5 Nisan 2020 Pazar

AVRUPA’NIN ÇOĞULCULUK ÇIKMAZI VE ORTAK ÜST KÜLTÜR PROJESİ: AYDINLANMANIN GERİ DÖNÜŞÜ

AVRUPA’NIN ÇOĞULCULUK ÇIKMAZI VE ORTAK ÜST KÜLTÜR PROJESİ: AYDINLANMANIN GERİ DÖNÜŞÜ 




Şermin Tekinalp*

*  Prof. Dr., Beykent Üniversitesi İletişim Bölümü, 
stekinalp@beykent.edu.tr


ÖZET

1960 ların sonunda, 1970lerin başında çok kültürlülük taraftarları, çoğulculukla
ilişkilendirilen çok kültürlülüğün ve çok kültürlülük eğitiminin temel insan haklarını gerçekleştireceğine inanıyorlardı. Son 50 yıldır bu konu üzerinde gittikçe yoğunlaşan bir tartışma yapılmaktadır. Son olaylar ve eğilimler, yerli elitler ile toplumun diğerleri olarak kabul edilenler arasında üzüntü veren bir ayrışma oluştuğunu göstermektedir.
Bunun anlamı ise çok kültürlülük projesinin başarısız olmasıdır. Bir kısım aydınlara göre, çok kültürlülük kavramının ve uygulamalarının kendisi, belirli bir kültürü ve kültürel farklılıkları öne çıkarmakta; bu da toplumdaki ırkçılığı daha belirgin hale getirmektedir. Yeni bir kültür projesinin destekçileri, bilinen çok kültürlülük tezine eleştirel bir bakış açısı getirerek her iki tarafın (yerli elitler ve diğerleri) kültürlerinin uyumlaştırılmasını amaçlamaktadırlar.

1.Giriş

Modernizm 17. yüzyıl aydınlanmasıyla başlayıp 1945’lerden sonra özellikle
ekonomik ve kültürel alanda Batı modelinin bütün üçüncü dünya ülkeleri ve
özellikle Doğu tarafından kabul edilmesi esasına dayanan bir süreç idi. Modern
Batı, Doğu’yu hep kendi gelişme çizgisine oturtmak ve buna uymayanları da
ilkel ve barbar olarak nitelendirme eğiliminde oldu. Bu modele göre,
ekonomik açıdan gelişmiş, Batı kültürünü benimsemiş olan toplumlar çağdaş
olacaktı. Ancak bu modelin iflas ettiği görüldü. Çünkü Batı hem ekonomisi,
hem de kültürüyle egemen ve dışlayıcı bir şekilde Doğu’yu baskı altına aldı ve
Doğu ile batı arasındaki gelişmişlik açığı giderek Batı lehine genişledi
(Erdoğan 1999). İşte bu süreçte postmodernist kuramlar, kültür farklılıklarının
bir eksi değil, artı olarak kabul edilmesi ve bu çerçevede herkesin kendi
kültürünü ve yaşam biçimini yaşayabileceği bir ortamın modern dünyanın
kurtuluşu olacağı görüşünü ortaya attılar. Modern dünyadaki tek tip Batı
kültürü giysisi yerine, postmodernizmde farklı ve herkesi mutlu eden kültür
biçimlerine hoşgörüyle yaklaşıldı. Her türlü dinsel giysilere, dinsel cemaatlere,
arabesk yaşam biçimlerinin içselleştirildiği yeni tür sanat biçimlerine,
çıplaklık, porno ve farklı inanç sistemlerine, kısaca, popüler kültürün en uçtaki
biçimleri de dahil, her tür yaşam biçimine saygı ve anlayışla bakılıyordu.
Modernizmin dayattığı doğrusal (çizgisel) tek tip adam yetiştirme projesinin
iflasına bir çözüm getiriliyordu postmodenizm. Bir başka anlatımla,
modernizmin yaptığı tahribat insanlara kendi kültürleri içinde mutlu yaşama ve
özgürleşme olanakları verilerek önlenmeye çalışılıyordu. Ancak, ilk kafa
bulanıklığı geçtikten sonra bu görüşün temelinde modernizm rahatsızlığı için
önerilen tedavi ve bu tedavi için verilen üzeri şekerle kaplı hapın uyutma ve
rahatlatma biçimi eleştirilmeye başlandı. İnsanları kendi dünyalarına terk etme
kolaycılığının özünde dışlama ve ırkçılık vardır. Post- modernizm destekçileri,
herkesi olduğu gibi kabul ediyor, herkesin gerçeği farklıdır ilkesini getiriyordu.
Seçkin, düşkün; zengin, fakir; inançlı, inançsız ayırımı yapmıyor, insanların
giyimine kuşamına karışmıyordu. Her topluluk kendi düşünü yaşamakta özgür
Avrupa’nın Çoğulculuk Çıkmazı Ve Ortak Üst Kültür Projesi: Aydınlanmanın Geri Dönüşü olduğu için herkesin mutlu olabileceği, çatışmaların ortadan kalkabileceği farz ediliyordu. 

Bir başka anlatımla, insanlara kendi dinsel ve kültürel haklarını
tanımanın yeterli olacağı düşünülüyordu. Ancak 2005 yılında Fransa’daki
olaylar bu görüşün iflas ettiğini gösterdi. Gettolarda kendi kültürleri ile baş
başa bırakılan insanların, içinde yaşadıkları toplumla kaynaşamama sorunları
karşılıklı iletişimsizlik, birlik içinde oluşan dinsel ve kültürel farklılıklar,
işlerin postmodernist kolaycılığı ile çözülemeyeceğinin işaretlerini veriyordu.
Bu makale, bu olaylardan sonra yapılan tartışmaların ışığında çok kültürlü
toplumlarda bazı aydınların üzerinde düşündüğü yeni bir aydınlanma modeli
olan ve kültürleri ortak değerlerde kaynaştırma amacı taşıyan Üst Kültür
Projesi etrafındaki görüşleri konu etmektedir.

2. 2005 Fransa Olaylarının Dünden Bugüne Düşündürdükleri

27 Ekim 2005 Perşembe günü, Fransa Clichy-Sous-Bois’da futbol oynamaktan
dönen, iki Afrikalı göçmen çocuk, 17 yaşındaki Tunuslu Ziyad Benn ve 15
yaşındaki Malili Baanu ve bir Türk polisten kaçarken iki Afrikalı çocuk bir
elektrik trafosuna saklanır ve orada elektrik çarpar ve ölürler. 17 yaşındaki
Türk göçmen çocuk ise ağır yaralanır. Polis nedenli nedensiz Afrikalı göçmen
gençleri standart suçlular olarak gördüğü için sürekli takip etmekte, hele de
kaçan gençleri sıkı bir soruşturma sürecinden geçirmektedir. Sadece polisin
kendilerini alıkoymasından korkmaktan başka suçları olmayan gençler
hayatlarının baharında polisten saklanırken trafoda diri diri yanarak ölürler.
Tarih büyük ayaklanmaların ve savaşların nasıl küçük olaylarla başladığının
hikâyeleriyle doludur. Ayaklanmalar Paris varoşlarından Lyon’a ve Toulouse
Carpentras’a sıçrar. Euro düşer. 6000 araç tahrip edilir, 170 den fazla kişi
tutuklanır, dükkânlar yağmalanır. Polis göz yaşartıcı bomba kullanır ve
Fransa’da ilk defa 1955 de çıkan bir yasaya dayanarak 1984’de uygulanan
sokağa çıkma yasağının uygulanması söz konusu edilir. Kamuoyuna açık
yerlerde bütün açık hava toplantıları yasaklanır. 

Özetle, 1789 devrimini yaşayan Fransa bütün dünyanın gündemine oturan, korkulu ve çeşitli açılardan tartışmaya açık bir dönem geçirir, 2005 yılının son aylarında.
Bu olaydan sonra getto kavramı tüm sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla
tartışılmaya başlandı. Getto modern toplumlarda özellikle tabakalaşmanın en
alt katmanlarında yer alan özellikle göçmenler gibi diğerlerinden farklı yaşam
biçimlerine sahip ötekilerin kentsel alanlarda kümelendikleri ve mekansal
ayrışımların oluştuğu yerlere verilen bir addır. Getto Venediklilerden
başlayarak Yahudilerin çeşitli dünya kentlerinde zorunlu iskan alanlarına
denirdi, daha sonra bir bölgede oturan yerlilerin dışında dışarıdan gelen
azınlıkların oturdukları bölgelere bu ad verilmeye başlandı Ancak, giderek
büyüyen gettolar adeta tüm şehri istila etmeye ve gettoda yaşayanlar kendi
kültürlerini ve yaşam biçimlerini yerlilere dayatmaya başlayınca, daha önce
gettolarında kendi gelenekleriyle yaşayan ve öteki olduklarının bilincinde
oldukları sürece kimseye zararı olmayacağı düşünülen bu ötekiler tehlike
çanlarını çalmaya başladılar. Daha önce kendilerini bir konuk gibi yabancı
gören ötekiler, giderek hapsedildikleri sınırlarının dışına taşmaya başladılar.
Fransa’da 2005 Ekiminde meydana gelen olaylar daha önce hazırlanmış bir
psikolojinin aniden en barbar biçimde dışa vurmasından başka bir şey değildir.
Fransa ‘da ki bu olaylar aydınları genel olarak ikiye böldü. Bir kısım köşe
yazarları Fransa’nın ırkçı ve aşırı ulusalcı bakış açısının olayların bu denli
büyümesinde önemli neden olduğunun altını çizdi. Ayaklanma, işsizliğin ve
fakirliğin giderek arttığı büyük zengin metropollerin kıyılarında gettolaşan
mahallelerde oturan üçüncü dünya ülkelerinden göç etmiş ikinci veya üçüncü
kuşak insanların yoksulluğa, ilgisizliğe ve aşağılanmaya karşı kaçınılmaz
tepkileri olarak yorumlandı. Gençler ilgisizlik nedeniyle toplumdan koptular;
genel olarak Fransa’daki işsizlik oranı %9’larda iken bu gençler arasındaki
işsizlik oranı %14’lere tırmandı. Uzmanlara göre iş bulma kurumlarına
başvuran gençlerin başvuru formundaki isimleri işverenler arasında önyargı
oluşturmakta ve Cezayir, Tunus ve Faslı gençler diğer beyazlar karşısında
şanslarını işin henüz başında kaybetmektedirler. Yoksulluk, işsizlik, dışlanma
yıllar içinde topluma yabancılaşmayı ve hiddeti körüklemiş ve bir kıvılcım bu
biriken hiddeti birbirine ivme kazandıran çarklının dişleri gibi çoğaltarak
büyük bir potansiyele ulaştırmıştır. Çünkü, kitle psikolojisinin bir defa
bozulması kitle insanının bilincini, mantığını alıp götürmekte, verilen bir
komut ve psikolojisine uygun bir hareket duygularıyla coşan kitle insanını
sonradan düşündüğünde pişmanlık duyabileceği aşırı şiddete veya paranoyak
davranışlara yönlendirebilmektedir (Stout 2002; Albritton 2006; Halwani
2006). Uzmanlar ayaklanmalar sırasındaki kitle psikolojisini mantık ve
düşünceden arınmış psikolojik karşı duruşlar olarak tanımlamaktadırlar. 

Öz bir deyişle kitlenin beyni yoktur, duygu ve hezeyanları vardır.
İşte bu toz duman arasında Fransız kamuoyunun çoğunluğundan gerek
Türkiye’nin AB üyeliği tartışmaları sırasında gerekse yabancı politikalarıyla
gösterdiği yabancı düşmanlığı ile övgü ve prim alan o günkü İçişleri Bakanı
Nicholas Sarkozy olayları bir takım ayak takımı gençlerin çıkardığı
açıklamasını yapar ve olaylara karışanların sınır dışı edilebileceği olasılığını
dile getirir. Toplum bilimciler üniversite hocaları ve basında bir takım köşe
yazarları olayları Fransa’nın ırkçı politikalarına dayandırarak açıklarlar.
Bazı aydınlar sayıları çok az da olsa Fransa’daki olayları, asalak, uyuşturucu
alan v e satan, eğitimsiz, şiddeti hayat biçimi haline getirmiş bir güruhun
saldırıları olarak yorumlamıştır. Bunlar, meydanı boş bulduğunda kendi
egosunu tatmin için başkalarının malına mülküne saldırarak olayları
körüklemekte. Aslında işsizlik değil onların sorunları; çünkü iş verseniz
çalışmazlar ya da kötüye kullanırlar ellerindeki olanakları. Kendileri kültürel
bir dışlamadan da habersizlerdir. Çünkü içinde yaşadıkları toplumun yaşam
biçimine ayak uydurmak gibi bir dertleri de yoktur. Kendi gettolarında kendi
kültürleri ve alışkanlıkları ile rahat yaşamak isterler. Tek savunma
mekanizmaları şiddettir. Peki, Avrupa neden bu gençleri eğitmedi ve kendi
hallerine terk etti? İşte bu noktada karşımıza konunun en önemli sorusu
geliyor. Dinsel ve her türlü kültürel hakları vererek onların toplumla uyuşması
nasıl sağlanacak? Çok kültürlü bir toplumun inşası nasıl olmalı?
26 Kasım 2005 Çarşamba günü Hürriyette Özdemir İnce ilginç bir yorumda bulundu. 
Hürriyet Pazarda Sebati Karakurt’un müthiş bir Paris banliyösünden
kesitler sunan İnce, varoşları dolaşırken Karakurt’un bir çocukla konuşmasını
yayınlamış soruyor:

- Arabaları neden yaktın?
- Herkes yakıyordu ben de yaktım. Bir nedeni yok.
- Peki kendi başına olsan yakar mıydın?
- Bilmem.

Karakurt bu yazısında özellikle Cezayirli göçmenlerin oturduğu mahallelerin
bizim Ataşehir’e benzediğini her şeyiyle bizim varoşlardan çok daha
mükemmel altyapısının olduğunu anlatmış. O zaman insan düşünüyor
gençlerin sorunları ne? Onlara nasıl yaklaşılabilir ırkçı olmayan bir dil ve
söylemle? Çağdaş gettolarda sorunlar çok değişik. Ev sahibiyle göçmenler
nasıl uzlaşacaklar? Ev sahibi göçmenleri öteki olarak görmeye devam ettikçe
bu göçmen toplulukları içinde yaşadıkları ulustan ayrılacak, uzaklaşacak,
kaçacak ve sürtüşmek için zemin kollayacak. O zaman sorun işsizlikten öte,
modern yaşam koşullarından öte; dil ve söylem, eğitim ve çok kültürlülük
sorunu mu?

3. AB’nin Kültürel Çoğulculuk Projesi

Schlesinger (1991), Avrupa Birliği henüz Avrupa topluluğu iken dahi, birlik
içinde çeşitlilik düşüncesine sahip olduğunu belirtir. Önemli olan bir üst kültür
olarak Avrupa kimliğini, her türlü iletişim olanaklarını kullanarak inşa
etmektir. Avro-ideologlar coğrafi, dini ve kültürel bir Avrupa cemaati yaratma
işine koyulmuşlardı. Ancak Schlesinger’in açıkça belirttiği gibi (241) ortak
Avrupa kültürü ideolojik ve ticari bir amaca hizmet için oluşturulmak
isteniyordu.

Avrupa Birliği, kitle iletişim araçlarının, özellikle televizyonun siyasi,
toplumsal ve kültürel açıdan öneminin daha açık bir biçimde anlaşıldığı;
serbestleştirme, özelleştirme rüzgarlarının kuvvetle esmeye başladığı
1980’lerde kültür sorunlarına eğilmeye başladı (European File 1984/19; The
European Community Policy in the Audiovisual FİELD-Legal and Political Texts1990)

Aslında, 1969’dan bu yana, devlet ve hükümet başkanlarının ve
Parlamento’nun kültür alanında ortak hareket etme istem ve projeleri olmuştur.
1973 yılında, ilk defa kültür sorunları üzerine eğilecek bir birim oluşturulmuş
ve buna bütçe ayrılmıştır (The European Community and Culture 1985).
Avrupa Kültür Bakanları arasında ilk resmi toplantı, 1984’de yapılmıştır.
1982’de kültürel etkinlikleri desteklemek amacıyla Avrupa Vakfı kurulmuştur.
Vakfın amaçlarını; Avrupa kültür mirasının korunması, kültürel farklılık içinde
birlik ruhunun inşası, kültür ve sanat emekçilerinin koşullarının iyileştirilmesi
olarak kısaca özetleyebiliriz.

Kültüre olan bu ilgi temelde üç sorundan kaynaklanmaktadır. Birincisi,
ekonomik bir topluluk olarak şekillenen AB, birlik ruhundaki eksikliğin
kültürel işbirliği olduğunu geç anlamış ve bunu bir sorun olarak kabul etmiştir.
Avrupa vatandaşlığı bilincinin kültür projeleriyle oluşturabileceğini, bu
işbirliğinin ulusların kaynaşmasını sağlayacağını ve güçlü bir Avrupa
yaratacağına inanmıştır. İkincisi, birliğin oluşturulmasının temelindeki felsefe
kültür ve din akrabalığının öneminin kavranmasıdır. Ancak, akrabaların çeşitli
nedenlerle kendi aralarında düşman kamplara bölünmüş olması, Birliğin
geleceğini engelleyen en önemli sorundur. 1986 yılında Avrupa Kamu
Televizyonları Konsorsiyumu EUROPA TV adıyla ortaklaşa bir televizyon
yayını başlatma kararı almasına karşın, yayın işine giren üye ülke
gazetecilerinin milliyetçiliği ve kendi ülkelerini yayınlarda ön plana taşıma
kavgası yüzünden 1987 yılında yayınlar kesilmiştir (Maggiore 1990:71). 

Bu Örnek, Ulus Devlet anlayışının 1980’lerdeki durumunu göstermektedir.

Bugünkü durum o günden pek farklı değildir. AB, bir biçimde bu düşmanlığın
aşılacağına, ortak kültür projeleriyle milliyetçiliği aşan bir Avrupa süper
devleti anlayışına dönüşeceğine inanmıştır ya da kendini inandırmaya
çalışmaktadır. Buradaki sorun da tarihin yeniden inşasıdır. Kültürel projelere
ilgiyi artıran sorunların üçüncü ayağı, AB’nin karşı karşıya olduğu, bütün
İkinci ve Üçüncü dünyanın sorunu olan Amerikan kültür emperyalizmidir. 

AB ortak projelerle Amerika’nın önünü kesebilecek güçlü bir Avrupa kültür
pazarının oluşturulmasını hedeflemiştir.

AB’nin görsel-işitsel kültür politikaları sorunlarla doludur. Öncelikle görselişitsel
kültürün tanımı tam olarak yapılmamıştır. Görsel-işitsel kültür, kültürün
hangi anlamını kapsamaktadır? Kitle kültürünü mü, popüler kültürü mü, yoksa
seçkin kültürü mü? Hemen hemen her ülkenin yasalarındaki kültür tanımları
seçkinci, ahlakçı ve eğitici anlamlarla doludur; televizyonlar da devletin bu
misyonuna hizmet etmekle yükümlüdür. Ancak uygulamalar bu yönde
değildir. Devletin ulusal çıkarlarla ilgili sorumluluğu ile özel televizyonların
hizmet anlayışı çelişkiler ve sorunlarla doludur. AB’nin Amerikan istilasına
karşı Avrupa yayınlarını korumak için koyduğu kotalar bu çelişkiler nedeniyle
tam işlememektedir.

Diğer bir çelişki de AB’nin serbest dolaşım ve serbestleşme mevzuatından
kaynaklanmaktadır. AB, serbestleşme ve serbest dolaşımı pazarın olmazsa
olmaz koşulu kabul ederken eserlerin dolaşımına kota koyması, kar ve hizmet
sınırlaması getirmesi çelişkilerle doludur. Görsel-işitsel alanla ilgili olarak AB
hukukunun 128. maddesi, “kültürel miras”, “ulusal ve bölgesel farklılıklara
saygı”, “üye ülkeler arasında işbirliğini özendirme ve destekleme”, “Avrupa
halklarının kültür ve tarihlerinin korunması” gibi alanlara vurgu yapmakta,
Komisyon da kültürel alandaki çalışmalarını bu maddeye dayandırmaktadır.
Ancak, üye ülkelerin serbest dolaşım kurallarına pek uyduğu söylenemez.
Kültürel birliğin korunması ile ilgili önlemler ülkeden ülkeye değişir. Kotalarla
ilgili ortak bir görüş yoktur. Daha doğrusu, ticaret kültürel kotaların önüne
geçmektedir Örneğin, İngiltere’de 1990 yayın yasası, yayınların %75’inin
Avrupa kaynaklı olması ilkesini getirirken, çeşitli kesimlerden gelen
eleştirilerin etkisiyle ve ABD’nin tepkisinden korkulduğu için bu uygulama
1991’de %65 olarak değiştirilmiştir. Avrupa Adalet Mahkemesi tartışmalı
durumlarda serbest dolaşım ilkesi yönünde kararlar vermiştir. Belçika’da başka
bir dilde kablolu yayını yasaklayan bir uygulamayı geri çevirmiş; serbest
dolaşım ilkesine dayanarak, hiçbir alıcı ülkenin başka bir üye devletten iletilen
programlar üzerinde denetim kuramayacağı kararını vermiştir (51).
AB’nin görsel-işitsel yayın politikaları temelde üç nokta üzerinde yoğunlaşır:
Serbest dolaşım, pazarın güçlenmesi ve teknolojinin uyumlaştırılması
(Tekinalp 1993), kültürel farklılıkların korunması. Ancak AB’nin bu temel
politikaları arasındaki uyumsuzluk hem piyasa koşullarından hem de Avrupa
Birliği’nin yapısından kaynaklanmaktadır.

 _    Amerikan dağıtım şirketleri dünyada ve Avrupa’da büyük bir iletişim
ağı kurmuştur. Nicholas Garnham’ın belirttiği gibi günümüzde “kar ve
iktidarın kilit noktası, kültürel üretim değil, kültürel dağıtımdır (aktaran
Morley ve Robins 1997:58). ABD’nin dil sorunu yoktur: bütün yapımları
evrensel bir dil durumuna gelen İngilizce olarak seslendirilmektedir. İngilizce,
dünya seyircisinin kulağına yabancı gelmeyen bir dildir. Amerika’nın kültürel
çoğulculuk, farklı dillerin yaşatılması veya çoğulculuğun korunması gibi bir
sorunu da yoktur. Amerika’nın tek amacı, güçlü ekonomi ve üstün görselişitsel
teknolojinin yarattığı olanaklarla dünya seyircisinin göz zevkine ve
beğenisine hitap eden yapımlar üretmek, dünya pazarlarını ele geçirmektir.
Avrupa seyircisi Avrupa yapımlarından çok Amerikan yapımlarına
yönelmektedir.

_    AB’nin farklı diller sorunu vardır. Avrupalı, İngilizceye aşina olduğu
gibi Yunancaya, Portekizce veya İspanyolcaya aşina değildir. Bu dildeki
yapımlar alt yazılı da olsa Avrupalı izleyiciye yabancı ve itici gelir. Ulusal dil,
özellikle eski sömürgeci ülkelerde milliyetçiliğin bir göstergesidir. Örneğin,
Fransız kendi dilinin konuşulduğu bir dünya yaratmak isterken İngilizceyi
kendi ülkesinde konuşmaz ve konuşturmak istemez.

_  AB, farklı ulus ve kültürlerden oluşan bir topluluktur. Dolayısıyla bu
farklılıkları görmezden gelerek varlığını sürdüremez. Ancak dilleri ve
kültürleri izleyiciye yabancı yapımlarla kitleleri ekrana veya beyaz perdeye
çekemez. Avrupa’da ses getiren yapımlar en güçlü AB üyesi ülkelerden
(İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya) çıkmaktadır. Piyasa koşulları içinde, diğer
Avrupa ülkelerinin Amerika değil, öncelikle bu ülkelerle rekabet edebilmesi
gerekir. Özetle ifade etmek gerekirse, Avrupa’da görsel-işitsel sektörde
çoğulculuğun yaşatılabilmesi, olaya piyasa mantığı ile bakıldığında, olanaklı
görülmemektedir. Diğer taraftan, Avrupa’nın tarihten gelen bir “biz” ve
“öteki” sorunu vardır. Gerçek bir çoğulculuğun önündeki en büyük engel
“kültürel seçkincilik” sorunudur. Avrupa yıllarca ortak üst kültür projesini
farklı alanlarda ve farklı amaçlarla kullanmıştır.

4. Avrupa, Çok kültürlülük ve Öteki

Çok kültürlülük sorunu ile ilgili birçok tez ortaya atıldı. Gutman (2005:25),
liberal toplumların dezavantajlı kültürlerinin kültürlerini korumada yardımcı
olmalıdır derken, bu konuda birçok sorun olduğunun altını çizer. Örneğin,
etnik köken ya da ırkçı üstünlük taslayan ve diğerlerine düşmanca tavır takınan
kültürlere nasıl saygı duyulacağı sorusunu sorar. Avrupa’yı istila eden göçmen
sayısındaki artışla birlikte onlara istedikleri dinsel ve kültürel yaşam
biçimlerini sağlamanın huzur için yeterli olmadığı anlaşılmaya başlandı.
Oturduğu ülkenin dilini bilmeyen, kültürünü tanımayan, kendi ülkesinde
yaşayanlardan daha bağnaz istek ve arzuları olan, kız çocuklarını okutmak
istemeyen, ya da erkeklerin yanına sokmayan, beden eğitimi derslerine
sokmayan, başlarını kapatan, namus uğruna cinayet dahi işleyebilen kültürel
toplulukların ne tür tehlikeler yaratabileceğinin ayırtına varılmaya başlandı.
Aslında Avrupa kendi kültüründe olmayan ötekileri kendi gelenekleriyle baş
başa bırakırken, çok kültürlü bir toplum oluşturmanın gereklerini yerine
getirmekten çok işin kolayına kaçıyordu. Avrupa’nın çok kültürlülük çıkmazı
ve bu alanda sergilediği çelişkili tutum birçok düşünür tarafından eleştirilmiştir
(Husband 1993; Hamelink 1993) Farklı kültürlerin istediklerini yerine
getirmiş gibi görünüp, açıkça onları toplumdan soyutlamakla suçlanmıştır.
Avrupa’nın bu kendine düşkün narsist kimliği Yahudi-Hristiyan ve Grek-
Roma gelenek ve mirasına dayanmaktadır. “Ötekiler” (İslam ve Avrupa
kökenli olmayan ülkeler) kolektif hafızadan çıkarılmıştır. Avrupa kalesi ve
dayanışması iç barışla değil, birçok yazara göre (Morley ve Robins 1997;
Hamelink 1993; Fontana 1995), “ötekine” duyduğu korku ve nefret üzerine
inşa edilmiştir.

Modernliğin Avrupa tekeline girmesi ve sadece Avrupa’nın yol
göstericiliğinde ulaşılabilecek ince uzun bir yol olarak görülmesi; bütün
ülkeleri aynı yolun yolcusu olarak gören “tarihin sonu, “ideolojinin sonu
fantezisi, Batı’nın narsist kimliğinin yarattığı kendine özgü yorumlardır.
Taylor (2005), başka kültürleri tanımanın, sadece eşit vatandaşlık hakları
vermek olmadığını, onlara saygı duymak olduğunu, ancak bu saygı duymanın
sorunlarla dolu olduğunu ve tam olarak hiç bir ulusun bunu başaramadığını
ifade ediyor. Karşılıklı saygı ve eşit tanıma politikasının savunucusu Habermas
(2005:115), saygı istemini, “yaşam koşullarının eşitlenmesinden çok,
ayrımcılığa maruz gurubun üyelerinin, kendi kendilerini tanıyabildikleri
geleneklerin ve yaşam biçimlerinin bütünlüğünün korunmasına yöneliktir”
diye değerlendiriyor. Tamamen farklı kültürlerde bu saygıyı tesis etmenin
güçlüklerine işaret ediyor. Bu konuyu yorumlayanların birleştiği nokta, çok
kültürlülük sorununun, sadece eşit vatandaşlık hakkı vermekten öte,
sosyolojik, psikolojik, eğitsel, kültürel karmaşık bir konu olduğudur.
Batı ideolojisi ve tarihini merkeze alan bu görüş yanında, Samuel
Huntington’un “uygarlıklar çatışması” tezi Avrupa’nın ötekine duyduğu nefreti
haklılaştırmaktadır. Huntington’un küreselleşmenin zirveye yükseldiği 1993
yılında attığı bu teze göre (aktaran Bozkurt 1997), dünya ekonomik ve
ideolojik olarak değil, kültürel farklılıklar nedeniyle bölünecektir. Kültürlerin
özünü dinler, gelenekler ve alışkanlıklar oluşturur. Küreselleşme uygarlaşmış
ülkelerin uygarlık bilincini artırdığı için uygar olmayan “öteki”ne karşı nefreti
körüklemektedir. Avrupalı, “öteki” olarak gördüğü Polonyalıyı küreselleşme
ile iç içe yaşadığı Afrikalı, Orta Doğulu, Asyalı göçmene baktıkça daha yakın
din ve kültür kardeşi olarak görüyor ve içine alıyor. Uygarlık bilinci geliştikçe
Atalara dönüş başlıyor; insanlar Türkleşiyor, Anadolulaşıyor, Asyalılaşıyor,
Hindulaşıyor ve de Avrupalılaşıyor. Tanilli (2003): 320), “zorla dayatılan bir
teknolojik modernleşmenin tehdit ettiği insanların öfkelerini anlamamak
mümkün mü?” diye sorarken ekonomik rasyonelliğin akıl dışıcılığı bir kenara
ittiğini vurguluyor ve ayrışımın tehlikesine dikkat çekiyor.

Öteki, çoğulculuğu yok eden, kültürleri bir potada eritip tarihin kültürel
zenginliğinin hoyratça harcanmasına zemin hazırlayan uygulamaları sadece
kar ve güç adına dünyaya pazarlayan, demokrasi ve insan haklarını bütün
dünyanın gözleri önünde hiçe sayan zihniyetlerin temsilcisi olarak
tanımlanmalıdır. Oysa Avrupa, kendi kimliğini şimdiye kadar “öteki”
karşıtlıklarla yaratmıştır. Said 2005)’e göre, Avrupa kendini pozitif olarak
yorumlamak için dönem dönem çeşitli biçimlerde Doğu’yu ve daha sonra
İslam’ı kapsayan “öteki” yarattı ve kendi beyazının karşısına karanlık bir Doğu
manzarası çizdi. Bu “öteki” bazen çocuk, ilkel, gelişmemiş, hain, tembel ve
ilgisiz; bazen de putperest, kafir, iblis, boş inanç sahibi, cahil anlamında
kullanıldı. Avrupa’da yeni doğan bebekler bu inançlarla büyütüldü, eğitildi.
Şimdi sorgulanması gereken asıl konu Avrupa’nın bu “öteki” bağnazlığıdır.

5.Yeni Ortak Üst Kültür Projesi

Bütün bunların bilincinde olarak, Avrupa’nın kültürel yapısındaki çatlaklar
için başka çözüm önerileri getirenler de oldu. Almanya’nın Entegrasyon
Bakanı Armin Laschet, Spigel dergisinde “Ortak Üst Kültür “ diye bir tez
ortaya attı. Alman Bakana göre ortak üst kültür, çoğunluk mantığıyla ve zorla
belirlenmeyen, herkesin ortak değerlerde uzlaşmaya vardığı bir kültürel
anlayıştır. Ne seçkinlerin kültürü azınlıklara egemen kılınmaya çalışılır ne de
azınlıkların kendi kültürel hakları adı altında toplumun geneline ve kültürüne
ters bir takım ilkel dayatmalar kabul edilir.

Ortak üst kültür önerisinde hem seçkinlerin hem de göçmenlerin kültüründen
olumlu olanlar kaynaştırılır. Örneğin; göçmenlerin çocuk ve aile sevgisi,
yaşlılara olan ilgisi, misafirperverlik ve sevecenliği örnek olarak alınabilir.
Diğer taraftan onlar da kadına toplumda modern ve laik kültürlerdeki
konumunu sağlar. Kadını ve erkeği eşit sayar. Kızlarını çeşitli batıl inançların
etkisiyle eve kapatmaz, yedi yaşında başını örtmez, okula göndermemezlik
etmez, çağın anlayış ve davranış modellerine inançlarını uydurur. Yıllarca
yaşadığı toplumun dilini ve kültürünü öğrenir. 

Bu konuda Devlet ona yardımcı olur.

Bizim modern siteler olarak adlandırdığımız Ataşehir benzeri sitelerde yaşayan
göçmenler; araba yakıyorlar, dükkânları yağmalıyorlar, polise şiddet
uyguluyorlar, Çünkü tatminsizler ve öteki olduklarının bilincindeler. Hemen
yanı başlarında zenginler sitesi ile bütünleşememişler. Onlar çok daha rahat
yaşam sürüyorlar, daha zenginler ve kültürleri farklı. Bütün kültürlere saygılı
olan Fransa bu kültürel farklılığı sürekli vurgularken kendi ırkçı politikasını da
bir yerde “bizden farklı” diyerek ve ötekini öteki olarak bırakarak
vurguluyordu.

Müslüman ötekileri örnek alarak, yeniden Armin Laschet’in Ortak Üst Kültür
projesine geri dönecek olursak; artık senin kültürün, benim kültürüm demek
yok. İmamla, Belediye Başkanı birlikte hareket edecek. Belediye Başkanı,
İmama giderek niçin kız çocuklarının okula gitmesine önderlik etmiyorsun?
diyebilecek. Tüm kız öğrenciler, erkeklerle beraber aynı okula gönderilmiyor
ya da gezilerden alıkoyuluyor, bunlar sorgulanacak, gerekirse özel eğitim
seferberlikleri yapılacak, sorgulanacak. Öyle eskisi gibi cemaatlerin kendi
kültürleriyle yaşamasına müsaade edilmekle kalınmayacak, kültür alış verişi
istenecek. Bazı değerler sorgulanacak, hesap istenecek. Mesela kız
çocuklarının ortak dış gezilere neden katılmadığı gibi. Kısaca
postmodernizmin özgür kıldığı etnik ve dini cemaatler artık bu projeye göre
bazı ortak değerleri de kabul etmek zorunda kalacak yani toplumda bazı
değerler oluşacak. Arabanız Japon, pizzanız İtalyan, rakamlarınız Arap,
alfabeniz Latin, bilgisayarınız Amerikan, üzerinizdeki takım Gucci iken, siz
binlerce yıl öncesinin ilkel, insan haklarına aykırı yorumlarına bağlı kalabilir
misiniz? Bunu sorgulamak lazım.

Boumeister (2003 :112), ortak yaşayan topluluklarda farklılıkları pekiştirici,
ortak kültürel standartları ve paylaşımı geliştirecek kültürel projeler üretmeden
bir ülkede gelişme ve huzur sağlanamaz diyor. Bunun için kültürler arasında
karşılıklı diyalog ve birbirine kültürel uyum (adaptasyon) gerekir diyor. Üniter
vatandaşlık modelinde, bütün vatandaşlara ortak vatandaşlık hakları verilir,
sınırlar ortadan kalkar, farklı din ve kültürlere eşit mesafede yaklaşılır,
farklılıkları keskinleştirmemek için aşırılıklara müsaade edilmez. Farklı din,
mezhep ve kültürler, günlük politikadan arındırılarak, devletin tarafsız kalması
sağlanır. Ancak grupları ayıracak aşırı istekler, yaygın yerel kültürel ve dini
haklar, ayrıcalık taşıyan bazı yasal muafiyetler verilemez. Üniter vatandaşlığın
bedeli budur. Brian Barry (Boumester 2003) Culture and Equality kitabında,
daha da ileri giderek, bazı durumlarda bir gruba kendi dinini ve kültürünü
koruma ve geliştirme hakkının yasalarla verilmesi de devletin tarafsızlığını
zedeler ve belli bir yaşam tarzını bütün o grup üyelerine dayatılması anlamına
gelir. Oysa o grupta bunları kabul etmeyecek kişiler de bulunabilir. İnsanların
özgür seçim hakları vardır. Bazen verilen bu haklar liberal prensiplere uygun
olmayabilir. Bu nedenle ortak üst kültür projesi son derece ve üzerinde
ayrıntılı olarak çalışılması gereken bir projedir. Aydınlanma, modernizmi
getirdi; ama insani değerlere ve güzel ahlaka dayanan gerçek aydınlanma
felsefesinin bugünkü kültürel yaşam biçimlerinde iflasını görüyoruz.

Okumanın dışlandığı, görsel-işitsel kültürün ilahlaştırıldığı bir dünyada ortak
üst kültür projesini yaratacak olanlar yine okuyan ve yazan aydınlar olacaktır.


SONUÇ

Avrupa’nın Öteki kavramı, çıkmaza girmiştir. Onlar bizden değil, bizim
kültürümüzle kaynaşamazlar, kendi dini ve kültürel özgürlüklerini vererek çok
kültürlü bir toplum inşasının oluşumunu sağlarız ve bu da en temel insan
haklarıdır düşüncesi bugün iflas etmiştir. Bir taraftan Avrupa, çoğulculuğu yok
eden, kültürleri bir potada eritip tarihin kültürel zenginliğinin hoyratça
harcanmasına zemin hazırlayan uygulamaları sadece kâr ve güç adına dünyaya
pazarlamakta, diğer taraftan demokrasi ve insan haklarını bütün dünyanın
gözleri önünde hiçe sayan bir zihniyeti temsil etmektedir. Kültürlere saygılıyız
demek ve o kültürlerin gerektirdiği her türlü hakkı sorgulamadan vermek, öteki
olgusunu pekiştirmek, onları dışlayan bir tür ırkçılık olarak düşünülmektedir.
Avrupa, kendi kimliğini şimdiye kadar haklarını verdiği ve kültürlerine saygılı
olduğu öteki karşıtlıklarla yaratmıştır. Said’e göre (Aktaran Bozkurt:33,
Avrupa kendini pozitif olarak yorumlamak için dönem dönem çeşitli
biçimlerde Doğu’yu ve daha sonra İslam’ı kapsayan ‘öteki’ni yarattı ve kendi
beyazının karşısına karanlık bir Doğu manzarası çizdi. Batı kendi ülkesinde
demokrasi maskesi olarak kullandığı çok kültürlülük projelerini bugün
tehlikeli görmeye başlayıp askıya alırken diğer ülkelerde ayrımcılığı
körükleyecek eğilimler içine girmektedir. Kısa bir süre önce tartışılmaya
başlanan Ortak Üst Kültür tezi, Avrupa’nın öteki olarak gördüğü kitleleri
içinde yaşadığı toplumla kaynaştırma amacı gütmektedir. Ortak üst kültür
projesinde ötekilerin kendi gelenek, görenek ve dinleriyle kendi kaderlerine
terk edilmeyip seçkinlerle kaynaştırılması ve sivriliklerin törpülenmesi
düşüncesi vardır. Bütün bu gelişmeler, tüm insanlığın adeta iç içe yaşadığı
dünyada, düşmanlıkların, ayrışmaların şiddeti artıracağı düşüncesiyle, her
yaşam türüne evet diyen post-modernist anlayışın çöktüğünü ve yeni bir
aydınlanma projesi olan ortak üst kültürler etrafında seçkinlerin ve ötekilerin
birleşmesine işaret ediyor. Galtung’un (1999:38) toplumu ve kapitali
yönetenlere çağrısı son derece açık: “Onlar insan ırkını yok etmenin de
yoksulluğu yok etmenin de gücünü ellerinde tutuyorlar. Günümüzün büyük
sorunları karşısında ortak çözüm yollarını keşfetmekten başka yol yok İlerleme
ve diyalog için iletişime açık olmalıyız.

KAYNAKÇA

ALBRİTTON, JAMES.S. “ The technique of terrorism.Forum on Public Policy”, 2006, Journal of the Oxford Round Table.
BOZKURT, VEYSEL. Avrupa Birliği ve Türkiye. 1997.İstanbul, Alfa Yayınevi.
ERDOĞAN, İRFAN. “Popüler Kültür, Kültür Alanında Egemenlik ve
Mücadele”, Popüler Kültür ve İktidar, N. Güngör, (der.) içinde, 1999 Ankara, Vadi Yayınevi: 18-53
EUROPEAN FİLE. Toward a European TV Policy, 184/19, December, Brussels.
FONTANA, J. Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması, 1995. İstanbul, Afa Yayınları.
GALTUNG, J., (1999), “State, Capital and the Civil Society: A Problem of
Communication” Towards Equity in Global Communication. R.C. Vincent vd.
(der.) içinde, New Jersey, Hampton Press:3-23.
GUTMANN, AMY. “Giriş”, Çokkültürcülük: Tanınma Amy, Gutmann (der.
2.baskı) içinde, 2005, (çeviri: Ö. Kabakçıoğlu), İstanbul: YKY: 23-42.
HABERMAS, JÜRGEN. “Demokratik Anayasal Devlette Tanınma Savaşımı”,
Tanınma Politikası, Çokkültürcülük: Tanınma, Amy Gutmann (der. 2.baskı)
içinde, 2005, (çeviri: M.H.Doğan), İstanbul:YKY:113-146.
HALWANİ,RAJA. “Terrorism, Definition, Justification and Applications”.
2006 Social Theory and Practice. Vol:32:189-103.
Avrupa’nın Çoğulculuk Çıkmazı Ve Ortak Üst Kültür Projesi: Aydınlanmanın Geri Dönüşü
Journal of Strategic Studies 31 1 (3), 2009, 15-3 2
HAMELİNK, CEES J. “Europe and the Democratic Deficit”, Media
Development: Journal of the World Association for Christian Communication,
1993, XL/4:8-14.
HUSBAND, C., “Europe, Media and Idendities: The European Community
and Ethnic Minorities”, Media Development, Journal of the World Association
for Christian Communication,1993, 40(4):14-19.
MAGGİORE, MATTEO. Audiovisual Production in the Single Market, 1990,
Commission of the EC: Luxemburg.
MORLEY, D.VE KEVİN R. Kimlik Mekanları: Küresel Medya- Elektronik
Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, 1997, İstanbul: Ayrıntı Yayınevi.
SAİD EDWARD. W. “Orientalism and After” (An interviwev with Said),
Power, Politics and Culture, G. Wiswanathan (der) içinde, 2005, Bloomsbury:
208-233.
SCHLESİNGER, PHİLİP. Medya Devlet Ulus: Siyasal Şiddet ve Kolektif
Kimlik (çeviri M. Küçük, 1999, İstanbul: Ayrıntı.
STOUT, CHRİS E. The Psychology of Terrorism: Theorotical Understandings
and Perspectives,2002, Praeger.
TANİLLİ, SERVER. İnsanlığı Nasıl bir Gelecek Bekliyor. 2003. İstanbul:
Adam.
TAYLOR, CHARLES. “Tanınma Politikası”, Çokkültürcülük: Tanınma, Amy
Gutmann (der. 2.baskı) içinde, 2005, (çeviri: Y. Salman), İstanbul: YKY: 42-
85.
TEKİNALP, ŞERMİN. Avrupa Topluluğunda Ulusal Kültür ve Televizyon:
Sorunlar Öneriler Çözümler,1993, İstanbul Hukuk Fakültesi 704. Fakülteler
Matbaası.
The European Community and Culture.The European File, 1985/14, August- September, Brussels.
The European Community Policy in the Audiovisual FİELD-Legal and Political Texts, (1990)

Şermin Tekinalp Stratejik Araştırmalar Dergisi 32 1 (3), 2009,15-32
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (3), 2009, 33-51


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder