Ulus Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ulus Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

AVRUPA’NIN ÇOĞULCULUK ÇIKMAZI VE ORTAK ÜST KÜLTÜR PROJESİ: AYDINLANMANIN GERİ DÖNÜŞÜ

AVRUPA’NIN ÇOĞULCULUK ÇIKMAZI VE ORTAK ÜST KÜLTÜR PROJESİ: AYDINLANMANIN GERİ DÖNÜŞÜ 




Şermin Tekinalp*

*  Prof. Dr., Beykent Üniversitesi İletişim Bölümü, 
stekinalp@beykent.edu.tr


ÖZET

1960 ların sonunda, 1970lerin başında çok kültürlülük taraftarları, çoğulculukla
ilişkilendirilen çok kültürlülüğün ve çok kültürlülük eğitiminin temel insan haklarını gerçekleştireceğine inanıyorlardı. Son 50 yıldır bu konu üzerinde gittikçe yoğunlaşan bir tartışma yapılmaktadır. Son olaylar ve eğilimler, yerli elitler ile toplumun diğerleri olarak kabul edilenler arasında üzüntü veren bir ayrışma oluştuğunu göstermektedir.
Bunun anlamı ise çok kültürlülük projesinin başarısız olmasıdır. Bir kısım aydınlara göre, çok kültürlülük kavramının ve uygulamalarının kendisi, belirli bir kültürü ve kültürel farklılıkları öne çıkarmakta; bu da toplumdaki ırkçılığı daha belirgin hale getirmektedir. Yeni bir kültür projesinin destekçileri, bilinen çok kültürlülük tezine eleştirel bir bakış açısı getirerek her iki tarafın (yerli elitler ve diğerleri) kültürlerinin uyumlaştırılmasını amaçlamaktadırlar.

1.Giriş

Modernizm 17. yüzyıl aydınlanmasıyla başlayıp 1945’lerden sonra özellikle
ekonomik ve kültürel alanda Batı modelinin bütün üçüncü dünya ülkeleri ve
özellikle Doğu tarafından kabul edilmesi esasına dayanan bir süreç idi. Modern
Batı, Doğu’yu hep kendi gelişme çizgisine oturtmak ve buna uymayanları da
ilkel ve barbar olarak nitelendirme eğiliminde oldu. Bu modele göre,
ekonomik açıdan gelişmiş, Batı kültürünü benimsemiş olan toplumlar çağdaş
olacaktı. Ancak bu modelin iflas ettiği görüldü. Çünkü Batı hem ekonomisi,
hem de kültürüyle egemen ve dışlayıcı bir şekilde Doğu’yu baskı altına aldı ve
Doğu ile batı arasındaki gelişmişlik açığı giderek Batı lehine genişledi
(Erdoğan 1999). İşte bu süreçte postmodernist kuramlar, kültür farklılıklarının
bir eksi değil, artı olarak kabul edilmesi ve bu çerçevede herkesin kendi
kültürünü ve yaşam biçimini yaşayabileceği bir ortamın modern dünyanın
kurtuluşu olacağı görüşünü ortaya attılar. Modern dünyadaki tek tip Batı
kültürü giysisi yerine, postmodernizmde farklı ve herkesi mutlu eden kültür
biçimlerine hoşgörüyle yaklaşıldı. Her türlü dinsel giysilere, dinsel cemaatlere,
arabesk yaşam biçimlerinin içselleştirildiği yeni tür sanat biçimlerine,
çıplaklık, porno ve farklı inanç sistemlerine, kısaca, popüler kültürün en uçtaki
biçimleri de dahil, her tür yaşam biçimine saygı ve anlayışla bakılıyordu.
Modernizmin dayattığı doğrusal (çizgisel) tek tip adam yetiştirme projesinin
iflasına bir çözüm getiriliyordu postmodenizm. Bir başka anlatımla,
modernizmin yaptığı tahribat insanlara kendi kültürleri içinde mutlu yaşama ve
özgürleşme olanakları verilerek önlenmeye çalışılıyordu. Ancak, ilk kafa
bulanıklığı geçtikten sonra bu görüşün temelinde modernizm rahatsızlığı için
önerilen tedavi ve bu tedavi için verilen üzeri şekerle kaplı hapın uyutma ve
rahatlatma biçimi eleştirilmeye başlandı. İnsanları kendi dünyalarına terk etme
kolaycılığının özünde dışlama ve ırkçılık vardır. Post- modernizm destekçileri,
herkesi olduğu gibi kabul ediyor, herkesin gerçeği farklıdır ilkesini getiriyordu.
Seçkin, düşkün; zengin, fakir; inançlı, inançsız ayırımı yapmıyor, insanların
giyimine kuşamına karışmıyordu. Her topluluk kendi düşünü yaşamakta özgür
Avrupa’nın Çoğulculuk Çıkmazı Ve Ortak Üst Kültür Projesi: Aydınlanmanın Geri Dönüşü olduğu için herkesin mutlu olabileceği, çatışmaların ortadan kalkabileceği farz ediliyordu. 

Bir başka anlatımla, insanlara kendi dinsel ve kültürel haklarını
tanımanın yeterli olacağı düşünülüyordu. Ancak 2005 yılında Fransa’daki
olaylar bu görüşün iflas ettiğini gösterdi. Gettolarda kendi kültürleri ile baş
başa bırakılan insanların, içinde yaşadıkları toplumla kaynaşamama sorunları
karşılıklı iletişimsizlik, birlik içinde oluşan dinsel ve kültürel farklılıklar,
işlerin postmodernist kolaycılığı ile çözülemeyeceğinin işaretlerini veriyordu.
Bu makale, bu olaylardan sonra yapılan tartışmaların ışığında çok kültürlü
toplumlarda bazı aydınların üzerinde düşündüğü yeni bir aydınlanma modeli
olan ve kültürleri ortak değerlerde kaynaştırma amacı taşıyan Üst Kültür
Projesi etrafındaki görüşleri konu etmektedir.

2. 2005 Fransa Olaylarının Dünden Bugüne Düşündürdükleri

27 Ekim 2005 Perşembe günü, Fransa Clichy-Sous-Bois’da futbol oynamaktan
dönen, iki Afrikalı göçmen çocuk, 17 yaşındaki Tunuslu Ziyad Benn ve 15
yaşındaki Malili Baanu ve bir Türk polisten kaçarken iki Afrikalı çocuk bir
elektrik trafosuna saklanır ve orada elektrik çarpar ve ölürler. 17 yaşındaki
Türk göçmen çocuk ise ağır yaralanır. Polis nedenli nedensiz Afrikalı göçmen
gençleri standart suçlular olarak gördüğü için sürekli takip etmekte, hele de
kaçan gençleri sıkı bir soruşturma sürecinden geçirmektedir. Sadece polisin
kendilerini alıkoymasından korkmaktan başka suçları olmayan gençler
hayatlarının baharında polisten saklanırken trafoda diri diri yanarak ölürler.
Tarih büyük ayaklanmaların ve savaşların nasıl küçük olaylarla başladığının
hikâyeleriyle doludur. Ayaklanmalar Paris varoşlarından Lyon’a ve Toulouse
Carpentras’a sıçrar. Euro düşer. 6000 araç tahrip edilir, 170 den fazla kişi
tutuklanır, dükkânlar yağmalanır. Polis göz yaşartıcı bomba kullanır ve
Fransa’da ilk defa 1955 de çıkan bir yasaya dayanarak 1984’de uygulanan
sokağa çıkma yasağının uygulanması söz konusu edilir. Kamuoyuna açık
yerlerde bütün açık hava toplantıları yasaklanır. 

Özetle, 1789 devrimini yaşayan Fransa bütün dünyanın gündemine oturan, korkulu ve çeşitli açılardan tartışmaya açık bir dönem geçirir, 2005 yılının son aylarında.
Bu olaydan sonra getto kavramı tüm sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla
tartışılmaya başlandı. Getto modern toplumlarda özellikle tabakalaşmanın en
alt katmanlarında yer alan özellikle göçmenler gibi diğerlerinden farklı yaşam
biçimlerine sahip ötekilerin kentsel alanlarda kümelendikleri ve mekansal
ayrışımların oluştuğu yerlere verilen bir addır. Getto Venediklilerden
başlayarak Yahudilerin çeşitli dünya kentlerinde zorunlu iskan alanlarına
denirdi, daha sonra bir bölgede oturan yerlilerin dışında dışarıdan gelen
azınlıkların oturdukları bölgelere bu ad verilmeye başlandı Ancak, giderek
büyüyen gettolar adeta tüm şehri istila etmeye ve gettoda yaşayanlar kendi
kültürlerini ve yaşam biçimlerini yerlilere dayatmaya başlayınca, daha önce
gettolarında kendi gelenekleriyle yaşayan ve öteki olduklarının bilincinde
oldukları sürece kimseye zararı olmayacağı düşünülen bu ötekiler tehlike
çanlarını çalmaya başladılar. Daha önce kendilerini bir konuk gibi yabancı
gören ötekiler, giderek hapsedildikleri sınırlarının dışına taşmaya başladılar.
Fransa’da 2005 Ekiminde meydana gelen olaylar daha önce hazırlanmış bir
psikolojinin aniden en barbar biçimde dışa vurmasından başka bir şey değildir.
Fransa ‘da ki bu olaylar aydınları genel olarak ikiye böldü. Bir kısım köşe
yazarları Fransa’nın ırkçı ve aşırı ulusalcı bakış açısının olayların bu denli
büyümesinde önemli neden olduğunun altını çizdi. Ayaklanma, işsizliğin ve
fakirliğin giderek arttığı büyük zengin metropollerin kıyılarında gettolaşan
mahallelerde oturan üçüncü dünya ülkelerinden göç etmiş ikinci veya üçüncü
kuşak insanların yoksulluğa, ilgisizliğe ve aşağılanmaya karşı kaçınılmaz
tepkileri olarak yorumlandı. Gençler ilgisizlik nedeniyle toplumdan koptular;
genel olarak Fransa’daki işsizlik oranı %9’larda iken bu gençler arasındaki
işsizlik oranı %14’lere tırmandı. Uzmanlara göre iş bulma kurumlarına
başvuran gençlerin başvuru formundaki isimleri işverenler arasında önyargı
oluşturmakta ve Cezayir, Tunus ve Faslı gençler diğer beyazlar karşısında
şanslarını işin henüz başında kaybetmektedirler. Yoksulluk, işsizlik, dışlanma
yıllar içinde topluma yabancılaşmayı ve hiddeti körüklemiş ve bir kıvılcım bu
biriken hiddeti birbirine ivme kazandıran çarklının dişleri gibi çoğaltarak
büyük bir potansiyele ulaştırmıştır. Çünkü, kitle psikolojisinin bir defa
bozulması kitle insanının bilincini, mantığını alıp götürmekte, verilen bir
komut ve psikolojisine uygun bir hareket duygularıyla coşan kitle insanını
sonradan düşündüğünde pişmanlık duyabileceği aşırı şiddete veya paranoyak
davranışlara yönlendirebilmektedir (Stout 2002; Albritton 2006; Halwani
2006). Uzmanlar ayaklanmalar sırasındaki kitle psikolojisini mantık ve
düşünceden arınmış psikolojik karşı duruşlar olarak tanımlamaktadırlar. 

Öz bir deyişle kitlenin beyni yoktur, duygu ve hezeyanları vardır.
İşte bu toz duman arasında Fransız kamuoyunun çoğunluğundan gerek
Türkiye’nin AB üyeliği tartışmaları sırasında gerekse yabancı politikalarıyla
gösterdiği yabancı düşmanlığı ile övgü ve prim alan o günkü İçişleri Bakanı
Nicholas Sarkozy olayları bir takım ayak takımı gençlerin çıkardığı
açıklamasını yapar ve olaylara karışanların sınır dışı edilebileceği olasılığını
dile getirir. Toplum bilimciler üniversite hocaları ve basında bir takım köşe
yazarları olayları Fransa’nın ırkçı politikalarına dayandırarak açıklarlar.
Bazı aydınlar sayıları çok az da olsa Fransa’daki olayları, asalak, uyuşturucu
alan v e satan, eğitimsiz, şiddeti hayat biçimi haline getirmiş bir güruhun
saldırıları olarak yorumlamıştır. Bunlar, meydanı boş bulduğunda kendi
egosunu tatmin için başkalarının malına mülküne saldırarak olayları
körüklemekte. Aslında işsizlik değil onların sorunları; çünkü iş verseniz
çalışmazlar ya da kötüye kullanırlar ellerindeki olanakları. Kendileri kültürel
bir dışlamadan da habersizlerdir. Çünkü içinde yaşadıkları toplumun yaşam
biçimine ayak uydurmak gibi bir dertleri de yoktur. Kendi gettolarında kendi
kültürleri ve alışkanlıkları ile rahat yaşamak isterler. Tek savunma
mekanizmaları şiddettir. Peki, Avrupa neden bu gençleri eğitmedi ve kendi
hallerine terk etti? İşte bu noktada karşımıza konunun en önemli sorusu
geliyor. Dinsel ve her türlü kültürel hakları vererek onların toplumla uyuşması
nasıl sağlanacak? Çok kültürlü bir toplumun inşası nasıl olmalı?
26 Kasım 2005 Çarşamba günü Hürriyette Özdemir İnce ilginç bir yorumda bulundu. 
Hürriyet Pazarda Sebati Karakurt’un müthiş bir Paris banliyösünden
kesitler sunan İnce, varoşları dolaşırken Karakurt’un bir çocukla konuşmasını
yayınlamış soruyor:

- Arabaları neden yaktın?
- Herkes yakıyordu ben de yaktım. Bir nedeni yok.
- Peki kendi başına olsan yakar mıydın?
- Bilmem.

Karakurt bu yazısında özellikle Cezayirli göçmenlerin oturduğu mahallelerin
bizim Ataşehir’e benzediğini her şeyiyle bizim varoşlardan çok daha
mükemmel altyapısının olduğunu anlatmış. O zaman insan düşünüyor
gençlerin sorunları ne? Onlara nasıl yaklaşılabilir ırkçı olmayan bir dil ve
söylemle? Çağdaş gettolarda sorunlar çok değişik. Ev sahibiyle göçmenler
nasıl uzlaşacaklar? Ev sahibi göçmenleri öteki olarak görmeye devam ettikçe
bu göçmen toplulukları içinde yaşadıkları ulustan ayrılacak, uzaklaşacak,
kaçacak ve sürtüşmek için zemin kollayacak. O zaman sorun işsizlikten öte,
modern yaşam koşullarından öte; dil ve söylem, eğitim ve çok kültürlülük
sorunu mu?

3. AB’nin Kültürel Çoğulculuk Projesi

Schlesinger (1991), Avrupa Birliği henüz Avrupa topluluğu iken dahi, birlik
içinde çeşitlilik düşüncesine sahip olduğunu belirtir. Önemli olan bir üst kültür
olarak Avrupa kimliğini, her türlü iletişim olanaklarını kullanarak inşa
etmektir. Avro-ideologlar coğrafi, dini ve kültürel bir Avrupa cemaati yaratma
işine koyulmuşlardı. Ancak Schlesinger’in açıkça belirttiği gibi (241) ortak
Avrupa kültürü ideolojik ve ticari bir amaca hizmet için oluşturulmak
isteniyordu.

Avrupa Birliği, kitle iletişim araçlarının, özellikle televizyonun siyasi,
toplumsal ve kültürel açıdan öneminin daha açık bir biçimde anlaşıldığı;
serbestleştirme, özelleştirme rüzgarlarının kuvvetle esmeye başladığı
1980’lerde kültür sorunlarına eğilmeye başladı (European File 1984/19; The
European Community Policy in the Audiovisual FİELD-Legal and Political Texts1990)

Aslında, 1969’dan bu yana, devlet ve hükümet başkanlarının ve
Parlamento’nun kültür alanında ortak hareket etme istem ve projeleri olmuştur.
1973 yılında, ilk defa kültür sorunları üzerine eğilecek bir birim oluşturulmuş
ve buna bütçe ayrılmıştır (The European Community and Culture 1985).
Avrupa Kültür Bakanları arasında ilk resmi toplantı, 1984’de yapılmıştır.
1982’de kültürel etkinlikleri desteklemek amacıyla Avrupa Vakfı kurulmuştur.
Vakfın amaçlarını; Avrupa kültür mirasının korunması, kültürel farklılık içinde
birlik ruhunun inşası, kültür ve sanat emekçilerinin koşullarının iyileştirilmesi
olarak kısaca özetleyebiliriz.

Kültüre olan bu ilgi temelde üç sorundan kaynaklanmaktadır. Birincisi,
ekonomik bir topluluk olarak şekillenen AB, birlik ruhundaki eksikliğin
kültürel işbirliği olduğunu geç anlamış ve bunu bir sorun olarak kabul etmiştir.
Avrupa vatandaşlığı bilincinin kültür projeleriyle oluşturabileceğini, bu
işbirliğinin ulusların kaynaşmasını sağlayacağını ve güçlü bir Avrupa
yaratacağına inanmıştır. İkincisi, birliğin oluşturulmasının temelindeki felsefe
kültür ve din akrabalığının öneminin kavranmasıdır. Ancak, akrabaların çeşitli
nedenlerle kendi aralarında düşman kamplara bölünmüş olması, Birliğin
geleceğini engelleyen en önemli sorundur. 1986 yılında Avrupa Kamu
Televizyonları Konsorsiyumu EUROPA TV adıyla ortaklaşa bir televizyon
yayını başlatma kararı almasına karşın, yayın işine giren üye ülke
gazetecilerinin milliyetçiliği ve kendi ülkelerini yayınlarda ön plana taşıma
kavgası yüzünden 1987 yılında yayınlar kesilmiştir (Maggiore 1990:71). 

Bu Örnek, Ulus Devlet anlayışının 1980’lerdeki durumunu göstermektedir.

Bugünkü durum o günden pek farklı değildir. AB, bir biçimde bu düşmanlığın
aşılacağına, ortak kültür projeleriyle milliyetçiliği aşan bir Avrupa süper
devleti anlayışına dönüşeceğine inanmıştır ya da kendini inandırmaya
çalışmaktadır. Buradaki sorun da tarihin yeniden inşasıdır. Kültürel projelere
ilgiyi artıran sorunların üçüncü ayağı, AB’nin karşı karşıya olduğu, bütün
İkinci ve Üçüncü dünyanın sorunu olan Amerikan kültür emperyalizmidir. 

AB ortak projelerle Amerika’nın önünü kesebilecek güçlü bir Avrupa kültür
pazarının oluşturulmasını hedeflemiştir.

AB’nin görsel-işitsel kültür politikaları sorunlarla doludur. Öncelikle görselişitsel
kültürün tanımı tam olarak yapılmamıştır. Görsel-işitsel kültür, kültürün
hangi anlamını kapsamaktadır? Kitle kültürünü mü, popüler kültürü mü, yoksa
seçkin kültürü mü? Hemen hemen her ülkenin yasalarındaki kültür tanımları
seçkinci, ahlakçı ve eğitici anlamlarla doludur; televizyonlar da devletin bu
misyonuna hizmet etmekle yükümlüdür. Ancak uygulamalar bu yönde
değildir. Devletin ulusal çıkarlarla ilgili sorumluluğu ile özel televizyonların
hizmet anlayışı çelişkiler ve sorunlarla doludur. AB’nin Amerikan istilasına
karşı Avrupa yayınlarını korumak için koyduğu kotalar bu çelişkiler nedeniyle
tam işlememektedir.

Diğer bir çelişki de AB’nin serbest dolaşım ve serbestleşme mevzuatından
kaynaklanmaktadır. AB, serbestleşme ve serbest dolaşımı pazarın olmazsa
olmaz koşulu kabul ederken eserlerin dolaşımına kota koyması, kar ve hizmet
sınırlaması getirmesi çelişkilerle doludur. Görsel-işitsel alanla ilgili olarak AB
hukukunun 128. maddesi, “kültürel miras”, “ulusal ve bölgesel farklılıklara
saygı”, “üye ülkeler arasında işbirliğini özendirme ve destekleme”, “Avrupa
halklarının kültür ve tarihlerinin korunması” gibi alanlara vurgu yapmakta,
Komisyon da kültürel alandaki çalışmalarını bu maddeye dayandırmaktadır.
Ancak, üye ülkelerin serbest dolaşım kurallarına pek uyduğu söylenemez.
Kültürel birliğin korunması ile ilgili önlemler ülkeden ülkeye değişir. Kotalarla
ilgili ortak bir görüş yoktur. Daha doğrusu, ticaret kültürel kotaların önüne
geçmektedir Örneğin, İngiltere’de 1990 yayın yasası, yayınların %75’inin
Avrupa kaynaklı olması ilkesini getirirken, çeşitli kesimlerden gelen
eleştirilerin etkisiyle ve ABD’nin tepkisinden korkulduğu için bu uygulama
1991’de %65 olarak değiştirilmiştir. Avrupa Adalet Mahkemesi tartışmalı
durumlarda serbest dolaşım ilkesi yönünde kararlar vermiştir. Belçika’da başka
bir dilde kablolu yayını yasaklayan bir uygulamayı geri çevirmiş; serbest
dolaşım ilkesine dayanarak, hiçbir alıcı ülkenin başka bir üye devletten iletilen
programlar üzerinde denetim kuramayacağı kararını vermiştir (51).
AB’nin görsel-işitsel yayın politikaları temelde üç nokta üzerinde yoğunlaşır:
Serbest dolaşım, pazarın güçlenmesi ve teknolojinin uyumlaştırılması
(Tekinalp 1993), kültürel farklılıkların korunması. Ancak AB’nin bu temel
politikaları arasındaki uyumsuzluk hem piyasa koşullarından hem de Avrupa
Birliği’nin yapısından kaynaklanmaktadır.

 _    Amerikan dağıtım şirketleri dünyada ve Avrupa’da büyük bir iletişim
ağı kurmuştur. Nicholas Garnham’ın belirttiği gibi günümüzde “kar ve
iktidarın kilit noktası, kültürel üretim değil, kültürel dağıtımdır (aktaran
Morley ve Robins 1997:58). ABD’nin dil sorunu yoktur: bütün yapımları
evrensel bir dil durumuna gelen İngilizce olarak seslendirilmektedir. İngilizce,
dünya seyircisinin kulağına yabancı gelmeyen bir dildir. Amerika’nın kültürel
çoğulculuk, farklı dillerin yaşatılması veya çoğulculuğun korunması gibi bir
sorunu da yoktur. Amerika’nın tek amacı, güçlü ekonomi ve üstün görselişitsel
teknolojinin yarattığı olanaklarla dünya seyircisinin göz zevkine ve
beğenisine hitap eden yapımlar üretmek, dünya pazarlarını ele geçirmektir.
Avrupa seyircisi Avrupa yapımlarından çok Amerikan yapımlarına
yönelmektedir.

_    AB’nin farklı diller sorunu vardır. Avrupalı, İngilizceye aşina olduğu
gibi Yunancaya, Portekizce veya İspanyolcaya aşina değildir. Bu dildeki
yapımlar alt yazılı da olsa Avrupalı izleyiciye yabancı ve itici gelir. Ulusal dil,
özellikle eski sömürgeci ülkelerde milliyetçiliğin bir göstergesidir. Örneğin,
Fransız kendi dilinin konuşulduğu bir dünya yaratmak isterken İngilizceyi
kendi ülkesinde konuşmaz ve konuşturmak istemez.

_  AB, farklı ulus ve kültürlerden oluşan bir topluluktur. Dolayısıyla bu
farklılıkları görmezden gelerek varlığını sürdüremez. Ancak dilleri ve
kültürleri izleyiciye yabancı yapımlarla kitleleri ekrana veya beyaz perdeye
çekemez. Avrupa’da ses getiren yapımlar en güçlü AB üyesi ülkelerden
(İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya) çıkmaktadır. Piyasa koşulları içinde, diğer
Avrupa ülkelerinin Amerika değil, öncelikle bu ülkelerle rekabet edebilmesi
gerekir. Özetle ifade etmek gerekirse, Avrupa’da görsel-işitsel sektörde
çoğulculuğun yaşatılabilmesi, olaya piyasa mantığı ile bakıldığında, olanaklı
görülmemektedir. Diğer taraftan, Avrupa’nın tarihten gelen bir “biz” ve
“öteki” sorunu vardır. Gerçek bir çoğulculuğun önündeki en büyük engel
“kültürel seçkincilik” sorunudur. Avrupa yıllarca ortak üst kültür projesini
farklı alanlarda ve farklı amaçlarla kullanmıştır.

4. Avrupa, Çok kültürlülük ve Öteki

Çok kültürlülük sorunu ile ilgili birçok tez ortaya atıldı. Gutman (2005:25),
liberal toplumların dezavantajlı kültürlerinin kültürlerini korumada yardımcı
olmalıdır derken, bu konuda birçok sorun olduğunun altını çizer. Örneğin,
etnik köken ya da ırkçı üstünlük taslayan ve diğerlerine düşmanca tavır takınan
kültürlere nasıl saygı duyulacağı sorusunu sorar. Avrupa’yı istila eden göçmen
sayısındaki artışla birlikte onlara istedikleri dinsel ve kültürel yaşam
biçimlerini sağlamanın huzur için yeterli olmadığı anlaşılmaya başlandı.
Oturduğu ülkenin dilini bilmeyen, kültürünü tanımayan, kendi ülkesinde
yaşayanlardan daha bağnaz istek ve arzuları olan, kız çocuklarını okutmak
istemeyen, ya da erkeklerin yanına sokmayan, beden eğitimi derslerine
sokmayan, başlarını kapatan, namus uğruna cinayet dahi işleyebilen kültürel
toplulukların ne tür tehlikeler yaratabileceğinin ayırtına varılmaya başlandı.
Aslında Avrupa kendi kültüründe olmayan ötekileri kendi gelenekleriyle baş
başa bırakırken, çok kültürlü bir toplum oluşturmanın gereklerini yerine
getirmekten çok işin kolayına kaçıyordu. Avrupa’nın çok kültürlülük çıkmazı
ve bu alanda sergilediği çelişkili tutum birçok düşünür tarafından eleştirilmiştir
(Husband 1993; Hamelink 1993) Farklı kültürlerin istediklerini yerine
getirmiş gibi görünüp, açıkça onları toplumdan soyutlamakla suçlanmıştır.
Avrupa’nın bu kendine düşkün narsist kimliği Yahudi-Hristiyan ve Grek-
Roma gelenek ve mirasına dayanmaktadır. “Ötekiler” (İslam ve Avrupa
kökenli olmayan ülkeler) kolektif hafızadan çıkarılmıştır. Avrupa kalesi ve
dayanışması iç barışla değil, birçok yazara göre (Morley ve Robins 1997;
Hamelink 1993; Fontana 1995), “ötekine” duyduğu korku ve nefret üzerine
inşa edilmiştir.

Modernliğin Avrupa tekeline girmesi ve sadece Avrupa’nın yol
göstericiliğinde ulaşılabilecek ince uzun bir yol olarak görülmesi; bütün
ülkeleri aynı yolun yolcusu olarak gören “tarihin sonu, “ideolojinin sonu
fantezisi, Batı’nın narsist kimliğinin yarattığı kendine özgü yorumlardır.
Taylor (2005), başka kültürleri tanımanın, sadece eşit vatandaşlık hakları
vermek olmadığını, onlara saygı duymak olduğunu, ancak bu saygı duymanın
sorunlarla dolu olduğunu ve tam olarak hiç bir ulusun bunu başaramadığını
ifade ediyor. Karşılıklı saygı ve eşit tanıma politikasının savunucusu Habermas
(2005:115), saygı istemini, “yaşam koşullarının eşitlenmesinden çok,
ayrımcılığa maruz gurubun üyelerinin, kendi kendilerini tanıyabildikleri
geleneklerin ve yaşam biçimlerinin bütünlüğünün korunmasına yöneliktir”
diye değerlendiriyor. Tamamen farklı kültürlerde bu saygıyı tesis etmenin
güçlüklerine işaret ediyor. Bu konuyu yorumlayanların birleştiği nokta, çok
kültürlülük sorununun, sadece eşit vatandaşlık hakkı vermekten öte,
sosyolojik, psikolojik, eğitsel, kültürel karmaşık bir konu olduğudur.
Batı ideolojisi ve tarihini merkeze alan bu görüş yanında, Samuel
Huntington’un “uygarlıklar çatışması” tezi Avrupa’nın ötekine duyduğu nefreti
haklılaştırmaktadır. Huntington’un küreselleşmenin zirveye yükseldiği 1993
yılında attığı bu teze göre (aktaran Bozkurt 1997), dünya ekonomik ve
ideolojik olarak değil, kültürel farklılıklar nedeniyle bölünecektir. Kültürlerin
özünü dinler, gelenekler ve alışkanlıklar oluşturur. Küreselleşme uygarlaşmış
ülkelerin uygarlık bilincini artırdığı için uygar olmayan “öteki”ne karşı nefreti
körüklemektedir. Avrupalı, “öteki” olarak gördüğü Polonyalıyı küreselleşme
ile iç içe yaşadığı Afrikalı, Orta Doğulu, Asyalı göçmene baktıkça daha yakın
din ve kültür kardeşi olarak görüyor ve içine alıyor. Uygarlık bilinci geliştikçe
Atalara dönüş başlıyor; insanlar Türkleşiyor, Anadolulaşıyor, Asyalılaşıyor,
Hindulaşıyor ve de Avrupalılaşıyor. Tanilli (2003): 320), “zorla dayatılan bir
teknolojik modernleşmenin tehdit ettiği insanların öfkelerini anlamamak
mümkün mü?” diye sorarken ekonomik rasyonelliğin akıl dışıcılığı bir kenara
ittiğini vurguluyor ve ayrışımın tehlikesine dikkat çekiyor.

Öteki, çoğulculuğu yok eden, kültürleri bir potada eritip tarihin kültürel
zenginliğinin hoyratça harcanmasına zemin hazırlayan uygulamaları sadece
kar ve güç adına dünyaya pazarlayan, demokrasi ve insan haklarını bütün
dünyanın gözleri önünde hiçe sayan zihniyetlerin temsilcisi olarak
tanımlanmalıdır. Oysa Avrupa, kendi kimliğini şimdiye kadar “öteki”
karşıtlıklarla yaratmıştır. Said 2005)’e göre, Avrupa kendini pozitif olarak
yorumlamak için dönem dönem çeşitli biçimlerde Doğu’yu ve daha sonra
İslam’ı kapsayan “öteki” yarattı ve kendi beyazının karşısına karanlık bir Doğu
manzarası çizdi. Bu “öteki” bazen çocuk, ilkel, gelişmemiş, hain, tembel ve
ilgisiz; bazen de putperest, kafir, iblis, boş inanç sahibi, cahil anlamında
kullanıldı. Avrupa’da yeni doğan bebekler bu inançlarla büyütüldü, eğitildi.
Şimdi sorgulanması gereken asıl konu Avrupa’nın bu “öteki” bağnazlığıdır.

5.Yeni Ortak Üst Kültür Projesi

Bütün bunların bilincinde olarak, Avrupa’nın kültürel yapısındaki çatlaklar
için başka çözüm önerileri getirenler de oldu. Almanya’nın Entegrasyon
Bakanı Armin Laschet, Spigel dergisinde “Ortak Üst Kültür “ diye bir tez
ortaya attı. Alman Bakana göre ortak üst kültür, çoğunluk mantığıyla ve zorla
belirlenmeyen, herkesin ortak değerlerde uzlaşmaya vardığı bir kültürel
anlayıştır. Ne seçkinlerin kültürü azınlıklara egemen kılınmaya çalışılır ne de
azınlıkların kendi kültürel hakları adı altında toplumun geneline ve kültürüne
ters bir takım ilkel dayatmalar kabul edilir.

Ortak üst kültür önerisinde hem seçkinlerin hem de göçmenlerin kültüründen
olumlu olanlar kaynaştırılır. Örneğin; göçmenlerin çocuk ve aile sevgisi,
yaşlılara olan ilgisi, misafirperverlik ve sevecenliği örnek olarak alınabilir.
Diğer taraftan onlar da kadına toplumda modern ve laik kültürlerdeki
konumunu sağlar. Kadını ve erkeği eşit sayar. Kızlarını çeşitli batıl inançların
etkisiyle eve kapatmaz, yedi yaşında başını örtmez, okula göndermemezlik
etmez, çağın anlayış ve davranış modellerine inançlarını uydurur. Yıllarca
yaşadığı toplumun dilini ve kültürünü öğrenir. 

Bu konuda Devlet ona yardımcı olur.

Bizim modern siteler olarak adlandırdığımız Ataşehir benzeri sitelerde yaşayan
göçmenler; araba yakıyorlar, dükkânları yağmalıyorlar, polise şiddet
uyguluyorlar, Çünkü tatminsizler ve öteki olduklarının bilincindeler. Hemen
yanı başlarında zenginler sitesi ile bütünleşememişler. Onlar çok daha rahat
yaşam sürüyorlar, daha zenginler ve kültürleri farklı. Bütün kültürlere saygılı
olan Fransa bu kültürel farklılığı sürekli vurgularken kendi ırkçı politikasını da
bir yerde “bizden farklı” diyerek ve ötekini öteki olarak bırakarak
vurguluyordu.

Müslüman ötekileri örnek alarak, yeniden Armin Laschet’in Ortak Üst Kültür
projesine geri dönecek olursak; artık senin kültürün, benim kültürüm demek
yok. İmamla, Belediye Başkanı birlikte hareket edecek. Belediye Başkanı,
İmama giderek niçin kız çocuklarının okula gitmesine önderlik etmiyorsun?
diyebilecek. Tüm kız öğrenciler, erkeklerle beraber aynı okula gönderilmiyor
ya da gezilerden alıkoyuluyor, bunlar sorgulanacak, gerekirse özel eğitim
seferberlikleri yapılacak, sorgulanacak. Öyle eskisi gibi cemaatlerin kendi
kültürleriyle yaşamasına müsaade edilmekle kalınmayacak, kültür alış verişi
istenecek. Bazı değerler sorgulanacak, hesap istenecek. Mesela kız
çocuklarının ortak dış gezilere neden katılmadığı gibi. Kısaca
postmodernizmin özgür kıldığı etnik ve dini cemaatler artık bu projeye göre
bazı ortak değerleri de kabul etmek zorunda kalacak yani toplumda bazı
değerler oluşacak. Arabanız Japon, pizzanız İtalyan, rakamlarınız Arap,
alfabeniz Latin, bilgisayarınız Amerikan, üzerinizdeki takım Gucci iken, siz
binlerce yıl öncesinin ilkel, insan haklarına aykırı yorumlarına bağlı kalabilir
misiniz? Bunu sorgulamak lazım.

Boumeister (2003 :112), ortak yaşayan topluluklarda farklılıkları pekiştirici,
ortak kültürel standartları ve paylaşımı geliştirecek kültürel projeler üretmeden
bir ülkede gelişme ve huzur sağlanamaz diyor. Bunun için kültürler arasında
karşılıklı diyalog ve birbirine kültürel uyum (adaptasyon) gerekir diyor. Üniter
vatandaşlık modelinde, bütün vatandaşlara ortak vatandaşlık hakları verilir,
sınırlar ortadan kalkar, farklı din ve kültürlere eşit mesafede yaklaşılır,
farklılıkları keskinleştirmemek için aşırılıklara müsaade edilmez. Farklı din,
mezhep ve kültürler, günlük politikadan arındırılarak, devletin tarafsız kalması
sağlanır. Ancak grupları ayıracak aşırı istekler, yaygın yerel kültürel ve dini
haklar, ayrıcalık taşıyan bazı yasal muafiyetler verilemez. Üniter vatandaşlığın
bedeli budur. Brian Barry (Boumester 2003) Culture and Equality kitabında,
daha da ileri giderek, bazı durumlarda bir gruba kendi dinini ve kültürünü
koruma ve geliştirme hakkının yasalarla verilmesi de devletin tarafsızlığını
zedeler ve belli bir yaşam tarzını bütün o grup üyelerine dayatılması anlamına
gelir. Oysa o grupta bunları kabul etmeyecek kişiler de bulunabilir. İnsanların
özgür seçim hakları vardır. Bazen verilen bu haklar liberal prensiplere uygun
olmayabilir. Bu nedenle ortak üst kültür projesi son derece ve üzerinde
ayrıntılı olarak çalışılması gereken bir projedir. Aydınlanma, modernizmi
getirdi; ama insani değerlere ve güzel ahlaka dayanan gerçek aydınlanma
felsefesinin bugünkü kültürel yaşam biçimlerinde iflasını görüyoruz.

Okumanın dışlandığı, görsel-işitsel kültürün ilahlaştırıldığı bir dünyada ortak
üst kültür projesini yaratacak olanlar yine okuyan ve yazan aydınlar olacaktır.


SONUÇ

Avrupa’nın Öteki kavramı, çıkmaza girmiştir. Onlar bizden değil, bizim
kültürümüzle kaynaşamazlar, kendi dini ve kültürel özgürlüklerini vererek çok
kültürlü bir toplum inşasının oluşumunu sağlarız ve bu da en temel insan
haklarıdır düşüncesi bugün iflas etmiştir. Bir taraftan Avrupa, çoğulculuğu yok
eden, kültürleri bir potada eritip tarihin kültürel zenginliğinin hoyratça
harcanmasına zemin hazırlayan uygulamaları sadece kâr ve güç adına dünyaya
pazarlamakta, diğer taraftan demokrasi ve insan haklarını bütün dünyanın
gözleri önünde hiçe sayan bir zihniyeti temsil etmektedir. Kültürlere saygılıyız
demek ve o kültürlerin gerektirdiği her türlü hakkı sorgulamadan vermek, öteki
olgusunu pekiştirmek, onları dışlayan bir tür ırkçılık olarak düşünülmektedir.
Avrupa, kendi kimliğini şimdiye kadar haklarını verdiği ve kültürlerine saygılı
olduğu öteki karşıtlıklarla yaratmıştır. Said’e göre (Aktaran Bozkurt:33,
Avrupa kendini pozitif olarak yorumlamak için dönem dönem çeşitli
biçimlerde Doğu’yu ve daha sonra İslam’ı kapsayan ‘öteki’ni yarattı ve kendi
beyazının karşısına karanlık bir Doğu manzarası çizdi. Batı kendi ülkesinde
demokrasi maskesi olarak kullandığı çok kültürlülük projelerini bugün
tehlikeli görmeye başlayıp askıya alırken diğer ülkelerde ayrımcılığı
körükleyecek eğilimler içine girmektedir. Kısa bir süre önce tartışılmaya
başlanan Ortak Üst Kültür tezi, Avrupa’nın öteki olarak gördüğü kitleleri
içinde yaşadığı toplumla kaynaştırma amacı gütmektedir. Ortak üst kültür
projesinde ötekilerin kendi gelenek, görenek ve dinleriyle kendi kaderlerine
terk edilmeyip seçkinlerle kaynaştırılması ve sivriliklerin törpülenmesi
düşüncesi vardır. Bütün bu gelişmeler, tüm insanlığın adeta iç içe yaşadığı
dünyada, düşmanlıkların, ayrışmaların şiddeti artıracağı düşüncesiyle, her
yaşam türüne evet diyen post-modernist anlayışın çöktüğünü ve yeni bir
aydınlanma projesi olan ortak üst kültürler etrafında seçkinlerin ve ötekilerin
birleşmesine işaret ediyor. Galtung’un (1999:38) toplumu ve kapitali
yönetenlere çağrısı son derece açık: “Onlar insan ırkını yok etmenin de
yoksulluğu yok etmenin de gücünü ellerinde tutuyorlar. Günümüzün büyük
sorunları karşısında ortak çözüm yollarını keşfetmekten başka yol yok İlerleme
ve diyalog için iletişime açık olmalıyız.

KAYNAKÇA

ALBRİTTON, JAMES.S. “ The technique of terrorism.Forum on Public Policy”, 2006, Journal of the Oxford Round Table.
BOZKURT, VEYSEL. Avrupa Birliği ve Türkiye. 1997.İstanbul, Alfa Yayınevi.
ERDOĞAN, İRFAN. “Popüler Kültür, Kültür Alanında Egemenlik ve
Mücadele”, Popüler Kültür ve İktidar, N. Güngör, (der.) içinde, 1999 Ankara, Vadi Yayınevi: 18-53
EUROPEAN FİLE. Toward a European TV Policy, 184/19, December, Brussels.
FONTANA, J. Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması, 1995. İstanbul, Afa Yayınları.
GALTUNG, J., (1999), “State, Capital and the Civil Society: A Problem of
Communication” Towards Equity in Global Communication. R.C. Vincent vd.
(der.) içinde, New Jersey, Hampton Press:3-23.
GUTMANN, AMY. “Giriş”, Çokkültürcülük: Tanınma Amy, Gutmann (der.
2.baskı) içinde, 2005, (çeviri: Ö. Kabakçıoğlu), İstanbul: YKY: 23-42.
HABERMAS, JÜRGEN. “Demokratik Anayasal Devlette Tanınma Savaşımı”,
Tanınma Politikası, Çokkültürcülük: Tanınma, Amy Gutmann (der. 2.baskı)
içinde, 2005, (çeviri: M.H.Doğan), İstanbul:YKY:113-146.
HALWANİ,RAJA. “Terrorism, Definition, Justification and Applications”.
2006 Social Theory and Practice. Vol:32:189-103.
Avrupa’nın Çoğulculuk Çıkmazı Ve Ortak Üst Kültür Projesi: Aydınlanmanın Geri Dönüşü
Journal of Strategic Studies 31 1 (3), 2009, 15-3 2
HAMELİNK, CEES J. “Europe and the Democratic Deficit”, Media
Development: Journal of the World Association for Christian Communication,
1993, XL/4:8-14.
HUSBAND, C., “Europe, Media and Idendities: The European Community
and Ethnic Minorities”, Media Development, Journal of the World Association
for Christian Communication,1993, 40(4):14-19.
MAGGİORE, MATTEO. Audiovisual Production in the Single Market, 1990,
Commission of the EC: Luxemburg.
MORLEY, D.VE KEVİN R. Kimlik Mekanları: Küresel Medya- Elektronik
Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, 1997, İstanbul: Ayrıntı Yayınevi.
SAİD EDWARD. W. “Orientalism and After” (An interviwev with Said),
Power, Politics and Culture, G. Wiswanathan (der) içinde, 2005, Bloomsbury:
208-233.
SCHLESİNGER, PHİLİP. Medya Devlet Ulus: Siyasal Şiddet ve Kolektif
Kimlik (çeviri M. Küçük, 1999, İstanbul: Ayrıntı.
STOUT, CHRİS E. The Psychology of Terrorism: Theorotical Understandings
and Perspectives,2002, Praeger.
TANİLLİ, SERVER. İnsanlığı Nasıl bir Gelecek Bekliyor. 2003. İstanbul:
Adam.
TAYLOR, CHARLES. “Tanınma Politikası”, Çokkültürcülük: Tanınma, Amy
Gutmann (der. 2.baskı) içinde, 2005, (çeviri: Y. Salman), İstanbul: YKY: 42-
85.
TEKİNALP, ŞERMİN. Avrupa Topluluğunda Ulusal Kültür ve Televizyon:
Sorunlar Öneriler Çözümler,1993, İstanbul Hukuk Fakültesi 704. Fakülteler
Matbaası.
The European Community and Culture.The European File, 1985/14, August- September, Brussels.
The European Community Policy in the Audiovisual FİELD-Legal and Political Texts, (1990)

Şermin Tekinalp Stratejik Araştırmalar Dergisi 32 1 (3), 2009,15-32
Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (3), 2009, 33-51


***

13 Kasım 2019 Çarşamba

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’NE YÖNELİK TEHDİT VE TEHLİKELER KARŞISINDA ÇAĞDAŞLAŞMA VE ULUS DEVLET.  

Prof. Dr. Abdulkadir YUVALI
* Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. 


     Çağdaşlaşma sözlük manası olarak, çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak ve muasırlaşmak olarak tanımlanmaktadır. 
Buradan hareketle çağdaşlaşmayı, çağın gereklerine uyum sağlamak, geçmişte yaşamamak, maziden bugüne aktarılmış değerleri gerektiğinde yenilemek ve her şeyden önce bütün şartlarıyla yeni teknolojiye uyum sağlamaktır. 

     Milletlerin hayatında, çağın teknolojik gereklerine uyum sağlamak, yeni teknolojileri benimsemek nisbeten kolaydır. 
Ancak toplumun ve dolayısıyla insanların yüzyıllardan beri gelip yerleşmiş, sosyalleşme süreci içerisinde özümsedikleri bir kısım sosyal değerler, 
benimsenmiş tutumların yerine yenilerini koymak yani zihniyetin değişimi hayatî önem taşımaktadır. Bu değişmeler olmadan çağdaş toplum biçimine geçilmesi mümkün olamamaktadır. Bu geçişi yapamayan milletler, çağın gerisinde kalır, çağı sürükleyen ve çağı temsil eden toplumların gölgesinde, kontrolünde kalır yani sömürge olmaktan kurtulamazlar. Bu yüzden toplumsal değerlerini çağın ihtiyacına göre ve çağın bilim ve teknolojisinden yararlanarak yaşanır konuma getirememiş olan toplumlar çağdaş değil, sadece modern toplum olarak tanımlanabilir. Modernleşme ile çağdaşlaşma taban tabana zıt olmasına rağmen zaman zaman aynı manada kullanılması doğru değildir. Zira dün ve bugün modernleşme sömürgeleşmeye yol açmış, çağdaşlaşma ise sömürgeciliğin her zaman panzehiri olmuştur. 

Bu konuda Atatürk, “Millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz…” Şu hâlde dünyadaki gelişme ve değişmelere açık, ama kendi değer hükümlerini çağdaki değişme ve gelişmelere açmak suretiyle toplumun değişen ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde düzenleme söz konusudur. Bunu gerçekleştiremeyenler başka toplumların gerçekleştirebildikleri değerlerini modernlik adı altında almak 
suretiyle zihinsel ve kültürel sömürgeciliğe davet çıkarmış olmaktadırlar. 

Günümüzde toplumu ve onun en büyük sosyal organizasyonu olan devlet bu yönde büyük tehdit altındadır. Toplumda ulusal bilinç, ulusal dayanışma, ulusal seciye, ulusal duygu ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bunun yanında bazı çevreler, çok kültürlülük, etnik farklılığı modernleşmenin, değişmenin neticesi olduğunu, başta medya olmak üzere bu konuda her türlü aracı kullanmaktadır. 
Bu arada ne olduğu belirsiz, yeni dünya düzeni değerleri adına toplumu yeniden cemaatlere, uydurma tarikatlara bölmek her devirde vardı, ama bugün şiddetini artırmıştır. Onların ortak hedefi, Türk Devleti olup, devleti ayakta tutan bütün değerleri, kurumları işlemez konuma getirmektir. 

Türk toplumunun çağdaşlaşmasında, zemin olarak kendi ülkemizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı konu olarak almalıyız. Türk aydını, belki bütün dünyayı iyi tanır da, diğer milletlerin değer hükümlerini iyi bilir de, lakin kendini bilme, tanıma ve öğrenme zahmetine katlanmaz. Atatürk döneminden sonraki eğitim sistemimiz, beşeri bilim temelindeki ders kitapları ve programlarımız ile, günümüzde toplumsal eğitimin en güçlü aracı olan yazılı ve görsel medyanın bugünkü tutumu dikkate alınacak olursa Büyük Atatürk’ün gösterdiği yol ve başlatmış olduğu çalışmalarla ne ölçüde uyumlu olduğunu dikkatlerinize sunmak istiyorum. İşte Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehdit ve tehlikenin burada saklı olduğu düşüncesindeyiz. Bu nedenle Atatürk’ün düşünce ve icraatlarının yeniden gündeme getirilmesi, yorumlanması, topluma karşı sorumluluğu bulunan bütün kurum ve kuruluşların 
dikkatine sunulması gerektiğini ifade etmek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne yönelik tehlike ve tehditlerin gözler önüne serilmesi yönündeki çalışmalar geciktirilmemelidir. Bu yöndeki endişelerimize örnek olarak Atatürk dönemindeki tarih ders kitapları ile sonraki dönemlerde okutulmuş olan ders kitaplarının karşılaştırılması, günümüzde yazılı veya görsel medya temsilcilerinin Türk toplumuna karşı bu konudaki sorumluluklarını tespit için yayınlarını bir gün veya bir aylık süre için incelemeye aldığımız zaman ortaya çıkacak tabloyu oluşturan çizginin ne hâlde olacağını gözleriniz önüne getiriniz. İşte tehlike ve tehditler bu çizgide saklı olup, bu tehlike her gün artan oranda devam etmektedir. Büyük Atatürk’ün yolunda yürüdüğünü, fikirlerinin takipçisi olduğunu söylemenin alışkanlık hâline geldiği gözler önüne serilecektir. Bu gözlemi bütün kurum ve kuruluşlar için uyguladığımız takdirde Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne yönelik tehdit ve tehlikelerin hangi yol, hangi kılık ve biçimde ve de altın tepside sunulmuş olduğu görülecektir. 

Atatürk’ün ulus devlet düşüncesi yönündeki uygulamaları ile ulus devlet kavramını tarihî süreç içerisinde ele alacak olursak; 

Atatürk’ün düşünce ve icraatlarının karakteristik özelliğinin genel manada çağdaşlaşma olduğunu yani ülkenin kurum ve kuruluşları ile kültürel değerlerini çağın ihtiyacına cevap verecek biçimde yeniden düzenlenmesi ve hizmete dönüştürülmesi hadisesi çağdaşlaşmadır. 
Ancak Atatürk, bununla da yetinmiyor söz konusu değerlerin çağın ötesinde ve çağa model olmasını istiyordu. Çağdaşlaşmada sınır ve zaman yoktur. Zira, içerisinde yaşadığımız dünya nasıl dönüyorsa ona paralel bir değişim süreci de beraber yaşanmaktadır. Oysa ki, ülkemizi tehdit eden tehlikeler arasında, çağdaşlaşmanın durağan konuma itilmesi, yerine başka toplumların çağdaş konuma getirmiş olduğu değerleri ve kurumları modernlik, modernleşme adına kabullenilme hadisesi öncelikli ve ilk sırayı almaktadır. 

Ulus devlet modelini tarihî seyri ve Batı dünyasında kuruluşu, gelişmesi yönüyle ele alacak olursak; Batı dünyasında, zengin bir antik devir, takiben imparatorluklar, feodalizm, krallıklar ve ulus devlet şeklinde bir değişim yaşandığı görülmektedir. 

Batı dünyasında, imparatorlukların yerini almış olan feodalizm hemen her bakımdan karanlık bir devir ve bu dönemi takiben rönesans ve reform hareketleri değişimin itici gücü olmuştur. Rönesans genel manası itibariyle “Yenilik, Yeniden Doğuş” olarak tanımlansa da her yenilik ve doğuş rönesans değildir. Batı dünyasındaki rönesans, antik çağdaki bilim, sanat ve düşüncenin XVI. yüzyılda toplumun ihtiyacına cevap verecek biçimde yeniden hayata geçirilmesidir. 

Batı toplumu, rönesans ve reform ile “birey” ve “ulus” olmanın şuuruna varmış, takip eden “Aydınlık Çağ” ile ulus devlet süreci ayrı ayrı tarihlerde başlamıştır. Uygarlıkların ve dolayısıyla da ulusal kültürlerin doğma ve gelişmesinde siyasi erk yani devletin konumu tartışılamaz bir gerçektir. Bize göre, insanın temel hak ve hürriyetlerini teminat altına alan, hukukun üstünlüğü anlayışı ile insanın 
mutluluğunu ve gelişmesini sağlayan, özgürlüğe dayalı rasyonel devlet yönetimi ulusal değerlerin doğuşu ve gelişmesinde esas unsur olmuştur. 

Batı dünyasına üye ülkelerin ulus devlet olmasında bilim, fikir ve sanat adamları aydınlanma çağına öncülük etmişlerdir. Böylece toplumun çağdaş konuma ulaşmasında birleştirici, bütünleştirici, ve bilhassa yapıştırıcı harç olmuşlardır. Çağdaş medeniyetin temelini, her türlü dogmatik fikir ve düşünceyi bertaraf etmek suretiyle bilime gelişme imkanı veren rasyonel düşünce, bilim zihniyetinin pratik hayata uygulanması, insanoğluna tabiata hâkim olma ve ekonomik refahı sağlama imkanını vermiştir. 

Batıda ulus devlet olma yönünde ilk sırayı İngiltere, Fransa, İspanya, Almanya almış, diğer devletler de onları takip etmiştir. Zira söz konusu ülkeler, bölgesel kültürleri ve bunları temsil eden toplumları ulusal kültür etrafında bütünleştirmede aydınlanma çağının fikir ve sanat adamları birinci derecede rol oynamışlardır. Çünkü feodal yapıdan ulusal yapıya geçiş sürecinde yerel kültürel değerlerin, ulusal kimliğe dönüşme hadisesi vardır. Batılı ülkelerde ulusal kültür ve dolayısıyla ulus devletlerin doğuşunda, Fransız İhtilalinin etkisi yanında Voltaire, Jean Jaque Rousseuo, Victor Hugo, Montesque ve benzeri düşünürler toplumda birleştirici, bütünleştirici olma hususunda önemli rol üstlenmişlerdir. Günümüzde ulus devlet sürecini tamamlamış olan İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin ulus devlet süreci öncesinde birbirleriyle yüzlerce yıl (30 Yıl, 100 Yıl Savaşları) mücadele etmiş, farklı kültürlerin temsilcileri olmaları yanında, ağız, lehçe ve hatta dil bakımından da aralarında ayrılıklar olduğu hâlde, aydınlanma çağı sonunda başlatılmış olan ulus olma (uluslaşma) konusunda başarılı olmuşlardır. Tarihî süreç içerisinde kültürel ve kimlik farklılıklarını çağdaşlaşma sürecinde ulus devlet yöntemiyle çözmüş olan bu ülkeler, günümüzde homojen bir yapıyı temsil eden Türk toplumunda ayrılık ve azınlıklar üretme çabalarını 
sürdürmüşlerdir. AB ilerleme raporu, Büyük Atatürk’ün başlatmış olduğu çağdaşlaşma ve ulus devletin varlığına son vermeye yönelik bir tavırla adeta Roma İmparatorluğu’nun “Divide et imperium” siyasetinin ürününü hatırlatan sözde ilerleme raporu ise çağdaş bir toplum anlayışından çok sömürgeci bir düşüncenin eseri olduğu şüphesi uyandırmaktadır. 

Türk halkı, Büyük Atatürk’ün öncülüğünde bir yandan emperyalizme karşı vermiş olduğu mücadele sonunda milletleşme (uluslaşma) sürecini başlatırken diğer yandan da XX. yüzyılda uluslaşma konusunda mazlum milletlere model olmuştur. Kısaca açıklayacak olursak; Türk kurtuluş hareketinin birinci amacı bağımsız, ulusal Türk Devleti’nin kurulması, ikinci amacı ise, devamlı gelişmeyi ve çağın gereklerine cevap verebilme olayı yani çağdaşlaşmadır. 
Türk çağdaşlaşması ve ulus devlet gerçeğini olumsuz yönde etkileyen faktörler arasında, bölgesindeki ve dünyadaki güç merkezleri önemli rol oynamaktadır. 

Büyük Atatürk’ün, Cumhuriyetimiz için göstermiş olduğu hedef, bütün hayatı boyunca çağdaş medeniyet olmuştur. Çağdaşlaşmayı, Türk halkını her sahada uygar bir toplum durumuna getirmeyi amaçlayan topyekün bir değişme bir “oluş” olarak görmek gerekir. Bu “oluş” içinde yepyeni bir değişme yatmaktadır. İfade etmeye çalıştığımız bu çalışma, Atatürk tarafından asrîleşme, muasır medeniyet seviyesine erişme olarak kullanılmıştır. Bu sözleri batılılaşma olarak görmek yanlıştır. Çünkü Atatürk dönemi çağdaşlaşması Avrupa uygarlığını taklit olmadığını, yönelinen amacın gerçekte “muasır medeniyet” içinde kendi değerleri ve kurumları ile çağdaş uygarlık düzeyine varmış bir Türkiye olup, bunun en güçlü kaynağı bağımsızlık düşüncesidir. Atatürkçü düşüncenin temelinde yatan çağdaşlaşma hadisesi Batılılaşma hadisesinden tamamen farklıdır. Zira Atatürk, Osmanlı Devleti’nin körü körüne batılılaşma yani modernleşme sevdasının 
Devlet-i Âli’ye nelere mal olduğunu herkesten iyi biliyordu. 

Zira çağdaş toplumun oluşturulması, korunması ve geliştirilmesinde esas unsurun ne olduğunu Atatürk’ün “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fenin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir.” veciz sözleriyle, Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehditlerin altındaki sebebi açıkça ifade etmiş olup, bu tehdit ve tehlikeler dün vardı, bugün mevcut, yarın olmaması için bugün gerekli hazırlıklar yapılmalıdır. Atatürk döneminde kurulmuş olan bütün kurumlar 
(eğitim, sanayi, ekonomi, savunma ve kültür) da itici güç, ulusallık olmuştur. Atatürk ile başlatılmış olan ulus devlet sürecinin kurum ve birimler arasındaki yapıştırıcı unsur, fikir ve sanat olmuştur. Osmanlı Devleti’nin bu konuda Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmış olduğu mirasın olumsuz olduğu bilinmektedir. Batı dünyasında uluslaşma süreci 200 yıl önceye kadar uzanırken Türkiye’de Cumhuriyet’le başlamış ve henüz 80 yıl olmuştur. Büyük Atatürk, Cumhuriyet döneminde ülkemizin ihtiyacı olan fikir, sanat ve bilim adamı açığını giderme yönünde eldeki bütün imkanları kullanmıştır. Bunlar arasında; Bolşevik İhtilalinin getirmiş olduğu baskı döneminde doğup büyüdükleri topraklarda yaşama hakları kalmayınca ülkelerini terk etmiş olan Türk dünyası aydınları ilk sırayı almaktadır. Söz konusu bilim, fikir, sanat ve devlet adamlarını ülkemize kabul etmiş, Avrupa ülkelerine gidenleri davet etmiş ve onlar arasında birçokları Türkiyat 
Enstitüsü, Türk Dil ve Tarih Cemiyetleri ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde bilim adamı ve yönetici olarak görev almışlardır. Aynı şekilde Hitler’in zulmüne uğramış olan Yahudi bilim adamları da yine bu düşünceyle ülkemizdeki üniversitelerde görevlendirilmişlerdir. 
Bu uygulamalar Büyük Atatürk’ün başlatmış olduğu uluslaşma hadisesi ile doğrudan ilgilidir. 

Türkiye’de ulus devlet ve çağdaşlaşma sürecini olumsuz yönde etkilemiş ve etkilemekte olan faktörler arasında “izmler” (Hümanizm, Sosyalizm, Faşizm, Komünizm, Globalizm vb.) yer almaktadır. Atatürk döneminde ulusal değerlere bakış ne ölçüde müsbet ise uluslararası izmlere karşı da ve bu konuda ciddi önlemler alınmıştır. Atatürk’ten sonra ise söz konusu izmlere karşı gerekli ulusal 
direnç gösterilmiş olduğu söylenemez. Zira, Atatürk’ten sonraki dönemlerde devlet, fikir ve sanat adamlarının ülkemizdeki değişme ve gelişmelere ulusal bakıştan çok ideolojik kalıpların penceresinden bakmış olmaları uluslaşma ve dolayısıyla da ulus devlet sürecini olumsuz yönde etkilemiştir. 

    Günümüzde Ulus devletlerin varlığını koruma yönünde alınacak önlemlerin başında milletlerin ulusal değerlerini çağın ihtiyacına cevap verecek biçimde geliştirilmesinin gerekli olduğunu tekrar tekrar ifade etmek istiyorum. Oysa ki, izmlerin dayanağı olan doktrinler, dini, felsefî veya siyasi bir öğretideki dogmatik kavramların bütünüdür. Doktrinlerin temel yapısında, ortaya koyduğu kurallara karşı tutucu, fanatik bir bağlılık yanında, siyasi, ideoloji ve doktriner değişmez belli kuralları vardır. Şu hâlde izmler değişmez dogmalar olduğu hâlde Atatürk’ ün gerçekleştirmiş olduğu milletleşme, çağdaşlaşma kendisini dogmalar dan kurtarmıştır. 

Ulus devletin temel ilkeleri arasında yer alan Cumhuriyetçilik, Laiklik ve Millîyetçilik kavramları XXI. yüzyılda devletlerin hayatında değişmeyen değerler olarak yerlerini korumaktadır. Tarih boyunca kurulmuş olan Türk devletlerinin hemen hiçbirinde din ve ırk temelini esas alan bir yönetim anlayışı söz konusu olmamış, bu özellik laiklik anlayışımızın dayanmış olduğu tarihî temeldir. 

Büyük Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu ulus devlet veya çağdaşlaşma Batı taklitçiliği veya Avrupa özentisi ile taban tabana zıttır. 
Ülkemizin jeopolitik konumu yanında geçirmiş olduğu tarihî süreç de bugün yaşadıklarımızla doğrudan ilgilidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin dayanmış olduğu ilkeler, yani Atatürk ilkeleri tarihî Türk devletleri için ortak payda olan “Türk Devlet Geleneği”nin çağdaş manada yani çağımızın ihtiyacına cevap verecek biçimde yorum ve değerlendirilmesidir. 

Şu hâlde ülkemizin aydınlık geleceği, Büyük Atatürk’ün Türk halkını içerisinde yaşadığımız çağın ihtiyaçlarına cevap verecek onu çağın lideri olarak yani gelecek çağlara taşıyacak olan kültürel değerlerin çağdaşlaştırılarak yaşanır konuma getirilmesi ile doğrudan ilgilidir. Bu konuda modernlik ve çağdaşlaşma kavramları zaman zaman birbirine karıştırılmaktadır. Daha çok, kaynağı yabancı olan kültür ve değerlerin hatta kurum ve kuruluşların ülkemizde bir yenilik veya moda hâlinde yaşatılması modernlik ve modernleşme olarak tanımlanmıştır. 

Batı dünyasının Osmanlı Devleti’ne, 20. yüzyıl başlarında AB’nin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne 21. yüzyılda sunmuş olduğu sözümona iyileştirme reçeteleri sürekli olarak modernleşmenin formülü olarak takdim edilmektedir. Osmanlı Devleti’ne sunulmuş olan reçetelerin biçilen sürede devleti nasıl parçaladığını yakından bilen Büyük Atatürk’ün devrim ve ilkelerinin batılılaşma 
ve modernleşme ile tanımlanması doğru değildir. Atatürk, Batılı ülkelerin yüzlerce yıl önce yani XVI. yüzyılda başlatmış olduğu rönesans (çağdaşlaşma) reform bunları ve takip eden aydınlanma çağının Batı dünyasında uluslaşma, ulusal değerler ve ulus devlet temelinin atılmasında etkili olduğunu biliyordu. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeli kültürdür.” veciz sözü ülkemizde, milletleşmenin temelini oluşturmuş ve ulus devlet olma sürecini başlatmıştır. 

Atatürk’ün ölümünden sonra ülkemiz ve dünya gündemini işgal etmiş olan humanizmden başlayıp globaliz me uzanan “izmler” yani kendi kuralları 
ve hedefi doğrultusundan başka doğru kabul etmeyen bu radikal akımlar bugün de çağdaşlaşma ve ulus devlet gerçeğini tehdit etmektedir. 

Başta dünyadaki doğal kaynaklardan hatta üzerinde yaşadıkları toprağın zenginliklerinden en az faydalanan milletler olmak üzere ulus devlet gerçeğini 
hedef almış olan globalizm, kişileri etnik kimliklerle donatmak suretiyle ulusal yapıya zarar vermekte ve ulus devletleri tehdit etmektedir. 

Küreselleşmenin ideolojisi olan globalizmin hedefi, Türk toplumunu oluşturan bireyleri “yerel kültür temeli” ne dayalı etnik kimliklerle donatmak suretiyle 
yani mikro millîyetçiliği her türlü vasıtayla donatıp ulus devleti yıkma ve böylece sömürü yolundaki en büyük engeli kolayca aşmayı planlamıştır. 

İşte bu tehdit ve tehlikeye karşı çağdaşlaşma ve ulus devlet sürecinin devam ettirilmesi öncelikli olarak ülkemiz, takiben temsil ettiğimiz dünya ve nihayet insanlık için en güçlü teminat olduğu düşüncesindeyiz. 

Büyük Atatürk’ün dün başta Türkiye ve çağdaşlaşma yolundaki ülkeler için tehlike olarak belirtmiş olduğu “müstemlekecilik ve emperyalizmin yeryüzünden yok olacağını ve yerini milletler arasında renk, din, ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağının” doğacağını ifade ile bu konuda izlenecek yolu açıkça göstermiştir. Ancak Türkiye de dahil olmak üzere çağdaşlaşma ve ulus devlet 
olma süreci, içerisinde yaşadığımız yüzyılın bütün olumsuzluklarına rağmen devam ederken, emperyalizm ve sömürgecilik bu çağdaş ulusal değerleri her türlü vasıtalarla tehdit etmektedir. 

Atatürk’ün Türkiye’de hayata geçirmiş olduğu ulus devlet ve çağdaşlaşma hareketi insanlık için de bir çıkış yolu olma özelliğini devam ettirmektedir. Günümüzde bu çağdaş değerlerin özünden uzaklaştırılması ve yeni bir “izm” yani globalizme ışık yakılmış olması Türkiye ve çağdaşlaşma yolundaki ülkelere yönelik bir tehlike olduğunu bir kere daha ifade etmek istiyorum. Bu çağdaş tehlikenin panzehiri, Tük halkının milletleşme ve ulus devlet olma yolunda başlatmış olduğu yürüyüşün XXI. yüzyıl için de aynı mazlum milletlere 
model olacağına inancımı ifade etmek istiyorum. 

Saygılarımla 


***

31 Ağustos 2019 Cumartesi

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 5

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 5




Adil Ticaret veya RugMark gibi etiketleme sistemleri genel itibariyle birtakım iyi şeyler yapıyor olabilir, fakat bu etiketlerin ne kadar bilgilendirici olduğunu ve 
muhtemel etkilerinin boyutunu sorgulamalıyız. Ayrıca, NGO’ların başını çektiği çabalar, kurumsal sosyal sorumlulukların bir ileriki aşamasıdır. Nihayetinde, şir-
ketleri motive eden bilançolarındaki kâr hanesidir. Şirketler müşterilerinin takdirlerini kazanacaksa, sosyal ve çevresel projelere para yatırma hususunda istekli olurlar. Ancak ne şirketlerin güdüleri ile toplumun güdülerinin genel olarak uyumlu olduğunu varsayabiliriz, ne de şirketlerin sosyal amaçlı faaliyetlere yönelik gönüllülüğünü abartmalıyız. 

Etiketleme ve diğer pazar-odaklı yaklaşımlara yönelik en temel itiraz, bu yaklaşımların standart-belirlemenin sosyal boyutunu görmezden geldiği şeklindedir.

Örneğin, sağlık ve güvenlik tehlikelerine karşı alışılagelmiş yaklaşım etiketlemeyi değil, standardı gerektirir. Eğer etiketleme sistemi çok iyi işliyorsa, neden bu meseleleri de insanların ne kadar risk almak istediklerine kendilerinin karar vermesini sağlayarak aynı şekilde halletmiyoruz? Bildiğim kadarıyla, liberal ekonomistler bile kurşun boyası içeren Çin yapımı oyuncaklarla mücadele etmenin en iyi yolunun, bu oyuncakları belirsiz ve yüksek kurşun içerikli şeklinde etiketlemek ve tüketicilere kendi tercihlerini ve sağlık-fiyat unsurlarını dikkate alarak seçim hakkı tanımak şeklinde bir öneride bulunmadı. İçgüdülerimiz ise bunun yerine bizi, daha fazla düzenleme yapılmasına ve mevcut standartların daha iyi uygulanmasına yöneltiyor. Amerika’daki oyuncak sanayi bile Amerika’da satılan tüm oyuncakların zorunlu güvenlik testi standartlarına tabi tutulmasını federal hükümetten talep etti.22 

Bu tür durumlarda birçok nedenden dolayı hükümet odaklı ve yeknesak standartları tercih ederiz. Tüketicilerin doğru seçimleri yapacak yeterli bilgileri veya ellerindeki bilgiyle süreci takip edebilecek kapasiteleri olduğu konusunda kuşku duyabiliriz. Bireysel tercihlerin yanı sıra sosyal amaçlar ve normların önemine inanabiliriz. 
Her ne kadar içimizde fiyatın kölesi olma heveslisi birtakım insanlar bulunmakta ise de, bir toplum olarak onlara bu konuda izin vermemiz pek mümkün 
gözükmüyor. Nihayetinde, kendi yüksek çıkarlarını düşünen bireyler toplumun geri kalanı için sorunlar oluşturabilir ve bu nedenle bu bireylerin seçim özgürlüğünün sınırlanması gerekebilir. Uzak durulması gereken varlıklara yatırım yapmış bankaların veya çalışma şartları kötü işyerlerinin diğer insanlara yönelik oluşturacağı kargaşayı tekrar bir düşünün. 

Bu sebepler, sağlık ve güvenlik risklerine uygulandığı kadar sosyal ve ekonomik konulara da uygulanır. Dolayısıyla, etiketleme ve sertifikasyonun küresel ekonominin ortaya çıkardığı yönetişim sorunlarıyla başa çıkılmasında çok sınırlı bir rol oynayabileceği belirtiliyor. 

Küresel yönetişimin sınırları. Küresel yönetişim, yukarıda belirtilen sorunları çözme noktasında çok sınırlı bir etkiye sahiptir. Tercihler, olaylar ve kapasiteler 
bağlamında farklı toplumlar arasındaki derin ayrılıklar üzerine kurulu sorunlarla uğraşıyoruz. Teknik düzeltmeler sorunu çözmüyor. Düzenleyici ağlar, pazar-odaklı çözümler, kurumsal sosyal sorumluluk ile uluslararası karşılıklı görüşmelerden hiçbirisi sorunu çözmüyor. En iyimser görüşle, bu yeni yönetişim modelleri sadece küresel yönetişim umudunu canlı tutuyor. Sunulan çözümlerin aşırı-küreselleşmiş dünya ekonomisinin ağırlığını taşıyamadıkları çok açık. Zira, dünya tek bir siyasal toplum boyutuna sıkıştırılamayacak ölçüde çok çeşitlidir. 

Kurşun boyalı oyuncak olayında, pek çok kişi en kesin ve doğru çözümün ulusal standartların devam etmesi olduğunu söyleyebilir. Amerika, kendi sağlık ve güvenlik standartlarını belirlemeli ve sadece bu standartları karşılayan oyuncakların ithalatına izin vermelidir. Eğer diğer ülkeler başka standartlar uygulamak isterlerse veya pratik nedenlerle Amerika standartlarının aynısını uygulayamazlarsa, bu ülkeler de benzer şekilde kendi standartlarını belirleme hakkına sahip olmalılar. 
Ancak bu ülkeler, Amerikan standartlarını karşılamadığı müddetçe ürünlerini serbestçe Amerika’ya ihraç etmeyi beklememelidir. Bu yaklaşım, ülke açısından maliyetli sonuçlara yol açsa da ülkeye kendi düzenlemelerini muhafaza etme imkanı veriyor. 

Aynı prensibi finansal düzenlemelere, işçi standartlarına veya ulusal standartlardaki farklılıklardan kaynaklanan diğer ihtilaf alanlarına uygulayamaz mıyız? 

Evet, yapabiliriz ve yapmalıyız. 

Küreselleşme ve Kimliklerin Canlanması 

Nick Hornby’nin 2009 yılındaki “Juliet, Naked” adlı komik hikayesinin ana karakterlerinden Duncan, Tucker Crowe adında anlaşılması güç ve toplumdan 
izole bir Amerikan rak müzik sanatçısını saplantı haline getirir. Dunkan’ın hayatı Crowe’un etrafında döner: Onun hakkında dersler verir, toplantılar ile kongreler 
organize eder ve bu büyük adam üzerine yayımlanmamış bir kitap yazar. İlk başlarda, Dunkan’ın etrafında bu tutkusunu paylaşabileceği birkaç insan vardır. En yakın Tucker Crowe hayranı 60 mil uzakta yaşamaktadır ve Duncan onunla yılda sadece bir veya iki defa buluşabilmektedir. Sonra internet ortaya çıkar. Duncan bir internet sitesi kurar ve dünya çapına yayılmış aynı derecede tutkulu yüzlerce Tucker Crowe hayranı ile iletişime geçer. Hornby’nin yazdığı üzere, “artık en yakın hayranlar Duncanın dizüstü bilgisayarında yaşamaktadır” ve Duncan her an onlarla konuşabilmektedir.23 

Yeni bilgi ve iletişim teknolojileri, sıradan insanları ortak ilgi alanları etrafında bir araya getiriyor ki Peter Singer ve Amatya Sen’in de dahil olduğu akademisyenler bu yolla dünyanın küçüleceğini umuyor. Bu küresel ağlar sayesinde, yerel bağlar daha önemsiz hale gelirken, uluslararası ahlaki ve siyasal topluluklar daha da büyüyor. 

Acaba gerçekten öyle mi? 

Her ne kadar Duncan’ın hikayesi tanıdık gelse de (internet sayesinde hayatlarımızda benzer dönüşümler hep oluyor), bize tüm meseleyi açıklamıyor. Küresel etkileşim gerçekten yerel ve ulusal kimlikleri aşındırıyor mu? Gerçek hayattan kesitler çok farklı ve oldukça şaşırtıcı sonuçlar ortaya koymaktadır. 

Mesela Netville olayını düşünelim. 

1990’ların ortasında Toronto’nun banliyölerindeki yeni bir ev geliştirme projesi ilginç bir deneye sahne oldu. Kanada’daki bu evler baştan aşağı son model teknoloji iletişim altyapısı ile inşa edildi ve yeni internet teknolojileri ile donatıldı. Netville sakinlerinin yüksek hızda internete, görüntülü telefona, çevrimiçi (on-line) müzik kutusuna, çevrimiçi (on-line) sağlık hizmetlerine, tartışma forumlarına ve eğlence ile eğitim uygulamalarına ulaşma imkanları vardı.24 

Bu üst düzey teknoloji, şehri küresel vatandaş yetiştirmek için ideal bir ortam haline getirdi. Netville sakinleri uzak mesafelerin baskısından kurtuldu. Onlar 
dünyadaki herhangi bir kişi ile komşuları imişcesine iletişime geçebiliyor, kendi küresel bağlarını oluşturuyor ve siber uzayda sanal topluluklara katılabiliyordu. 
Gözlemcilerin beklentisi, bu kişilerin kimliklerini ve menfaatlerini yerel ölçekten ziyade küresel ölçekte tanımlamaya başlamalarıydı. 

Ancak, gerçekte ortaya çıkan sonuç çok farklıydı. Servis sağlayıcısı, teknik sorunları gerekçe göstererek bazı evleri internet bağlantısız bıraktı. Bu da araştırmacıların internet bağlantısı olan ile internet bağlantısı olmayan sakinleri karşılaştırmasına ve internet bağlantısı olmanın ortaya çıkardığı sonuçlarla ilgili 
tespitlere ulaşılmasına imkan sağladı. İnternet bağlantısı olan insanlar bırakın yerel bağlarının aşınmasını, mevcut yerel sosyal ilişkilerini daha da güçlendirdi. İnternet bağlantısı olan sakinler, internet bağlantısı olmayan sakinlere göre komşularının daha çok farkına vardılar, onlarla daha sık konuştular, onları daha fazla ziyaret ettiler, daha fazla yerel telefon araması yaptılar. İnternet bağlantısı olan sakinler, yerel organizasyonlar yapmaya ve ortak problemlerle ilgili toplumu bir araya getirmeye daha fazla eğilim gösterdiler. Bu sakinler, bilgisayar ağlarını barbekü partileri organize etmekten yerel çocuklara ödevlerinde yardımcı olmaya kadar bir dizi sosyal aktivite için kullandılar. Bir oturanın söylediği üzere Netvill’de “birçok toplulukta göremeyeceğiniz ölçüde bir yakınlık” ortaya çıktı. Küresel bağlılık ve ağları arttırması beklenen ortam, bunun yerine yerel sosyal ilişkileri güçlendirdi. 

Bilgi ve iletişim teknolojileri ne kadar gelişirse gelişsin, bunların bizi küresel bilinç ve uluslararası siyasal topluluklar haline getireceğini zannetmemeliyiz. Mesafeler önemlidir. Yerel bağlarımız hâlen büyük ölçüde bizi ve menfaatlerimizi belirliyor. 

Dünya Değerler Araştırması dünya genelindeki bireylerin davranışlarını ve bağlılıklarını periyodik olarak ölçüyor. Geçenlerdeki bir ankette 55 ülkeden insanlara yerel, ulusal ve küresel kimliklerinin güçlülüğü konusunda sorular yöneltildi. Dünya genelinde sonuçlar benzer idi ve çok öğretici oldu. Anketler gösterdi ki, ulus devlete bağlılık diğer bütün kimliklerden ağır basıyor. İnsanlar kendilerini öncelikle mensup oldukları ülkenin vatandaşı, daha sonra yerel topluluğun bir üyesi ve en sonra “küresel vatandaş” olarak görüyor. İnsanların kendilerini ülkelerinden ziyade dünya ile tanımladığı tek istisna ise, şiddetin hakim olduğu Kolombiya ve küçücük bir ülke olan Andora oldu.25 

Bu araştırmalar, elitler (seçkinler) ve halkın geri kalanı arasındaki önemli uçurumu gözler önüne seriyor. Güçlü küresel vatandaşlık duygusu, refah ve eğitim seviyesi yüksek bireylerle sınırlı kalma eğilimi gösteriyor. Bu durumun tersine, ulus devlete bağlılık ise genel olarak alt seviyedeki sosyal sınıf bireylerinde daha güçlüdür. (ve buna bağlı olarak küresel kimlikler daha zayıftır) Muhtemelen bu bölünme o kadar da şaşırtıcı değildir. Zira, nitelikli profesyoneller ve yatırımcılar ortaya çıkan küresel fırsatlardan en çok faydalanan kesim olmaktadır. Ulus devlet ve ulus devletin ne yaptığı, küresel fırsatlardan nemalanan insanlara göre daha az vasıflı ve yerel boyutta çalışan insanlar için daha fazla anlam ifade ediyor. Bu fırsat eşitsizliği ise küresel yönetişim fikrinin karanlık bir yüzünü ortaya çıkarıyor. Bu nedenle, uluslararası siyasal toplumların inşası, küreselleşmiş elitlerin büyük ölçüde kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri bir projedir. 

Küresel Yönetişim Değilse, Ne Olacak? 

Yeni küresel yönetişim biçimleri etkileyici ve daha çok geliştirilmeyi hak ediyor, fakat sonuçta küresel yönetişim biçimlerinin birtakım temel sınırlılıkları var: siyasal kimlikler ve mensubiyetler hâlen ulus devlet etrafında şekilleniyor; siyasal topluluklar küresel ölçekten ziyade ulusal ölçekte oluşuyor; gerçek anlamda küresel normlar sadece birkaç konuda ortaya çıkıyor; ve gerçekleşmesi istenen kurumsal yapılanma konusunda dünya çapında temel görüş ayrılıkları mevcut. Yeni uluslararası mekanizmalar bazı ihtilafların şiddetini hafifletebilir, fakat bunlar gerçek yönetişimin yerini alabilecek şeyler değil. Tüm bunlar ise kapsamlı bir ekonomik küreselleşmenin temelinin oluşturulması için yetersiz kalmaktadır. 

Dünyanın siyasal bölünmüşlüğünü bir gerçeklik olarak kabul etmemiz ve bazı zor seçimler yapmamız gerekiyor. Bir ülkenin haklarının ve sorumluluklarının nerede bittiği ile diğer bir ülkenin haklarının ve sorumluluklarının nerede başladığını açık şekilde ortaya koymalıyız. Ulus devletlerin rolünü geçiştiremeyiz. Küresel siyasal bir toplumun doğuşuna tanıklık ediyoruz zannıyla da hareket edemeyiz. İtiraf ve kabul etmeliyiz ki; bölünmüş bir siyasi yapı içeren küreselleşmenin sınırlılıkları vardır. Küresel düzenlemenin uygulanabilirliği, küreselleşmenin arzu edilen seviyelerde olmasını engelliyor. 

Aşırı-küreselleşmenin başarılı olması mümkün değil ve dolayısıyla bu olacakmış gibi yapamayız. 

Sonuç olarak, bu tür gerçekçi bir yaklaşım bizi daha sağlıklı ve daha sürdürülebilir bir dünya düzenine götürebilir. 

Kaynakça ve Alıntılar;

1- Bu makale küçük değişikliklerle yazarın “ The Globalization Paradox:Democracy and Future of The World Economy ” (Norton, New York, 2011) kitabının 10 uncu bölümünden yazar tarafından 21. Yüzyıl’da Sosyal Bilimler dergisi için yapılan ekler ile yayına hazırlanmıştır. 
2-Sırasıyla Afrika Kalkınma Bankası (ADB) ve Dünya Turizm (Ticaret değil) Örgütü (WTO) 
* Çevirmen notu: VoxEU, Ekonomi Politikaları Araştırma Merkezi’nin (www.CEPR.org) ulusal sitelerden oluşan bir konsorsiyum ile birlikte kurduğu ekonomi odaklı politika portalıdır. 
3- Bakınız http://voxeu.org/index.php?q=node/2544. 
4- Bakınız Jeffrey Garten, “The Case for a Global Central Bank,” Yale School of Management, gönderim tarihi 21 Eylül 2009, http://mba.yale.edu/news_events/CMS/Articles/6958.shtml. 
5- Carmen Reinhart-Kenneth Rogoff, “Regulation Should Be International,” Financial Times, 18 Kasım 2008, 
http://www.ft.com/cms/s/0/983724fc-b589-11dd-ab71-0000779fd18c.html?nclick_check=1 
6- David Epstein-Sharyn O’Halloran, Delegating Powers: A Transaction Cost Politics Approach to Policy Making under 
Separate Powers, Cambridge University Press, Cambridge -New York, 1999. 
7-Anne-Marie Slaughter, A New World Order, Princeton University Press, Princeton-Oxford, 2004. 
* Çevirmen notu: Sosyal içerme, bir diğer ifadesiyle sosyal bütünleşme; “yoksulluk riskiyle ve toplumsal dışlanma ile karşı karşıya olanların ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşama bütünüyle katılmaları ve içinde yaşadıkları toplumda normal kabul edilen yaşam ve refah standartlarından yararlanmaları için gereken fırsat ve kaynakları kazanmalarını sağlayan süreç” olarak tanımlanmaktadır. 
8- John G. Ruggie, Reconstituting the Global Public Domain — Issues, Actors, and Practices,” European Journal of International Relations, c. 10, 2004, s. 499-531. 
9- Uluslararası hukukta, küresel bir hükümet olmaksızın küresel boyutta etkili yasa kuralları yapmanın ve bunları uygulamanın mümkün olup olmadığı 
şeklinde paralel bir tartışma bulunmaktadır. Örnek için bakınız Jeffrey L. Dunoff - Joel P. Trachtman, eds., Ruling the World?: Constitutionalism, International 
Law, and Global Governance, Cambridge University Press, Cambridge-New York, 2009; Eric Posner, The Perils of Global Legalism, University of Chicago Press, 
Chicago, 2009 (Anne-Marie Slaughter’in daha önce atıf yapılan çalışmasına ek olarak) “Küresel kanun” fikrine karşılık olarak Posner, yasal kuruluşlar 
(yasa koyucu, yürütme ve yargı) olmaksızın hukukun davranışları kontrol altına alamayacağını kısa ve öz bir şekilde ifade etmektedir. 
10- Joshua Cohen–Charles F. Sabel, “Global Democracy?” International Law and Politics, c. 37, 2005, s. 779. 
11- Cohen-Sabel, 2005, p. 796. 
12- Peter Singer, One World: The Ethics of Globalization, Yale Uni. Press, New Haven,2002, s. 12. 
13- Amartya Sen, Identity and Violence: The Illusion of Destiny, W.W. Norton, New York, 2006. 
14- Amartya Sen, The Idea of Justice, Harvard University Press, Cambridge, MA, 2009, p. 143. 
15- Bakınız Cohen-Sabel, 2005; Charles F. Sabel-Jonathan Zeitlin, “Learning from Difference: The New Architecture 
of Experimentalist Governance in the EU,” European Law Journal, c. 14, no. 3, Mayıs 2008, s. 271-327. 
16- Stephen Castle, “Compromise With Britain Paves Way to Finance Rules in Europe,” New York Times, 2 Aralık 2009, 
(http://www.nytimes.com/2009/12/03/business/global/03eubank.html?_r=1&sudsredirect=true). 
17- Yunanistan AB üyesi olmasının yanı sıra diğer iki ülkeden farklı olarak Avro bölgesi üyesi de olduğundan Yunanistan’ın IMF’ye yönlendirilmesi kararı AB açısından çelişkili bir durum ortaya çıkardı. Nihayetinde, Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy ve Avrupa Merkez Bankası Bankası Jean-Claude Trichet’in bu konudaki muhalefetine rağmen, ısrarcı tutumu neticesinde Almanya Başbakanı Angela Merkel’in dediği oldu. 
18- Bakınız “After Severe Recession, Stabilization in Latvia,” IMF Survey online, 18 Şubat 2010, 
http://www.imf.org/external/pubs/ft/survey/so/2010/CAR021810A.htm. 
19- Uluslararası anlaşmaları müzakere eden ulusal düzenleyicilerin elbette kendi menfaatleri vardır ve dolayısıyla uluslararası anlaşmalara kısmen iç politik baskıyı dengelemek adına girmektedirler. Bakınız David Andrew 
Singer, Regulating Capital: Setting Standards for the International Financial System, Cornell University Press, Ithaca, N.Y., 2007. 
20- Colleen E.H. Berndt, “Is Fair Trade in Coffee Production Fair and Useful? Evidence from Costa Rica and Guatemala and Implications for Policy,” Mercatus Policy Series, Policy Comment No. 11, George Mason University, Haziran 2007. 
21- Andrew Chambers, “Not so Fair Trade,” The Guardian, 12 Aralık 2009. 
(http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2009/dec/12/fair-trade-fairtrade-kitkat-farmers). 
22- Bakınız “Toy Makers Seek Standards for U.S. Safety,” New York Times, September 7, 2007 
http://www.nytimes.com/2007/09/07/business/07toys.html?_r=2. 
23- Nick Hornby, Juliet, Naked, Penguin, New York, 2009. 
24- Bu anlatım şu çalışmaya dayanmaktadır: Keith Hampton, “Netville: Community on and Offline in a Wired Suburb,” in Stephen Graham, ed., The Cybercities Reader, Routledge, London, 2004, 256-262. Bu atıf şu 
çalışmadan alınmıştır: Nicholas A. Christakis-James H. Fowler, Connected: The Surprising Power of Our Social Networks and How They Shape Our Lives, Little, Brown, New York, 2009. 
25- Burada özetlenen bilgi Dünya Değerler Araştırması veri bankasındandır; 
http://www.worldvaluessurvey.org/services/index.html. 



***