28 Nisan 2020 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 4

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 4




D- Gelenekle Gelecek Arasında Güvenlik Politikası 

Türkiye’nin güvenlikle ilgili algılaması, geliştirdiği stratejiler ve güvenliği tehdit eden faktörlerin belirlenmesinde temel alınan kriterler, mevcut objektif verilerden çok tarihi ve ideolojik tanımlamalardan hareket edilerek yapılmaktadır. İstese de istemese de Türkiye bir imparatorluk bakiyesidir. 

Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında yaşamış ve bağımsızlıklarına 
kavuşmuş olan ülkelerle tarihten kaynaklanan bağları ve sorunları bulunmakta dır. Türkiye’nin jeopolitik, jeokültürel hinterlandını oluşturan bu tarihsel mirasın bağları uzun yıllar ihmal edilmiş adeta yok farz edilmiştir. Balkanlar’dan Kafkasya ve Ortadoğu’ya kadar uzanan geniş bir alanı kapsayan bölge üzerinde var olan farklı etnik ve dini grupların tarihsel geçmişleri ve ulus bilinçlerinin oluşma aşamalarında Osmanlı gerçeğini göz ardı etmeleri mümkün değildir. Eski Dışişleri Bakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İsrail-Filistin sorunu ile ilgili olarak Türkiye’nin ilgisini vurgulamak için söylediği “Filistin'in, İsrail'in, Kudüs'ün, bütün bu coğrafyanın tapuları, arşivleri benim elimde. (…)  Arşivler, tapular, haritalar bizim elimizde".44 ifadesi bunu teyit eder niteliktedir. 

Türkiye’nin sınırlarının ötesinde meydana gelen olay ve olgularla karşı yeni politika ve stratejiler geliştirilmesi, Türkiye’nin güvenlik algılamasının anlaşılması ve algılanmasında kaçınılmaz olan yeni bir değerlendirme tarzı olmaya başlamıştır. Türkiye ile ilgili hangi konu tartışılırsa tartışılsın mutlaka o konu iki çerçevede ele alınmaktadır: Tarihsel hafıza ve kültürel arka planı (Osmanlı devleti dönemi) ve Kurtuluş Savaşı sonrası radikal bir kırılmayı ifade eden Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’dan ithal edilmiş temel nitelikleri. Bu da Türkiye’yi 
toplumsal ve siyasi olayları algılama ve değerlendirmelerde Huntington’un ifadesiyle “parçalanmış ülke”45 görüntüsü vermekten kurtaramamaktadır. 

Batılılaşma ve batılı değerler, Türkiye’nin milli kimliğinin oluşumunda resmi 
ideolojinin temel niteliklerini oluşturmuştur. Toplumun tarihsel gerçekliği ise Türkiye’nin öteki kimliğini oluşturmuştur. Türkiye’nin ötekini oluşturan bu “eski kimlikte” yüzleşmesi söz konusu olduğunda, Türkiye sürekli olarak kendi varlığını tehdit ettiğine inandığı iki unsuru görmektedir: İslam ve Kürtler. Cumhuriyet Türkiye’sinin milli kimliğinin ötekisini sembolize eden açık bir şekilde Türkiye’nin tarihsel ve kültürel gerçekliğidir. “Eski Türkiye”dir bu. Yani Osmanlı”dır; yani dünya görüşünün egemen olduğu eski medeniyettir. Milli Kimliğin Öteki-imgesi olarak kendi geçmişini, eski kimliği koyması aynı zamanda eski kimlik hakkında yeni bir tasavvur oluşturması demektir... Batı’ya özdeşleşerek doğuluğu 
kimliğinden imtinaa etmek, “vatan”ın toplumsal gerçekliğine de Oryantalist bir gözle bakılmasını da getirdi....”46 

Türkiye, sosyolojik tanımlamalarda, siyaset dilinde ve kültürel yaşantısında dualizm yaşamaktadır. Bu dualizm Türkiye’nin dış politika ve güvenlik alanlarında gerçekleştirdiği politikalarda da gerilim ve tutarsızlığa neden olmaktadır. Türkiye’nin gelecekle ilgili tasavvurlarında Batı imgesi ve değerlerinin tamamen benimsendiği, ortak değerler ve beklentiler bütünü olan bir ulusal kültür,47 yaratarak, bu yeni tanımlanan kültüre bağlı yeni 
bir Türk ulus kimliğinin inşası hedefi bulunmaktadır. Buna karşılık tarihsel ve toplumsal olarak Türkiye’nin İslam medeniyetinin bir parça olduğu gerçeği, Türk toplumunun “ben idraki”nin oluşumu ve gelişiminde önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti resmi söyleminin ben idraki ve mekân algılamasında kendisini “Batı’nın Doğu’su olarak konumlandırması karşısında, toplumun kültürel algılayışın mekânsal bağlamını da içine alan “Doğu’nun Batı’sı” bulunmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin dış politikada geliştirdiği 
ilişkiler ve tehdit algılamaları da Cumhuriyet ideolojisinin resmi hedefleri ile tarihsel sürecin getirdiği kültürel ve jeopolitik sorumluluklarla örtüşmemekte hatta zaman zaman çelişkili günü kurtarmaya yönelik politikalara, çatışma eğilimi gösteren gerilimlere neden olmaktadır. 

Aynı şekilde iç güvenlikle ilgili değerlendirmelerde İslam’ın yeniden toplumsal bir fenomen olarak toplumsal hayatı etkilediği iddiası ve Kürt meselesi, yeni olmayan ve devamlı bir şekilde sürekli tekrarlanan Cumhuriyet’in kurulduğundan beri rejimi ve ülkenin üniter yapısını tehdit eden iki ana etken olarak gösterilmektedir. 48 

E- İç ve Dış Tehdit Tanımlamaları: Ulusal Güvenliğin Alanı 

Değişen uluslararası yapının temel dinamiklerine ve yine bu değişin dinamiklerin 
yansıması olarak farklılaşan toplumsal taleplere paralel olarak, güvenlik algılamasında ve bu algının tanımlanmasında da farklılıkların meydana geldiği bir gerçektir. Küreselleşen ve her alanda birbirine etkileme ve etkilenme açısından bağımlı konuma gelen uluslararası ilişkilerde güvenlik kavramı da sadece ulusal ölçekte stratejilerle üstesinden gelinen bir anlayış değildir. 

Güvenlik kavramı sadece askeri veya savunma anlamda kullanılmamaktadır. Bireyin yaşamının güven altına alınması kadar temel hak özgürlüklerinin de güven altına alınması önem kazanmaktadır. Bireyin sağlığının güven altına alınması ve bu bağlamda çevre kirliliği ile mücadele bu tanım içerisinde girmektedir. Bireyin güven içerisinde yaşamasının şartlarının oluşturulması gibi aynı şekilde toplumun da güven içerisinde yaşamasının temel şartlarının oluşturulması ve toplumunhuzurunu, istikrarını, huzurunu bozacak tehditlerin 
bertaraf edilmesi ulusal güvenliğin alanı içerisindedir. Çevre kirliliği, nükleer silahlar, temel hak ve özgürlükler, evrensel değerde korunması, terörizm, dini ve etnik temelli çatışmalar gibi bölgesel ve küresel ölçekte olan güvenliği tehdit eden sorunların çözülmesi ulusal devletlerin tek başlarına kendi imkânları ile çözebilecekleri sorunlardan değildir. Çünkü bölgesel ölçekte sorunların çözümü için ülkeler arasında bölgesel işbirliğini, küresel ölçekte sorunların çözümü ve güvenliğin sağlanması için küresel işbirliğini gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan nasıl ki iç ve dış politikada gerçekleşen siyasi, ekonomik ve toplumsal olay ve 
olgular birbirlerini etkileyen ve tetikleyen faktörler olarak tanımlanmaktadır; aynı şekilde ulusal güvenliğin sağlanmasında iç politikadaki sorunlar dış güvenlik ile ilgili strateji ve politikaları, dış politikaya yönelik strateji ve politikalar iç politika ile ilgili etkilemektedir. İsrail- Filistin meselesi, Balkanlar’da Bosna Hersek; Kafkasya’da Dağlık Karabağ sorunu, Irak, Kuzey ırak ve PKK sorunu, Suriye’deki rejim çatışmaları Türkiye’nin dış güvenliğini tehdit eden gelişmeler olduğu kadar iç güvenliğini doğrudan tehdit eden (PKK) bir olgudur. Ve bu sorunların çözümünde asıl sorumlu olarak güvenliği tehdit altında olan, yani muhatap 
olan devlet olmasına karşın, sorunların çözümü için diğer ilgili devletlerin işbirliği yapmaları güvenlik sorunlarının çözümünde kaçınılmaz bir durumdur. 



Tablo 2: Bir Devletin İç ve Dış Güvenlik Algılaması49 

Devletin askeri gücünün temel alındığı ve teknolojik olanaklara dayalı olarak sahip olduğu dışa karşı savunma yeteneği, jeopolitik konumu, uluslararası alandaki itibarı ve güvenirliği, ekonomik alandaki gücü, dışa karşı güvenliğini artıran faktörlerdir. Bunların dışında dışa yönelik olarak devletin uluslararası sistemle uyumlu olması, yani uluslararası hakim iradeyle hakim iradenin koyduğu oyunun kuralları çerçevesinde oynama yeteneğini göstermesi, dış politikada önüne çıkan fırsatları oyun kuralları içerisinde kazanca çevirebilme 
yeteneğinde olması, içe yönelik olarak da devlet ile toplum arasında ortak bir çıkar birliği ve gelecek tasavvurunun olması, toplumsal ve ekonomik istikrar, güvenlik politikası ile ilgili tehdit algılamasını kolaylaştıracak faktörler arasındadır. Bir devletin iç güvenliğini tehdit eden faktörler arasında gelen etnik veya dini içerikli çatışmalar, merkezi iktidarın zayıflamasını ve ülkenin bölünme tehlikesini doğurur. İdeolojik çatışma, rejim değişikliğine varacak kadar devletin kurucu ilkelerini ve varlığını tehdit eder. 
Veya toplum içinde keskin kamplaşmaları beraberinde getirir. Aynı şekilde dini/mezhebi içerikli gerginlikler devletin güvenliğini ve bütünlüğünü temelini dinamitleyen faktörlerdir. İdeolojik ve dini kamplaşma, devlet ideolojisini temsil eden ve yönetici elit sınıfların değerlerinin oluşturduğu merkez ile, yönetilenlerin değer yargılarının temel değerlerini oluşturan çevre arasında gerilimlere, toplumsal ve siyasal yırtılmalara neden olur. 

Soğuk Savaşın bitmesinden sonra uluslararası sistemdeki değişime paralel olarak yeni bir güvenlik algılaması ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’nin Batı’yı tehdit eden bir unsur olarak geçerliliğini kaybetmesinden sonra 1991 yılında yaptığı toplantıda NATO hazırladığı yeni strateji belgesinde uluslararası düzenin güvenliğini bozacak risklerden bahsedilmektedir. 

Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzenin sorunları ve bu sorunların çözümünde ortaya koyacağı öncelikleri de değişikliğe uğradı. Küreselleşme kavramı giderek uluslararası sistemin yeniden yapılanmasında merkezi bir anlam taşımaya başladı. Küreselleşmenin ivme kazandığı uluslararası sistemde istikrarın barışın ve huzurun korunmasında mekânsal olarak yerel, ulusal, bölgesel ve küresel olaylar birbirlerini etkileme oranları yoğunluk kazandı. 

BM Genel Sekreteri tarafından görevlendirilen Anand Panyaracun başkanlığındaki akil adamlar” gurubu “Güvenli bir Dünya: Ortak sorumluluklarımız, Tehditler, Meydan Okumalar ve Değişim”, başlıklı bir rapor hazırladı. 2 Aralık 2004 tarihinde yayınlanan bu rapor da50 gelecek yıllarda dünyayı tehdit eden tehlikeleri altı başlık altında toplanmaktadır. 
Bunlar sırasıyla, Ülkeler arasında çıkabilecek savaşlar; iç savaş, yoğun insan hakları ihlalini ve soykırımını da içeren ülkelerin içinde çıkabilecek şiddet eylemleri; fakirlik, bulaşıcı hastalıklar ve çevre kirliliği; nükleer, radyoaktif, kimyasal ve biyolojik silahlar; terörizm ve son olarak sınır ötesi faaliyetlerde bulunan örgütlü suç şebekeleri olarak ifade edilmektedir. 

Uluslararası düzenin, barışın ve istikrarın korunabilmesi için BM’nin öngördüğü risk ve tehditler gelecek ile ilgili güvenlik stratejilerinin hazırlanmasında ülkeler için bir leitfaden, bir kılavuz niteliğinde olmakta ve ülkeler tehdit değerlendirme lerini bu çerçevede yapmaktadırlar. Son zamanlarda giderek artan bir şekilde önemini artıran ve güvenilik açısından risk oluşturmaya başlayan fiber saldırıdır. İnternet bireylerin günlük işlerini inanılmaz derecede kolaylaştıran bir araçtır. Fakat aynı zamanda bireyin özel yaşamı kadar şirketlerin ve devletlerin güvenlik ağlarını tehdit edecek kadar önemli bir güvenlik sorunsalı olmuştur. İlk defa 4 Mayıs 2000 yılında Filipinlerden gönderildiği tahmin edilen ILOVEYOU mesajı ile maillere gelen virüs dünya çapında milyonlarca dolarlık bilgisayar programlarına zarar verdi. Bugün dünya çapında sayısız hacker farklı isimler altında 
(mesela anonymus) devletlerin veya şirketlerin web sayfalarına siber saldırı 
düzenlemektedirler. Devletlerin güvenliklerinin daha etkin ve sağlıklı bir şekilde 
değerlendirebilmelerinde elektronik ortamın kolaylaştırıcı niteliklerine karşın devlet destekli, sivil veya bireysel hacker saldırılarına karşısında güvenlikle ilgili riski de beraberinde getirmektedir. WikiLeaks internet sitesinin ABD’nin dış politika ile ilgili gizli kayıtlarını yayınlaması birçok ülkenin, kurumlarını ve diplomatlarını zor durumda bıraktı. 

Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluş aşamasından miras kalan tarihsel nedenler ve 
kaygılar, iç güvenlik algılamasında hala birincil önceliğe sahiptir. MGK Genel 
Sekreterliğinin internet sitesinde iç tehdit, “Kökü ve kışkırtıcı kaynakları içerde ve/veya dışarıda olan, yurt içinde açık veya gizli olarak yürütülen Devletin anayasal düzeni, ülkenin bölünmez bütünlüğü ile milletin refahına yönelik örgütlü suç ve şiddet hareketlerini kapsayan bir tehlike algılaması” şeklinde tanımlanmaktadır. Bir eylemin iç güvenliği tehdit ettiğini üç anahtar kavram temelinde ele almak mümkündür: Devletin anayasal düzenine yönelik olması, eylemlerin ülkenin bölünmez bütünlüğüne yönelmesi ve milletin refahına yönelik örgütlü suç ve şiddet eylemleri. Bu anahtar kavramlardan da anlaşılacağı gibi, anayasal düzeni tehdit eden unsurlar olarak daha çok gerici olarak nitelendirilen ve devletin laiklik ilkesine karşı eylemleri kapsayan “İslami hareketleri” ifade etmekte; bölünmez bütünlüğüne yönelmesi ile ayrılıkçı hareketlere işaret edilmektedir ki PKK 1984 yılından bu tarafa Türkiye’nin bu anlamda karşı karşıya kaldığı ve iç güvenliği tehdit eden ve en sıkıntılı 
sorunlardan biridir. 

Türkiye’nin kuruluşundan bu tarafa tehdit değerlendirmesinde konjunkturel olarak Komünizm ideolojisi, özellikle 68 hareketinden sonra tehdit  değerlendir mesine öncelikli sırada yer alsa da, yukarda bahsedilen devletin temel 
niteliklerine yönelik tehdit değerlendirmesi kapsamında “irtica” ve üniter devletin varlığına yönelik bölücü hareketler (Kürtçülük) devletin hassasiyetle üzerinde durduğu konular oldu. 
Son zamanlarda terör örgütü PKK hem ülkenin bölünmez bütünlüğüne kasteden bir örgüt hem de sivil vatandaşların güvenliğine yönelik bir tehdit olarak birinci sırada durmaktadır. 
Dışarıdan gelecek tehditler ise “Diğer bir ülkenin veya uluslararası terör örgütlerinin niyetlerinin, imkan ve kabiliyetleri ile hareketlerinin, asimetrik tehdidi de kapsayan değerlendirilmesine dayanana tehlike algılaması” biçiminde tanımlanmaktadır.51 

Bu bağlamda Türkiye de milli güvenlik ile ilgili tehdit değerlendirmeleri çerçevesinde Milli Güvenlik kavramını 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun 2.ci maddesinin (a) fıkrasında şu şekilde tanımlamaktadır: “Milli Güvenlik; devletin anayasal düzeninin, milli varlığının ve bütünlüğünün milletler arası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik dahil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı   korunmasını ifade eder.52 Yine 2. Madde’nin (b) fıkrasında ise Devletin Milli Güvenlik siyasetinin ne olduğu tanımlanmaktadır. Buna göre: “milli güvenliğin sağlanması ve milli hedeflere ulaşılması amacı ile Milli Güvenlik Kurulu’nun belirlediği görüşler dahilinde tespit 
edilen iç, dış ve savunma harekat tarzlarına ait esasları kapsayan siyaseti ifade ” etmektedir.53 

MGK tarafından milli güvenliğin içeriği Türkiye’de yaşamın her alanını kontrol altına alacak, gerektiğinde yönetecek ve yönlendirecek şekilde geniş tutulmaktadır. Bu itibarla “yalnız halkın değil, devletin ve anayasal düzenin devamını da sağlayan hukuki, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleri bulunan; 

Zaman ve yer açısından uyun süreli, devamlı içten ve dıştan tehlike ve eylemleri içeren; 

Belirli bir bölgeyi ilgilendiren faaliyetlerden ziyade devletin tüm varlığını ve ülkesini ilgilendiren, hatta yalnız belli bir bölgede olsa bile tüm halkı etkileyen ve yerleşik düzeni bozan veya ortadan kaldıran nitelikteki hareketleri kapsayan bir olgudur.”54 

III- Türkiye’de Güvenlik Sisteminin Kurumsal Yapılanması 

1929/30’lu yıllarda ortaya çıkan ilk küresel ekonomik bunalım ve bunun uluslararası siyasi sonucu olarak Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi ile gelişen olaylar, genç Türkiye’yi güvenlik konusunda yeni tedbirler almaya itti. Milli Güvenlik Kurulu’nun başlangıcı sayılacak “Yüksek Müdafaa Meclisi” (YMM) herhangi bir seferberlik zamanında bakanların görev ve yetki alanlarının tespit edilmesi amacı ile ilk defa 24 Nisan 1933 tarih ve 14443 sayılı Bakanlar Kurulu kararnamesi ile oluşturuldu. 10 Ağustos 1933 tarih ve 14819 sayılı başka bir kararname ile Yüksek Müdafaa Meclisi’nin görevleri şu şekilde tespit edilmiştir: “Milli seferberlik ve memleketin müdafaası bakımından vekaletlerce yapılması 
lazım gelen ve fakat kanuni, mali, idari vesair hükümler dolayısıyla vekaletlerce yapılamayan işleri” tartışmak, karara başlamak ve alınan karaların uygulanması takip ve kontrol etmektir.”55 1921 yılından itibaren 1944 yılına kadar Genel Kurmay Başkanlığını Mareşal Fevzi Çakmak yürütmüştür. Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı olduğu bu dönemde Genel Kurmay ile ilgili düzenleme56 Mareşal’in kişiliğine bağlı olarak yapılmıştır. 

Başka bir ifadeyle Mustafa Kemal’in İsmet Paşa ile birlikte en güvendiği kumandanlardan birisi olan ve hayatının anlamını asker olmakta bulan Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genel Kurmay Başkanı olarak ordunun emir ve kumandasını Cumhurbaşkanına vekâleten yürütmekte ve Genelkurmay Başkanı görevlerinde bağımsız bir konumda bulunmaktaydı. 

İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan İki Kutuplu uluslararası düzenin ortaya koyduğu ihtiyaçlar doğrultusunda Türkiye’de güvenlik alanında yeni bir kurumsal yapı oluşturuldu. 
Savaş sonrası oluşan uluslararası sisteme ve tehditlerine cevap niteliğinde 3 Haziran 1949 tarih ve 5399 sayılı kanunla “Milli Savuma Kurulu ve Genel Sekreterliği” (MSKGS) kuruldu. 
Başbakanın başkanlığında Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek bakanlarla Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Kurulu’nun üyelerini meydana getirmektedir. İçişleri, Dışişleri, Maliye, Bayındırlık, Ekonomi ve Ticaret, Ulaştırma, Tarım ve İşletmeler Bakanları Kurulun seçilen ilk üyeleridir. Cumhurbaşkanı ise MSK’nın doğal üyesidir. MSK’ye kanunla “hükümetçe takip edilecek milli savunma politikasının esaslarını hazırlamak; bütün devlet teşkilatında, her türlü özel kurum ve teşkillere ve vatandaşlara düşecek milli savunma görevlerini tesbit ile gereken kanuni ve idari tedbirleri almak üzere 
yetkili makamlara sunmak ve bu tedbirlerin uygulanmasını kovuşturmak; topyekûn Milli seferberlik Planını barışta hazırlamak ve gereğinde tam olarak uygulanmasını sağlamak ve yurt savunmasıyla ilgili işlerden Başbakan’ın lüzum gösterdiklerini inceleyerek görüşlerini bildirmek” görevleri verilmiştir.57 

A- Milli Güvenlik Kurulu’nu Doğuşu 

1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin halkoyu ile iktidara gelmesi ile birlikte DP iktidarı boyunca ordu ile sivil iktidar arasında ki uyumsuzluk, 27 Mayıs 1960 askeri ihtilali ile sonuçlandı. Bu uyumsuzluğun ve askerin seçilmişlere güvensizliğinin bir sonucu olarak 1961 Anayasası’nda Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olarak yer aldı. 

Böylece 1933 yılından itibaren 1961 yılına gelindiğinde, Milli Güvenliğin bir kurum olarak nitelik ve hukuk itibariyle giderek önem kazandığını görüyoruz. Faaliyetleri sadece bir kararname ile düzenlenen YMM ve onun yerini alan MSKGS’nın çalışma biçimi kanunla düzenlenmişken, MGK anayasal bir kurum oldu. 1961 Anayasa’sında MGK’nın yer almasının en önemli gerekçesi, Türkiye’nin dıştan maruz kaldığı ve güvenliğini tehdit eden herhangi bir baskı veya tehdit değildir. Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum olarak 
yer almasının en önemli nedenlerinin başında yönetici elitlerin halka ve halkın seçtikleri siyasetçilere karşı duydukları güvensizlik gelmektedir. Mümtaz Soysal’ın deyimiyle “Çok partili siyasal hayat ve hele 14 Mayıs 1950’deki iktidar değişikliği, daha önceki dönemlerin en ağır basan gücü durumundaki askeri ve sivil bürokrasiden tabakayı ikinci plana itmiş, hatta “bağlı” duruma getirmişti.”58 Devlet yönetiminde 1950 yılına kadar halk adına hareket ettiklerini iddia eden sivil-asker bürokrasi ve yargı mensuplarından oluşan yönetici seçkinci sınıf, demokratik yapının gelişmesi ile yürütme ve özellikle yasama erkinin halkın seçtikleri siyasetçilerin eline geçmesinden endişe duymuşlardır. Çünkü 
bürokratik sınıf, halka ve onun seçtiklerine karşı kuşkuyla yaklaşmaktadır. Bu bakımdan Şerif Mardin’in ifadesi ile merkez, iktidarını demokrasi adına çevrenin seçtiği temsilcilere devretmek istemediği için sivil siyaseti kontrol amacına yönelik olarak MGK’yı oluşturdu. 

1961 Anayasasının 111. Maddesinde MGK, “Kanunun gösterdiği Bakanlar ile 
Genelkurmay Başkanı ve kuvvet temsilcilerinden” oluştuğu belirtilmektedir. Kanunda “MGK, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri bakanlar kuruluna bildirir ” denmektedir. 1971 yılında yapılan değişiklikle, 1961 Anayasasında yer alan MGK’nın askeri temsilcileri için Genelkurmay Başkanı ve “kuvvet temsilcilerinden” oluşur yerine “kuvvet komutanları”ndan 
kuruludur” cümlesi dâhil edilerek, kuvvet komutanları MGK üyesi olmuşlar ve askerin MGK içindeki etkisi artırılmıştır. MGK’nın Bakanlar Kurulu’na bildirilen kararlar ivedilikle ele alınması gereken “tavsiye”59 niteliğine dönüştürülerek, ordunun sivil iktidar üzerindeki vesayeti artırılmıştır. MGK’nın görevleri, “devletin milli siyasetini tayini, tespiti ve uygulaması ile ilgili kararların alınması ”ndan başlayarak “devletin milli siyasetini etkileyecek milli güç unsurlarını ve ülkenin siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel ve teknolojik durum ve gelişmelerini sürekli takip ederek değerlendir”mesine kadar geniş bir alanı kapsamaktadır.60 MGK bu haliyle Milli Güvenliğin tayin ve tespitinde yegâne yetkili kuruluş olarak karşımıza çıkmaktadır. 

12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra yapılan düzenlemelerde MGK’nın yetkileri artırılmıştır. 

1982 Anayasa’sının 118. Mad. MGK; “Devletin Milli Güvenlik Siyasetini, tespiti ve uygulaması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınması zorunlu gördüğü tedbirlere ait akarlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır” denilmekte dir. 61 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder