TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 7
Menderes Hükümetleri çok yönlü dış politika sloganıyla her ne kadar dış politika da çok yönlülüğü savunsalar da, bu çerçevede Ortadoğu ülkeleri ile kurulmak istenen ilişkiler, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik güvenlik politikasından farklı değildi. Zira Menderes Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da belirleyici bir aktör olmasını engellemek istiyordu. Menderes’in hedefi Ortadoğu ülkeleri ile gerçekleştireceği ortak güvenlik zinciri ile Ortadoğu’da Sovyet tehlikesinin yayılmasını önlemeye çalışmaktı.124 Bu bağlamda Türkiye tarihsel mirasın verdiği çıkarlara ters bir şekilde hareket ederek. BM’de Cezayir’in bağımsızlığı konusunda Fransa’dan yana tavır aldı.125 Türkiye, sadece Cezayir konusunda
değil, dış politikasını NATO’nun hedefleri ile uyumlu hale getirmek adına Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinde Batı eksenli politikalar yürüttü. Menderes döneminde Türkiye’nin güvenlik politikalarının üç temel hedefi vardır.
1. Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki siyasi oluşumlarda belirleyici konumda olmasının önüne geçmek istiyordu.
2. Kendi etrafındaki komşu ülkelerin Sovyetleri Birliği yanlısı rejimlerin kurulmasını önlemek ve bu şekilde Türkiye’nin Sovyetler tarafından kuşatılmasını engellemek.
3. Aktif Doğu Politikası çerçevesinde Sovyetlerin ilgi alanında fakat NATO’nun direk savunma alanının dışında olan Ortadoğu’da ve Akdeniz bölgesinde askeri ittifaklar zinciri oluşturarak, Türkiye’nin güvenliğinin sağlamak.126
Menderes, hedeflerinin gerçekleşmesi için Ortadoğu ülkeleriyle güvenlik temelinde anlaşmalar yapmak için bir dizi girişimde bulundu. Mısır Lideri Cemal Abdulnasır’ın muhalefeti, istenilen düzeyde bölgesel bir birliğin oluşmasını engelledi. Fakat Menderes Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1954 tarihinde Bağdat’ta imzalandığı için Bağdat Paktı olarak anılan “Karşılıklı İşbirliği ve Savunma Antlaşması” imzalandı. Bu Antlaşmanın 1. Maddesi’ne göre akit taraflar, “güvenlik ve savunmaları için BM yasasının 51’ci maddesine
uygun biçimde işbirliği yapacaklar”larını ifade ettiler. 1955’te İngiltere; Başbakan İran Başbakanı Musaddık’ın bir darbe ile ABD tarafından düşürülmesinden sonra tekrar tahta geçen İran Şahı’da aynı yıl Bağdat Paktına katıldı. 1958’de Irak’ta gerçekleştirilen bir darbe sonrası Irak’ın 1959’da Paktan ayrıldığını açıklaması ile anlamını yitirdi. Bağdat Patkı yerine 1959 yılında İngitere, Türkiye, İran ve Pakistan’ın üyesi olduğu “Merkezi Antlaşma
Teşkilatı” (CENTO), kuruldu. CENTO, 1961 yılından itibaren ABD’nin öncülüğündeki Batı Blokunun Sovyetler Birliği’ni Jeopolitik teoriler temelinde şekillenen Çevreleme Politikası çerçevesinde Rimland kuşağının içine hapsetme politikasının kurumsal yapıları olan NATO ve SAETO savunma Paktlarının ortasında merkezi bir halkasını oluşturdu.127
Menderes Hükümetinin Dışişleri Bakanı Faut Köprülü, Ankara’da Amerikan
Büyükelçiliği Birinci Müsteşarı B.E. Kuniholm ile yaptığı bir konuşmada, Ortadoğu’ya, özellikle Türkiye’nin komşularına yönelik politikalarını açıklarken, “Dışişleri Bakanı’nın görevleri arasında esaslı bir hususun da yakın komşularına dostluk garantisi vermesinin gerektiğinin ifade ederken “Dürüstlüğün” tek başına yeterli olmayacağını ve “şüpheye sebep olmayacak kadar” da dost olmak gerektiğini vurgular. Fakat Türkiye ne Cezayir’in Fransa’ya karşı bağımsızlık savasında, ne Filistin sorununda ne de 1956’daki Fransa ve İngiltere’nin
İsrail ile anlaşmalı çıkardığı Süveyş Savaşı’nda ve 1958 Lübnan ve Ürdün savaşlarında, Köprülü’nin ifade ettiği gibi Ortadoğu ülkelerine karşı dostane davranışta bulundu. Aksine Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine karşı uyguladığı politikalar, Arap Dünyasındaki prestijinin sarsılmasına128 neden oldu ve “Emperyalizmin Ortadoğu’da bir uzantısı” gibi algılandı.
Türkiye, Ulusal güvenliği ve çıkarları ile NATO çıkarları arasında bir farklılığın
olabileceğini, yani kendi ulusal çıkarları ile NATO’nun çıkarlarının örtüşmeyebileceğini ancak 1964 yılında Kıbrıs’ta gerçekleşen olaylar esnasında öğrendi. 1963 Noel’inde Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un Türkleri hükümetten atma ve adada tecrit etme girişimleri karşısında adaya askeri çıkarma yapmaya karar veren Türkiye, ABD’nin müdahalesi ile karşılaştı. Ancak 1966 yılında kamuoyuna açıklanan ve 4 Haziran 1964’de Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye ABD Başkanı Johnson tarafından gönderilen mektup, Türkiye ile ABD ilişkilerini gelecekte sarsacak sonuçlar doğurdu. Johnson, İsmet İnönü’ye gönderdiği
mektupta, Türkiye tarafından Ada’ya yapılacak bir askeri müdahaleyi bahane ederek SSCB’nin soruna doğrudan müdahil olarak Türkiye’ye saldırması durumunda NATO’ya üye ülkelerin Türkiye’yi Sovyetlere karşı savunma yükümlülüğü altına girmeyecekleri yönünde uyarması, Türkiye’nin hayal kırıklığına uğramasına ve NATO’ya olan güveninin sarsılmasına neden oldu.
Bu bağlamda Türkiye dış politikada ve kendi güvenliğinin sağlanmasında kaderini NATO’nun ellerine teslim edemeyeceğini anladı. Bunun bir sonucu
olarak çok yönlü bir politika izlemeye başladı. Sovyetlerle ve üçüncü dünya ülkeleri ile alt seviyede olan ilişkilerini geliştirmenin yollarını aradı. BM’de, Batı’nın Ortadoğu’daki “doğal” müttefiki olan İsrail’in tezleri karşısında Filistin tezlerini desteklemeye başladı.
Türkiye kendi güvenliğinin sağlanması konusunda tek taraflı olarak NATO ve ABD’ye bağlı hareket etmesinin olumsuz etkisini en bariz bir şekilde yine Kıbrıs sorununda yaşadı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ABD 1975 yılında Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı. Parasını ödemesine rağmen Türkiye bazı silahları alamadı ve gerekli olan yedek parçaları da sağlayamadı. Bunun üzerine 1978 yılında Ecevit iktidarı döneminde yeni bir “Ulusal Savunma ve Dış Politika Stratejisi”129 oluşturuldu. Bu Strateji Türkiye’nin savunma ve ordunun ihtiyacı olan gerekli silahları temin etme konusunda tek kaynaktan faydalanma anlayışının terk edilmesini öngörmekteydi. Yeni Savunma Doktrini’nde Türkiye’nin komşuları ile kuracağı ilişkilerdeki yöntem farklılığı dikkat çekmektedir. Buna göre aşırı silahlanma yerine komşularla geliştirilecek ilişkilerle güvenliğin maliyetinin düşürülmesine çalışıldı.130 Ecevit’in Üçüncü Dünyacı anlayışının dış politikaya yansıması şeklinde algılanan bu politikanın 1980 sonrası iktidara gelen Özal tarafından uluslararası konjunkture uygun bir
politik anlayışla ekonomik merkezli geliştirilmesi dikkat çekicidir.
D- ÖZAL Dönemi Güvenlik Anlayışı: Yeni Arayışlar
1980’li yıllar Türkiye’nin iç ve dış güvenliği açısından son derece hızlı değişimlerin gerçekleştiği yıllardır. 12 Eylül 1980 Askeri ihtilalından sonra Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki ilişkiler donduruldu. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrimle Amerika’nın Ortadoğu’daki önemli bir müttefiki olan İran Şahı’nın devrilmesi ve ABD’yi şeytan olarak tanımlayan Humeyni’nin dine dayalı yeni bir rejim kurması, bölgedeki güvenlikle ilgili strateji ve politikaların gözden geçirilmesine neden oldu. Aynı yıl Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi, Soğuk Savaş döneminde iki kutup arasındaki gerilim
politikasının tırmanmasına neden oldu. 1982-1988 yılları arasında süren İran-Irak Savaşı esnasında sınırların güvenliğinin Irak ve Iran tarafından tam olarak sağlanamaması ve PKK’nın özellikle Kuzey Irak’tan Türkiye’yi sızarak terörist eylemlere girişmesi Türkiye üzerindeki güvenlik kaygılarını artırdı. İç politikada ise 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınları ile ilk defa adını duyuran PKK, giderek Türkiye’nin üniter yapısını tehdit eden ve sadece Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkarak bölgesel bir sorun haline gelen bir terör örgütü 131
olarak hala Türkiye’nin bir numaralı ve en öncelikli sorunu durumundadır.
1983 yılında iktidara gelmesinden sonra Başbakan ve 1989-1993 yılları arasında
Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’nin iç ve dış politikasının belirlenmesinde ve
uygulanmasında tartışmasız bir rol oynayan Özal döneminde Türkiye’nin güvenlik politikasını algılayış biçiminin değiştiğini söylemek mümkündür. Her ne kadar Türkiye’nin dış politikasında ve güvenlik yapılanmasında Batı endeksli politikalarında uluslararası ve bölgesel değişikliklere rağmen dış politikasının temel ilkelerinde bir istikrardan ve süreklilikten bahsedilse de,132 Özal iktidarı döneminden itibaren Türkiye’nin Batı endeksli dış politika ve güvenlik algılamalarında bir erozyon yaşandığı da bir gerçektir. İsmet Özel’ göre Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri iki devreye ayırmak gerekmektedir. Cumhuriyet’in kurulmasından Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesine kadar olan devrede Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri dünya “sistemine çomak sokmamak” karşılığında Türkiye’nin iç işlerin batılıların söz sahibi olmaması anlaşmasına tarafların uyması ile geçen evredir. 133 Özal ile başlayan ikinci evrede ise taraflar arasında yeni bir anlaşma statüsü belirlemeye çalıştıkları Soğuk Savaş sonrası evredir.
E- Türkiye’nin Jeopolitik Konumu ve Yeni Stratejiler
Batı perspektifinden bakıldığında Türkiye’nin NATO üyeliğinin önemi Jeopolitik
konumundan kaynaklanıyordu. NATO Savunmasının güney kanadında güçlü bir ordu besleyen Türkiye, Sovyetlerin Ortadoğu Petrol yataklarını işgale yeltenmesi durumunda ilk müdahale edebilecek konumda olan ülke durumundaydı. Aynı şekilde Sovyetler Birliği’nin istihbarat ve askeri hareketliliklerinin tespit edilmesi amacıyla Sovyet Rusya’yı gözetlemek için coğrafi açıdan en uygun konumdaydı. NATO’nun Türkiye’de 32 adet değişik büyüklükte ve değişik amaçlar için tasarlanmış kara, deniz ve hava üssü bulunmaktadır.134
Mackinder’in Kara Hakimiyet tezinde Sovyetler Birliği’nin bulunduğu kara parçası pivot bölge (kalbgah) olarak ifade edilmektedir. Amerikan Jeopolitikçi Spykman, gerçek potansiyel hakimiyet gücünün Batı-Avrupa’dan başlayarak Balkanlar üzerinden Türkiye, Irak, Pakistan, Hindistan, Çin ve Kore’ye kadar uzanan ve Sovyetler Birliğini çevreleyen Kenar Kuşak (Rimland) üzerinde olacağını tezini savundu. Soğuk Savaş döneminde Mackinder’in ifade ettiği merkez kara kütlesini çevreleyen kenar kuşak üzerinde oluşturulan savunma hattına dayalı Amerikan jeostratejisi NATO-CENTO ve SEATO güvenlik
paktlarının kurulmasına neden oldu. Bu bağlamda Türkiye jeopolitik açıdan kara hâkimiyet teorisi temelinde güney-batı hattı üzerinde, rimland teorisi temelinde ise kenar kuşağın güney-doğu ve kuzey-batı istikametlerini birbirine bağlayan önemli bir noktada bulunmaktadır. Bu haliyle Türkiye’nin jeopolitik konumu onun güvenlik ve savunma stratejilerinin ana eksenini oluşturmaktadır. ABD’nin Türkiye’ye gösterdiği yakınlık ve Türkiye’nin NATO’ya alınma gerekçesinin altında bu jeopolitik anlayış yatmaktadır135 Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde Avrupa başkentlerinde Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği açısından jeopolitik öneminin erozyona uğradığı kanaati, Ankara’da endişeye dönüşmüştür. Fakat 1990 Ağustos’unda Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi sonrasında Kuveyt’in Irak işgalinden kurtarılması ve Ortadoğu’daki petrol yataklarının güvenliğinin sağlanmasında Türkiye’nin jeopolitik öneminin Soğuk Savaş dönemine göre arttığı görülmüştür. Çünkü Soğuk Savaş sonrası ilan edilen Yeni Dünya Düzeninde “Jeopolitik konum artık sınırları müdafaa dürtüsünün
yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir.
Aksine bu jeopolitik konum kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmelidir.
Sınırlara dayalı yerel etkinlikten kıtasal ve küresel etkinliğe yönelmenin öncelikli şartı jeopolitiğin uluslararası ekonomik, siyasi ve güvenlik ilişkilerinde dinamik bir çerçeve kullanılmasına bağlıdır.” 136
Türkiye Özal döneminde 80’li yıllardan itibaren uluslararası sistemde başlayan
küreselleşme trendine ayak uydurmaya çalıştı. Bu çerçevede bölgesel alanda ekonomik işbirliğine dayalı bir yakınlaşmayı sağlamaya çalıştı. Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkilerde ekonomik işbirliğinin karşılıklı bağımlılık anlayışı çerçevesinde giderek siyasi işbirliğinin gelişmesine neden olacağı düşüncesinden hareket edildi. Bu tür işbirliğinin ülkelerin birbirlerine karşı güven duymalarını, siyasi sorunların çözümünde gerekli mekanizmaların oluşturulmasını ve karşılıklı gelişen ekonomik ve siyasi ilişkilerin güvenlik alanında karşılaşılan sorunları azaltacağı anlayışına dayanan bir strateji geliştirildi..
Bu stratejinin üçayağı vardı. Amerika ile güvenlik bağlamında gelişen geleneksel
ilişkileri ekonomik ilişkileri ekleyerek, Amerika’nın Türkiye’nin küresel dünya ile entegre olma sürecinde siyasi desteği yanında ekonomik desteğini de sağlamak. Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1987’de yapılan tam üyelik müracaatı ile Türkiye’nin modernleşme yolunda uygulayacağı politikaların aksamasını bu bağlamda demokrasinin sekteye uğratılmasını önlemek ve ekonomik açıdan AET’nin nimetlerinden faydalanmak. Atatürk’ün en temel hedefi olan ve ulus devletin temel felsefesini oluşturan ve “muasır medeniyet seviyesine erişmek” olarak belirtilen Batı uygarlığının bir parçası olma hedefinin bizzat Batılı
devletlerce tescilini sağlamak. Üçüncü ve son ayağını ise Ortadoğu ülkeleri ve komşuları ile gerçekleştirdiği ekonomik ve siyasi ilişkiler oluşturdu.
Özal döneminde Türkiye’nin komşuları ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine özel bir önem atfedildi. Komşu ülkelerle ekonomik temele dayalı kar amacı güden pragmatik bir yaklaşım tarzı ortaya koyarak, ekonomik ilişkileri Türkiye’nin komşuları ile olan siyasi sorunların çözülmesinde ve güvenlikle ilgili kaygıların giderilmesine bir manivela, bir araç olarak kullanma stratejisini uyguladı. Özal’ın Türkiye’nin dış politikası ve güvenliği ile ilgili gerçekleştirmeye çalıştığı politikaları uyguladığı stratejiler açısından geleneksel Türk dış
politikasının sınırlarını zorlayan bir yol izlemeye çalıştı. Bu çerçevede Türkiye’nin tarihsel ve kültürel havzasına dış politik yapılanmalarda dikkate alınmasının gereğine vurgu yapılırken, bölgede komşularla ilişkilerin düzeltilmesi ve sorunların çözülmesinde evrensel değerlerin, bölgesel sorunların aşılmasında temel olarak alınmasına çaba sarf edildi. Soğuk Savaş sonrasının ilk yıllarını da kapsayan Özal döneminde değişen uluslararası yeni şartlara yeni bir strateji arayışı şeklinde algılanan ve Türkiye’nin dış politikasının yanında güvenlik
stratejisinin temel anlayışını da oluşturan yaklaşımları dış politikada tarihsel alan ve kimlik arayışının bir ifadesi olarak görmek gerekir ki bu da Neo-Osmanlıcılık olarak tanımlanmaktadır.
F- 2000’li Yıllarda Türkiye
Soğuk Savaşın bittiği 90’lı yılların başından itibaren Türkiye’nin etrafındaki
bölgelerdeki dramatik gelişmeler, Türkiye’nin güvenlik konusunda daha hassas dengeler üzerinde seyreden bir strateji izlemesini gerektirdi. Soğuk Savaş döneminde belli ve keskin olan güvenlik savunma hatları Soğuk savaş sonrası süreçte Balkanlar’dan Trans Kafkasya Orta Asya ve Ortadoğu’daki çatışmalar, belirsizlikler ve yeni kurulan istikrarsız devletler dolayısıyla belirsizleşti. 1991 yılında Roma’da toplanan NATO zirvesinde kararlaştırılan yeni stratejik konsept çerçevesinde137 de ifade edilen güvenlik alanındaki bu yeni riskler
Türkiye’nin hinterlandını oluşturan kuşak üzerinde yoğunlaştı. Bu dönemde Türkiye’nin dış politikadaki ufkuna atfen ifade edilen “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” stratejisi beklentileri karşılamaktan uzaktı. 1993 yılından Rusya Federasyonun Yeni Dış Politika Doktrini bağlamında yayınladığı Yakın Çevre stratejisi138 Sovyetler Birliği’nin birer parçası olan Urallar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir kuşakta oluşan yeni bağımsız ülkelerin Rusya’nın yaşamsal çıkarları açısından öncelikli bölgeler olarak tanımlanması Türkiye’nin bu bölgeler üzerinde siyasi, kültürel ve ekonomik ağırlıklı ilişkilerin geliştirilmesini zorlaştırdı. Büyük
bir heyecanla başlayan Kafkasya ve Orta Asya’daki bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile geliştirilmeye çalışılan ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler, Türkiye içindeki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar dolayısıyla yerini mütevazı işbirliğine bıraktı.
ABD’nin Washington Enstitüsü Türkiye uzmanlarından Alan Makowsky ve Ian
Lesser, Türkiye’de İç Değişimler ve Bölge Politikaları’ konularında 1997’de yaptıkları değerlendirmelerinde, Türkiye’nin bölge güvenliği bağlamında NATO ittifakı içinde tehlikelere en açık ülkenin Türkiye olduğunu belirtmekteydiler. Aynı şekilde Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgedeki olası değişikliklere dikkat çekerek, 10 yıl içinde Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede yeni ittifakların kurulacağı öngörülmekteydi. 139
8. Ci BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***