluk, bölgesel düşmanlıklar nedeniyle istikrarsızlaştığı, 
• ABD'nin ne demokratik dönüşümün ne de bölge sorunlarına karışmamanın ABD'yi bölgeden uzak tutmaya yeterli olmadığını öğrendiği, bu nedenle . kötümserliğe yol açmayacak ve modern Orta Doğu vizyonuna zarar vermeyecek. gerçekçi politikalara ihtiyaç olduğu ifade edilmiştir. 
• El Kaide ve IŞİD'in Orta Doğu'da üs oluşturduğu, İran'ın terörün en büyük destekçisi olduğu, 2015'den bu yana KİS'lere sahip olmayı amçlayan silahlanma içinde olduğu belirtilmiştir. 
• Filistin-İsrail sorunun çözüme kavuşmaması "cihadist" terörist örgütler ve İran başlıca sebep olarak tanımlanmıştır. 
• Politik alanda; mümkün olan her fırsatta reformların destekleneceği, ortaklara destek sağlanacağı, KİÖ (Körfez İş Birliği Örgütü) ile ilişkilerin artırılacağı, Irak ile uzun-erimli ortaklığa devam edileceği, Suriye iç savaşının sonlandırılması arayışına, İran'ın nükleer silahlanmasına karşı olan bütün ortaklarla çalışılacağı, ekonomik alanda; "cihadist" teröristlerin istismar ettiği ekonomik eşitsizlik leri ortadan kaldıracak reformların destekleneceği, Mısır ve Suudi Arabistan ekonomilerinin modernleşmesinin destekleneceği, askerî alanda; bölgede gerekli ABD askerî varlılığının muhafaza edileceği, ortakların karşılıklı çalışabilir hava savunma kapasitesi kazanmalarının destekleneceği ifade edilmiştir. 

- Güney ve Orta Asya'nın Dünya nüfusunun 1/4'ünü barındırması, iki nükleer gücün, terör örgütlerinin bu bölgede bulunması nedeniyle hassasiyet taşıdığı, Pakistan'da/dan faaliyet gösteren terör örgütleri ile mücadeleye devam edileceği, Hint-Pakistan çatışmasının yaratabileceği nükleer tehdidin endişe yarattığı, ABD'nin Afganistan ve Pakistan'da istikrara arayışı içinde olduğu, bu maksatla poilitik, ekonomik ve askerî faaliyetlere devam edileceği belirtilmiştir. 

- Batı Yarım Küre'nin ABD ulusal çıkarları için önemine ve bu bölgedeki istikrarsız rejimlerin yarattığı hassasiyete, Orta Amerika ülkelerinden (Guatemala, Honduras, El Salvador), Venezuella ve Küba'dan kaynaklanan solcu tehdide, Çin'in bölgedeki nüfuz arayışına dikkat çekilmiştir. 

- Afrika'nın büyüyen ekonomiler nedeniyle ABD için potansiyel pazar olduğu, ancak kıtadaki istikrarsızlığın diğer bölgelere yayılma tehlikesini taşıdığı, "cihadist" grupların burada yuvalandığı, Çin'in ekonomik açılımının tehdit yarattığı ifade edilmiştir. 

 Sonuç bölümünde ABD halkının Trump yönetiminde taşıdığı önceliğe ve toplumda güven inşasına vurgu yapılmıştır. 

3. Değerlendirme: 

Başkan Trump'ın seçim programında yer alan hususların farklı bir uslupla yazılmasından ibaret olan günvelik strateji belgesinde, iki kutuplu sistemin ortadan kalkmasının ve geçen dönemde ABD'nin dış politikadaki hatalı uygulamalarının ardından küresel ölçekte kaybedilen yumuşak güç 
tabanlı hegemonyanın yarattığı arızaların, iç politikaya yönelmek ve bir kısmı icad edilen bir kısmı da olduğundan fazla gösterilen tehditlerle giderilmeye çalışıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Bu söylemde, Rusya ve Çin rakip olarak, Kuzey Kore, İran ve "cihadist" terör örgütleri ise tehdit olarak görülmektedir. Bu kapsamda Rusya'nın bölgesindeki genişlemesi vurgulanmış olsa da ciddi yaptırım ve önlemlerin düşünülmediği anlaşılmaktadır. Çin'in küresel ekonomik genişlemesinin, bölge devletlerine baskılar vasıtasıyla sınırlandırılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Kuzey 
Kore'nin tehdit olarak öne çıkarılması, Çin ile mücadelenin bu devlet üzerinden gerçekleştirileceği anlamına gelmektedir. İran'a verilecek gözdağı ile diğer bölge ülkelerinin baskı altına alınması bir hareket tarzı olarak görülebilir. 

Hint-Pasifik bölgesinin, son dönemde olduğu üzere ABD dış politikasının ağırlık merkezini oluşturmaya devam edeceği anlaşılmaktadır. ABD'nin bu bölgede müttefikleri vasıtasıyla ulusal çıkarlarını sağlama stratejisini benimsemiş olması bölgede yeni askerî yapılanmalara girişilmesi ihtimalini güçlendirmektedir. 

NATO konusunda Avrupa-Atlantik bağının korunmasına, külfet paylaşımı ve savunma harcamalarının artırılmasına vurgu yapılmaktadır. 

Orta Doğu'da barış ve istikrarın sağlanmasında, iş birliği yapılacak olan yönetimlerin mümkün olması halinde reformlarının destekleneceği belirtilmekle birlikte bu bir şart olarak ileri sürülmemektedir. Bu hususta tek şart Iran'a karşı olunması ve enerji güvenliğine katkı sağlanmasıdır. 
Belgede, Filistin-İsrail meselesi, İran ve cihadist örgütler üzerinden okunmakta dır. 

Belgede geçen "ilkeli realist politika" ifadesi, "pragmatist güce dayalı politika" olarak anlaşılmaktadır. Önceki ABD Başkanlarının adıyla anılan doktrinlerin (Bkz. Ek) temelini oluşturan güvenlik strateji belgelerinden farklı olarak Trump'ın belgesinde daha yalnızlaşmış, içine kapanmış, ancak askerî ve ticari çıkarları bir arada daha fazla gözeten ögeler bulunmaktadır. 

EK-A: ABD Güvenlik Politikalarına Yön Veren Başlıca Doktrinler 

  Truman Doktrini (12 Mart 1947): 

SSCB’nin Akdeniz’e inme stratejisini engellemek amacıyla 1947 Mart'ında Truman, “özgür ulusları korumak” söylemiyle bir dizi askerî ve ekonomik yardımı hayata geçirmiştir. 
Bu kapsamda ilk etapta Türkiye (100 milyon dolar) ve Yunanistan'a (400 milyon dolar) askerî yardım kararı alınmış, birkaç ay sonra da Dışişleri Bakanı Marshall’ın adıyla anılan ve 17 Avrupa ülkesine toplam 12 milyar dolar tutarında hibe veya kredi şeklinde kaynak aktarımını öngören Avrupa Kalkınma Programı (European Recovery Program) başlatılmıştır. 

   Eisenhower Doktrini (9 Mart 1957): 

Eisenhower, 9 Mart 1957’de uluslararası komünizmin tehdidi ile karşı 
karşıya olan uluslara doğrudan askerî yardımda bulunabileceğini açıklayarak ABD’nin doğrudan askerî güç kullanmasını gündeme getirmiş ve Truman Doktrini’nin bir adım önüne geçmiştir. 

   Nixon Doktrini (25 Şubat 1969): 

İlk kez Guam’da açıklanması nedeniyle Guam Doktrini olarak da anılan 
Doktrin ile ABD, gerginliğin azaltılmasını hedeflemiştir. Bu maksatla, Çin ile diplomatik ilişki kurulmuş, stratejik silahların sınırlandırılmasına ilişkin antlaşmalar yapılmış, silahlı kuvvetlerin ülke dışında kullanımına ilişkin 
sınırlamalar getirilmiş, bunun yerine bölgesel oyuncular ve NATO üyeleri ile askerî iş birliği öne çıkarılmıştır. 

   Ford Doktrini (7 Aralık 1975): 

Ford Doktrini, Richard Nixon’un 1974 Temmuz'unda Watergate Skandalı sonucu istifa etmesinden sonra ABD’nin Vietnam Savaşı’nın yaralarını sarmaya başladığı dönemde gündeme gelmiştir. Buna göre; Nixon Doktrini ile benimsenen müzakereci yaklaşımda başarılı olabilmek; caydırıcı gücü yüksek bir silahlı kuvvetlerle, stratejik bölgelerde tesis edilecek ABD askerî üs ve tesisleri ile mümkün olabilecektir. Ford Doktrini, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden yapılandırılması ve ABD askerinin doğrudan savaş alanına sürülmesi yerine ABD silahlarıyla donatılan bölgesel oyuncuların takviye edilmesi için askerî harcamaların artırılmasını öngörmekteydi. 

   Carter Doktrini (23 Ocak 1980): 

SSCB’nin 1979 sonlarında Afganistan'a müdahalesinin bölgeye yayılma eğiliminden endişe duyan Başkan Carter, Basra Körfezi ve petrol bölgesine yapılacak bir müdahalenin ABD'nin hayati menfaatlerine saldırı sayılacağını, bu nedenle askerî kuvvet kullanılması da dâhil her türlü tedbirin alınacağını ilan etmiştir. Zbigniew Brzezinski tarafından kaleme alınan Doktrin, Truman Doktrini ile büyük benzerlikler göstermekle beraber ondan farklı olarak SSCB’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu kırmaya yönelik boyutuyla dikkat çekmektedir. 

   Reagan Doktrini (22 Şubat 1985): 

İlk kez 12 Ocak 1954'te .Harry S. Truman'ın Dışişleri Bakanı John Foster 
Dolles tarafından. ileri sürülen Kitlesel Mukabele Stratejisi’ni, o döneme kadar uygulanmakta olan Çevreleme Stratejisi ile birlikte hayata geçiren doktrin olması nedeniyle diğer ABD doktrinlerinden farklılık göstermektedir. 
Reagan’ın Şubat 1985’de açıkladığı Doktrin ilk kez 1983 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi (National Security Strateji.NSS) belgesi ile yürürlüğe konulmuştu. Yeni Muhafazakârların (New-Cons) fikirsel alt yapısını oluşturan Heritage Foundation isimli düşünce kuruluşunun olgunlaştırdığı doktrin, SSCB’nin yayılma gayretlerini boşa çıkarmakla kalmayıp, Sovyet karşıtı grupların desteklenmesi suretiyle, Doğu Bloku’nun içten yıkılmasını kolaylaştırmıştır. Afganistan’da Mücahitlerin, Angola’da UNITA’nın, Kamboçya’da Kontraların, Iran, Laos, Libya ve 
Vietnam’da muhalif grupların desteklenmesi, IMF ve WB’ye üye olan 70 civarındaki bağlantısız devletin ekonomik bakımdan kontrol altına alınması, Yıldız Savaşları Projesi (Strategic Defense Initiative-1983), Şer Devletleri vb. 
tanımlamalarla uygulanan propaganda faaliyetleri Reagan Doktrini ile hayata geçirilmiştir. 

    Bush Doktrini (17 Eylül 2002): 

Bush doktrini bütün unsurları ile 2002 tarihli NSS belgesinde ortaya çıkmış olsa da fikri alt yapısı, 1992’de Yeni Muhafazakâr düşünce kuruluşu, The Project for the New American Century.PNAC tarafından hazırlanan “Yeni Bir Yüzyıl İçin Stratejiler, Güçler ve Öneriler” raporudur. 1992'de Savunma Bakanı Richard Bruce "Dick" Cheney'in siyasi danışmanı Paul Wolfowitz'in hazırladığı .ve basına sızmasının arından doğan tepliker nedeniyle geri çekilen. 
Savunma Planlama Direktifi (Defence Planning Guidance) ise Bush doktrininin esasını oluşturmuştur. Çevreleme stratejisini Soğuk Savaş'ın kalıntısı olarak gören Wolfowitz'in planında yer alan; ABD'nin gücünün sınanmasının, 
terörizme destek veren ve haydut devletlerin KİS'lere sahip olmasının önlenmesi maksadıyla ön alıcı darbe (preemptive strike) (1) bulunulmasını, ABD'nin gerekirse tek başına hareket etmesini öngören yaklaşım Doktrinde olduğu 
gibi benimsenmiştir. 

(1) “Ön Alıcı Darbe / Müdahale (preemptive strike)” terimi ilk kez adı geçen düşünce kuruluşunun 1992’de hazırladığı Yeni Bir Yüzyıl İçin Stratejiler, Güçler ve Öneriler ” Raporunda yer almıştır. Dönemin başkanı Clinton'a açık mektupta da geçen terim, 1997’de Clinton yönetimi tarafından hazırlanan dört yıllık “Savunma Değerlendirme Raporu”na yansımış, Bush yönetimi tarafından Ekim 2001’de yeniden düzenlenerek bugünkü halini almıştır. 

www.merkezstrateji.com 
bilgi@merkezstrateji.com 
Analiz@merkezstrateji.com 
Tlf.: +90 3122362199 
GSM: +90 5332303018 

ALINTI WEB ADRESİ;
https://merkezstrateji.com/assets/media/171218-bn013-abd-guevenlik-strateji-belgesi-s1.pdf


***

ABD nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye

ABD  nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 




Hazırlayan: Oktay BİNGÖL
Emekli Tuğ General, Doç. Dr. MSE Bşk. 
ABD’nin Terörizm Ülke Raporları 2016 ve Türkiye 

Giriş., 

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yıllık olarak hazırlanan Terörizm Ülke Raporların dan 2016 yılı verilerini ve değerlendirmelerini kapsayanı 19 Temmuz 2017 tarihinde açıklanmıştır.1 

Rapor, Yedi Bölümden oluşmaktadır: 

1 Country Reports on Terrorism 2016, US Department of State, https://www.state.gov/j/ct/rls/crt/2016/index.htm 

• Stratejik Değerlendirme, 

• Ülke Raporları (Altı kısımdan oluşmaktadır: Afrika, Doğu Asya ve Pasifik, Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika, Güney ve Orta Asya ile ABD kıtası), 

• Terörizmi destekleyen ülkeler, 

• Kimyasal, Biyolojik, Radyolojik ve Nükleer Terörizm ile Küresel Mücadele 

• Terörist Güvenli Bölgeler, 

• Yabancı Terör Örgütleri (Tablo 1), 

• Mevzuat İhtiyaçları ve Anahtar Terimler. 


Raporun Türkiye için önem taşıyan bölümlerinde yer alan tespit ve değerlendirmeler müteakip bölümlerde sunulmaktadır. 

Türkiye Terörizm Raporu., 

Türkiye Terörizm Raporu, 2’nci Bölüm 3’üncü Kısım’da yer almaktadır. Raporda, PKK, TAK, IŞİD ve DHKP-C’nin Türkiye’de terör eylemeleri yaptığı, Hükümetin bu örgütlere ilaveten ülke içinde faaliyet gösteren Türkiye’deki Hizbullah, TKP/ML ve TİKKO, MLKP gibi çok sayıda örgütü terör örgütü olarak ilan ettiği ifade edilmektedir. Türkiye’nin PKK bağlantısı nedeniyle Suriye’de PYD ve askerî kanadı YPG’yi terör örgütü olarak kabul ettiği belirtilmekte, bu cümlenin ardından Türkiye’nin HAMAS’ın siyasi lideri Halid Meşal ile diplomatik işbirliğine devam ettiği vurgulanmaktadır. Bu şekilde, ABD’nin terör örgütü olarak ilan ettiği Hamas’a Türkiye’nin desteği öne çıkarılırken ABD’nin PYD/YPG ile işbirliği normalleştirilmeye çalışılmaktadır. 

Raporda, kendi isteğiyle ABD’de “sürgünde” yaşayan "din adamı" Fetullah Gülen’in dini hareketinin Türkiye’de Milli Güvenlik Kurulu’nun 26 Mayıs 2016’da aldığı kararla terör örgütü olarak kabul edildiği ve FETÖ olarak adlandırıldığı ifade edilmektedir. Türkiye’de Hükümetin Gülen Hareketi'nin 15 Temmuz 
darbe girişimini planladığı ve yönettiğini iddia ettiği, FETÖ’nün Körfez İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Örgütü tarafından terör örgütü olarak kabul edildiği belirtilmektedir. Raporda Türkiye’nin FETÖ hakkındaki işlemlerine yer verilmekle birlikte terimler tırnak içinde kullanılarak ve iddia olduğu belirtilerek ABD yönetiminin Türkiye’nin kararlarına şüphe ile yaklaşıldığına işaret edilmektedir. Bölüm içinde FETÖ yerine Gülen Hareketi teriminin tercih edilmesi, FETÖ ile ilgili paragrafta 15 Temmuz sonrası OHAL ilanı ile kamu görevlerinden ihraçların ve tutuklamaların fazlalığına vurgu yapılması dikkat çekmektedir. 

Raporda dikkat çeken diğer bir konu, Türkiye’de terörizmin geniş tanımına ve ABD’nin ifade ve toplanma özgürlüğü olarak gördüklerinin Türkiye’de suç olarak kabul edilmesine yönelik eleştiridir. Türkiye’de yetkililerin, siyasi muhalifleri, gazetecileri ve aktivistleri etkisizleştirmek için mevcut yasaları geniş olarak yorumladıkları öne sürülmektedir. 20 Temmuz 2016’dan beri devam eden OHAL nedeniyle şüphelilerin adil yargılanma hakkının ihlal edildiği, mahkemelerin yetersiz delillerle tutuklamalar yaptığı diğer bir eleştiridir. 

Raporda Türkiye’nin IŞİD ile 2016 yılındaki mücadelesine özel bir vurgu olduğu görülmektedir. 
Ayrıca Türkiye’nin aldığı sınır güvenlik tedbirleri, radikalleşmenin önlenmesi yönündeki çabaları, uluslararası terörizmin finansmanının kesilmesine yönelik girişimleri ile uluslararası işbirliğine olumlu vurgular öne çıkmaktadır. 

Yabancı Terör Örgütleri., 

Raporun 6’ncı bölümünde ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği 61 örgüt sıralanmaktadır. Bu örgütler içinde El kaide ve IŞİD bağlantılı olanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Türkiye’den PKK ve DHKP-C listede yer alırken FETÖ, PYD/YPG, TKP/ML TİKKO ve Türkiye’deki Hizbullah yer almamaktadır. 

Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul etmediği başta HAMAS olmak üzere çok sayıda örgüt ABD listesinde yer almaktadır. 

Teröre Destek Veren Ülkeler., 

Raporun 3’üncü bölümünde İran, Sudan ve Suriye’nin teröre destek veren ülkeler olduğu ifade edilmektedir. 

İran’ın; Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve Bahreyn’deki gruplara; Sudan’ın; Abu Nidal, Filistin İslami Cihadı, Hamas ve Hizbullah’a; Suriye’nin ise 2011’den itibaren ülke içindeki yandaş terör gruplarına destek verdiği ve El Kaide bağlantılı gruplara zaman zaman ılımlı davrandığı ifade edilmektedir. 

Teröristler İçin Güvenli Bölgeler 

Raporun 5’inci bölümünde teröristler için güvenli bölgeler olarak; Somali, Mali, Yemen, Suriye, Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Pakistan, Afganistan, Kolombiya, Venezüella ve Filipinler’in tespit edilmiş bölgeleri dikkat çekmektedir. 

Rapora İlişkin Değerlendirme 

ABD’nin raporunda kendisinin ve yakın müttefiklerinin ulusal güvenliğine ve ABD’nin ülke dışındaki tesis ve personeline tehdit teşkil eden gruplara ağırlık verdiği, bu kapsamda El Kaide ve bağlantılı grupların öncelik aldığı görülmekte dir. ABD’nin terörizmle uluslararası mücadelede sıklet merkezinin, içinde etkin olarak yer aldığı uluslararası kuruluşların kararlarına diğer ülkelerin uymasını ve 
işbirliği yapmasını sağlamaya yönelik olduğu, bu kapsamda terörizmin finansmanını kesmeyi ve personel teminini engellemeyi sağlayacak tedbirlere öncelik verildiği görülmektedir. 

ABD’nin, kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer silahların terör örgütleri tarafından kullanılmasını öncelikli bir tehdit olarak görürken, siber teröre ağırlıklı vurgu yapmamasının, siber savunma/taarruz kapasitesine duyduğu güveni yansıttığı düşünülmektedir. 

Türkiye ile ABD arasında terörizm kavramı, terör örgütü tanımı ve cezai tedbirler konusunda önemli farklılıklar olduğu rapora da yansıtılmıştır. Bu kapsamda önümüzdeki dönemde FETÖ ve PYD/YPG’nin terör örgütü olarak kabul edilmesinde bir ilerleme yaşanmasının zor olduğu kıymetlendirilmektedir. 


Tablo 1. ABD'nin Yabancı Terör Örgütleri Listesi-2016 

1. Abdallah Azzam Brigades (AAB) 
2. Abu Nidal Organization (ANO) 
3. Abu Sayyaf Group (ASG) 
4. Al-Aqsa Martyrs Brigade (AAMB) 
5. Ansar al-Dine (AAD) 
6. Ansar al-Islam (AAI) 
7. Ansar al-Shari’a in Benghazi (AAS-B) 
8. Ansar al-Shari’a in Darnah (AAS-D) 
9. Ansar al-Shari’a in Tunisia (AAS-T) 
10. Army of Islam (AOI) 
11. Asbat al-Ansar (AAA) 
12. Aum Shinrikyo (AUM) 
13. Basque Fatherland and Liberty (ETA) 
14. Boko Haram (BH) 
15. Communist Party of Philippines/New People’s Army (CPP/NPA) 
16. Continuity Irish Republican Army (CIRA) 
17. Gama’a al-Islamiyya (IG) 
18. Hamas 
19. Haqqani Network (HQN) 
20. Harakat ul-Jihad-i-Islami (HUJI) 
21. Harakat ul-Jihad-i-Islami/Bangladesh (HUJI-B) 
22. Harakat ul-Mujahideen (HUM) 
23. Hizballah 
24. Indian Mujahedeen (IM) 
25. Islamic Jihad Union (IJU) 
26. Islamic Movement of Uzbekistan (IMU) 
27. Islamic State of Iraq and Syria (ISIS) 
28. Islamic State’s Khorasan Province (ISIS-K) 
29. ISIL-Libya 
30. ISIL Sinai Province (ISIL-SP) 
31. Jama’atu Ansarul Muslimina Fi Biladis- Sudan (Ansaru) 
32. Jaish-e-Mohammed (JeM) 
33. Jaysh Rijal Al-Tariq Al-Naqshabandi (JRTN) 
34. Jemaah Ansharut Tauhid (JAT) 
35. Jemaah Islamiya (JI) 
36. Jundallah 
37. Kahane Chai 
38. Kata’ib Hizballah (KH) 
39. Kurdistan Workers’ Party (PKK) 
40. Lashkar e-Tayyiba (LeT) 
41. Lashkar i Jhangvi (LJ) 
42. Liberation Tigers of Tamil Eelam (LTTE) 
43. Mujahidin Shura Council in the Environs of Jerusalem (MSC) 
44. Al-Mulathamun Battalion (AMB) 
45. National Liberation Army (ELN) 
46. Al-Nusrah Front (ANF) 
47. Palestine Islamic Jihad (PIJ) 
48. Palestine Liberation Front – Abu Abbas Faction (PLF) 
49. Popular Front for the Liberation of Palestine (PFLP) 
50. Popular Front for the Liberation of Palestine-General Command (PFLP-GC) 
51. Al-Qa’ida (AQ) 
52. Al-Qa’ida in the Arabian Peninsula (AQAP) 
53. Al-Qa’ida in the Indian Subcontinent (AQIS) 
54. Al-Qa’ida in the Islamic Maghreb (AQIM) 
55. Real IRA (RIRA) 
56. Revolutionary Armed Forces of Colombia (FARC) 
57. Revolutionary People’s Liberation Party/Front (DHKP/C) 
58. Revolutionary Struggle (RS) 
59. Al-Shabaab (AS) 
60. Shining Path (SL) 
61. Tehrik-e Taliban Pakistan (TTP) 


www.merkezstrateji.com 
bilgi@merkezstrateji.com 
Analiz@merkezstrateji.com 
Tlf.: +90 3122362199 
GSM: +90 5332303018 

http://merkezstrateji.com/


***