28 Nisan 2020 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 6

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 6



G- Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı 

İç güvenliğin sağlanmasına yönelik olarak devlet kurumları arasında meydana gelen uyumsuzluğu gidermek ve özellikle terör konusunda daha kapsamlı ve etkin bir mücadele gerçekleştirmek amacıyla 17.02.2010 tarih ve 5952 yasa ile Kamu Düzeni ve Güvenlik Müsteşarlığı kuruldu. Başlangıçta İçişlerine bağlı olarak kurulan Müsteşarlık, 08.07.2011 tarihinde yapılan bir değişiklikle Başbakanlığa bağlandı. Müsteşarlık Web sayfasında kuruluş gerekçesini “Terörle mücadele alanında verimlilik ve etkinliğin sağlanması aynı zamanda sorunun çok yönlü ve kurumlar arasında koordine halinde ve alandaki ihtiyaçları tespit ve 
karşılamak” şeklinde tanımlamaktadır. Güvenlikle ilgili operasyonel faaliyeti olmayan Müsteşarlık, Türkiye’nin değişen toplumsal yapısının ve gelişen bireysel bilinç düzeyinin terörle mücadele konusunda daha seçici, kapsamlı ve dikkatli insan hak ve özgürlüklerini temel alan bir anlayışla kurulmuştur. Müsteşarlık yine kendi Web sayfasında bu anlayışını şu şekilde ifade etmektedir: “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, Terörle mücadeleyi, toplumsal değer ve dinamikleri de esas alarak çok boyutlu ve bütüncül bir yaklaşımla planlayan ve etkin bir şekilde koordine eden, ürettiği politika ve stratejilerle terörün en aza indirilmesinde öncü rol oynayan, hukukun üstünlüğü ve temel hak ve özgürlükler e saygıyı ilke edinen bir kurum olarak yapılandırılmıştır. 

Müsteşarlık; çözüm odaklı, doğru ve etkin iletişimi ön planda tutan, iş birliğine açık ve sosyal sorumluluk sahibi projeler üretmek üzere proaktif bir yaklaşım içerisinde çalışmalarına başlamıştır.”90 Kamu Güvenliği ve Düzeni Müsteşarlığını etkin kılan Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu ve kuruluş aşamasında olan İstihbarat Değerlendirme Merkezidir. 
Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu, Güvenlik Kuruluşları ve ilgili kurumlar arasında gerekli koordinasyonu sağlamak ve bu alandaki politikaları ve uygulamaları değerlendirmek amacıyla oluşturulmuştur. Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulunda İç ve dış güvenliğin ilgili tüm birimleri temsil edilmektedir. Müsteşarlığın 4/2 Maddesine göre Genelkurmay İkinci Başkanı, Jandarma Genel Komutanı, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı, Adalet 
Bakanlığı Müsteşarı, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı, Emniyet Genel Müdürü ve Sahil Güvenlik Komutanından oluşmaktadır. Müsteşarlığın Web sayfasındaki teşkilat yapısından kurumsal hiyerarşinin en üstünde Başbakan Yardımcı bulunmaktadır. İkinci Sırada Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu üçüncü sırada Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, dördüncü sırada ise İstihbarat Değerlendirme Merkezi bulunmaktadır. 

Güvenlik Müsteşarlığının oluşturulmasının nedenlerinden biri kurumlar arasında 
güvenlikle ilgili koordinasyonun sağlanmasını ve özellikle terörle mücadelenin etkin bir şekilde yapılmasını sağlamak olarak ifade etmek mümkündür. Fakat Güvenlik müsteşarlığının asli görevlerinin başında Türkiye’nin güvenlikle ilgili stratejilerinin yeniden yapılandırılmasının ipuçlarını vermektedir. Bu itibarla salt güvenlik anlamında askeri ve istihbarı önlemlerin alınmasının yanında Müsteşarlık vizyonunu; “Terörle mücadeleyi, toplumsal değer ve dinamikleri de esas alarak çok boyutlu ve bütüncül bir yaklaşımla planlayan ve etkin bir şekilde koordine eden, ürettiği politika ve stratejilerle terörün en aza indirilmesinde öncü rol oynayan, kullandığı araç ve yöntemlerle, ulusal ve uluslararası alanda söz sahibi saygın bir kurum olmaktır”91 şeklinde tanımlamaktadır. 

Bu anlayış ise Türkiye’nin güvenlik algılamasının, güvenlikle ilgili stratejilerinin ve güvenlik politikasının kapsadığı alanın Türkiye’nin sınırları ile son bulmadığını ve bölgesel güç olma yolunda proaktif bir dış politika uygulayan bir ülke olarak sınır dışındaki olayları da içine alacak şekilde güvenlik algılamasının genişletildiğini ortaya koymaktadır. 

D- Milli İstihbarat Teşkilatı 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra istihbarat hizmetlerini yerine getirme amacına yönelik olarak 5 Ocak 1927’de kurulan ilk Teşkilat “Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti” (M:E:H/MAH) oldu. Şeklen İçişlerine bağlı olarak kurulan MAH, devletin milli güvenlik politikasının hazırlanmasına yönelik çalışmalar doğrultusundan 1965 tarihinde TBMM’de kabul edilen 644 sayılı kanunla Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kurulmuştur. 92 İngilizce İntelligence kavramından gelen ve Türkçe anlamı “akıl”, zeka” olan istihbaratın Türkçe sözlükteki karşılığı “haber alma, bilgi toplama” olarak verilmektedir. Teknik, konu ile ilgili olarak istihbarat kavramı toplanan bilgilerin tasnifini, işlenmesini ve bir veri/bilgi olarak elde edilen ürünlerin doğru bir şekilde kullanılması anlamına gelmektedir. Bu itibarla istihbarat değişik kaynak ve yollardan farklı yöntemlerle elde edilen bilgilerin, delillerin belli bir program dâhilinde değerlendirilmesi analiz edilmesi ve anlamlandırılmasını ifade etmektedir. 

Bu bağlamda Milli İstihbarat: “Devletin Milli Güvenlik Politikasını yürütmek için yurt içinde ve yurt dışında sekiz ana konunun, yani askeri, siyasi, ekonomik, sosyal, coğrafi, biyografik, ulaştırma ve muhabere, ilmi ve teknik istihbarat ile Kont terör ve Kont Espiyonaj çalışmalarının bütünlüğü ve merkezi istihbarat üretimi”93 demektir. MİT’in tanıtım sayfasında görevleri şu şekilde ifade edilmektedir: Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milleti ile bütünlüğüne; varlığına, bağımsızlığına ve güvenliğine; anayasal düzenine ve milli gücü 
meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan yöneltilen mevcut ve muhtemel faaliyetler hakkında milli güvenlik istihbaratını devlet çapında oluşturmaktır.” MİT elde ettiği bu bilgileri başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Başbakan, Genelkurmay Başakanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri ve gerekli kuruluşlara iletmektedir. Yine MİT’in tanıtım sayfasında “isthbaratta doğru haber almak ve devleti bir sürprizle karşı karşıya bırakmamak” şeklinde tanımlanan MİT’in ilkesi, milli güvenliğin sağlanmasında bir kurumsal yapı olarak İstihbarat örgütünün dışa yönelik istihbarat imkânlarının artırılması, buna karşın devlete karşı yürütülen istihbarı eylemleri en aza indirgemek gibi önemli bir 
sorumluluğu yerine getirmekle yükümlüdür. 2937 sayılı kanunun 13. Maddesi gereğince MGK’da görüşüldükten sonra Başbakanın önerisi ve Cumhurbaşkanının onayı ile göreve atanan MİT Müsteşarı yalnızca Başbakan’a karşı sorumludur. 

Milli İstihbarat Teşkilatının yasa ve mevzuatlarla belirlenmiş görev ve yetkilerinin uygulanış biçimi ile ilgili olarak tartışmaları uzun dönemdir devam etmektedir. 1983’ten itibaren Başbakanlığa bağlı olmasına rağmen özellikle ülkede sivil iktidar ile sivil-asker bürokrasi arasında meydan gelen gerginlikler ve askeri müdahalelerin öncesinde MİT’in siyasi iktidar ile bilgileri paylaşmadığı çok tartışılan konu olmuştur. Bu tartışmalara, MİT müsteşarlarının çoğunluğunun asker kökenli olması da katkı sağlamıştır. İlk defa 1992 yılında Sönmez Köksal’ın MİT Müsteşarlığına atanması ile birlikte dışişleri bakanlığında bir diplomat olan bir sivil bürokrat MİT’in başına atandı. 

MİT’in kuruluşunun 85 yıldönümü tanıtım filminde “Büyük Türk Milletinin geleceği için çalışıyoruz. Çünkü istihbarat geleceği doğru öngörmektir” sloganı ile çalışan MİT, bu çerçevede 2011 yılında İstihbarat Teşkilatı Eğitim Merkezi (MİTEM) içinde Türkiye’nin dış politikasındaki yeni vizyonu ve bölgedeki stratejik çıkarları dikkate alınarak dış istihbarata yönelik İSAMER adıyla MİT akademisi kuruldu. Kriz bölgelerinin öncelendiği İSAMER çalışma alanında Ortadoğu bölgesi “kritik alan” olarak tanımlanırken, PKK, küresel terör ve enerji güvenliği İSAMER’in öncelikli konuları arasına yer almaktadır. 94 Bu da göstermektedir ki MİT daha önce klasik görevi olarak gördüğü iç politikaya dönük güvenlik 
ve ishitbari görev alanını olması gerektiği gibi dış politikaya yönelik çalışmalar yoğunluk kazanmaktadır. Türkiye’nin iç güvenliğinin sağlanması, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve sosyal olarak istikrarlı bir ülke konumunu devam ettirmesi, merkezinde bulunduğu bölgenin siyasi ve ekonomik açıdan gerçekleştireceği güvenlik ortamının derecesi ile yakından ilgisi bulunmaktadır. Bu itibarla Türkiye’nin geleceğini garanti altına almanın yolu, bölgesel çerçevede stratejiler üretmek ve bu stratejileri orta ve uzun vade de uygulamaya koymaktır. 
MİT ve ortaya koyduğu yeni vizyon bu bağlamda anlam kazanmaktadır. 

Türkiye’nin geleceğini garanti altına alacak ve kaçınılmaz olarak bölge ülkelerinin kapsayan yeni stratejilerin üretilmesinde öncü rolü oynaması ve bu stratejilerin uygulanması esnasında lojistik destek sağlaması açısından MİT’in dikkatini PKK dahil bölge ülkelerindeki siyasi, askeri, kültürel ve ekonomik gelişmelere vermesi öncelikli hedefleri arasında olmalıdır. 

IV- Türkiye’nin Güvenlik Politikalarının Kırılma Dönemleri 

Türkiye, Osmanlı Devletinin toprak büyüklüğüne sahip olmamasına rağmen kurtuluş savaşından zaferle çıkmanın vermiş olduğu bir avantajla barış masasına oturmuştur. 
Türkiye’nin o dönem güvenliğinin garanti edilmesi iki faktörün birbirine bağlı bir şekilde dengede tutulmasına bağlıydı. Bunlar dış dünyada özellikle Batı’da yeni bir devlet olarak kendini ispat etme, çağdaş ve modern devletler dünyasına kabul edilme ve bu şekilde onlarla eşit bir ilişkileri geliştirme hedefine yönelik politikalardır. İçerde ise ulus devlet olma yolunda devletin varlığını ve bekasını tehlikeye düşüren potansiyel tehlikeleri ortadan kaldırmak öncelikli hedef olarak belirlendi. Türkiye, Luasanne Antlaşmasından sonra 20. yüzyılın ilk yarısının güçlü devletleri ile komşu durumundaydı. İngiltere Irak’a mandası olarak hükmediyordu. Ayrıca Kıbrıs İngiltere”nin hâkimiyeti altındaydı. Fransa, Suriye 
mandasıyla Türkiye’nin komşusuydu. İtalya ise Ege’deki 12 adayı ve Meis adasını işgal altında tuttuğu için Türkiye ile sınır komşusu olmuşlardı.95 

A- Atatürk Dönemi 

Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik politikalarının temel taşları Kurtuluş Savaşı 
esnasında belirginleşmeye başlamıştır. 16 Mart 1921 tarihinde Sovyetler Birliği ile yapılan Türk-Sovyet dostluk anlaşması ile doğu sınırları güvenlik altına alınırken, Batılı ülkelere karşı da pazarlık payı artırılmıştır. Bu anlaşmanın 8. maddesindeki hüküm daha sonra Türkiye’nin komşuları ile yürüttüğü ilişkilerde dış politikasının temel prensiplerinden birini oluşturdu. Bu maddeye göre “Akid taraflar kendi ülkeleri üzerinde, diğer devlerin hükümetini devirmek amacını gücen teşekküllerin kurulmasına ve çalışmasına müsaade etmeyecektir.” 
Dış politik literatürde “komşuların karşılıklı olarak iç işlerine karışmama prensibi” olarak bilinen bu temel prensibi Türkiye’de tüm iktidarlar dış politikanın temel araçlarından bir olarak görmüşlerdir. Sovyetler Birliği ile1921 yılında başlayan ilişkiler, 1925 yılında imzalanan “Dostluk ve Tarafsızlık Andlaşması” ile yeni bir aşamaya geldi. Bu bağlamda Türkiye uluslararası işbirliği ve ilişkilerinde 1925 Andlaşmasının 2. Maddesi çerçevesinde Sovyetler Birliği’nin tutumunu önceden öğrenmeden kesin adım atmamaya özen gösterdi. 

Yine bu dönemde Türkiye’nin uluslararası barış ve güvenlik konularındaki faaliyetlerde Sovyetler Birliği’nin katkısı yadsınamaz96. Denebilir ki Türkiye 1936 yılına kadar kendi güvenliğinin sağlanması ve uluslararası düzenin korunması ile ilgili yapılan görüşmelerde, Sovyetler Birliği’nin bu yöndeki politikalarını (Milletler Cemiyetine girmede olduğu gibi) göz önünde bulundurmuştur. 

Atatürk, 1923 Lozan anlaşması ile ulaşılan sonuçlara (Musul hariç) ve Türkiye’nin uluslararası hukuk anlamında varlığının kabulünü ve sınırlarını tatmin edici ve gerçekçi sonuçlar olarak gördü. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Almanya ve İtalya gibi revizyonist bir yaklaşım ortaya koymadı. Türkiye 1928 yılında uluslararası silahsızlanma Komisyonu’na katılarak uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanabilmesi için devletlerin silahlanma yarışmasından vazgeçmeleri yönünde bir politika izlemekteydi. Sovyetler 
Birliğini’nin dışişleri bakanı Litvinov, 1928 Uluslararası Silahsızlanma Komisyonu’na Türkiye’nin de davet edilmesini talep ederken, Türkiye’nin dünya siyasetinde oynamakta olduğu önemli role ve jeopolitik konumuna vurgu yapmaktaydı.97 

Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının temelini Atatürk’ün ifade ettiği “Yurtta sulh, cihanda sulh” kavramı, oluşturdu/oluşturmaktadır. Atatürk 1931 yılında yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin uygulayacağı barışçı dış ve güvenlik politika sını şu şekilde ifade ediyordu: “Türkiye’nin emniyetini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhine olmıyan, bir sulh istikameti bizim daima düsturumuz olacaktır” 98. 

Atatürk’ün güvenlik algılamasında barışın korunmasının temel hedefi olarak görülen “yurtta sulh cihanda sulh” kavramı pasifist bir perspektifi savunmamaktaydı. Tersine Osmanlı devletinin nerdeyse hiç sonu gelmeyen 
savaş ve darbe-karşı darbelerden oluşan acı tecrübelerinden ders çıkararak dış politikada Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek bir maceraya atılmamaktı. Aynı şekilde Lousanne’de belirlenen sınırları (Musul ve Hatay dışında) kabul etmiş ve komşularına karşı toprak talebinde bulunmamıştır.99 

Bu bağlamda Türkiye, Lousanne anlaşmasından sonra Birinci Dünya Savaşı ile birlikte elde edilen uluslararası Status Quo’nun devamı yönündeki politikaları desteklemiştir. Bunu yaparken Mustafa Kemal bu dönemde Staus Quo taraftarları ile aralarındaki sorunları gidererek ilişkileri düzeltme; revizyonistlere karşı mesafeli durmaya ve özellikle de Musolli’nin tehditlerine karşı koymaya100 çalışmıştır. Türkiye, Wilson ilkeleri çerçevesinde Uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanması için bir platform olması düşünülen Milletler Cemiyeti’ne Musul konusunda verdiği aleyhte karara rağmen 1932’de üye oldu. 

Aynı şekilde Avrupa’da giderek belirgin hale gelen Status Quo (İngiltere ve Fransa) taraftarları ile revizyonist (Almanya ve İtalya) ülkelerin arasındaki gerilimin giderek arttığı bir dönemde, Balkanlar’da güvenliğin sağlanması ve olası bir savaş durumunda Balkan ülkelerinin dış saldırılara karşı kendilerini koruyabilmeleri hedefine yönelik olarak Türkiye’nin çabaları ile 1934 yılında Balkan Antantı imzalandı. Atatürk, Balkan Antantı ile Türkiye’nin Balkanlar’daki komşuları ile olan sınırlarını güven altına alınmasının ötesinde bir strateji  belirlemeye çalıştı. Türkiye, Balkan Antantı’na kendi aralarındaki sınırları garanti eden bir anlaşma değil, akit taraflarının sınırlarını diğer devletlere karşı koruyabilecek bölgesel bir savunma örgütünün ön aşaması olarak görmekteydi. Türkiye, Balkan devletleri arasında eşitlik esasına dayanan kurumsal bir işbirliğinin Avrupa politikasında önemli bir yere sahip olacağını düşünüyordu.101 

Atatürk döneminde Türkiye’nin güvenliğini zaafa uğramasına neden teşkil eden 
sorunlardan bir de Türkiye’nin savunmasında jeostratejik açıdan önemli bir konuma sahip olan Boğazlar sorunu gelmekteydi. Lousanne Andlaşmasında (24 Temmuz 1923) ek bir protokolle imzalanan “Boğazlar Sözleşmesi” Türkiye’yi tatmin etmekten uzaktı. Zira her iki boğazın iki yakasında da (Çanakkale’nin doğu ve batısında 20’şer, İstanbul Boğazı’nda 15 km.) askerden arındırılmış bölge bulunacak; Marmara Denizi’ndeki adalara asker konuşlandırılmayacaktı. Boğazların güvenliği ise Milletler Cemiyeti’nin garantisi altında bulunmakta ve Boğazlar MC tarafından oluşturulan bir “Boğazlar Komisyonu” tarafından 
yönetilmekteydi.102 Bu haliyle Türkiye’nin Boğazlar üzerinde egemenliğinden bahsetmek söz konusu değildi. Türkiye’nin güvenliği için stratejik öneme sahip olan Çanakkale ve İstanbul boğazlarını savunma tedbirlerini alması mümkün gözükmüyordu. Avrupa’da Almanya’nın başını çektiği revizyonistler ile İngiltere ve Fransa’nın öncülük ettikleri Status Quo taraftarlı arasında giderek tırmanan gerilim, Türkiye’nin Boğazların statüsünü kendi lehine yeniden düzenlenmesini sağladı. Türkiye, akid taraflara gönderdiği notada uluslararası mevcut ortamda “kendi güvenliği, savunması ve egemenlik haklarının karunması” için Lozan’da belirlenen statünün değiştirilmesi yönündeki talebi 20 Temmuz 1936 yılında 
Montreux’de yapılan yeni bir sözleşme ile kabul edildi. Bu sözleşme ile Türkiye Boğazlar’da kendi güvenliğinin sağlanması ve egemenlik haklarını sınırlayan Boğazlar statüsünü kendi lehine değiştirdi.103 

B- Denge Politikası, Stalin’in Açık Tehdidi 

İkinci Dünya Savaşı esnasında Türkiye’nin temel stratejisi savaşa girmemek 
üzerineydi. Buna rağmen İtalyanların Akdeniz üzerinde hak iddia etmeleri ve Habeşistanı işgal etmesi, Türkiye’nin güvenliğini sağlanması konusunda ittifak arayışına itti. Savaşın başlamasından kısa bir süre önce Türkiye, 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile “Türkiye, İngiltere ve Fransa Arasındaki Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzaladı. Türkiye bu antlaşma ile Akdeniz’de kendisinin karışacağı bir savaş durumunda İngiltere ve Fransa’nın yardımını sağladı.104 Zira Türkiye olası bir savaş durumunda siyasi, askeri ve ekonomik sorunlarla tek başına başa çıkmayacağını biliyordu.105 İkinci Dünya Savaşı esnasında benimsenen dış politikanın temel esası, Türkiye’yi herhangi bir şekilde savaşa sokmamaktı. Zira Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun ifadesiyle Türkiye’nin savaş girmesinin “ büyük devletlere bir savaş alanı olmaktan başka” bir fayda sağlayamayacağıydı. Yine Menemencioğlu’nun ifadesiyle dönemin dış politikasının amacı, Türkiye’nin kendi başına karar verebilme yetkisinin sonuna kadar korunmasıydı. Aksi bir durumda, yani savaşa katılması halinde savaş 
alanı haline gelecek bir Türkiye’nin kendi başına karar verme yeteneğinin yitireceği idi.106 

Başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nı bizzat yaşamış olan yönetici sınıfın, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesinin bir oldubittiye getirilmesinin neye mal olduğuna yakından tanıklık etmiş olmalarının büyük bir payı vardı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı esnasında izlediği savaşa girmeme stratejisinin ekonomik, askeri ve siyasi nedenlerini de eklemek gerekmektedir. Ekonomik alanda 30’lu yıllarda uygulamaya konan devletçi politikalar istenilen sonucu vermemiş, hem tarım hem de sanayi alanından istenilen başarılar elde edilmemişti.107 İkinci önemli diğer bir sorun Türkiye’nin 
savunma sanayisinin ve TSK’nın araç, gereç ve eleman sayısının yetersiz oluşu idi. Türkiye’nin İkinci Dünya Savası esnasındaki askeri potansiyeli ve savunma konusundaki yetersizliği devlet adamlarının savaşa girme konusunda aşırı çekingenliğini açıklayıcı nedenler arasında sayılmalıdır. 108 

Türkiye’nin savaşa girme konusundaki çekinceli davranmasının son nedenini iç güvenlik kaygılarında aramak gerekir. Daha 1930 yılındaki Atatürk döneminde Serbest Fırka deneyiminde yeni rejimin henüz halk tarafından benimsenmediği bariz olarak anlaşılmıştı. Atatürk gibi karizmatik bir kişilikten yoksun olan İnönü'nün bir savaş esnasında Cumhuriyet’in temel niteliklerine yönelik olası eleştiriler veya bir ayaklanma ihtimali, devletin üniter yapısını ve iç güvenliğini sarsacak nitelikte alabilirdi. Sonuç itibarı ile bakıldığında Türkiye, İkinci Dünya Savaşı esnasında Balkanlar’dan güneye kadar İsmet İnönü’nün ifadesiyle “her tarafı Mihverle sarılmış olmasına” rağmen, “Denge Politikasını” ısrarla sürdürdü.109 

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği’nin Türkiye 
Büyükelçisi Selim Sarper’e Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un verdiği 7 Haziran 1945 tarihli nota, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını artıracak nitelikteydi. Zira Sovyetler Birliği Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere bırakılmasını, Boğazlarda da askeri üs istemekteydi. Sovyetlere göre Türkiye, Boğazları savaş zamanında tek başına savunmayacağını göstermişti. Bu bakımdan Sovyetler, Boğazları ortak savunmak için üs istemekte ve 1936 Montreux anlaşmasında Sovyetlerin Boğazlarda daha fazla söz sahibi olmasını sağlayacak şekilde yeni bir düzenlemeye gidilmesini istemekteydi.110 Sovyet istekleri üzerine Kurtuluş 
Savaşı’nın önemli komutanlarından TBMM Milletvekili Kazım Karabekir’in konu ile ilgili tesbitleri Boğazların Türkiye’nin güvenliği açısından ne kadar önemli olduğunu göstermek açısından ilginçtir. 

Karabekir yaptığı konuşmada, “Boğazlar milletimizin hakikaten boğazıdır. Oraya el saldırtmayız. Fakat şu da bilinmelidir ki Kars yaylası da milli belkemiğimizdir. Kırdırısak yine mahvoluruz”111 diyerek Türkiye’nin güvenliğinin korunması açısından Sovyetlerin istediği yerlerin jeopolitik önemine vurgu yapmıştır. İngiltere Başbakanı Churcill, 1945 Postdam Konferansı esnasında Stalin’in Boğazlarda üs isteğini kabul edemeyeceğini bildirince, Stalin’in tepkisi de kendi açısından Kazım Karabekir’in tepkisinden farklı değildir. Stalin “küçük bir devlet büyük bir devleti gırtlağından tutmakta ve ona çıkış vermemektedir”112 diyerek, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın Sovyetler Birliği açısından hayati önemini vurgulamaktadır. Bu aynı zamanda Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin Kurtuluş 
Savaşı’ndan bu tarafa yürüttükleri ve 1925 yılında anlaşma ile perçinlenen dostluğunda sonu anlamına gelmekteydi. Türkiye, Osmanlı’nın 19. Yüzyıl boyunca adeta kâbusu olmuş kuzeyindeki büyük düşman Ruslar tarafından tekrar tehdit edilmeye başladı. 

Postdam Konferansı (1945) sonunda Sovyetlerin dışında diğer iki büyük ülke ABD ve İngiltere’nin, görüş birliğine varamadıkları için, Montreux düzenlemesinin revizyona tabii tutulması konusunda ayrı ayrı Türkiye’ye bildirimde bulunmaları nın karara bağlanması 113 Türkiye’yi zor bir karar almaya itti. Türkiye Sovyetler Birliği’nin teklifinin “Türkiye’nin hiç bir bakımdan feraget edemeyeceği ve takyidinin kabul edemeyeceği egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırı” olduğunu ve bunun “Türkiye’nin imhası” demek olduğunu ve Sovyetlerin 
şiddete başvurması durumundan aynı şekilde mukabelede bulunulacağı Sovyetlere verilen bir notada ifade edildi.114 

İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra Yalta’da Savaş sonrası uluslararası sistem yeniden tanzim edildi. Yalta Konferansı’nda alınan karar çerçevesinde savaş sonrası uluslararası düzeni yeniden kuracak olan San Francisco toplantısına katılma şartını yerine getirmek için Türkiye, 23 Şubat 1945 tarihinde Almanya’ya karşı savaş ilan etti ve aynı gün 1 Ocak 1942 tarihli uluslararası düzeyde kolektif bir güvenlik sistemi öngören BM Beyannamesi’ni imzaladı. Türkiye’nin bundan sonra gideceği yönü ve dış ve güvenlik politikalarındaki tercihini Başbakan Rüştü Saraçoğlu şu şekilde ifade edecektir: “Türkiye 
Cumhuriyeti ilk tehlike dakikalarından itibaren sözünü, silahını ve kalbini demokrat milletlerin yanına koydu ve bugüne kadar meclis olarak ve hükümet olarak aldığı kararlarla aynı istikamette yol aldı.”115 


C- Yeni bir Döneme Doğru: Türkiye’nin ABD ile İlişkilerinin Gelişmesi ve NATO üyeliği 

Ekonomik alandaki ilişkileri 1942 yılına dayanan Türkiye, ABD ilişkilerine güvenlik boyutunun katılması, Truman Doktrini (22 Mayıs 1947) ile başlamıştır. ABD ile SSCB arasındaki Hitler Almanyası’na karşı oluşturulan ittifak, savaş sonrası dünyanın paylaşımı konusundan anlaşmazlığa dönüştü. ABD’nin Sovyet hegemonyasına karşı Batı Avrupa’yı siyasi, ekonomik ve askeri bakımdan koruma altına almak istemesi, Dünya’nın iki bloka bölünmesini ve 40 yıl sürecek olan ideolojik temelde oluşan ve silahlanma yarışına dönüşen iki kutuplu bir dünya düzeninin temellerini atılmasına neden oldu. Truman doktrini bu 
bakımdan Soğuk Savaş döneminin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye’ye “Türkiye’nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonominin istikrarını muhafaza etmek amacıyla”116 yardım yapmaya başladı. Bu Türkiye ile ABD arasında günümüze kadar gelen sayısız güvenlik ve bir yıl sonra karara bağlanan Marshal planı çerçevesinden verilen ekonomik yardımların başlangıcını oluşturdu. 

Türkiye için ABD’nin Truman Doktrini ve Marshal Planı çerçevesinden alacağı 
yardımlar hala geçerliliğini koruyan ve komşuları üzerinde artan bir şekilde psikolojik baskı uygulayan Sovyetler Birliği karşısındaki endişelerini hafifletmedi. Sovyetler’in Komünist Entenasyonal’in (Komintern) yerine kurduğu Komünist Enformasyon Bürosu’nun (Kominform) amacının Batılı rejimlerle mücadele ve onları yok etmek olduğunun ifade edilmesi bu bağlamda giderek Batı ile kurumsal işbirliğini geliştirmeye çalışan Türkiye’yi de endişelendiriyorudu. 

4 Nisan 1949 tarihinde Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) kurulması ile Batı 
devletleri, Sovyetlerin özellikle Avrupa’da işgal ettiği ülkelerden çekilmemesi, 1948 Berlin ablukası, Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist partileri iktidara taşıyarak Sovyet peyki durumuna gelmeleri karşısında kollektif bir savunma ve güvenlik sistemi oluşturdular. Türkiye de Sovyetler Birliği karşısında güvenliğini sağlamanın yolunun NATO’ya girmek ile mümkün olacağını düşünmekteydi. NATO’nun kurulmasından itibaren Türkiye’nin çabaları ittifak içine girerek savunma sistemi dâhil olmak üzere Batı ile kurumsal işbirliğinin  gerçekleştirilme si yönünde politikalar geliştirmekti.117 Türkiye geleceğinin güvenliğini Batı  tarafından Batılı bir devlet olarak kabul edilmesinden geçtiğine inanmaktaydı. Nitekim Türkiye’nin Mayıs 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’ne üyeliğine davet edilmesi münasebetiyle Dış İşleri Bakanı Necmettin Sadak, “ Dış siyasetimizin ağırlık merkezi Batı dünyasıdır. (....) Avrupa Konseyi içinde bir Avrupa devleti olarak yer almamız, bu uzun ve devamlı siyasetimizindin zaruri bir neticesidir. (...) Anadolu’nun Avrupa siyasi ve iktisadi birlik hudutları içerisine girmesi bizim için belli- başlı bir hadisedir”118 ifadesiyle  memnuniyetini açıklayarak bu durumu teyit etmektedir. 

Türkiye’nin NATO’ya katılabilmesi, Türk askerinin savaş yeteneğini kaybetmediğini göstermesi ile ivme kazanacaktı. 1950’de başlayan Kore savaşına BM’de alınan karar çerçevesinde katılan Türk Tugayı’nın Amerikan askerlerinin güvenli bir şekilde geri çekilmesini sağlamakla görevlendirdiği Kunuri muharebesinde gösterdiği başarı sonrasında, Türkiye’nin NATO üyeliğine olan – Türkiye’nin güvenlik sağlamaktan çok NATO’ya ek yük getireceği yönündeki – itirazlar bertaraf edilmiş oldu. Ottowa’da yapılan NATO Bakanlar 
Konseyi toplantısında 21 Eylül 1951 tarihinde Yunanistan ve Türkiye’nin NATO’ya katılmaya davet etmeye karar verildiği açıklandı. 

ABD’nin 1950’de hazırlanan Ulusal Güvenlik Konseyi raporunda Sovyetler Birliği’nin atom bombası stokları ve bu bombaları atma kapasitelerinin ABD’ye saldırı düzenleyecek düzeye 1954 yılında ulaşacağı yolundaki raporu, ABD’nin tek nükleer güç olarak caydırıcı özelliğinin kaybolacağı anlamına gelmekteydi. ABD’nin muhtemel bir Sovyet saldırısına anında bir cevap verebilmesi için, Sovyetlere yakın olan ülkelerde askeri üs ve dinleme tesisleri kurması gerekiyordu. Türkiye’nin NATO üyesi olmadan önce 

ABD’nin üs isteğine olumsuz yanıt vermesi,119 ABD açısından Türkiye’nin jeopolitik konumundan dolayı NATO üyesine kabulünü kolaylaştıran faktörler arasındaydı. Türkiye NATO’ya üye olmadan önce 17 Ekim 1951 tarihinde ABD ile Ortak Güvenlik Anlaşması imzaladı. Bu anlaşma ile NATO üyesi olmadan Türkiye “ uluslararası anlayış ve iyi niyetin teşvikiyle dünya barışının sağlanmasına katılmak, uluslararası gerginlik nedenlerinin ortadan kaldırmak amacıyla karşılıklı olarak uzlaşılacak hareketlere kalkışmak, ABD’nin de dahil olduğu çok taraflı veya iki taraflı Anlaşma veya Antlaşmalarla yüklendiği askeri sorumluluklarını yerine getirmek (...) konularda yükümlülük alarak ABD’nin askeri eylemlerini desteklemek ve gerekirse yardım etme konusunda yükümlülük altına 
girmekteydi.120 Yani Türkiye bir taraftan NATO üyeliği ile Batı Savunma sistemi 
içerisinde Soğuk Savaş döneminde güvenliğini sağlamaya çalışırken, diğer taraftan da NATO’nun en büyük askeri gücü olan ABD ile ikili anlaşmalarla güvenlik politikalarını ABD eksenine yerleştirdi. Türkiye, NATO’ya üye olduktan sonra 23 Haziran 1954 yılında ABD ile Askeri Tesisler Anlaşması ile başlayan bir dizi Güvenlik, askeri üs ve tesis anlaşması gerçekleştirildi.121 Resmi Adı “Türkiye’de Bulunan Amerikan Askeri Yardım Kurulu Personeline NATO Kuvvetler Statüsü Antlaşmasının Tatbik Edileceğine Dair Anlaşma” uzun başlığı altında yapılan anlaşmaya dayanılarak iki ülke arasında çok sayıda teknik anlaşma 
yapıldı. Hava teknik, muharebe elektronik, harp başlığı desteği ve atom tesisleri anlaşmaları da yer almaktadır.122 

Türkiye NATO üyeliği ile birlikte güvenlik ve savunma ile ilgili politikalarını ve 
stratejilerini tamamen NATO’nun politikaları çerçevesinde şekillendirmeye başladı. NATO açısından Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesindeki öncelikli hedef Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması değildi. NATO 1952’de Lizbon zirvesinde “Sınırlı Savaş Stratejisi”ni benimsedi. Buna göre Hava kuvvetlerinin nükleer kabiliyet yeterli olmayan ABD’nin Sovyetlerin Ortadoğu’ya gerçekleştireceği muhtemel bir saldırı karşısında zamana ihtiyacı olacaktı. Büyük bir askeri güce sahip olan Türkiye’nin NATO içindeki rolü olası bir Sovyet saldırısını Toroslara kadar feda edilerek “sünger gibi emmesi” ve NATO kuvvetleri bölgeye intikal edene kadar Sovyet ordusunu oyalaması bekleniyordu.123 Bu strateji uyarınca 
Türkiye muhtemel bir Sovyet saldırısında cephe ülkesi konumda bulunmaktaydı. 

Menderes İktidarının Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma politikası sadece ekonomik alanda değil, siyasi alanda ve Türkiye’nin güvenlik algılamasında ABD’ye endeksli güvenlik politikasını beraberinde getirdi. 1965 ABD Başkanı Johnson’un Kıbrıs’la ilgili mektubuna kadar Türkiye dış politikadaki çıkarları güvenliğinin sağlanması yönündeki stratejilerini ABD’nin bölgedeki çıkarları ve güvenliği çerçevesinde belirlemekteydi. 

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder