GÜÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÜÇ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

SOĞUK SAVAŞ SONRASI RUSYA FEDERASYONU GÜVENLİK VE SAVUNMA ANLAYIŞI

SOĞUK SAVAŞ SONRASI RUSYA FEDERASYONU GÜVENLİK VE SAVUNMA ANLAYIŞI




Sait Yılmaz*
* Yrd.Doç.Dr.Sait YILMAZ, Beykent Üniversitesi BÜSAM Müdürü, saityilmaz@beykent@edu.tr


ÖZET

2008 yılında Gürcistan’a yaptığı harekat Rusya Federasyonu’nun Batılı siyasi
merkezlerde ihtiyatlı bir şekilde bir tehdit kaynağı olarak tekrar hatırlanmasına yol açtı.

Bu aynı zamanda devlet kaynaklı konvansiyonel savaş olasılıklarının ortadan
kalkmadığının da bir göstergesi oldu. 1990’lı yıllar boyunca Rus Silahlı Kuvvetleri
parasızlıktan çürümeye bırakılmıştı. Putin ile birlikte toparlanmaya başlayan Rus
güvenlik sistemi birbiri ardına sessiz sedasız yeni güvenlik yaklaşımları ortaya
koymakta ve buna uygun savunma reformları gerçekleştirmektedir. Rusya, bir yandan Eski Sovyetler Birliği’nin yer aldığı bölgede etkisini sürdürmeye, Doğu ile Batı arasında kendine bir yer bulmaya ve Avrupa ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışırken, diğer yandan NATO’nun genişlemesini frenlemeye çalışmaktadır. Rusya geçmişte olduğu gibi Batı ve Doğu arasındaki çelişkisini Putin-Medvedev ikilisinin ‘bağımsız büyük güç’ olma hevesi ile aşmak istemektedir.

GİRİŞ.,

Rusya Federasyonu, Sovyetler Birliği’nden bağımsız bir devlet olarak ortaya
çıkışı sonrası 1990’lı yıllardaki Yeltsin döneminde siyasi, ekonomik ve
konvansiyonel askeri gücünü önemli ölçüde kaybetmişti. Bu dönemde
uluslararası sistemin belirleyici unsuru olmaktan da uzaklaşan Rusya, 2000
yılında iktidara gelen Vladimir Putin ile trendi tersine çevirdi. Putin, bölgesel
yönetimlere, medyaya ve iş dünyasına uyguladığı baskı ile gücü tekrar merkezi
yönetim üzerinde topladı. Putin’in önceliği ekonomi oldu. 2003 yılında Rus
GSMH’sı % 7.2 artış gösterirken, bütçe 30 milyar dolar fazla verdi (IISS,
2004: 121). 1990’lı yıllar boyunca yeni stratejik doktrinini tartışan Rusya,
2003 yılında son halini onayladı.

Stratejik hedeflerini gerçekleştirmek için oldukça sınırlı güce sahip olan
Rusya, öncelikle çok kutuplu bir dünya düzeni istemekte ve uluslararası
ilişkilerde tek bir ülkenin üstünlüğüne karşı çıkmaktadır. Rusya, BM’nin onayı
olmadan önleyici müdahale hakkını kullanabilmek için komşu ülkeler ile
bölgesel serbest dolaşım fikrini savunmaktadır. Rusya, uluslararası güvenlik
alanında önemli diplomatik roller oynamaya devam etmektedir. Bir yandan
Eski Sovyetler Birliği bölgesinde etkisini sürdürmeye gayret ederken diğer
yandan Doğu ile Batı arasında kendine bir yer bulmaya, Avrupa ile iyi ilişkiler
geliştirmeye, NATO’nun genişlemesini frenlemeye çalışmaktadır. Uluslararası
platformlarda kendine güçlü bir konum edinmeye çalışan Rusya, NATO-Rusya
Daimi Konseyi ile edindiği NATO faaliyetlerinde söz sahibi olma
pozisyonundan memnun değildir. G-7 veya sonraki adı ile G-8’de ki siyasi
gücü ise oldukça sınırlıdır.

RUS GÜVENLİK ANLAYIŞINDA YAŞANAN DEĞİŞİMLER

Rus Güvenlik Sistemi,

Rus güvenliğinin temelinde öncelikle geniş coğrafyası, stratejik konumu ve
doğal kaynakları yer almaktadır. Rus milliyetçiliği ile beslenen ve elit bir
tabakanın tespit ettiği içeride tavizsiz dışarıda acımasız Rus konseptinin
vasıtası olan büyük ve güçlü bir askeri güç ise diğer bir güvenlik parametresi
olagelmiştir (Kolt, 2001: 2). 1990’lı yıllara kadar Rusya’nın şifreleri ülke
içindeki ve çevresindeki etnik gruplar, bunları kontrol etmek isteyen askeri güç
ve doğal kaynaklardan pay almak isteyen köylüler arasında bir dengeye oturdu.
Bu üçlü Rusya’nın etrafındaki ülkeleri ve doğal kaynakları ele geçirme
mantığının belirleyicileri oldu. 1990’lı yıllardan sonra güvenlik stratejisinin
merkezine Rusya’nın ekonomik gelişmesini sağlamak ve büyük güç
konumunu sürdürmek düşüncesi yerleşti. Bu düşünce bir yandan yakın çevreyi
kontrol, diğer yandan NATO’nun genişlemesini frenleme politikası ile
bütünleşti.

Rus güvenlik sistemin yedi önemli aktöründen en önemlisi hiç şüphesiz Rusya
Federasyonu Devlet Başkanı’dır (Kortunov, 2001: 8-11). Başkan’ın kişiliği ve
yeterliliği güvenlik ve savunma konularına katılım oranında belirleyici
olmaktadır. İkinci önemli aktör yetkileri son yıllarda artırılan ve baş
koordinasyon mekanizması rolündeki Ulusal Güvenlik Konseyi’dir. Üçüncü
önemli aktör Savunma Bakanlığı ile rekabet halinde olmaya devam eden Rus
Genelkurmay Karargahı’dır. Dördüncü önemli aktör Maliye Bakanı, beşincisi
ise Rus Parlamentosu’dur. Altıncı grupta akademi ve düşünce kuruluşlarının
ya da baskı gruplarının yer aldığı resmi ve resmi olmayan kuruluşlar
gelmektedir. Son aktör ise medya’dır.

Anayasaya göre, Rus Parlamentosu, ulusal güvenliğin sağlanması, dış
politikanın desteklenmesi, ülkenin uluslararası yükümlülüklerinin yerine
getirilmesi gibi konularda Devlet Başkanı’nın ve Hükümetin önerilerini
dikkate alarak yasalar çıkarır. Ulusal güvenliğin sağlanması, Hükümete ait bir
sorumluluktur. Güvenlik Konseyi, ulusal güvenliğe yönelik tehditleri önceden
tespit eder, değerlendirir ve bu tehditlerin önlenmesi konusunda Devlet
Başkanına karar tasarıları sunar; ulusal güvenlik ve dış politika konularında
önerilerde bulunur, ulusal güvenliği sağlayan kuvvetlerin ve unsurların
faaliyetlerini koordine eder, alınan kararların uygulanmasını kontrol eder.
Güvenlik Konseyinin iki tür üyesi vardır. Konsey’in sürekli üyeleri; Devlet
Başkanı, Başbakan, Konsey Sekreteri, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı, FSB
(Federal Güvenlik Servisi) Başkanı’dır. Federasyon Konseyi Başkanı, Duma
Başkanı, Devlet Başkanlığı Ofisi Başkanı, İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı, sivil
savunmadan ve olağanüstü durumlardan sorumlu Bakan, Genelkurmay
Başkanı, Başsavcı, Sınır Koruma Hizmeti Başkanı, SVR (Dış İstihbarat Servisi
Başkanı), Bilimler Akademisi Başkanı ile Devlet Başkanı’nın 7 idare bölge
temsilcileri ve diğer üyeler gerektiğinde Konsey toplantılarına katılırlar.
1990’lı yıllardan beri geliştirilen ve 2000 yılında kabul edilen Rus Ulusal
Güvenlik Konsepti; “Gerçekçi Caydırma” stratejisi ile kriz ve çatışmayı
önleme operasyonlarında diplomatik, ekonomik ve kuvvet kullanma dışı
yöntemlere öncelik vermektedir. Ancak kabul edilemeyen tehlikeler karşısında
Rus hükümeti asimetrik karşılık esasına bağlı olarak tek taraflı kuvvet
kullanma hakkını saklı tutmaktadır (Putin, president.ru). Rus Ordusuna
Çeçenya gibi bölgeler başta olmak üzere ülke bütünlüğü koruma görevi
verilmiştir. Rusya için ana tehdit grupları şu şekilde sıralanmıştır (Bluth, 1998:
69); (1) Eski Sovyet ülkelerinden yapılacak toprak istekleri. (2) Rusya sınırları
yakınındaki yerel savaşlar ve silahlı çatışmalar. (3) Kitle imha silahlarının ve
onların kullanılma vasıtalarının yayılması. (4) Eski Sovyet ülkelerinde yaşayan
Rus vatandaşlarının hakları. (5) NATO gibi dış askeri blokların genişlemesi.
Rus Genelkurmayı tarafından hazırlanan “2025 Yılına Kadar Savunma
Maksatlı Rusya Federasyonu Harekât Hazırlığı” dokümanı maliyet-etkinkullanılabilir
bir model anlayışı içinde yeni stratejik kuvvetler kurulmasını,
operasyonel görev kuvvetleri teşkil edilmesini ve müşterek lojistik sistemi
geliştirilmesini öngörmektedir. Bu model iki tür çatışmaya hazırlığı
öngörmektedir;

Soğuk Savaş Sonrası Rusya Federasyonu Güvenlik Ve Savunma Anlayışı
Journal of Strategic Studies 83 1 (3), 2009, 79-9 9

- Düzenli ordular ile yerel, bölgesel ve küresel çatışmalar (uluslararası devlet çatışmaları),
- Düzensiz askeri formasyonlar (ayrılıkçı hareketler, suç grupları, terörist örgütler vb.) ile yerel, bölgesel ve küresel çatışmalar (devlet içi çatışmalar).

Rus İstihbaratı ve Enerji Güvenliği,

142 milyon nüfuslu Rusya Federasyonu’nda her 100 bin kişinin 800’ünün
hapiste olması (dünyada en yüksek hapisteki insan oranı) ve yıllık 30.000
intihar eden kişi miktarı; ülkedeki sosyal çöküntünün en çarpıcı
göstergeleridir. Rusya Federasyonu, Çeçenistan başta olmak üzere ülkedeki
muhalif gruplarla mücadeleyi kontrol almayı müteakip iç (FSB) ve dış (SVR)
istihbaratı ile ilgisini tamamen ekonomiye çevirdi. FSB ile birlikte Rusya;
politikacılar, iş adamları ve suç örgütleri için tehlikeli bir yer oldu ve tanınmış
kişilere düzenlenen suikastlar arttı. Putin, Yeltsin döneminden miras kalan
kokuşmuş iş dünyası, politikacılar, gazeteciler, bankerler ve suç örgütleri ile
mücadele için FSB’yi kuvvetlendirdi ve acımasız silahlarla desteklenen yeni
taktikler kullandı. Bu aynı zamanda ülkeyi yabancı kökleri olan zararlı
kuruluşlardan da temizlemenin diğer bir yolu oldu.

Öte yandan Rusya, özellikle yakın çevresindeki petrol ve doğal gaz
kaynaklarını ve güzergâhlarını kontrolüne almak, satış ve kullanım haklarını
eline geçirmek için istihbarat teşkillerinin örtülü faaliyetlerinden (rüşvet, şantaj
vb.) etkili şekilde yararlanmaktadır. FSB, Rus ekonomisinin güçlendirilmesi
için aktif bir rol edindi. Parlamento’da yeni oluşturulan ve yabancı yatırımlara
onay veren komitenin elemanlarının tamamen FSB’den teşkil edildiği
bilinmektedir. Dış politikada ise Ukrayna’nın NATO yolundan döndürülmesi
ve Gürcistan, Azerbaycan gibi Batıya meyilli ülkelerin frenlenmesi istihbaratın
örtülü taktikleri ile sağlanmaktadır. Rusya’nın örtülü savaşları yakın gelecekte
Batının genişleme politikalarına tepki olarak Bosna-Hersek, Kırım, Abhazya,
Güney Osetya ve Azerbaycan’da önemli çatışmaları tetikleyebilir ve harita
değişikliklerine yol açabilir.

Rusya’nın yayılmacı emelleri enerji koridorları boyunca ilerlemeye devam
etmektedir. 2008 yılı başında bu koridor Sırbistan’da enerji tekelini eline
geçirdikten sonra doğrudan yabancı yatırım yolu ile Karadağ’a da ulaştı. Ocak
2008’de Bulgaristan’ı ziyaret eden Putin Bulgaristan üzerinden Avrupa’ya
doğal gaz göndermek için anlaşma imzaladı. Ayrıca Tuna yakınında Belene
şehrinde bir nükleer reaktör kurulması için sözleşme yapıldı. Böylece
Bulgaristan’ın doğal gaz, petrol ve nükleer enerji ihtiyacı da tamamen Rusların
kontrolüne geçti (Youroukov, 2008: 37). Halen Rus Lukoil, Bulgaristan’daki
en büyük petrol rafinerisini işletmektedir. Rusya diğer taraftan enerji fiyatları
ile oynayarak, diplomatik manipulasyonlar ve diğer örtülü yollar ile
Bulgaristan siyasetine müdahil olmaktadır. Aynı tür oyunlar Kosova ve
Kafkaslar da devam etmektedir.

ABD’nin % 10 doğal gaz ihtiyacını Rusya’dan karşılayacak olması ve artan
enerji güzergâhları Rusya için enerji güzergahlarının güvenliği ve kontrolünü
önemli bir güvenlik parametresi haline getirmiştir. Bu nedenle Rus Silahlı
Kuvvetleri ve özellikle Deniz Kuvvetleri kıyı tesisleri, platform alt yapısı ve
deniz ulaştırma rotalarına ilişkin görevler edinmiştir. Bu rotalarda ABD ile
karşılaşma ihtimaline ilişkin olarak yeni prosedürler ve angajman kuralları
geliştirilmektedir (Blank, 2006). ABD nükleer politikasının caydırıcılıktan
önleyici vuruş sistemlerine doğru kayması Rusya’yı da karşı koyacak ve cevap
verecek sistemlere ilişkin bir arayışa itmektedir. Modernizasyon ve yeni silah
edinimi de Rus Ordusu’nun en öncelikli programları arasındadır.
Modernizasyon çalışmaları ABD Ordusu ile müşterek harekât yapacak
standartları da hedeflemektedir.

Rus Stratejisi.,

Rusya’nın genel devlet politikası uluslararası destek ve yatırımları çekerek
ülke ekonomisinin yeniden inşası ve modernizasyonu için küresel istikrarın
devamını öngörmektedir. Rusya’nın güvenlik politikası ise ‘yakın çevre’
olarak adlandırdığı Eski Sovyet ülkelerinin bulunduğu bölgelerde etkisini
sürdürürken uluslararası güç dengesinin büyük güçleri ile istikrarlı ilişkiler
geliştirmektir. Rusya, ekonomisini geliştirmek için Batıdan yoğun yatırım
beklerken Batı ise nükleer silahların yayılmasının önlenmesi ve Çin’in
yükselişinin frenlenmesinde Rusya’nın yardımını ummaktadır. ABD-Rusya
ilişkileri için uluslararası terörizmle mücadelede sağlanacak destek Rusya için
önemli bir pazarlık avantajı sağladı. Böylece Amerikan uçaklarının Rus hava
sahasını kullanmasına ve Eski Sovyet Ülkelerinden bazılarına üsler açmasına
göz yumdu. Ancak Rusya’nın uzun vadeli olarak asıl güç kapasitesini
geliştiren unsur sahip olduğu veya yönettiği büyük petrol ve doğal gaz
rezervlerinin 2000’li yıllardan itibaren Rus dış politikasının merkezine
yerleşmesi oldu.

Rusya henüz büyük güçler arasındaki yerini garantilememiştir. Baskı gördüğü
zaman Batı ile uyum göstermekte ancak diplomatik kazançlar için işbirliğinden
vazgeçme tehdidinde bulunmaktadır. 2008 Ağustos’unda Gürcistan üzerinde
güç kullanımı ise Rusya tehdidinin hafızalara tekrar yerleşmesine neden oldu.
Batı ve Rusya arasındaki ortak çıkar alanlarının başında terör ile mücadele,
nükleer silahların yayılmasının önlenmesi ve emniyeti gelmektedir. Rusya,
Çin-ABD-Avrupa arasında denge rolünü başarmak zorundadır. ABD ve AB
güç dengesinde statükonun devamı için çalışırken, Çin ve Rusya yanı
başlarındaki Hindistan’ı ABD’ye kaptırmadan Avrasya coğrafyasında sessiz ve
sakin bir değişimi gerçekleştirmektedir. Çin ve Rusya, Irak’ın güneyinden
Suudi Arabistan’a ulaşmak için İran'ı da yanlarına çekmekte; bu amaçla,
Rusya İran’ın nükleer heveslerini desteklerken, Çin üs edinerek İran kartını
güçlendirmektedir.

Bağımsız büyük güç olmayı hedefleyen Rusya, saldırgan bir şekilde liberal
imparatorluk stratejisi uygulamaktadır (Özdağ, 2007). Rusya’nın sahip olduğu
doğal gaz rezervleri ve kontrolünü ele geçirdiği enerji güzergâhları bu
stratejinin önemli bir parçasıdır. Rusya geçmişte olduğu gibi Batı ve Doğu
arasındaki çelişkisini hâlihazırdaki yönetimin hevesleri ile ‘bağımsız büyük
güç’ olma rolü ile aşmaktadır. Bu rol onun stratejik bağımlılık ve daha büyük
bir politik kimliğin altında kalmadan kendi yolunda yürümesini sağlayacaktır.
Rusya, giderek daha fazla oranda ülke dışındaki ve özellikle eski Sovyet
alanındaki imajına ve kendi ‘yumuşak gücü’nün, yani ekonomik, siyasi ve
kültürel cazibesinin geliştirilmesine önem vermektedir. Bu gücün sistematik
olarak geliştirilmesinde ABD’nin renkli devrimleri katalizör oldu.
Rusya’nın yumuşak güç geliştirmeye ilgisi Ukrayna’daki Turuncu devrimle
başladı ve önce kendi evini düzenlemeye karar verdi. Rus yumuşak gücü ülke
içinde önemli silahlar edinerek gelişti. Bu silahların içinde medya, gençlik
hareketleri, internet siteleri, uzman ağları (www.kremlin.org), düzenli
konferanslar ve yayın evleri bulunmaktadır. Renkli devrimler Eski Sovyet
Ülkeleri ve Rusya arasında daha farklı ilişkilerin kurulması gerektiğini
gösterdi. Daha önceleri çoğunlukla askeri ve ekonomik işbirliği cazibesine
dayanmaya çalışan Rusya, alternatif etki araçlarını geliştirmeye başladı.
Yumuşak gücünü kurumsallaştırmak için Devlet Başkanlık Ofisi nezdinde
BDT bölgesinde Rus etkisinin yayılmasından sorumlu bir birim kuruldu. Buna
ek olarak Rusya, ‘yakın çevre’de Rus etkisinin güçlendirilmesi amacıyla sivil
toplum kuruluşlarını da kullanmaya başladı.

Medvedev Doktrini.,

Ağustos 2008’deki Gürcistan harekâtından sonra Rusya Federasyonu, Avrupa
kanadı daha ölçülü bir şekilde de olsa Batı dünyasından yoğun tepkiler aldı.
Rusya’nın saldırgan yüzünün tekrar ortaya çıkması üzerine doğan şüpheleri
gidermek için Devlet Başkanı Medvedev Rus dış politikasının beş temel
prensibini ortaya koyan bir açıklama yaparak Rusya’nın niyetini daha açık hale
getirmeye çalıştı. Medvedev’e göre Rusya dış politikasını bu prensiplere göre
yürütecekti ve politikaların geleceği sadece Rusya’ya değil uluslararası
toplumdaki dostlarına ve ortaklarına da bağlı idi. “Medvedev doktrini” adı
verilen bu prensipler sırası ile şunları içermekteydi (Friedman, 2008: 2);

“- Rusya, uluslararası hukukun üstünlüğünü tanımakta ve diğer
ülkeler ile ilişkileri bu çerçevede geliştirmektedir.
- Dünya çok kutuplu olmalıdır, tek kutuplu dünya kabul
edilemez. Tek bir ülkenin bütün kararları aldığı bir dünyaya müsaade
edemeyiz.
- Rusya, ne başka bir ülke ile karşı karşıya gelmek ne de
kendini izole etmek istemektedir. Avrupa, ABD ve diğer ülkeler ile mümkün
olduğu kadar dostça ilişkiler geliştireceğiz.
- Nerede olurlarsa olsunlar kendi vatandaşlarımızın
hayatlarını ve onurlarını korumak ülkemizin tartışılmaz önceliğidir. Dış
politika kararlarımız bu ihtiyaca dayalı olarak alınmaktadır. Dışarıda iş
dünyamızın çıkarlarını da koruyacağız. Bize karşı yapılan her saldırıya
karşılık vereceğiz.
- Diğer ülkeler ile ilgili olarak bazı bölgelerde Rusya’nın özel
çıkarları bulunmaktadır. Tarihi bağlar, dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri içinde
olduğumuz bu bölgelere özel önem atfediyoruz.”
Yukarıda sayılan prensiplerden anlaşılacağı gibi Rusya
Federasyonu’nun uluslararası sistemde ABD’nin üstünlüğünü kabullenmeye
niyeti yoktur. ABD ve Avrupa ile ilişkilerinin gelişmesi sadece Rusya’nın
değil onların da Rusya’ya olan tutumlarına bağlıdır. Öte yandan Rusya, Baltık
ülkelerinden Gürcistan’a ve Orta Asya ülkelerine kadar Rus kökenlilerin
yaşadığı her yeri potansiyel bir müdahale sahası haline getirmekte ve kuvvet
kullanmaktan çekinmeyeceğini ifade etmektedir. Rusya’nın özel çıkarlarının
bulunduğu ve iyi komşuluk içinde olduğu ülkelerin ise Rusya’daki rejim ile
barışık olan ve Rus çıkarlarını gözeten ülkelerin aynı safta tutulması için
gayret edileceği anlamına gelmektedir. Bir bütün olarak Rusya’nın yeni bir
imparatorluk ya da birlik kurmaktan ziyade bulunduğu coğrafyada kendisinin
merkezde olduğu yeni bir uluslararası yapılanma peşinde olduğu söylenebilir.

SOĞUK SAVAŞ SONRASI RUS SAVUNMASI

1990’lı yıllar boyunca Rus Silahlı Kuvvetleri parasızlıktan çürümeye
bırakılmıştı. Rusya, savunma bütçesini ve silahlı kuvvetlerinin boyutunu
küçültme yolunu seçmişti. Geçen dönem içinde Rusya’nın savunma
harcamaları hemen hemen yarı yarıya azaldı. 2000 yılında Kuzey Atlantik’te
bir Rus nükleer denizaltısının batarak 118 denizcinin ölmesi, 2005 yılında
Japon balıkçı teknelerinin ağına takılan Rus denizaltısının ancak İngiliz ve
Amerikalı ekip tarafından kurtarılabilmesi, Rus ordusundaki tüm ölümlerin %
25’inin intihar vakası olması; ordudaki çöküşün belirtileri olarak görülebilir
(BBC News, 2004). Ancak gene de Rus Ordusu her fırsatta gövde gösterisinde
bulunmaktan vazgeçmedi. 1995 yılında Bosna-Hersek’e NATO müdahaleye
etmeye niyetlenince Yeltsin nükleer kartı bile kullanmaya çalıştı. Çin ile
ilişkilerini geliştirmekten, Çeçenya’da ağır bir iç savaşa devam etmekten geri
durmadı.

Soğuk Savaş sonrası Rusya’da ordunun rolü azalırken organize suçlar ve buna
bağlı yasal olmayan silah trafiği yükselişe geçti. Örneğin 2001 yılında
Rusya’da 53.900 yasal olmayan silah ticareti vakası tespit edildi ve bir
seferinde bir askeri birlikten 27.000 silah çalındı (Webster, 2002: 12-23).
Rusya içinde 200 kadar çete küresel bir ağ kurmuş, silah ticareti dışında siyasi,
ekonomi ve uluslararası yatırım gibi pek çok alana yayılıp etkili olmaya
başlamışlardı. Yasal olmayan silah ticaretine kısa ve orta menzil
konvansiyonel füzeler dışında ‘çanta’ adı verilen taktik nükleer silahların da
dahil olduğu tespit edildi. 1993-2002 yılları arasında 18 ayrı nükleer silah
maddesi (uranyum, plütonyum vb.) kaçakçılığı vakası tespit edildi. Rusya’nın
elinde nükleer silahlar haricinde 600 ton kadar zenginleştirilmiş uranyum
olduğu tahmin edilmektedir.

Ekonomi yoluna girince Putin yönünü Rus Silahlı Kuvvetlerinin prestij ve
kabiliyetlerini geliştirmeye ağırlık verdi. Bu kapsamda Kırgızistan’da ki
Amerikan üssüne yakın bir üs inşa etti, Gürcistan’daki kuvvetlerini çekmeyi
reddetti ve nükleer tatbikatlar düzenledi. Putin döneminde enerji fiyatlarının
yükselmesi ile Silahlı Kuvvetlere ayrılan para arttı. 2001’de 8 milyar dolar
olan savunma bütçesi 2007’de 32 milyar dolara çıktı. 2009 yılı Rus savunma
bütçesi bizzat Başbakan Putin tarafından 50 milyar dolar olarak açıklandı.
Gelinen aşamada siyasi ve ekonomik yönleri göz önüne alan esaslı bir askeri
reform yapılmadığı takdirde Rusya’nın uluslararası güvenlik alanındaki rolü;
iç güvenlik operasyonları, yakın ülkelere bazı angajmanlar ve nükleer
caydırıcılık ile sınırlı kalmaya devam edecektir.

Rus savunma gayretleri; Savunma Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı, Acil
Durumlar ve Sivil Savunma Bakanlığı, Federal Sınır Hizmeti Birliği, Rus
Elektronik ve Haberleşme İstihbaratı (FAPSI) ile Rus Güvenlik Servisi (FSB)
arasında koordine edilmektedir. 1998 yılında Savunma Bakanlığı’na bağlı;
sekiz askeri bölge ve dört filo, İç İşleri Bakanlığı’na bağlı yedi bölge ve Acil
Durumlar ve Sivil Savunma Bakanlığı’na bağlı dokuz bölgesel merkez ve
Federal Sınır Birliklerine Bağlı altı bölge bulunmaktaydı. Askeri reform ile
birlikte Rusya’da tek bir askeri-idari sistem kuruldu ancak askeri bölgeler iptal
edilmedi. Böylece her bölgede teşkil edilen Operasyonel Stratejik Komutanlık;
müşterek kuvvet anlayışı içinde sınırları dâhilindeki (stratejik nükleer
komutanlık unsurları hariç) tüm askeri teşkilleri bünyesine alırken, diğer
güvenlik kuruluşlarının koordine sorumluluğunu da üzerine aldı.

Rus Silahlı Kuvvetleri.,

Rus Silahlı Kuvvetleri; Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinden meydana
gelmektedir. Bu kuvvetlerden bağımsız askeri teşkiller ise; Stratejik Füze
Birlikleri, Askeri Uzay Kuvvetleri ve Hava İndirme Birlikleridir. Hava
savunma birlikleri 1998 yılında Hava Kuvvetlerine bağlanmıştır. Kara
Kuvvetleri altı askeri bölgede konuşlanmıştır; Moskova, Leningrad, Kuzey

Kafkasya, Privolzhsk Ural, Sibirya ve Uzak Doğu. Ermenistan’da ki 102.
Askeri Üs tek ülke dışı askeri üs olarak kalmıştır. Deniz Kuvvetleri; Baltık,
Pasifik, Kuzey ve Karadeniz donanmalarından oluşmaktadır. Ukrayna, 2005
yılında Rus Deniz Kuvvetlerine Sivastopol’de 2017 yılına kadar birkaç üs
kurma izni verdi. Kaliningrad özel bölgesi Baltık Filosu’na bağlı olup burada
11. Muhafız Ordusu ve bir Havacılık Alayı bulunmaktadır.
2006 yılı itibarı ile Rus Silahlı kuvvetleri aktif mevcudu 1.037.000 kişidir. Rus
Ordusu 2008-2010 yılları arasında sözleşmeli asker sayısını artırmayı, geçici
asker sayısının üçte birini zorunlu askerlerin üçte ikisini gönüllü asker kadrosu
ile tamamlamayı hedeflemektedir (İsakova, 2007: 75-82). Kara Kuvvetlerinin
mevcudu 190.000’i mecburi olmak üzere 359.000 kişidir. Deniz Kuvvetleri
142.000, Hava Kuvvetleri 170.000 kişi olup, ayrıca 415.000 aktif paramiliter
(160.000’i sınır muhafızı) kuvveti bulunmaktadır (IISS, 158-168). Soğuk
Savaş sonrası yurt dışındaki askeri unsurları 2006 yılına kadar önemli düşüşler
gösterdi. Bu unsurlar; Ermenistan (3.500), Gürcistan (3.000), Kırgızistan
(500), Moldova (1.400), Tacikistan (7.800), Ukrayna (1.100 Deniz Piyade),
Afrika (100), ve Suriye (150) olarak sıralanabilir. Rusya, BM operasyonlarını
desteklemek üzere Burundi, Kongo, Fildişi Sahili, Doğu Timor, Etiyopya,
Gürcistan, Ortadoğu, Sierra Leone ve Batı Sahara’ya asker gönderdi.
Konvansiyonel olarak Rusya çok büyük bir silahlı kuvvetlere sahip ama
kabiliyet bakımından zayıftır. Konvansiyonel alanda ABD ile yarışabilir ama
denizaltı alanında yarışamaz. Küresel güç projeksiyonu da oldukça zayıftır.
Yapısal bir krizde olan Rus Ordusu 2003 yılından beri sistemli bir gelişme
dönemine girmiş bulunmaktadır. Ancak, Rusya’nın SSCB döneminden gelen
askeri gücünü koruduğunu söylemek güçtür. Özellikle deniz gücünde ciddi bir
zayıflık söz konusudur. Rus Silahlı Kuvvetleri, büyük ölçüde Kara Kuvvetleri
ve o da 1990’lı yılların başından beri pek yenilenmeyen yaklaşık 28.000 ana
muharebe tankına dayanmaktadır. Topçu mühimmatı da Soğuk Savaş
döneminin senaryolarına uygundur.

Deniz Kuvvetleri 1 uçak gemisi ve 15 destroyer dâhil olmak üzere 66 yüzey
muharip gemisine sahiptir. 15 stratejik, 46 taktik denizaltısı bulunmaktadır.
Rusya, önemli miktarda uzun menzil ve taktik havacılık unsuru bulundurmakla
birlikte teçhizatı eski ve pilot uçuş saatleri oldukça sınırlıdır. Ulaştırma
Komutanlığı 293 uçağa sahip olup, bu sayı sivil hava unsurları ile takviye
edilebilir. Rus hava gücü daha çok orta menzil bombardıman uçakları ile taktik
füzelere dayanmaktadır (IISS; 158-164). Rus Hava Kuvvetlerinin
modernizasyonu en öncelikli konudur. SU-27 ve MİG-29’lar en az 10 yıl daha
hizmette kalacaktır ama yeni nesil uçaklar ile ilgili kararlar önemli riskler
taşımaktadır. Bunların başında da gerçek ihtiyaca bir türlü karar verilememesi
gelmektedir.

Savunma Reformları ve Modernizasyon

Rusya’da savunma reformu oldukça yavaş işlemekte ve 2011-2015 dönemi
için öngörülen savunma yapısına ilişkin değişiklikleri hedeflemektedir.
Reformların amacı Rusya’nın karşılaşacağı küresel, bölgesel ve yerel güvenlik
sorunlarına karşı kullanılacak öncelikli ve gerekli vasıtaları sağlamaktır. Söz
konusu savunma reformunun ana parametreleri şunlardır (İsakova, 2006: viii);
- Komuta-kontrol sistemi değiştirilerek askeri bölgeler yerine kontrol
yetkisinin stratejik direktiflere göre çalışan operasyonel komutanlıklara
devredilmesi.
- Özel maksat (karşı-terör) kuvvetleri için müşterek karargahlar kurulması.
- Askeri istihbaratta reform.
- Nükleer stratejik kuvvet yapısının yeni duruma adaptasyonu.
- Savunma sanayiinde reform ve özel yatırımları kolaylaştırmak.
- Başkanlık yetkilerini artıracak şekilde silahlı kuvvetler üzerindeki
sivil kontrol için yeni düzenlemeler yapmak.

Yeni askeri-idari sistem; Batı, Güney ve Doğu’da üç bölgesel komutanlık (Batı
Avrupa, Orta Asya ve Uzak Doğu) öngörmektedir. Rus Federasyonu’nun yeni
komutanlıkları şu şekilde sıralanabilir (Giles, 2006: 3);

- Stratejik Nükleer Kuvvetler Komutanlığı (2010 yılında Vlasikha/ Moskova’da kurulacak).
- Hava ve Uzay Savunma komutanlığı (Hâlihazırdaki Hava Kuvvet
Komutanlığı yerine 2008’de Balashikha’da kuruldu).
- Ulaştırma Komutanlığı (2010 yılında mevcut 62’nci Ordu Askeri
Ulaştırma Havacılık birliği yerine kurulacak)
- Batı Komutanlığı (Leningrad ve Moskova askeri bölgelerinde
konuşlandı, Avrupa ve İskandinavya’ya yönelecek)
- Güney Komutanlığı (Kuzey Kafkasya ve Volga-Ural askeri
bölgelerinde konuşlandı, Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelecek)
- Doğu Komutanlığı (Uzak Doğu ve Sibirya askeri bölgelerinde
konuşlandı, Doğu’ya yönelecek).

Rus Kuzey Donanması hariç diğer deniz unsurları filotilla yapısına
dönüştürülerek ilgili bölgesel komutanlıklara bağlandı. Arktik bölgelerdeki
doğal kaynaklara ilişkin çıkarların korunması için ayrı bir düzenleme üzerinde
çalışılmaktadır. 2006 yılından beri Rus Genelkurmayı Leningrad Askeri
Bölgesi’nden başlayarak Tugay-Kolordu seviyesinde görev kuvvetlerini test
etmeye başladı (Kasyanov, 2006). 2006-2007 döneminde Pskov’daki 76. Hava
İndirme Tümeni, 31. Hava İndirme Tugayı, İvanovo’daki 98. Hava İndirme
Tümeni ve Çeçenistan’daki 42. Motorize Tümeni tamamen profesyonel hale
getirilirken, 106. Hava İndirme Tümeni ise kısmen profesyonel hale getirildi.
Savunma Bakanlığı Rusya’nın 58 bölgesine 24 saat yayın yapan bir radyo ve
televizyon yayını başlattı. Böylece ülke genelinde bir propaganda vasıtası
edinildi.

Rus Silahlı Kuvvetleri modernizasyon ve yeni silah tedarik programlarının ana
hedefi nükleer caydırıcılığın idamesi ile içeride ve dışarıda yapılacak karşı
terör ve özel operasyon yeteneklerinin edinilmesidir. Satınalma programlarının
üç ana unsuru (İsakova, 2006: 30); 

(1) Stratejik nükleer kuvvetler. 
(2) Kalıcı/hazır birliklerin teçhizatı. 
(3) Karşı terör faaliyetlerine angaje olan birliklerin teçhizatıdır. 

  Rus Savunma Bakanlığı, konvansiyonel kuvvetlerinireforma tabi tutarken yoğun   bir şekilde stratejik nükleer kuvvetler ve özel operasyon birliklerine yatırım yapmaktadır.

Uzayda 12 Operasyonel uydusu olan ve 24’e çıkarmayı hedefleyen Rusya, ABD’nin GPS’inden daha iyi bir küresel yönlendirme sistemi için
GLONASS’a özel önem vermektedir. Rus uzaya dayalı gözetleme sistemleri
dünya üzerinde uçan her füzeyi tespit edebilir. Rusya, uzay kuvvetleri ile erken
ikaz kabiliyetini radara dayalı sistemden kurtarmayı hedeflemektedir. 
Rus Silahlı Kuvvetlerine alınacak yeni araç ve teçhizat arasında şunlar
bulunmaktadır (Kohan, 2006);
- Kara Kuvvetleri için 170 modern zırhlı araç; 30 adet T-90 ana
muharebe tankı, 40 adet hafif piyade muharebe aracı, 125 zırhlı muharebe
aracı (BTR 80 ve BTR 90).
- Hava Kuvvetlerine 10 adet yeni Mi-28 ve K-50 helikopteri.
- Modernizasyona tabi tutulanlar; 180 adet T-72 ve T-80 ana muharebe
tankı, 170 adet zırhlı muharebe aracı, 90 adet hafif muharebe aracı, 152 adet
uçak ve helikopter.
- Tedariki planlananlar; gece görüş cihazları, BND-4 yeni zırhlı
personel taşıyıcı, 125 mm. topçu (Kord), makineli tüfekler (Pecheneg).

Rus Nükleer Stratejisi.,

Rusya, ulusal gelirinin yeterli olmaması ve azalan nüfusu nedeni ile daha çok
nükleer caydırıcılığına ağırlık verme eğilimindedir (Krepinevich, 2006: 12).
Bugün Rusya’nın büyük bir güç olarak algılanmasının temelinde –2008 yılında
Gürcistan’a yönelik süratli konvansiyonel başarısına rağmen, kullanılabilirliği
pratikte çok az olmakla birlikte hala elinde tuttuğu nükleer kabiliyetleridir.
Rusya artan bir şekilde caydırıcılık için nükleer silahlara dayanmakta, bir
yandan bu alandaki teknolojisini yenilemeye çalışmaktadır. Rus nükleer
üçlüsünü; stratejik hava, deniz ve yer kuvvetleri oluşturmakta olup,
modernizasyon 2015-2020 yıllarını hedeflemektedir. Rus stratejik caydırma
kuvvetleri 129.000 kişilik personeli ile 15 nükleer denizaltıda yer alan 216
füze ve 30.000 kişilik stratejik füze kuvvetinin kullandığı 570 ICBM’den
oluşmaktadır. Rusya’nın elinde 7.800 kullanıma hazır nükleer başlık (4.400
stratejik, 3.400 taktik) ve 9.000 adet ise depoda veya monte edilebilir nükleer
başlık bulunmaktadır (Halley, 2004).

2003 yılında yayınlanan Rus Savunma Bakanlığı Politika Kağıdı; nükleer
savaşa dikkat çekerek daha önce azaltılan Stratejik Roket Kuvvetleri’nin
gözden geçirilmesine ve SS-27’lerin çoklu savaş başlığına taşımasına vurgu
yapmaktaydı. 2004 yılında Rusya, 6.000 mil menzile sahip ve her biri 10
başlık taşıyan kıtalararası balistik füzelerinin (ICBM) hızını artırmayı öngören
çalışmalarını beyan etti. Gerekçe ise ABD’ye bir mesaj vermek yani füze
savunma sistemlerinden vazgeçirmekti. ABD ve Rusya, her ne kadar en düşük
rakamlarda nükleer silah sahip olma konusunda anlaşmış olsa bile ellerindeki
silahların birbirini tamamen yok etmeye yeteceği ve bunun sarhoş birinin
neden olabileceği bir kaza sonucu da meydana gelebileceği hatırdan
çıkarılmamalıdır.

Örneğin Rus ana denizaltı filosunun Delata IV balistik füze denizaltılarının her
biri 16 MIRV1 çok başlıklı füze taşımaktadır. Bu füzelerin haberleşme sorunu
ya da başka bir nedenle ateşlenmesi halinde; bunların en azının 12’sinin
hedefini bulacağı, 40X3 mil kare genişliğinde bir alanda ölümcül radyasyon
yayarak örneğin New York’da aynı anda üç milyon kişinin ölümüne neden
olacağı hesaplanmaktadır (Forrow, 1998: 1328-9). Rusya’nın stratejik nükleer
kuvvetler kullanımı ile ilgili komuta-kontrol ve erken ikaz problemleri de
bulunmaktadır. 1990’lı yıllarda Rusya, Çin ve ABD arasında birbirilerini
füzelerini hedef almamak konusunda yapılan anlaşmaya rağmen, füzeler birkaç
dakika da birbirini hedef alabilir. (Kay, 2006: 103)

1 MIRV: Multiple Independent Reentry Vehicles)


Yapılan hesaplamalara göre Rusya liderliğinin nükleer silaha başvurması için
sekiz dakikalık bir zamanı olduğu; bunun dört dakikasının yapılan saldırının
nükleer olup olmadığına karar verilmesi, dört dakikasının ise bir misilleme
yapılması ile ilgili karara ayrıldığı ifade edilmektedir. Nükleer ve askeri
modernizasyon harekât konseptlerini ve güvenlik stratejilerini değiştirirken
Rusya ve Çin’i de füzelere ortak karşı tedbir geliştirme de bir araya getirdi.
2004’ün sonuna doğru Rusya stratejik nükleer kuvvetlerinin belkemiği olan üç
uzun menzilli füze sistemi geliştirdi; (1) Topol M’lerin mobil versiyonu. (2)
Denizden atılan Bulava. (3) Yeni yüksek hızlı, manevra kabiliyeti yüksek araç.
Rusya, ABD ile yaptığı (31 Aralık 2012’ye kadar nükleer başlıklarını 1.700-
2.200 seviyesine indirilmesi) anlaşmaya sadık kalarak minimum caydırıcı
nükleer potansiyelini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Rus nükleer stratejisinin
esasları; minimum caydırıcılık, eşitlik yerine denge, asimetrik karşılık,
MITV’lere dönüş ve ABD’nin benzer bir hareketine karşılık Orta Menzilli
Nükleer Kuvvet Anlaşması’ndan tek taraflı olarak çekilmek olarak
değerlendirilmektedir. Rusya, karadan atılan ICBM’ler, denizaltıdan atılan
SLBM’ler ve stratejik füzeleri muhafaza ederken bunarı 2015 yılına kadar
2000 savaş başlığı ile yeniden donatacaktır. Böylece 2045 yılına kadar yeniden
modernizasyon ihtiyacı kalmayacağı değerlendirilmektedir. Nükleer envantere
her biri üç ile altı başlık taşıyan iki yeni füze; karadan atılan Topol-M (SS 27)
ve denizaltıdan atılan Bulava 30 (SS-NX-30) katılacaktır (Babakin, 2006).

Gürcistan Harekâtı Sonrası Rus Ordusu

Gürcistan’a yapılan harekât Rus Ordusundaki eksikliklerini tespit etmek için
bir fırsat oldu. 10 Eylül 2008 tarihinde Duma’da konuşan Savunma Bakanı
Anatoly Serdyukov, Gürcistan harekatı esnasında harekata katılan Kuzey
Kafkasya Bölgesinden 58. Ordunun modern silah ihtiyacının ortaya çıktığını
beyan etti. Savunma Bakanlığı silahlanma programında değişikliğe giderek
yeni silah yerine muharebe destek sistemlerine öncelik verdi. Gürcistan’ın
saldırısının başladığı ilk saatlerde verilen zayiatlar ve 58. Ordu’nun harekete
geçmekte zorlanması ve Gürcü birliklerin yerini tespit etmekte yaşanan
güçlükler bu değişimin nedenleri oldu. Özellikle keşif sistemleri ve insansız
hava araçları yönünden eksiklikler dikkati çekti. Ruslar keşif için Tupolev Tu-
22M3 stratejik bombardıman uçağı göndermek zorunda kaldı. Gürcü Çok
Namlulu Roket (MLRS) silahlarını susturmak için Su-25 jetleri kullanıldı ve
bunların dördü düşürüldü. Böylece Afganistan’dan sonra bir kez daha Su-25
jetlerinin radara yakalanma ve yer hedeflerini tespit zafiyeti ortaya çıktı.
Pek çok savunma sanayi sergisinde gösterisi yapılmış olmasına rağmen Ruslar,
Gürcü topçusu ve karadan havaya füzelerine karşı uygun silahlar bulamadı.
Rus elektronik karşı tedbirlerinin de Gürcü SAM füzeleri, keşif sistemleri,
radarları ve UHV haberleşmesi ile birlik muhaberesini karıştırma ve baskı
altına almada yetersiz olduğu görüldü (Petrov, 2008). Bu sonuçlar Gürcü
ordusunun modern teçhizattan yoksun olduğu bilindiğinden daha da rahatsız
edici oldu. 58. Ordu gereğinden çok fazla zayiat verdi ve teçhizat kaybetti. Rus
Ordusu uzun zamandır önemli problemler yaşamaktadır. Kuzey Kafkasya
Askeri Bölgesi’ndeki ana muharebe tankı olan T-72’lerin gece görüş kabiliyeti
yoktur. Aslında daha sophistike olan T-80-U ve T-90’ların da aynı sorunu
bulunmaktadır. Üstelik tankların üstündeki reaktif zırhların içinde patlayıcı
olmadığından tanksavar silahlarına karşı tepki vermeyeceği bilinmektedir.
Modern orduların aksine Rus tankları taarruz helikopterleri ile
desteklenmemektedir. Rusların tank ve motorlu birlikleri ile helikopter, taarruz
uçakları ve taktik bombardıman birlikleri arasında düzenli bir telsiz
haberleşmesi de bulunmamaktadır. Sonuç olarak Ruslar yıllardır birliklerini ve
ateş sistemlerini entegre edecek bir muharebe destek sistemi eksikliği
çekmektedir. Modern silah sistemleri için de geç kalınmıştır. Bununla beraber
Gürcistan harekatı zafer ile sonuçlandığından Rus Ordusunun bu eksikleri kısa
sürede tamamlaması da beklenmemektedir. Son olarak, Rusya yeni ABD
yönetimi ile Avrupa coğrafyası üzerinde üç konuda pazarlığa hazırlanmaktadır
(Yevseyev, 2008); ABD’nin Avrupa’ya kurduğu füze kalkanı tesisleri, START-2 görüşmeleri ve Avrupa’daki Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması.

SONUÇ

Bağımsız büyük güç olmayı hedefleyen Rusya, geçmişte olduğu gibi Batı ve
Doğu arasındaki çelişkisini halihazırdaki yönetimin hevesleri ile ‘bağımsız
büyük güç’ olma rolü ile aşmaktadır. Bu rol onun stratejik bağımlılık ve daha
büyük bir politik kimliğin altında kalmadan kendi yolunda yürümesini
sağlayacaktır. Öte yandan Rusya, giderek daha fazla oranda ülke dışındaki ve
özellikle eski Sovyet alanındaki imajına ve kendi ‘yumuşak gücü’nün, yani
ekonomik, siyasi ve kültürel cazibesinin geliştirilmesine önem vermektedir.
Yapısal bir krizde olan Rus Ordusu 2003 yılından beri sistemli bir gelişme
dönemine girmiş bulunmaktadır. Ancak, Rusya’nın SSCB döneminden gelen
askeri gücünü koruduğunu söylemek güçtür. Özellikle deniz gücünde ciddi bir
zayıflık söz konusudur. Savunma reformların amacı Rusya’nın karşılaşacağı
küresel, bölgesel ve yerel güvenlik sorunlarına karşı kullanılacak öncelikli ve
gerekli vasıtaları sağlamaktır.

Rusya Federasyonu ve Türkiye, 21. yüzyılın ilk on yılını benzer stratejik
koşullar ile aşmaya çalışmaktadır. Farklı kültür ve coğrafi kapsamlarda da olsa
bir yandan büyük güçler tarafından izole edilme tehlikesi, diğer yandan Doğu
ve Batı kültürü arasında yaşanan çelişkiler iki ülkeyi de daha bağımsız
politikalar ile güçlerini geliştirmeye ve korumaya itmektedir. Şüphesiz Rusya
Federasyonu’nun 20. yüzyıl boyunca edindiği tecrübe, ulaştığı güçlü konum ve
imkânları Türkiye ile kıyaslanamaz ölçüde kendisine avantajlar sağlamaktadır.
Bununla beraber Türkiye’nin bu sıkışık coğrafyada Rusya’dan öğrenebileceği
ve işbirliği yapabileceği pek çok fırsat ta bulunmaktadır. 

    Özellikle enerji denklemleri ve Batı’nın Rusya ile iyi geçinme mecburiyetinde olması Türkiye’yi Rusya ile ilişkilerinde özel bir konuma sokabilir. Rusya’nın
güvenlik ihtiyaçları ve yaklaşımları yanında izleyeceği savunma stratejileri de
bu özel konumu daha anlamlı hale getirecek projeler sunabilir.

KAYNAKÇA

BABAKİN Alexander, The Retaliation Strike Is Unavoidable, Nezavisimoye
Voyennoye Obozreniye, (May 19, 2006).
BBC News, Russian Army Off-Duty Deaths Rise, (November 17, 2004).
BLANK Stephen, Reading Putin’s Military Tea Leaves, The Jamestown
Foundation Eurasian Monitor, (May 19, 2006).
BLUTH Christopher, Russian Military Forces: Ambitions, Capabilities, and
Constraints, in Security Dilemmas in Russia and Euroasia, ed. Roy Allison
and Christopher Bluth, Royal Institute of International Affairs, London 1998.
FORROW Lachlan, Accidential Nuclear War, New England Journal of
Medicine, No.338, 1998.
FRİEDMAN George, The Medvedev Doctrine and American Strategy,
Strategic Forecast Report, (02 Sep 2008).
GILES Keir, Russian Regional Commands, Conflict Studies Research Centre,
London, 2006)
HALLEY David, Russia Seeks Safety in Nuclear Arms, Los Angeles Times,
(December 4, 2004).
International Institute of Strategic Studies: Strategic Survey 2003-2004: An
Evaluation and Forecast of World Affairs, Oxford University Press, Oxford,2004.
ISAKOVA Irina, Russian Defense Reforms: Current Trends, Strategic Studies
Institute, US Army War College, Carlisle PA, 2006.
Soğuk Savaş Sonrası Rusya Federasyonu Güvenlik Ve Savunma Anlayışı
Journal of Strategic Studies 99 1 (3), 2009, 79-9 9
ISAKOVA Irina, The Russian Defense Reform, Central Asia-Caucasus
Institute & Silk Road Studies Program, China and Eurasia Forum Quarterly,
Volume 5, No. 1, 2007.
KASYANOV Georgyi, Discharged Generals Lead Military Reform,
Nezavisimoye Voyennoye Obozreniye, (March 17, 2006).
KAY Sean, Global Security in the Twenty-First Century, Rowman&Littlefield
Publishers Inc., Maryland, 2006.
KOHAN Nikita, For Providing A Secure Parity, www.oborona.ru (26 Şubat 2006).
KOLT George, Rooots of Russian National Security, Edt. Michael H.
Crutcher: “Russain National Secuity Perceptions, Policies, and Prospects”, US
Army War College, Carlisle, 2001.
KORTUNOV Andrei, What is the Russian National Security Community?,
Edt. Michael H. Crutcher: “Russain National Secuity Perceptions, Policies, and
Prospects”, US Army War College, Carlisle, 2001.
KREPINEVICH Andrew, Strategic Shocks, Center For Strategic and
Budgetary Assessments, Washington D.C., 2006.
ÖZDAĞ Ümit, Rusya’nın Yeni Stratejisi ve Türkiye, Yeniçağ Gazetesi, (11-12 Ocak 2007).
PETROV Nikita, Special for RIA Novosti, Moscow News, (December 4, 2008).
PUTİN’in Federal Meclise 10 Mayıs 2006 tarihinde yaptığı konuşma.
www.president.ru
WEBSTER William, Russian Organized Crime, Center for International
Strategic Studies, (Washington D.C., 2002).
YEVSEYEV Vladimir, End-Of-Year Non-Summit Of The CIS, Institute of
World Economy and International Relations, Moscow, 2008.
YOUROUKOV Plamen, New Russian Imperialists Wield Energy Weapon, Defense News, (April 12, 2008).


***

31 Ağustos 2019 Cumartesi

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 5

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 5




Adil Ticaret veya RugMark gibi etiketleme sistemleri genel itibariyle birtakım iyi şeyler yapıyor olabilir, fakat bu etiketlerin ne kadar bilgilendirici olduğunu ve 
muhtemel etkilerinin boyutunu sorgulamalıyız. Ayrıca, NGO’ların başını çektiği çabalar, kurumsal sosyal sorumlulukların bir ileriki aşamasıdır. Nihayetinde, şir-
ketleri motive eden bilançolarındaki kâr hanesidir. Şirketler müşterilerinin takdirlerini kazanacaksa, sosyal ve çevresel projelere para yatırma hususunda istekli olurlar. Ancak ne şirketlerin güdüleri ile toplumun güdülerinin genel olarak uyumlu olduğunu varsayabiliriz, ne de şirketlerin sosyal amaçlı faaliyetlere yönelik gönüllülüğünü abartmalıyız. 

Etiketleme ve diğer pazar-odaklı yaklaşımlara yönelik en temel itiraz, bu yaklaşımların standart-belirlemenin sosyal boyutunu görmezden geldiği şeklindedir.

Örneğin, sağlık ve güvenlik tehlikelerine karşı alışılagelmiş yaklaşım etiketlemeyi değil, standardı gerektirir. Eğer etiketleme sistemi çok iyi işliyorsa, neden bu meseleleri de insanların ne kadar risk almak istediklerine kendilerinin karar vermesini sağlayarak aynı şekilde halletmiyoruz? Bildiğim kadarıyla, liberal ekonomistler bile kurşun boyası içeren Çin yapımı oyuncaklarla mücadele etmenin en iyi yolunun, bu oyuncakları belirsiz ve yüksek kurşun içerikli şeklinde etiketlemek ve tüketicilere kendi tercihlerini ve sağlık-fiyat unsurlarını dikkate alarak seçim hakkı tanımak şeklinde bir öneride bulunmadı. İçgüdülerimiz ise bunun yerine bizi, daha fazla düzenleme yapılmasına ve mevcut standartların daha iyi uygulanmasına yöneltiyor. Amerika’daki oyuncak sanayi bile Amerika’da satılan tüm oyuncakların zorunlu güvenlik testi standartlarına tabi tutulmasını federal hükümetten talep etti.22 

Bu tür durumlarda birçok nedenden dolayı hükümet odaklı ve yeknesak standartları tercih ederiz. Tüketicilerin doğru seçimleri yapacak yeterli bilgileri veya ellerindeki bilgiyle süreci takip edebilecek kapasiteleri olduğu konusunda kuşku duyabiliriz. Bireysel tercihlerin yanı sıra sosyal amaçlar ve normların önemine inanabiliriz. 
Her ne kadar içimizde fiyatın kölesi olma heveslisi birtakım insanlar bulunmakta ise de, bir toplum olarak onlara bu konuda izin vermemiz pek mümkün 
gözükmüyor. Nihayetinde, kendi yüksek çıkarlarını düşünen bireyler toplumun geri kalanı için sorunlar oluşturabilir ve bu nedenle bu bireylerin seçim özgürlüğünün sınırlanması gerekebilir. Uzak durulması gereken varlıklara yatırım yapmış bankaların veya çalışma şartları kötü işyerlerinin diğer insanlara yönelik oluşturacağı kargaşayı tekrar bir düşünün. 

Bu sebepler, sağlık ve güvenlik risklerine uygulandığı kadar sosyal ve ekonomik konulara da uygulanır. Dolayısıyla, etiketleme ve sertifikasyonun küresel ekonominin ortaya çıkardığı yönetişim sorunlarıyla başa çıkılmasında çok sınırlı bir rol oynayabileceği belirtiliyor. 

Küresel yönetişimin sınırları. Küresel yönetişim, yukarıda belirtilen sorunları çözme noktasında çok sınırlı bir etkiye sahiptir. Tercihler, olaylar ve kapasiteler 
bağlamında farklı toplumlar arasındaki derin ayrılıklar üzerine kurulu sorunlarla uğraşıyoruz. Teknik düzeltmeler sorunu çözmüyor. Düzenleyici ağlar, pazar-odaklı çözümler, kurumsal sosyal sorumluluk ile uluslararası karşılıklı görüşmelerden hiçbirisi sorunu çözmüyor. En iyimser görüşle, bu yeni yönetişim modelleri sadece küresel yönetişim umudunu canlı tutuyor. Sunulan çözümlerin aşırı-küreselleşmiş dünya ekonomisinin ağırlığını taşıyamadıkları çok açık. Zira, dünya tek bir siyasal toplum boyutuna sıkıştırılamayacak ölçüde çok çeşitlidir. 

Kurşun boyalı oyuncak olayında, pek çok kişi en kesin ve doğru çözümün ulusal standartların devam etmesi olduğunu söyleyebilir. Amerika, kendi sağlık ve güvenlik standartlarını belirlemeli ve sadece bu standartları karşılayan oyuncakların ithalatına izin vermelidir. Eğer diğer ülkeler başka standartlar uygulamak isterlerse veya pratik nedenlerle Amerika standartlarının aynısını uygulayamazlarsa, bu ülkeler de benzer şekilde kendi standartlarını belirleme hakkına sahip olmalılar. 
Ancak bu ülkeler, Amerikan standartlarını karşılamadığı müddetçe ürünlerini serbestçe Amerika’ya ihraç etmeyi beklememelidir. Bu yaklaşım, ülke açısından maliyetli sonuçlara yol açsa da ülkeye kendi düzenlemelerini muhafaza etme imkanı veriyor. 

Aynı prensibi finansal düzenlemelere, işçi standartlarına veya ulusal standartlardaki farklılıklardan kaynaklanan diğer ihtilaf alanlarına uygulayamaz mıyız? 

Evet, yapabiliriz ve yapmalıyız. 

Küreselleşme ve Kimliklerin Canlanması 

Nick Hornby’nin 2009 yılındaki “Juliet, Naked” adlı komik hikayesinin ana karakterlerinden Duncan, Tucker Crowe adında anlaşılması güç ve toplumdan 
izole bir Amerikan rak müzik sanatçısını saplantı haline getirir. Dunkan’ın hayatı Crowe’un etrafında döner: Onun hakkında dersler verir, toplantılar ile kongreler 
organize eder ve bu büyük adam üzerine yayımlanmamış bir kitap yazar. İlk başlarda, Dunkan’ın etrafında bu tutkusunu paylaşabileceği birkaç insan vardır. En yakın Tucker Crowe hayranı 60 mil uzakta yaşamaktadır ve Duncan onunla yılda sadece bir veya iki defa buluşabilmektedir. Sonra internet ortaya çıkar. Duncan bir internet sitesi kurar ve dünya çapına yayılmış aynı derecede tutkulu yüzlerce Tucker Crowe hayranı ile iletişime geçer. Hornby’nin yazdığı üzere, “artık en yakın hayranlar Duncanın dizüstü bilgisayarında yaşamaktadır” ve Duncan her an onlarla konuşabilmektedir.23 

Yeni bilgi ve iletişim teknolojileri, sıradan insanları ortak ilgi alanları etrafında bir araya getiriyor ki Peter Singer ve Amatya Sen’in de dahil olduğu akademisyenler bu yolla dünyanın küçüleceğini umuyor. Bu küresel ağlar sayesinde, yerel bağlar daha önemsiz hale gelirken, uluslararası ahlaki ve siyasal topluluklar daha da büyüyor. 

Acaba gerçekten öyle mi? 

Her ne kadar Duncan’ın hikayesi tanıdık gelse de (internet sayesinde hayatlarımızda benzer dönüşümler hep oluyor), bize tüm meseleyi açıklamıyor. Küresel etkileşim gerçekten yerel ve ulusal kimlikleri aşındırıyor mu? Gerçek hayattan kesitler çok farklı ve oldukça şaşırtıcı sonuçlar ortaya koymaktadır. 

Mesela Netville olayını düşünelim. 

1990’ların ortasında Toronto’nun banliyölerindeki yeni bir ev geliştirme projesi ilginç bir deneye sahne oldu. Kanada’daki bu evler baştan aşağı son model teknoloji iletişim altyapısı ile inşa edildi ve yeni internet teknolojileri ile donatıldı. Netville sakinlerinin yüksek hızda internete, görüntülü telefona, çevrimiçi (on-line) müzik kutusuna, çevrimiçi (on-line) sağlık hizmetlerine, tartışma forumlarına ve eğlence ile eğitim uygulamalarına ulaşma imkanları vardı.24 

Bu üst düzey teknoloji, şehri küresel vatandaş yetiştirmek için ideal bir ortam haline getirdi. Netville sakinleri uzak mesafelerin baskısından kurtuldu. Onlar 
dünyadaki herhangi bir kişi ile komşuları imişcesine iletişime geçebiliyor, kendi küresel bağlarını oluşturuyor ve siber uzayda sanal topluluklara katılabiliyordu. 
Gözlemcilerin beklentisi, bu kişilerin kimliklerini ve menfaatlerini yerel ölçekten ziyade küresel ölçekte tanımlamaya başlamalarıydı. 

Ancak, gerçekte ortaya çıkan sonuç çok farklıydı. Servis sağlayıcısı, teknik sorunları gerekçe göstererek bazı evleri internet bağlantısız bıraktı. Bu da araştırmacıların internet bağlantısı olan ile internet bağlantısı olmayan sakinleri karşılaştırmasına ve internet bağlantısı olmanın ortaya çıkardığı sonuçlarla ilgili 
tespitlere ulaşılmasına imkan sağladı. İnternet bağlantısı olan insanlar bırakın yerel bağlarının aşınmasını, mevcut yerel sosyal ilişkilerini daha da güçlendirdi. İnternet bağlantısı olan sakinler, internet bağlantısı olmayan sakinlere göre komşularının daha çok farkına vardılar, onlarla daha sık konuştular, onları daha fazla ziyaret ettiler, daha fazla yerel telefon araması yaptılar. İnternet bağlantısı olan sakinler, yerel organizasyonlar yapmaya ve ortak problemlerle ilgili toplumu bir araya getirmeye daha fazla eğilim gösterdiler. Bu sakinler, bilgisayar ağlarını barbekü partileri organize etmekten yerel çocuklara ödevlerinde yardımcı olmaya kadar bir dizi sosyal aktivite için kullandılar. Bir oturanın söylediği üzere Netvill’de “birçok toplulukta göremeyeceğiniz ölçüde bir yakınlık” ortaya çıktı. Küresel bağlılık ve ağları arttırması beklenen ortam, bunun yerine yerel sosyal ilişkileri güçlendirdi. 

Bilgi ve iletişim teknolojileri ne kadar gelişirse gelişsin, bunların bizi küresel bilinç ve uluslararası siyasal topluluklar haline getireceğini zannetmemeliyiz. Mesafeler önemlidir. Yerel bağlarımız hâlen büyük ölçüde bizi ve menfaatlerimizi belirliyor. 

Dünya Değerler Araştırması dünya genelindeki bireylerin davranışlarını ve bağlılıklarını periyodik olarak ölçüyor. Geçenlerdeki bir ankette 55 ülkeden insanlara yerel, ulusal ve küresel kimliklerinin güçlülüğü konusunda sorular yöneltildi. Dünya genelinde sonuçlar benzer idi ve çok öğretici oldu. Anketler gösterdi ki, ulus devlete bağlılık diğer bütün kimliklerden ağır basıyor. İnsanlar kendilerini öncelikle mensup oldukları ülkenin vatandaşı, daha sonra yerel topluluğun bir üyesi ve en sonra “küresel vatandaş” olarak görüyor. İnsanların kendilerini ülkelerinden ziyade dünya ile tanımladığı tek istisna ise, şiddetin hakim olduğu Kolombiya ve küçücük bir ülke olan Andora oldu.25 

Bu araştırmalar, elitler (seçkinler) ve halkın geri kalanı arasındaki önemli uçurumu gözler önüne seriyor. Güçlü küresel vatandaşlık duygusu, refah ve eğitim seviyesi yüksek bireylerle sınırlı kalma eğilimi gösteriyor. Bu durumun tersine, ulus devlete bağlılık ise genel olarak alt seviyedeki sosyal sınıf bireylerinde daha güçlüdür. (ve buna bağlı olarak küresel kimlikler daha zayıftır) Muhtemelen bu bölünme o kadar da şaşırtıcı değildir. Zira, nitelikli profesyoneller ve yatırımcılar ortaya çıkan küresel fırsatlardan en çok faydalanan kesim olmaktadır. Ulus devlet ve ulus devletin ne yaptığı, küresel fırsatlardan nemalanan insanlara göre daha az vasıflı ve yerel boyutta çalışan insanlar için daha fazla anlam ifade ediyor. Bu fırsat eşitsizliği ise küresel yönetişim fikrinin karanlık bir yüzünü ortaya çıkarıyor. Bu nedenle, uluslararası siyasal toplumların inşası, küreselleşmiş elitlerin büyük ölçüde kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri bir projedir. 

Küresel Yönetişim Değilse, Ne Olacak? 

Yeni küresel yönetişim biçimleri etkileyici ve daha çok geliştirilmeyi hak ediyor, fakat sonuçta küresel yönetişim biçimlerinin birtakım temel sınırlılıkları var: siyasal kimlikler ve mensubiyetler hâlen ulus devlet etrafında şekilleniyor; siyasal topluluklar küresel ölçekten ziyade ulusal ölçekte oluşuyor; gerçek anlamda küresel normlar sadece birkaç konuda ortaya çıkıyor; ve gerçekleşmesi istenen kurumsal yapılanma konusunda dünya çapında temel görüş ayrılıkları mevcut. Yeni uluslararası mekanizmalar bazı ihtilafların şiddetini hafifletebilir, fakat bunlar gerçek yönetişimin yerini alabilecek şeyler değil. Tüm bunlar ise kapsamlı bir ekonomik küreselleşmenin temelinin oluşturulması için yetersiz kalmaktadır. 

Dünyanın siyasal bölünmüşlüğünü bir gerçeklik olarak kabul etmemiz ve bazı zor seçimler yapmamız gerekiyor. Bir ülkenin haklarının ve sorumluluklarının nerede bittiği ile diğer bir ülkenin haklarının ve sorumluluklarının nerede başladığını açık şekilde ortaya koymalıyız. Ulus devletlerin rolünü geçiştiremeyiz. Küresel siyasal bir toplumun doğuşuna tanıklık ediyoruz zannıyla da hareket edemeyiz. İtiraf ve kabul etmeliyiz ki; bölünmüş bir siyasi yapı içeren küreselleşmenin sınırlılıkları vardır. Küresel düzenlemenin uygulanabilirliği, küreselleşmenin arzu edilen seviyelerde olmasını engelliyor. 

Aşırı-küreselleşmenin başarılı olması mümkün değil ve dolayısıyla bu olacakmış gibi yapamayız. 

Sonuç olarak, bu tür gerçekçi bir yaklaşım bizi daha sağlıklı ve daha sürdürülebilir bir dünya düzenine götürebilir. 

Kaynakça ve Alıntılar;

1- Bu makale küçük değişikliklerle yazarın “ The Globalization Paradox:Democracy and Future of The World Economy ” (Norton, New York, 2011) kitabının 10 uncu bölümünden yazar tarafından 21. Yüzyıl’da Sosyal Bilimler dergisi için yapılan ekler ile yayına hazırlanmıştır. 
2-Sırasıyla Afrika Kalkınma Bankası (ADB) ve Dünya Turizm (Ticaret değil) Örgütü (WTO) 
* Çevirmen notu: VoxEU, Ekonomi Politikaları Araştırma Merkezi’nin (www.CEPR.org) ulusal sitelerden oluşan bir konsorsiyum ile birlikte kurduğu ekonomi odaklı politika portalıdır. 
3- Bakınız http://voxeu.org/index.php?q=node/2544. 
4- Bakınız Jeffrey Garten, “The Case for a Global Central Bank,” Yale School of Management, gönderim tarihi 21 Eylül 2009, http://mba.yale.edu/news_events/CMS/Articles/6958.shtml. 
5- Carmen Reinhart-Kenneth Rogoff, “Regulation Should Be International,” Financial Times, 18 Kasım 2008, 
http://www.ft.com/cms/s/0/983724fc-b589-11dd-ab71-0000779fd18c.html?nclick_check=1 
6- David Epstein-Sharyn O’Halloran, Delegating Powers: A Transaction Cost Politics Approach to Policy Making under 
Separate Powers, Cambridge University Press, Cambridge -New York, 1999. 
7-Anne-Marie Slaughter, A New World Order, Princeton University Press, Princeton-Oxford, 2004. 
* Çevirmen notu: Sosyal içerme, bir diğer ifadesiyle sosyal bütünleşme; “yoksulluk riskiyle ve toplumsal dışlanma ile karşı karşıya olanların ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşama bütünüyle katılmaları ve içinde yaşadıkları toplumda normal kabul edilen yaşam ve refah standartlarından yararlanmaları için gereken fırsat ve kaynakları kazanmalarını sağlayan süreç” olarak tanımlanmaktadır. 
8- John G. Ruggie, Reconstituting the Global Public Domain — Issues, Actors, and Practices,” European Journal of International Relations, c. 10, 2004, s. 499-531. 
9- Uluslararası hukukta, küresel bir hükümet olmaksızın küresel boyutta etkili yasa kuralları yapmanın ve bunları uygulamanın mümkün olup olmadığı 
şeklinde paralel bir tartışma bulunmaktadır. Örnek için bakınız Jeffrey L. Dunoff - Joel P. Trachtman, eds., Ruling the World?: Constitutionalism, International 
Law, and Global Governance, Cambridge University Press, Cambridge-New York, 2009; Eric Posner, The Perils of Global Legalism, University of Chicago Press, 
Chicago, 2009 (Anne-Marie Slaughter’in daha önce atıf yapılan çalışmasına ek olarak) “Küresel kanun” fikrine karşılık olarak Posner, yasal kuruluşlar 
(yasa koyucu, yürütme ve yargı) olmaksızın hukukun davranışları kontrol altına alamayacağını kısa ve öz bir şekilde ifade etmektedir. 
10- Joshua Cohen–Charles F. Sabel, “Global Democracy?” International Law and Politics, c. 37, 2005, s. 779. 
11- Cohen-Sabel, 2005, p. 796. 
12- Peter Singer, One World: The Ethics of Globalization, Yale Uni. Press, New Haven,2002, s. 12. 
13- Amartya Sen, Identity and Violence: The Illusion of Destiny, W.W. Norton, New York, 2006. 
14- Amartya Sen, The Idea of Justice, Harvard University Press, Cambridge, MA, 2009, p. 143. 
15- Bakınız Cohen-Sabel, 2005; Charles F. Sabel-Jonathan Zeitlin, “Learning from Difference: The New Architecture 
of Experimentalist Governance in the EU,” European Law Journal, c. 14, no. 3, Mayıs 2008, s. 271-327. 
16- Stephen Castle, “Compromise With Britain Paves Way to Finance Rules in Europe,” New York Times, 2 Aralık 2009, 
(http://www.nytimes.com/2009/12/03/business/global/03eubank.html?_r=1&sudsredirect=true). 
17- Yunanistan AB üyesi olmasının yanı sıra diğer iki ülkeden farklı olarak Avro bölgesi üyesi de olduğundan Yunanistan’ın IMF’ye yönlendirilmesi kararı AB açısından çelişkili bir durum ortaya çıkardı. Nihayetinde, Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy ve Avrupa Merkez Bankası Bankası Jean-Claude Trichet’in bu konudaki muhalefetine rağmen, ısrarcı tutumu neticesinde Almanya Başbakanı Angela Merkel’in dediği oldu. 
18- Bakınız “After Severe Recession, Stabilization in Latvia,” IMF Survey online, 18 Şubat 2010, 
http://www.imf.org/external/pubs/ft/survey/so/2010/CAR021810A.htm. 
19- Uluslararası anlaşmaları müzakere eden ulusal düzenleyicilerin elbette kendi menfaatleri vardır ve dolayısıyla uluslararası anlaşmalara kısmen iç politik baskıyı dengelemek adına girmektedirler. Bakınız David Andrew 
Singer, Regulating Capital: Setting Standards for the International Financial System, Cornell University Press, Ithaca, N.Y., 2007. 
20- Colleen E.H. Berndt, “Is Fair Trade in Coffee Production Fair and Useful? Evidence from Costa Rica and Guatemala and Implications for Policy,” Mercatus Policy Series, Policy Comment No. 11, George Mason University, Haziran 2007. 
21- Andrew Chambers, “Not so Fair Trade,” The Guardian, 12 Aralık 2009. 
(http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2009/dec/12/fair-trade-fairtrade-kitkat-farmers). 
22- Bakınız “Toy Makers Seek Standards for U.S. Safety,” New York Times, September 7, 2007 
http://www.nytimes.com/2007/09/07/business/07toys.html?_r=2. 
23- Nick Hornby, Juliet, Naked, Penguin, New York, 2009. 
24- Bu anlatım şu çalışmaya dayanmaktadır: Keith Hampton, “Netville: Community on and Offline in a Wired Suburb,” in Stephen Graham, ed., The Cybercities Reader, Routledge, London, 2004, 256-262. Bu atıf şu 
çalışmadan alınmıştır: Nicholas A. Christakis-James H. Fowler, Connected: The Surprising Power of Our Social Networks and How They Shape Our Lives, Little, Brown, New York, 2009. 
25- Burada özetlenen bilgi Dünya Değerler Araştırması veri bankasındandır; 
http://www.worldvaluessurvey.org/services/index.html. 



***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 4

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 4



Bununla birlikte, tüketicilerin tercihleri de değişebilir. Her birimizin standartlara veya düşük fiyat gibi ortaya çıkan başka faydalara yüklediği önem muhtemelen 
farklıdır. Siz “çocuk işçi kullanılmamıştır” sertifikası bulunan kıyafete fazladan 2 dolar vermek isteyebilirsiniz, fakat ben o kıyafete 1 dolardan fazla ödemek istemeyebilirim. 
Ben yatırım felsefem itibariyle daha muhafazakar iken, siz bir menkul kıymetten daha fazla gelir elde etmek için ekstra risk almak isteyebilirsiniz. 
Birtakım insanlar fiyat olarak çok fark ediyorsa kurşun boyalı oyuncak almak isteyebilirken, diğerleri bunun iğrenç olduğunu düşünebilir. Bu nedenle, her standart aynı şekilde uygulanırsa kazananlar ve kaybedenler ortaya çıkarmaktadır. 

Bu üç soruna nasıl cevap vereceğiz? Görmezden gelinemeyecek ölçüde büyüyünceye kadar bu sorunlara aldırmamak bir seçenek olabilir. Birçok nedenden ötürü bu seçeneği tercih edebiliriz. İlk olarak, ihraç eden ülkede uygulanan standarda güvenebiliriz. Amerika’daki kredi derecelendirme kuruluşları muhtemelen bu alanda dünyadakilerin en iyileri, dolayısıyla neden bir ülke AAA dereceli Amerikan tahvillerini almaktan endişe etsin ki? Çin’in kurşuna ilişkin düzenlemeleri kağıt üstünde Amerika’dan daha katı, dolayısıyla neden Çin yapımı oyuncakların sağlığa zararları hususunda endişe edilsin ki? İkinci olarak, yabancı ülkelerdeki standartların ve düzenlemelerin bizi ilgilendirmediğini düşünebiliriz. Zira, alıcılarbir ürünü isterlerse alır veya almaktan kaçınır. Üçüncü olarak, tıpkı ülkeler arasındaki verimlilik ve beceri farklılıkları gibi düzenleyici standartların da karşılaştırmalı bir avantaj kaynağı –ve bu yüzden ticaretin bir getirisi- olduğunu hakikaten düşünebiliriz. Eğer esnek işçi standartları Endonezya’nın bize daha ucuz mal satmasına imkan veriyorsa, bu da küreselleşmenin sadece bir diğer faydası olarak görülebilir. 

Bu tür dar görüşlü tezler, küresel ekonominin etkililiğini zayıflatmakta ve sonuçta onun meşruiyetini sarsmaktadır. Yukarıdaki sorunlar meşru birtakım endişeleri ortaya çıkarıyor ve ciddi cevapları hak ediyor. Bu nedenle, birtakım ihtimaller üzerinde durmak gerekiyor. 

Küresel standartlar. Tüm ülkeler tarafından uyulması zorunlu küresel standartların olmasını isteyebiliriz. Bütün üreticiler tarafından temel işçi standartlarına uyulmasını, bir dizi ortak banka düzenlemelerinin olmasını ve ürün güvenlik kurallarının yeknesaklaştırılmasını talep edebiliriz. İşte bu, küresel yönetişimin mükemmel çözümüdür. Birçok alanda bu tür bir yaklaşıma doğru kayıyoruz, fakat görüldüğü üzere bu yolda hâlen önemli engeller mevcut. Öyle ki, ülkelerin ortak standartlar üzerinde uzlaşabilmesi pek mümkün görünmemektedir ve bu konuda ülkelerin çoğu zaman kendilerine göre haklı gerekçeleri vardır. 

İşçi standartları bu konudaki en basit örnektir. Zengin ülkelerin çocuk işçilere ilişkin kısıtlamalarının gelişmekte olan ülkelere uymadığı olduğu şeklindeki tez, 
bu konuda küresel mutabakatın (konsensüsün) ortaya çıkmasını engellemekte dir. Zengin ülkelerdeki aktivistlerin itiraz ettiği çocuk işçiliği, çoğu kez yoksulluğun kaçınılmaz bir sonucudur. Bu yaştaki çocukların fabrikalarda çalışmasının engellenmesi, bu çocukların okula gitmeyip daha da iğrenç olan ticarete (fahişelik gibi) konu olmalarına yol açacaksa, genç yaştaki bu çocukların fabrikalarda çalışmasını engellemek faydadan çok zarar getirebilir. Homojenleştirme karşıtı bu düşünce, günlük azami çalışma saatleri veya asgari ücret gibi işçilere ilişkin diğer düzenlemeler için de geçerlidir. Daha açık anlatımla, ayrımcılık yapmama ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel insan hakları ihlal edilmedikçe, ülkeler kendi durumlarına ve sosyal tercihlerine en iyi şekilde uyan çalışma standartlarını seçmekte serbest olmalılar. Ortak standartlar, her ne kadar ithal ürünlerin zengin ülkelere kabulüne olanak sağlasa da maliyetlidir. 

Aynı durum, finansal düzenleme alanı için de doğrudur. Amerika için “güvenli” olan, Fransa ve Almanya için “yeterince güvenli” olmayabilir. Amerika, finansal 
yenilik adına diğer iki ülkeye göre daha fazla riski rahatça alabilir. Diğer taraftan Amerika, bir önlem olarak bankalarına Fransa ve Alman politika yapıcılarının gerekli gördüğünden daha yüksek sermaye yükümlülüğünü şart koşabilir. Her birdurum için şu veya bu muhakkak doğru veya diğeri yanlış diye bir şey yok. Ülkelerin farklı görüşleri vardır, çünkü ülkelerin farklı tercihleri ve koşulları söz konusudur. 

Ürün güvenlik kuralları, ortak bir standart oluşturmak açısından en kolay alanolarak gözüküyor, ancak bu noktada da önemli engeller söz konusudur. Öncelikle Çin’deki kurşun boya standartlarının gerçekten katı olduğunun farkında olmak gerek. Sorun kağıt üzerindeki standart farklılığından değil, uygulamadaki standart farklılığından kaynaklanıyor. Birçok gelişmekte olan ülkede olduğu üzere, Çin hükümetinin ürün standartlarını uygulama ve denetleme noktasında aksaklığı var. 

Bu zorluklar genellikle uygulama isteksizliğinden değil, idari kapasite, insan kaynağı ve finansal sınırlılıktan ortaya çıkan beceri eksikliğinden kaynaklanıyor. Hiçbir küresel standart bu temel gerçeği değiştiremez. Slaughter’in iddia ettiği üzere, küresel ağlar içinde yer almak suretiyle bilgi paylaşımın gerçekleşmesi ve en iyi uygulamaların transfer edilmesinin sağlanması, Çinli düzenleyicilerin kendilerini geliştirmesine yardımcı olabilir. Ancak bunun hemen olmasını beklememek gerek. Zira, ülke içi kurumların gelişmesi, genellikle yabancıların üzerinde az etkili olabildiği, zaman alan ve uzun bir süreçtir. 

Ülkeler küresel standartlar konusunda anlaşsalar bile, yanlış birtakım düzenlemeler üzerinde mutabakat sağlamış olabilir. Küresel finans bu noktada uygun bir örnektir. Küresel banka düzenleyicilerden oluşan Banka Denetimine İlişkin Basel Komitesi, uluslararası finansal işbirliğinin en yüksek aşaması olarak genel kabul görür, fakat bu Komite büyük ölçüde yetersiz uygulamalar ortaya koydu.19 Birinci grup tavsiyeler (Basel I) riskli kısa dönem borç almayı cesaretlendirdi ve dolayısıyla Asya finansal krizinin başlamasında rol oynamış olabilir. İkinci grup tavsiyeler (Basel II), sermaye yükümlülükleri için riskleri ölçen kredi derecelendirme kuruluşlarına ve bankaların kendi modellerine güvendi, ancak son yaşanan finansal kriz ışığında bunun da büyük ölçüde uygun olmadığı görüldü. Basel Komitesinin standartları, bir bankanın işlemlerinin bir bütün olarak sistemin nakde çevrilebilirliği üzerinde doğurduğu riskleri görmezden gelmek suretiyle hiç değilse sistemik riskleri büyüttü. 

Farklı düzenleme yaklaşımları çerçevesinde ortaya çıkan bu büyük belirsizlik ışığında, yan yana gelişecek çeşitli düzenleyici modellere izin 
vermek daha iyi olabilir. 

Pazar-odaklı çözümler. Daha piyasa dostu bir alternatif de mevcut. Bu alternatif, küresel standartlara bağlı kalmak yerine, bilgi odaklı bir yaklaşımı gerektiriyor. 
Eğer malların ve hizmetlerin hangi standartlara göre üretildiği bilgisini ithalatçılara sağlayabilirsek, her alıcı kendi durumuna en uygun düşen kararı alabilir. 

Çocuk işçileri düşünelim mesela. Tüketicilerin çocuk işçi kullanılarak üretilen ithal mallar ile çocuk işçi kullanılmayarak üretilen ithal mallar arasında ayrım yapmasına imkan sağlayan bir sertifikasyon ve etiketleme sistemi tasavvur edebiliriz.Şu an için yürürlükte olan birçok etiketleme sistemi var. Örneğin, uluslararası hükümet-dışı bir kuruluş olan RugMark, Hindistan ve Nepal’de üretilen halılarda çocuk işçi kullanılmadığına ilişkin sertifika düzenliyor. Büyük ihtimalle çocuk işçi kullanılmayan malları üretmek daha maliyetli ve daha pahalıdır. Tüketiciler almak istedikleri ürün aracılığıyla tercihlerini belli etmiş olurlar. Çocuk işçi kullanılmasına karşı olanlar, ekstra para ödeyerek etiketli ürünleri satın alabilirken, diğer insanlar daha ucuz olan ürünü almakta serbest olurlar. Etiketlemenin güzel tarafı, ithal edilen ülkedeki herkes üzerinde ortak bir standardı dayatmamasıdır. Eğer pahaca düşük olan benim için yeterli ise, başkalarının yüksek standardı için fazla ödeme yapmak zorunda değilim. 

Bu çözüm, küresel yönetişimden fazla bir şey beklemediği için uygun gözükebilir. Ayrıca bu çözümün anlam ifade edeceği belli alanlar olabilir. Ancak yine de bu, genele yönelik bir çözüm olarak yetersiz kalmaktadır. 

Son yaşanan finansal krize kadar, kredi derecelendirme kuruluşlarını başarılı bir etiketleme mekanizması olarak düşünmüştük. Bu kuruluşlar esasen etiketleme 
sisteminin olması gerektiği gibi işlev görüyordu. Risk almak istemiyorsanız, kendinizi AAA seviyesinde olan düşük getirili bir menkul kıymetle sınırlı tutarsınız. 

Eğer daha fazla kazanç istiyorsanız, daha yüksek risk almak pahasına düşük dereceli menkul kıymetlere yatırım yapabilirsiniz. Bu derecelendirmeler esasen yatırımcıların risk şemasında nerede olmalarına karar vermelerine imkan sağlıyor. Böylece, hükümetin portföy kararlarını çok yakından idare etmesine gerek kalmıyor. 

Geçmiş süreçte, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından aktarılan derecelendirme bilgilerinin göründüğü kadar anlamlı olmadığını öğrendik. Sadece şirketler tarafından menkul kıymetlerini değerlendiren kredi derecelendirme kuruluşlarına verilen paralardan ötürü değil, birçok değişik nedenden ötürü, “uzak durulması gereken” varlıklar en yüksek dereceli kategorisinde yer almış. Birçok yatırımcının bundan dolayı başı yandı, çünkü bu kişiler yapılan bu derecelendirmeleri ciddiye almıştı. Sonuç itibariyle, bilgilendirme amaçlı olan bu piyasa çok kötü işledi. 

Kusurlu derecelendirmelerin maliyeti sadece yatırımcılara değil, genel olarak tüm topluma yansıdı. İşte bu, sistemik riskin getirdiği bir sorundu: büyük ve sanal olarak gelişmiş kuruluşlar iflas edince, kendileri ile beraber bütün sistemi tehdit ediyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının hatası, uzak durulması gereken menkul kıymetleri alanların ötesinde sonuçlar doğurdu. 

Aslına bakılırsa her etiketleme sistemi üst seviyede bir yönetişim sorununu ortaya çıkarıyor: Sertifikacılar kime karşı sorumlu veya bu sertifikacıları kim sertifikalıyor? 

Kredi derecelendirme sistemi finansal piyasalarda kötü işledi, çünkü kredi derecelendirme kuruluşları gelirlerini maksimize etti ve güvene dayalı toplumsal 
görevlerini ihmal ettiler. Karmaşık bir yönetişim sorunu, asıl amaçları toplumunkiyle uyuşmayan kâr amaçlı özel kuruluşlara tevdi edilmek suretiyle sözde “çözülmüştü”. 

Etiketleme ile ilgili sorun, çeşitli hükümet-dışı kuruluşların (NGOs) ve özel şirketlerin beraber hareket ederek hükümetle çıkmaza giren işçi ve çevre standartları konusu daha az ciddi değildir. Her bir tarafın kendi gündemi var, bu da etiketleme mevzuunun çok belirsiz olması sonucunu doğuruyor. Örneğin, “adil ticaret” etiketi, kahve, çikolata ve muz gibi ürünlerin çevresel olarak sürdürülebilir bir şekilde üretildiğini ve çiftçilere belli bir asgari bir tutar ödendiği anlamına gelmektedir. 

Bu durum çift taraflı bir kazanım gibi gözüküyor. Tüketiciler yoksulluğu azaltmaya ve çevreyi korumaya katkıda bulunduklarının farkında olarak kahvelerini yudumlayabiliyor. Ancak tüketici gerçekten kahvesinin üzerindeki “adil ticaret” etiketinin ne anlama geldiğini biliyor mu veya anlıyor mu? 

Uygulamada “adil ticaret” gibi etiketle çalışmalarının ne kadar başarılı olduğuna dair elimizde çok az sayıda güvenilir bilgi var. Az sayıdaki akademik çalışmalardan biri olan ve Guatemala ile Kosta Rika’daki kahve konusunu inceleyen çalışmada, adil ticaret sertifikasyonuyla ilgili üreticilerin çok az menfaati olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu sonuç, görünür avantajları ve özellikle daha iyi fiyatlar bağlamında çok şaşırtıcıdır. Gerçekte, üreticilerin elde ettikleri fiyat bu tür özellikli kahve üretiminden elde edilebilecek fiyatla karşılaştırıldığında düşük gözüküyor. Genellikle fiyatlar sertifikasyon şartlarını karşılamak için gerekli olan yatırımları karşılayacak kadar yüksek değil. Bundan başka, öngörülen faydalar, toprak sahibi olmayan yerel üreticilerden müteşekkil yoksul çiftçilere gitmiyor.20 Diğer raporlar ise, adil ticaret kahvelerinin ortaya çıkardığı getirinin sadece küçük bir kısmının üreticilere ulaştığını gösteriyor.21 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KÜRESEL YÖNETİŞİM MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?. BÖLÜM 3

KÜRESEL YÖNETİŞİM  MÜMKÜN MÜDÜR? GEREKLİ MİDİR?.  BÖLÜM 3


AB’nin anayasal yapısına ilişkin bu tür kapsamlı tartışmalar kadar önemli olan bir husus ise, bu örgütün asıl işlerinin Charles Sabel’in “deneysel yönetişim” olarak 
adlandırdığı formalite dışı ve evrimleşerek gelişen uygulamalar çerçevesinde yapıldığıdır. Üye devletler ve yüksek seviyedeki AB kurumları başarılması gereken amaçlara karar veriyor. Bu amaçlar, “sosyal içerme (bütünleşme)” gibi iddialı ve tam olarak tanımlanmamış konular olabileceği gibi, “birleşik enerji şebekesi” gibi dar konular da olabiliyor. Ulusal düzenleme kurumları bu hedeflerin gerçekleştirilmesi noktasında kendilerine uygun olduğunu düşündükleri yolları uygulamakta serbestler, ancak buna karşılık eylemlerini ve sonuçları forum, ilgili kurumlar, düzenleyici konseyler nezdinde veya açık koordinasyon yöntemleri ile rapor etmek zorundalar. Eşzamanlı gözden geçirme, ulusal düzenleyicilerin kendi yaklaşımlarını diğer ülkelerin yaklaşımlarıyla karşılaştırabilmesine ve gerekirse revize edebilmelerine imkan sağlıyor. Zaman içinde, hedeflerin kendisi bu görüşmelerde öğrenilenler ışığında güncelleniyor ve değiştiriliyor.15 

Deneysel yönetişim, Avrupa çapında normların oluşmasına yardımcı olmakta ve ortak yaklaşımlar etrafında uluslararası mutabakatın (konsensüsün) inşasına 
katkıda bulunmaktadır. Bu durumların, bütünüyle bir homojenleşme sonucu vermesi gerekmiyor. Farklılıkların var olmaya devam ettiği durumlar, karşılıklı anlayış ve hesap verebilirlik çerçevesinde sürüp gidecek, böylece bu farklılıkların bir ihtilaf alanı olma ihtimali daha da azalacak. Ulusal uygulamaların gerekçelendirilmesinin şart koşulması ise, ulusal farklılıkların uyumlaştırılmasını daha da kolaylaştırıyor. 

AB üyeleri farklı kutupların bir arada yer aldığı bir küme gibi gözükebilir, ancak dünya ekonomisini oluşturan ülkelerle karşılaştırıldığında, AB uyumlu bir modeldir. 
Birliği oluşturan 27 ülke ortak bir coğrafya, kültür, din ve tarih ile birbirlerine bağlıdır. Kişi başına düşen gelirin çok yüksek olduğu Lüksemburg hariç 
tutulursa, dünya çapındaki yaklaşık 190 ülke ile karşılaştırıldığında, AB üyesi ülkelerin en zengini (İrlanda, 2008), en yoksul olanından (Bulgaristan) sadece 3.3 kat daha zengindir. AB üyeleri ekonomik entegrasyonun çok ötesine geçen güçlü bir stratejik amaç şuuruyla hareket ediyor. Gerçekten de siyasi amaç boyutuyla Avrupa birleşmesi, ekonomik amaç boyutundan daha büyük görülüyor. 

Karşılaştırmalı tüm bu avantajlarına rağmen, AB’nin kurumsal evrimi yavaş ilerledi ve üye devletler arasında hâlen önemli farklılıklar bulunmaktadır. Derinleşme ve yeni üyeler almak suretiyle genişleme hususundaki gerilim buna iyi birörnek olarak verilebilir. Örneğin, Türkiye ile ilgili gittikçe şiddetlenen tartışmayı bir düşünün. Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefeti kısmen kültürel ve dini sebeplerden kaynaklanmaktadır. Fakat Türkiye’nin farklı siyasi geleneği ve kurumlarının Avrupa’nın siyasi entegrasyonunu büyük ölçüde zedeleyeceği hususundaki endişe de bu muhalefette önemli bir rol oynamaktadır. Diğer taraftan Britanya, Fransa ve Almanya’nın siyasal Avrupa tutkusunu azaltacak her şeyi memnuniyetle karşılıyor ve bu nedenle Türkiye’nin muhtemel üyeliğini destekliyor. 
Herkes şunu gördü ki; üye sayısı arttıkça ve AB’nin yapısı daha çeşitli bir hal aldıkça Avrupa’nın siyasi derinleşme süreci daha da sorunlu bir hale geliyor. 

Avrupa’nın açmazı bir bütün olarak dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığından farklı değil. İleri ekonomik entegrasyon, geniş kapsamlı uluslararası yönetişim yapısının inşa edilmesini gerekli kılıyor. 

Nihayetinde, AB ya birtakım sıkıntıları göze alarak zor bir karar alacak ya da kendisini ekonomik birlik boyutu ile sınırlı bırakacak. Siyasal Avrupa’dan yana olanlar, bu süreci sadece ekonomik boyut ile sınırlamak isteyenlere göre daha şanslı gözüküyorlar. Ancak siyasal Avrupa fikrini savunanların öncelikle bu tartışmayı kazanması gerekiyor. Zira, siyasal Avrupa’dan yana olanlar, ulusal seçmenden ve farklı bakış açılarına sahip diğer siyasi liderlerden oluşan güçlü bir muhalefet ile karşı karşıyalar. 

Bu nedenle, Avrupa ekonomik olarak dünyanın herhangi bir bölgesine göre daha entegre olmuş, fakat yönetişim yapısı itibariyle gelişimi devam eden bir aşamadadır. AB’nin kendisini gerçek anlamda bir ekonomik birliğe dönüştürme potansiyeli mevcuttur, ancak henüz bu gerçekleşmemiştir. Öyle ki, Avrupa 
ekonomilerinin baskı altına girdiği durumlarda, buna yönelik çözümler genellikle ulusal oluyor. 

Bu yönetişim boşlukları özellikle 2008 krizi sırasında ve sonrasında aşikâr hale geldi. Avrupa bankaları, ulusal düzenleyici kurumlar tarafından denetleniyor. Bankaların durumu kötüye gitmeye başlayınca, AB hükümetleri arasında neredeyse hiç koordinasyon kalmadı. Bankalara ve şirketlere ilişkin kurtarma paketleri çok defa diğer AB üyelerine zarar verecek şekilde her hükümet tarafından müstakil olarak oluşturuldu. Açık bir sirayet etkisi (Her iki ekonominin nasıl kesiştiğine bağlı olarak Fransızların uyguladığı mali canlandırma programı, Fransız şirketleri kadar Alman şirketlerine veya tersi durumda Fransız şirketlerine fayda sağlar) söz konusu olmasına rağmen, iyileştirme planları ve mali canlandırma programlarının tasarlanmasında bile hiç koordinasyon yoktu. Sonunda Avrupa liderleri mali gözetim amacıyla “ortak” bir çerçeveyi Aralık 2009’da onayladıklarında, Britanya Maliye Bakanı “sorumluluk ulusal düzenleyicilere aittir” demek suretiyle bu anlaşmanın doğası gereği sınırlılığını vurguladı.16 

AB’nin yoksul ve kötü durumda olan üyeleri sadece Brüksel’den gelen gönülsüz yardımlara bel bağlamamalıdır. Litvanya, Macaristan ve Yunanistan zengin AB 
hükümetlerinden kredi alabilmenin bir şartı olarak, mali yardım için IMF ile bir araya gelmeye zorlandı.17 (Washington’un, Kaliforniya’nın Federal İyileştirme Fonu’ndan faydalanabilmesi için gözetim amacıyla IMF’ye başvurmasını istediğini bir hayal edin) İşin doğrusu, bu ülkeler her iki açıdan da bir açmazın içindedir.
Öyle ki, siyasal birlik eksikliği bu ülkelerin Avrupa’nın diğer ülkelerinden yeterli desteği alabilmelerinin önünü tıkarken, ekonomik birlik bu ülkelerin rekabet edebilirliğini süratli bir şekilde artırmak amacıyla yapılacak develüasyona engel oldu. 


Tüm bunlar ışığında, AB başarılı olamayacak denilebilir, ancak bu tür bir yargı çok sert olur. AB üyeliği, küçük ülkelerin aşırı-küreselleşme kuralları ile yaşama 
isteklerinde değişiklik yapmıştır. Mesela, kendisini Arjantin’in 10 yıl önce yaşadığı sorunlara benzer ekonomik sorunlarla uğraşmakta bulan küçük Baltık ülkesi Litvanya’yı düşünün. Litvanya, 2004 yılında AB’ye katıldıktan sonra Avrupa bankalarından yüksek miktarda kredi alması ve emlak piyasasının şişmesi neticesinde süratli bir şekilde büyüdü. Litvanya’nın çok yüksek miktarda cari işlemler açığı ve dış borcu (2007 itibariyle sırasıyla GSMH’nın %20 ve %125’i oranında) oluştu. 

Tahmin edileceği üzere, küresel ekonomik kriz ve nakit dalgalanmasındaki ani değişiklikler 2008 yılında Litvanya ekonomisini darboğaza sürükledi. Borç verme ve emlak fiyatları ters yüz olunca, 2009 yılı itibariyle işsizlik oranı yüzde 20’lere yükseldi ve GSMH yüzde 18 oranında azaldı. Ocak 2009’da ise Litvanya Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana en şiddetli ayaklanmalara sahne oldu. 

Litvanya’da aynı Arjantin’de olduğu gibi sabit döviz kuru ve serbest sermaye akışı uygulanmaktaydı. Litvanya para birimi 2005 yılından itibaren Avro’ya sabitlenmişti. 

Bununla birlikte, Arjantin’dekinin tersine Litvanya para birimini devalüe etmeksizin ve sermaye kontrolüne gitmeksizin (sermaye kontrolü açıkça AB kurallarının ihlali anlamına gelirdi) zorluklara göğüs germeyi başardı. 2010 yılının başlarında ise Litvanya ekonomisi istikrar kazanmaya başladı.18 Litvanya’nın Arjantin’den farklılığı, Litvanya’nın büyük bir siyasal topluluk içindeki üyeliğinin, yalnız yola devam etmenin oluşturacağı maliyet fayda dengesini tersine çevirmesiydi. 
İşçilerin AB çapında serbest dolaşım hakkı, zor günler geçiren bir ekonomi için emniyet sübabı vazifesi görmek suretiyle birçok Litvanyalı işçinin göç etmesine 
imkan sağladı. Brüksel, Avrupa bankalarını Litvanya’da olan iştiraklerini desteklemek konusunda ikna etti. Daha da önemlisi, kısa dönemlik çok yüksek ekonomik maliyetine rağmen Avro’nun para birimi olarak kabul edilmesi, Litvanyalı politika yapıcıların devalüasyon gibi bu amaca zarar verebilecek seçeneklere başvurmasını engelledi. 

Başlangıçta karşılaşılan tüm sorunlara rağmen kurumsal yapılanma sürecindeki ilerlemesine bakıldığında, Avrupa önemli bir başarıya imza atmış olarak değerlendirilmelidir. 

Bununla birlikte dünyanın geri kalanına göre AB, ibretlik bir durum da oluşturuyor. AB aynı düşüncede olan az sayıda ülke arasında bile derin 
ekonomik entegrasyonu destekleyecek sağlıklı bir siyasal birliği başarabilme konusunda güçlüklerle karşılaşıldığını gösteriyor. En iyimser görüşle, kuralı sınayan tek istisna (örnek) AB’dir. AB uluslararası demokratik yönetişimin uygulanabilir olduğunu gösterdi, fakat AB tecrübesi bu tür bir yönetişimin neler gerektirdiğini de açıkça ortaya çıkardı. Genel olarak küresel yönetişimin dünya ekonomisi için gerçekçi bir yol olduğunu düşünenler, Avrupa tecrübesini dikkate almakla iyi ederler. 

Küresel Yönetişim Tüm Sorunlarımızı Çözebilir Mi? 

Küresel yönetişim tutkunlarının şüphenin faydalarından istifade etmelerini sağlayalım ve önerdikleri sistemin aşırı-küreselleşmenin ortaya çıkardığı gerilimleri nasıl çözeceğini soralım. 

Aşağıda yer alan üç sorunla nasıl başa çıkacağımızı bir düşünelim. 

1. Çin’den Amerika’ya ihraç edilen oyuncak bebeklerde güvenli olmayan seviyede kurşun tespit edilmiştir. 

2. Amerikan bankaları tarafından verilen ve dış ülkelerde pazarlanan menkul kıymetlerin “zararlı” hale gelmesi nedeniyle Amerika’da düşük gelir grubuna verilen yüksek faizli mortgage kredisi krizi dünyanın geri kalanına yayılıyor. 

3. Endonezya’dan Amerika ve Avrupa’ya ihraç edilen ürünlerin bir kısmı çocuk işçiler kullanılarak üretiliyor. 

Bu üç durumda da bir ülke, ithal eden diğer ülke için sorun oluşturacak bir mal, hizmet veya varlık ihraç ediyor. Çin, Amerikan çocuklarının sağlığını tehlikeye 
atan kurşun içeren oyuncakları ihraç ediyor; Amerika, dünyanın geri kalanında finansal istikrarı tehlikeye atan yanlış fiyatlandırılmış tahviller ihraç ediyor; 
Endonezya ise Amerika ve Batı Avrupa’daki işçi standartlarını ve değerlerini tehdit eden çocuk işgücünü ihraç ediyor. Mevcut uluslararası kurallar bu sorunlara yönelik net bir çözüm getirmiyor, bu nedenle bu konular üzerinde enine boyuna düşünmek gerekiyor. Bu konuları sadece piyasa çerçevesinde ele alabilir miyiz? Bu konularda özel kurallara mı ihtiyacımız var, varsa bunlar ulusal mı olacak küresel mi? Bu sorulara verilecek cevaplar, bu üç alanın her birine göre farklılaşacak mı? 

Her ne kadar bu sorunlar dünya ekonomisinin çok farklı alanlarını ilgilendirmekte ise de, bu sorunlar arasındaki benzerlikleri bir düşünün. Her bir sorunun 
odağında kurşun boya miktarı, finansal güvenirliğin derecelendirilmesi ve çocuk işgücünü ilgilendiren standartlarla ilgili bir ihtilaf söz konusudur. Her üç durumda da ihraç veya ithal eden ülkeler arasında uygulanan (veya arzu edilen) standartlar konusunda farklılık var. İhracatçı ülkeler daha düşük standartlara sahip olabilir ve bu nedenle ithal eden ülkeler nezdinde rekabet avantajına sahip olurlar. Bununla birlikte, ithal eden ülkedeki müşteriler ihraç edilen ürün veya hizmetin hangi standartlara göre üretildiğinin doğrudan farkına varamayabilir. Bir tüketici, bir oyuncağın kurşun boyası içerip içermediğini veya sömürüye dayalı şartlar altında çocuk işçi kullanılarak üretilip üretilmediğini kolayca bilemez veya banka, elindeki varlıkların ne kadar risk taşıdığını tam olarak tespit edemez. Diğer her şeyin sabit olduğu varsayımı altında, eğer bir ürün kurşun boya içeriyorsa veya çocuk işçi tarafından yapılmışsa veya verilen hizmetin finansal hasara yol açma ihtimali yüksekse, ithal edenler söz konusu ürünü veya hizmeti büyük ihtimalle almayacaktır. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***