ARAP İHANETLERİ., BÖLÜM 1
Erken Cumhuriyet Dönemi Ders Kitapları Çerçevesinde Türk Ulus Kimliği İnşası ve “Arap İhaneti”*
M. Talha ÇİÇEK
Sabancı Üniversitesi Tarih Bölümü (İstanbul)
* Makaleyi okuyup tenkitlerini benimle paylaşan Yunus Uğur, Serhat Aslaner ve Mustafa Demiray’a teşekkür ederim.
ARAŞTIRMA NOTU
Özet
1916 yılının Haziran ayında Mekke’de patlak vermiş olan Şerif Hüseyin İsyanı’nın, Arapları temsil eden ve milliyetçi bir amaç taşıyan bir isyan olmadığı bugün akademik çalışmalarla aydınlatılmış durumdadır. Bununla birlikte, Hilafet’in ilga edilmesiyle başlatabileceğimiz ulus-devlet ideolojisinin benimsenip bir ulus inşasına girişildiği dönemde, Arapları ötekileştirmek amacıyla Şerif Hüseyin İsyanı bütün Arapları temsil eden bir isyan olarak yansıtılmıştır.
Bu bağlamda Araplar da halifeyi arkadan vurmakla itham edilmişlerdir.
Bu çalışmanın amacı bu imajın ders kitaplarına nasıl yansıdığını incelemektir. Bu bağlamda ilk olarak Şerif Hüseyin İsyanı’nın Arapları temsil etme kabiliyeti sorgulanacak, akabinde bu isyanın milliyetçi bir ideoloji taşıyıp taşımadığı
incelenecektir. Son bölümde ise isyanın Türk ders kitaplarında nasıl yansıtıldığı ve nasıl bütün Arapları temsil eden bir harekete dönüştüğü incelenecektir.
Dîvân DİSİPLİNLER ARASI ÇALIŞMALAR DERGİSİ
Cilt 17 sayı 32 (2012/1), 169-188
TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİNİN Cumhuriyet dönemindeki durumu ve bu bağlamda Türkiye’deki “hain Araplar” imajının oluşumunda kuşkusuz Arap topraklarını 400 yılı aşkın bir süre hâkimiyeti altında bulunduran Osmanlı Devleti’nde, II. Mahmut’la başlayan modernleşme hareketleri sonucunda yaşanan gelişmelerin ve bunlara verilen tepkilerin büyük etkisi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin Batı karşısındaki inhitatı şüphesiz kendi tebaaları arasındaki ilişkileri, yakınlaşma ve gerginlikleri de önemli ölçüde belirlemiştir. Türk-Arap ilişkileri bağlamında düşünecek olursak, Tanzimat ile başlayan ve I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin Arap toprakları üzerinde kontrolünün sona ermesiyle biten, merkezî idarenin toprakları üzerindeki etkisini artırmaya yönelik politikaları, Arap vilayetlerinde adem-i merkeziyet taleplerinin artmasını da beraberinde getirmiştir.1 Özellikle, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)’nin iktidarı ele geçirdikten sonra, Abdülhamid döneminin tersine, Türklere imparatorluk içinde öncü bir rol atfeden ve bu şekilde imparatorluğu yeniden organize etmeyi amaçlayan politikalar benimsemesi ve yerel politik önderleri ortadan kaldırmayı
hedeflemesi, Osmanlı idaresi altında yaşayan Arap ileri gelenleri arasında tepkiyle karşılanmış ve adem-i merkeziyet ve eşit temsil içerikli taleplerin artışına yol açmıştır.2
Bu bağlamda, iki taraf arasında önemli ölçüde II. Meşrutiyet’le beraber gün yüzüne çıkan ve fakat bilhassa I. Dünya Savaşı esnasında yaşanan olaylar Türkiye tarihinin daha sonraki dönemlerinde oluşacak olan Arap algısının şekillenmesine önemli etki yapacaktır.
Savaşın ilanıyla birlikte uluslararası baskıdan tamamen kurtulan İTC Hükümeti, öncelikle adem-i merkeziyet talebinde bulunan yerel politik muhalefeti yok etmeyi hedeflemiştir. Bu siyaset çerçevesinde, Suriye’deki Arapçı muhalefetten sonra kendisinin de tasfiye edileceğini öğrenen Şerif Hüseyin,3 Hicaz ve etrafında meskûn bulunan bazı Arap kabilelerini de kendi tarafına çekerek,
1916 yılı Haziran’ında -yani savaşın tam ortasında- İttihatçı yönetime karşı isyan etmiştir.4 Bütün Arapları temsil etmediği, Cumhuriyet’i kuran kadrolar tarafından çok iyi bilinen Şerif’in bu isyanı, Türkiye’de, daha sonraki dönemlerde ulus inşa süreçlerinin bir parçası olarak “Arap ihaneti”ne dönüşmüş ve Arap algısının oluşmasında büyük bir paya sahip olmuştur. Peygamber soyundan
gelen bir lider olarak Osmanlı Hilafeti’ne isyan etmiş olan Şerif Hüseyin, Türkiye’de hem dine karşı reformların uygulanmasında hem de “Türk” öznesini tarih algısında daha da merkezî bir yere oturtmakta önemli bir rol oynamıştır. Bundan dolayı, Şerif Hüseyin’in isyanını incelemek, Türkiye resmî tarih ideolojisinin oluşum aşamalarını anlama noktasında literatürde önemli bir boşluğu dolduracaktır.
Konunun mevcut literatürde ne kadar incelendiği hususuna gelince, aslında mevcut İngilizce literatürde bu isyanın bütün Arapları temsil eden bir hareket olmadığı, hareketin bütün ayrıntıları tartışılmak suretiyle ortaya konulmuş durumdadır.5 Fakat bu konu üzerine Türkçe yapılan araştırmalar oldukça yetersizdir. Ayrıca, olayın Arapları temsil etme kabiliyeti hakkında İngilizce literatürde yapılan tartışmalar da Türkçeye yeterince aktarılmış değildir.6 Dahası her iki dilde de olayın neden bütün Arapları temsil eden bir harekete dönüştü(rüldü)ğü sorusu sorulmuş değildir. Literatürdeki mevcut çalışmalardan farklı olarak bu makale Cumhuriyet kurulduktan sonra yaşanan ulus kimliği inşa süreçlerini ders kitaplarına yansıdığı biçimiyle analiz ederek bu algısal dönüşümün nasıl ortaya çıktığını açıklamayı amaçlamaktadır.
Şerif Hüseyin’in hareketi uzun süre “Arap İsyanı” olarak adlandırıldığından dolayı, Osmanlı modernleşmesinin son döneminde Arapların dillendirdikleri her türlü siyasi talep Şerif Hüseyin İsyanı ile bağlantılandırılmaktadır. Oysaki Ernst Dawn tarafından da açıkça ortaya konulduğu gibi, tamamen Osmanlı siyasetinin bir parçası olarak ortaya çıkmış olan Arapçılık hareketi ile Şerif Hüseyin’in
hareketi bambaşka süreçlerin ürünüdür.7 Bundan dolayı bu makalede ilk olarak Şerif Hüseyin İsyanı ile Arapçı hareketin tarihsel gelişimlerinin farklı olduğu vurgulanacak, akabinde ise Şerif Hüseyin’in isyanı ve bunun Türkiye’deki algılamasının dönüşümü üzerinde durulacaktır.
Arapçı Hareket ve Şerif Hüseyin
Aşağıda ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz gibi, Şerif Hüseyin önderliğinde 1916 Haziran’ında başlayan Hicaz isyanı yakın zamanlara kadar hem akademik literatürde hem de Türkiye’deki akademik ve popüler algıda Arap milliyetçi hareketinin bir ürünü olarak görülmekteydi.8 İsyanın önderleri de daha sonra yazdıkları hatıralarında bu hareketi romantize etmişler ve Arap siyasetinin o
zamanki gereksinimleri icabı olarak hadiseye milliyetçi bir karakter kazandırmaya çalışmışlardır.9 Oysaki Osmanlı topraklarında, özellikle Balkanlar’da ortaya çıkmış ulusçuluk hareketlerinin tersine, Arapçı hareket neredeyse tamamen entelektüellerden ve yerel ayanlardan oluşan, Osmanlı hukukunun sınırları içerisinde yasal bir muhalefet hareketidir ve Osmanlı hâkimiyeti devam ettiği sürece herhangi bir silahlı faaliyete girişmemiştir. Şerif Hüseyin İsyanı ise ancak, -isyan hareketinden sonra Mısır’daki Suriyeli Arapçıların teşvikiyle benimsenen ve propaganda yapmaktan öte bir anlamı bulunmayan Arapçı söylemi dışarıda tutacak olursak- Osmanlı tarihinin herhangi bir zamanında patlak vermiş bir bedevi kabile isyanı kadar ideolojiktir.10
Yukarıda tamamen siyasi bir muhalefet hareketi olduğunu ifade ettiğimiz Arapçı hareket, aynen Türk milliyetçiliği gibi modern Osmanlı düşüncesinin Osmanlıcılıktan ulusçuluğa doğru daralan seyriyle, zaman geçtikçe etnisite merkezli talepleri daha da belirginleşip netleşen bir çizgidir. Bu bağlamda, tıpkı Jön Türk milliyetçiliği gibi, büyük oranda Suriye’yi muhtemel bir yabancı
istilasından korumak gayesiyle ortaya çıkmıştır ve Osmanlı siyaseti çerçevesinde Araplara ve Arap kültürüne daha fazla yer verilmesini savunan bir tavır benimsemiştir.11 Şerif Hüseyin İsyanı ise Jön Türklerin merkezîleştirme politikaları çerçevesinde Hicaz’daki otoritesini kaybetmekten korkan Mekke Emiri’nin kendini koruma refleksinden başka birşey değildir ve Arapçılığı sadece bir propaganda aracı olarak kullanmaktadır.12 Aziz el-Azmeh’e göre Şerif Hüseyin’in isyanı Arapçı hareketten o kadar bağımsızdır ki, bu hareket
Arap milliyetçiliği literatüründen çıkarılmalıdır.13
Modern Arap düşüncesinin -ve aynı zamanda modern Türk düşüncesinin- öncüleri olarak kabul edilen ilk kuşak İslam düşünürlerinden ve Arap milliyetçileri tarafından yazı ve faaliyetlerine büyük önem verilip Arapçılığın öncülerinden kabul edilen Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh İslam milletlerinin yaşadıkları sıkıntıları tamamen ümmetçi bir yaklaşımla ele almışlardır.14
Onların zihninde “Arap” kelimesinin yeri yoktur ya da sadece İslam çerçevesinde vardır. Gayeleri sadece selefî bir tutumla İslam’ı reforme ederek
Ümmetin birlik ve “dirilişi”nin sağlanmasıdır.15 Hatta Afgani, İslam dayanışması nın ulus dayanışmasından etkili olacağını açıkça ifade etmektedir.16 Daha sonra gelen Reşid Rıza’da da, Arapçılık daha belirgin olmakla birlikte, yan bir unsur olup merkezde İslam vardır.17
Ayrıca onun Osmanlı Devleti’nde kurumsal reformdan başka bir talebi de yoktur. Yine Arap-Türk ayrımını ön plana çıkaran Abdurrahman el-Kevakibî’de de, Türk karşıtı duygular, halifeliğin Hicaz’a transfer edilmesinin teklif edilmesiyle yarı-siyasal bir içerik kazanmış olsa da merkezde yine İslam ve Ümmetin “kurtarılması” kaygısı vardır.18
Arapların ayrı bir siyasal yapılanmaya gitmesi görüşü 1900’lerin hemen başında ilk olarak açık bir şekilde Hıristiyan-Arap Necip Azuri ve İbrahim el-Yazıcı tarafından açıkça dile getirilmiştir.19 Onlar Arap “ulusunun” Avrupalı ulus-devletler gibi tek bir devlet çatısı altında örgütlenmesi ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan siyasal olarak bağımsız olması gerektiğini açık bir şekilde ifade etmişlerdi. Fakat onların görüşlerine Müslüman Araplar itibar etmemişler ve bu görüşler Arapların yaşadıkları vilayetlerde toplumsal olarak
yaygınlaşamamıştır.20
Arapçı hareketin amaç ve ideallerini anlayabilmek için II. Meşrutiyet sonrasında daha çok Müslümanlar tarafından kurulmuş olan Arapçı derneklerin faaliyetlerini ve söylemlerini incelemek gerekmektedir. Çoğunlukla İstanbul merkezli olarak kurulan bu dernekler Arap vilayetlerine daha çok yatırım yapılması, Arapçanın kamusal alanda yaygınlaştırılması ve idarî olarak adem-i merkeziyetçi
bir yapının oluşturulması gibi taleplerde bulunmuşlar ve bunların gerçekleşmesi için faaliyet göstermişlerdir.21 1908 sonrasında Mekke Şerifi olarak atanan ve daha sonra “Arap” isyanının önderi olacak olan Şerif Hüseyin ise, Hicaz’da herhangi bir karşılığı olmaması dolayısıyla bu hareketlere her zaman mesafeli durmuştur.22 Yukarıda da ifade edildiği gibi, isyan sonrasında Arapçı söylemi
propaganda maksatlı olarak kullanmıştır.
Arapçı hareketin o dönemin Arap toplumundaki desteklenme durumuna ve Arapları temsil etme kabiliyetine gelince, yapılan son çalışmalar, bu hareketin toplumsal desteğinin tespiti hususunda önemli bilgiler içermektedir. Dawn’ın tesbitine göre 1914 Ekim’ine kadar Doğu Arap vilayetlerinde, Arap milliyetçiliğinin açık savunucusu ve Arap milliyetçisi cemaatlerin üyesi olanların adedi sadece 126’dır. Bu o dönemde Suriye’de her 100.000 kişiye 3.5 Arap milliyetçisi, Filistin’de 3.1, Lübnan’da ise 2.4 Arap milliyetçisi düştüğünü göstermektedir.23 Daha sonraki bir çalışmada Tauber bu sayıyı 180 olarak belirlemektedir.24 Bu rakamlar Osmanlı Devleti’nde Arapçı düşüncelerin yaygınlaştığını düşünmemiz için oldukça yetersiz bir orandır. Dahası bunların bağımsızlık talep edip etmedikleri belli değildir.
Ayrıca Efraim ve İnari Karsh’ın çalışmaları o dönemin Suriye, Lübnan ve Irak’ında bölgesel otonomi talep edenlerin varlığını ortaya çıkarır.
Bu sayı onlar tarafından 207 olarak verilmiştir.25
Bu durumda, Şerif Hüseyin İsyanı’ndan tamamen bağımsız entelektüel bir hareket olarak Suriye’de doğan ve gelişen Arapçı hareketin bile Arapların ancak
çok küçük bir kesimini temsil ettiği söylenebilir. Şerif’in hareketinin Arapçı hareket ile fikirsel bir bağlantısının olmadığını ve Arap toplumunda Arapçı hareketin destekçilerinin azınlıkta olduğunu tespit ettikten sonra, bu isyanın nasıl patlak verdiğini ve Osmanlı topraklarının Arap hâkimiyetinden
çıkmasına ne kadar etki ettiğini incelemeye başlayabiliriz.
Şerif Hüseyin İsyanı’nın Doğuşu ve Gelişimi
Şerif Hüseyin’de isyan fikrinin ortaya çıkışı onun Osmanlı sistemi içerisinde siyasal hedeflerine varamayacağını, hatta Mekke’deki hâkimiyetinin İttihatçı hükümet tarafından yok edileceğini hissetmesiyle başlar. Şerif, İstanbul’daki adamları vasıtasıyla İttihatçıların Mekke’de kendisini yok etmeye yönelik faaliyetlerinden haberdar olmaktadır26 ve Cemal Paşa’nın Suriye’deki Arapçı hareketi yok etmesinden sonra, sıranın kendisine geleceğinin farkındadır.27 Şerif Hüseyin’in, Mekke Emirliği’nin babadan oğula geçen bir monarşiye
dönüştürülmesi talebinin Osmanlı Devleti tarafından geri çevrilmesi ile isyan etmesi arasındaki eşzamanlılık, isyan fikrinin ortaya çıkışı ile Şerif’in siyasal hedeflerine İttihatçılar nezdinde olumlu karşılık bulamaması arasında bağlantı olduğunu göstermektedir.28
Kaldı ki, isyandan altı ay önce 11 Ocak 1916’da Enver Paşa’ya çektiği telgrafta bu sebep açıkça kendini göstermektedir:
Eğer benim burada rahat oturmamı istiyorsanız Tebük’ten Mekke’ye kadar uzanan Hicaz ülkesinde benim idari muhtariyetimi kabul ediniz ve emaneti babadan büyük oğla geçmek üzere ömrüm boyunca bana veriniz.
Bundan başka bu sırada muhakeme edilmekte olan suçlu Arap büyüklerinin suçlarını bağışlayarak Suriye ve Irak için genel bir af ilan ediniz.29
Yine bu bağlamda İttihat ve Terakki’nin eyaletlerde merkezî otoriteyi güçlendirmeye yönelik icraatları dolayısıyla Şerif Hüseyin’in gücünün her geçen gün azalması, Vehib Paşa’nın, güçlü merkez taraftarı bir vali olarak Hicaz’a atanması ve Şerif’i yakın takibe alması, yerel liderlerin geniş bir özerkliğinin olduğu Arabistan’da, bu liderlerden biri olarak Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne karşı politikasında önemli bir dönüşüme yol açtı.30
İsyan fikrinin ortaya çıkmasında etkili olan bir diğer faktör ise büyük güçlerin desteğidir. McMahon-Şerif Hüseyin mektuplaşmaları bu süreçte önemli bir rol oynamıştır. Bu süreçte İngilizler Şerif’e Doğu Arap toprakları (Maşrıkü’l-Arabî) üzerinde egemenlik kurabileceğini vaad etmişler ve onun isyan fikrinin hayata geçirilmesine en önemli katkıyı yapmışlardır. Bu bağlamda isyanın patlak
vermesinden sonra Şerif’e askerî destek de dâhil olmak üzere her türlü desteği vermişlerdir. Şerif’in bölgedeki saygınlığı da, Arap milliyetçilerinin desteği de bölge halkı üzerinde Osmanlı otoritesinin önüne geçebilecek etkenler değildi. Öte taraftan önde gelen Arap kabile liderlerinden aradığı desteği bulamayan Şerif, bu liderlere kendi otoritesini kabul ettirmek için İngilizler başta olmak üzere büyük güçlerin desteğine başvurmuştur. Fakat ne Necid ve Ahsa bölgelerinin en büyük hanedan aşiretinin lideri ve Osmanlı’nın Necid Valisi ve Kumandanı olan İbn Suud, ne Şuf Kaymakamı olan Ruvale hanedan aşireti lideri Nuri Şa‘lan ne de Asîr Hâkimi ve Şemmer hanedan aşireti şeyhi İbn Reşid, Şerif’e kendi önderleri olarak destek vermişlerdir.31
Bu şekilde Arapların desteğinden yoksun olarak ortaya çıkmış bir hareketin bugün Türkiye’de bütün Araplara mal edilmesi aşağıda açıklayacağımız Batılı ulus kimliği inşa süreçleri çerçevesinde Arapların ötekileştirilmesi ile ilgilidir.
Son olarak bölgede görev yapan Türk aydın ve bürokratların Şerif Hüseyin İsyanı ile ilgili değerlendirmelerine baktığımızda, Türkler arasında bu konu ile ilgili olarak iki temel kanaatin yaygın olduğunu görürüz. İttihatçılara göre isyanın çıkış nedeni ile kendilerinin icraatları arasında hiçbir ilişki yoktur. Zira Şerif Hüseyin İngilizlerle anlaşıp isyan etmiştir. İngilizlerle anlaşmış olduğu için, Şerif
merkezîleştirme ve Türkleştirme yönündeki politikalar olmasa bile yine de isyan edecekti.32 İttihatçılara muhalif olanlar ise bu isyana İttihatçıların uygulamaları nın yol açtığını ifade etmektedirler.33 Her iki grubun üzerinde ittifak ettiği bir mevzu vardır ki; o da Şerif Hüseyin İsyanı’nın Arap İsyanı olmadığıdır.
Şerif Hüseyin İsyanı askerî olarak da oldukça marjinal bir harekettir. Zira Türkiye’deki yaygın kanaatin tersine, Arap vilayetlerindeki Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesinde kayda değer bir rol oynamamıştır. Çünkü Irak, Filistin, Arabistan’ın Mekke, Taif ve Akabe dışında kalan kısmı ve Suriye’nin Osmanlı hâkimiyetinden çıkmasında Şerif’in askerî anlamda etkisi oldukça azdır. Irak’ın
Osmanlı hâkimiyetinden çıkmasında Basra’dan gelen İngiliz ordusu, Suriye’deki Osmanlı idaresinin sona ermesinde ise Mısır’dan hareket eden 200.000 askerlik İngiliz ordusu esas rolü oynamıştır. Her iki ordu da kuzeye doğru ilerlerken büyük kayıplar vermişlerdir. Bunlara karşı savaşan Osmanlı askerlerinin çoğunun da Arap kökenli olduğunu belirtmek gerekmektedir. 1918 yılının Ekim’inde
Şam’a giren, zannedildiği gibi Faysal’ın kuvvetleri değil Mısır’dan gelen General Allenby’nin askerleridir.34
Türk Ulus-Kimliği’nin “Öteki”si Olarak Araplar
Arapların ötekileştirilmesine giden süreç Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarındaki hâkimiyetinin sona ermesiyle başlayıp Hilafet’in kaldırılmasıyla sonlanan ve ilişkilerin Hilafet merkezli bir federasyon çatısı altında sürdürülmesini amaçlayan sürecin başarısız olmasının bir sonucudur. Aslında, Hilafet kaldırılıncaya kadar hem Türk yetkililer hem de Araplar, Osmanlıcılığı bir alternatif olarak
görmüşlerdir. Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarından çekilmesinden sonra Cumhuriyet’in kurulmasına kadar geçen dönemde Türk-Arap ilişkileri, halifenin manevi otoritesi altında emperyalizme karşı işbirliği çerçevesinde şekillenmiştir. Osmanlı’nın Arap topraklarındaki fiilî hâkimiyetinin sona ermesinden sonra Türkler ve Araplar, birbirlerini iki ayrı siyasi birim olarak kabul etmiş durumdadırlar.
Bu dönemde Türk-Arap ilişkilerinde tamamen kopuş yerine ilişkilerin en az zararla yeniden temin edilebilmesi meselesi, her iki tarafın da gündeminde dir.35
Arap topraklarında Osmanlı hâkimiyeti sona erdikten sonra Türk ve Arap liderler ilk olarak emperyalizme karşı işbirliği gündemiyle bir araya gelmişlerdir.36 Osmanlı Devleti’nin savaşta yenilmesinden ve Arap bölgelerinde hegemonik güçlerin manda yönetimlerinin kurulacağının anlaşılmasından sonra, Şerif Hüseyin İsyanı’nın mimarlarından Suriye Kralı Faysal’ın da içinde bulunduğu birçok Arap lider bağımsızlık ve bölgesel entegrasyon için Türklerle işbirliği yapmanın yollarını aramışlardır.37 20 Temmuz 1920’de Suriye’nin
Fransızlar tarafından işgal edilmesi ve sonrasında aynı yılın Ekim ayında Fransa ile Türkiye arasında imzalanan anlaşma Suriye Arapları ile Türkiye arasındaki emperyalizme karşı işbirliğini sınırlandırmakla birlikte38 görüşmeler Hilafet’in kaldırıldığı 1924 yılına kadar devam etmiştir.39
Hilafet’in kaldırılıp Batıcı bir ideolojinin benimsenmesinden sonraki dönemde Türk-Arap ilişkilerinin şekillenmesinde Kemalist elitlerin seküler ve etnisiteyi merkeze alan bir ulus kimliği oluşturma kaygılarının büyük etkisi olmuştur. Modern bir Batılı ulus yaratmak maksadıyla nasıl birçok reform yapılmışsa Türk-Arap ilişkileri politikası da bu amaç doğrultusunda yeniden yapılandırılmış
ve bu amaç ister istemez Türkiye’nin Arap devletleriyle olan ilişkilerinin şekillenmesinde belirleyici olmuştur. Cumhuriyet reformlarının temel amacı Türkiye’yi Batı medeniyetinin eşit ve saygın bir üyesi yapmak olduğundan, kararlı bir şekilde Doğu’dan Batı’ya dönülmüştür.40
Bu kopuş önde gelen Kemalistlerden olan ve Cumhuriyet dönemi tarih ders kitaplarının yazılmasında önemli bir rol oynamış olan Hasan Cemil Çambel tarafından şu cümlelerle ifade edilmektedir: “Genç Türkiye’nin Kemalist inkılapla İslam-Osmanlı medeniyetinden laik-Türk kültürüne geçişi Kopernik inkılabına benzer ve tam bir fikir ve ruh değişikliğidir. Bu bir kutuptan, büsbütün öbür kutba geçme hareketidir.”41
Yukarıda anlatılan şartların değişmesiyle ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte benimsenen ulus-devlet ideolojisi, Hilafet merkezli iddialardan ve bu bağlamda çoğunluğunu Arapların oluşturduğu Osmanlı toprakları üzerindeki siyasi taleplerden vazgeçmek ile hayata geçirilebilirdi.42 Türklük bir özne olarak ancak bu şekilde gündeme gelebilirdi. Bu iddiaların Türk milletine verdiği
zarar konusunda Çambel şunları söylemektedir. “… Bu islami-evrensel kültür bize yabancı idi ve asırlarca bizi ezdi. Biz buna kaç asır inandık ve hiç değişmeyecek yegane hakikat sandık...”43 Takip eden satırlarda da görülebileceği gibi, Çambel açıkça Türklüğün Osmanlı Devleti döneminde tarihten silindiğini ifade etmekte ve Türkün tekrar var olabilmesini de bu “yabancı” kültürden uzaklaşmaya bağlamaktadır. Böyle bir politikanın gereçekleşmesi de ancak önceden Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan Müslüman milletleri “ötekileştirmek” ile mümkün olabilirdi. Bu bağlamda, hem ulusçuluğa motive olmak hem de Türklüğü yeni vatandaşın tarih algısını şekillendirirken
daha merkezî bir yere oturtmak adına, Araplar I. Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan vuran “hainler” olarak damgalanıp ötekileştirildiler ve bir anlamda temsil ettikleri imajla benimsenen yeni radikal-Batıcı ideolojinin çimentosu oldular.44
Bu ötekileştirme aynı zamanda “kültürümüzü tabilikten, tebalıktan, esirlikten kurtarma, ve kendi istiklalini yeniden fethetme” savaşıydı.45
Bu dönüş aynı zamanda, yeni ideoloji doğrultusunda şekillenen ulusal tarih anlatısında Türkün daha merkezî bir yerde olduğu ve diğerlerinin dışlandığı bir yaklaşım değişikliğini de gerekli kıldı. Bu yaklaşım 1924-1931 yılları arasında olgunlaştı ve aşağıda incelenecek olan 1931 tarihli ders kitaplarına yerleşti. Böyle bir yaklaşımı benimsemek Türke yeni şartlar içerisinde öz güven kazandırmak için gerekliydi. Bu tarih yaklaşımının mimarlarından olan Hasan Cemil Çambel’in 1931 yılında yayınladığı bir yazıya göre “insan için olduğu gibi, millet için de, kendini bilmek, hüviyetinin ve tarihinin şuuru içinde yaşamak, hayat ve bekanın ilk şartıdır”.46 Bu gereklilik 1932 yılında düzenlenen 1. Tarih Kongresi’nde Maarif Vekili Esat Bey tarafından Osmanlı’dan kalma ders kitaplarının değiştirilmesi ifade edilirken şu cümlelerle dile getirilmekteydi:
Malumu alileridir ki tarih, bütün kültür ilimlerinin temelidir. Bir millet, geçmişte olan biteni, memleketini ve dilinin, edebiyatının, san’atlarının ve idari, içtimai, siyasi, medeni varlığını öğrenebilir. Şimdiye kadar okumuş olduğumuz kitaplar dan hemen birçoğunun tercüme ve iktibas edilmiş olan asılları ise bu maksada taban tabana zıt olarak hakikatı ve Türk milletinin varlığını ve benliğini ve cihan medeniyetine olan hizmetlerini tebarüz ettirmekten, herhangi bir sebeple uzak bulunmuş idi.47
İslam Ansiklopedisi’nde anlatıldığı kadarıyla, Atatürk’e göre, şimdiye kadar Türklerin tarihte yaptıkları işleri kendi namlarına kaydedilmemişti. Etienne Coupeaux’nun da ifade ettiği gibi İslamiyet gerçek Türk kimliğinin üzerinde bir cila gibi görülmekteydi.
Birçok Avrupa devletlerinin iddialarını çürütmek için Türklerin tarih içindeki ve Anadolu’daki varlıklarının doğrulanması gerekmekteydi.
Bunun için de Türkün gerçek tarihinin araştırılması, onu ulusal tarihinin merkezine koymuş bulunan yeni devlet için bir zorunluluktu.48
Türk, yeni oluşturulan tarihsel algılamanın yegâne öznesine dönüşürken, alternatiflerin de ortadan kalkması gerektiği düşünüldü.
Araplara dair ders kitaplarında beliren imaj da bu gerekliliğin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Ayrıca, Copeaux’nun ifadesiyle, İslam tarihi içindeki merkezî konumu itibariyle Araplarla İslam çoğu zaman birlikte zikrediliyordu. Yine aynı yazara göre, Türk Tarih Tezi çerçevesinde Arapları, Türklerin torunları ya da Türklerden etkilenmiş bir halk olarak sunmak da İslam’ın kutsal sınırlarına
tecavüz etmek anlamına geleceğinden, sadece, M.Ö. 2600 yıllarında Arabistan’ın büyük bölümünün, Türklerin atası oldukları iddia edilen Sümerlere bağlı olduklarını ifade etmekle yetinilmişti.49
Bundan dolayı Arapların ötekileştirilmesi daha ziyade somut olaylar üzerinden gerçekleşti. Aşağıda incelenecek olan ve Arapları “hain” olarak nitelendiren bakış açısı da bu olaylardan bir tanesidir. Bu bakış açısını tesbit etmek için Cumhuriyet’in ilk yıllarında, benimsenen yeni ideoloji doğrultusunda hazırlanan ders kitaplarında ve katı Batılılaşmacı görüşü benimseyen yazarların kitapların da Arap imajının ve Şerif’in isyanının Cumhuriyet devrimlerini meşrulaştırıcı bir unsur olarak nasıl değerlendirildiğine bakmak gerekmektedir. Bahsedilen projenin hayata geçirilmesi için en büyük engel olan Hilafet müessesesinin miadını tamamlamış olduğu ve artık “işe yaramaz” bir kurum hâline geldiği, Türkleri tarih sahnesine çıkarmak maksadıyla kurulmuş olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından hazırlanan tarih ders kitaplarında Şerif’in isyanı bağlamında şöyle anlatılmaktadır:
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder