SOĞUK SAVAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SOĞUK SAVAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2020 Cuma

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 2

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 2
 




Sait YILMAZ, Obama, Jimmy Carter, Strateji, Afganistan, Soğuk Savaş, Özgür Dünya, Yeni Bir Dünya Düzeni, Doğu Çin Denizi, Jeff Bezos, Bill Gates,  iPhone, Amazon, Facebook, Google,

2014’de Büyük Güçler ve Beklenen Gelişmeler

Petrole dayalı Amerikan ekonomisi yaelindeki petrolü ya da onu dışarıdan satın alacak parayı bitirecektir. Ancak durumun bu kadar kötü olmadığını gösteren gelişmeler var. Öncelikle yatay petrol kuyusu açma ve yer tabakalarının arasına girilmesi teknolojisinin geliştirilmesi daha önce keşfedilmemiş yeni petrol rezervlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Amerika kendi keşfettiği bu teknoloji ile Suudi Arabistan, Venezüella ve Afrika’dayeni kaynaklar yaratma peşinde, bunun için de buraları karıştırma peşindedir. ABD’nin ikinci büyük güç çarpanı gene yeni geliştirdiği iPhone, Amazon, Facebook, Google gibi sosyal medya veya Microsoft yazılım teknolojileri olacaktır. Tüm dünyada Jeff Bezos, Bill Gates, Steve Jobs gibi yeni beyinler yakalama peşindedir. Avrupa’nın ‘sınıf’, Hindistan’ın ‘kast’, Çin-Japonya-Kore’nin ‘ırk homojenliği’, Afrika’nın ‘kabilecilik’, Ortadoğu’nun ‘din muhafazakârlığı’ temeline karşı Amerika; yeni fikirler ve icatlar için geçmiş, ırk, yaş, din ayırımı yapmadan üstün zekâlılar toplumu yaratma peşindedir. Amerikalılara göre daha çok para kazanmak isteyen iş adamı, daha çok okunmak isteyen yayıncı ya da daha çok insana hitap eden eğlence dünyası sonunda Amerikan zenginliği ve gücüne hizmet etmektedir. 

Bu ırksız ve kozmopolitan düzende artık gençler devlet kademelerinde üst makamlara gelmek ya da milliyetçilik gibi ideolojiler peşine düşmek yerine Lockheed ya da Toyota’da iyi maaşı olan bir iş kapmak peşine düşeceklerdir. 

Bu sistemin gereği olarak da ulus-devlet anlayışı bitecek, artık hiçbir ülkede bağımsızlık ve egemenliğe düşkün milliyetçi ya da solcu liderler ve güçlü ordular barınamayacaktır.

Avrupa, egemenliği büyük ölçüde üye devletlere bırakarak üstüne kurduğu ekonomik entegrasyona dayalı birlik anlayışında başarısız oldu ve çözülüyor. 2008’de ortaya çıkan ülkelerin borç ve bankacılık krizi, Avrupa Birliği’nde finansal ve ekonomik krize yol açtı. İşsizlik hala pek çok ülkede %10’un üzerinde ve ekonomi geriliyor. Bu dönemde, AB içinde,genel olarak kabul edilebilir ve uygulanabilir politika üretme sorunu ortaya çıktı. Fransa son derece vasıfsız François Hollande’i başkan seçti. İngiltere batıyor, İtalya’da günü TV komedyenleri kurtarıyor. Avrupa’nın gerçek lideri olan Almanya’nın Angela Merkel’i ise Avrupa Birliği’nin söküklerini dikmeye çalışıyor. Avrupa, birlik öncesi ulus-devletlerin çoklu rekabet dönemine geri dönüyor.Ülkeler kendi çıkarları peşinde sıfır toplamlı bir yarışa girdiler. Zayıf ülkelere yapılacak yardımın yükünün paylaşılması kadar, ülke içinde bu yükün nasıl paylaşılacağı da sorun oldu. Böylece kriz ülkelerin içinde sınıf çatışmasına da dönüştü. Avrupa’nın büyük bölümü de zayıf ülkelerden oluşmaktadır ve ekonomik entegrasyon zayıf ülkelere göre değildir. Bugün bu ülkelerin elindeki tek güç AB’nin dayatmaları karşısında egemenliklerini savunmaktır. Nitekim Macaristan, AB yapısınıumursamadan daha egemen ve otoriter bir siyasi sistem kurmaya başladı. Ticari çıkarları nedeni ile Avrupa’nın bölünmesini istemeyen Almanya, diğer ülkelerin sistemde kalabilmesi için bütçelerini ve ekonomi politikalarını kontrol altına alıyor. Güney Kıbrıs önce Alman mallarını almayı reddederek karşı koydu ama sonunda egemenliğini Almanya’ya teslim etti. Şimdilerde Güney Kıbrıs’ın başından beri AB’ye hiç alınmaması gerektiği daha yüksek sesle mırıldanılmaya başlandı.

Yeni uluslararası sistemde üç ana ekonomik motor bulunmaktadır; ABD, Avrupa ve Çin. Çin ve Avrupa’nın ABD’yi dengeleyememekteki en büyük hataları gücü sadece ekonomik olarak algılamaları, siyasi ve askeri boyutunu ihmal etmeleri oldu. ABD, Sovyetler Birliği ile güç dengesini kendi lehine değiştirerek çökertmişti. Avrupa ve Çin ise sadece ekonomiye odaklanarak kendi kendilerini çökertme yolundalar. Böylece yeni bir çağa giriyoruz.Çin, ihracatın ağır baskı altında olduğu ve sosyal istikrarın tehlikeye girdiği bir dönemdedir. Çin’in temel problemi 1 milyardan fazla kişinin günde 6 dolardan az kazanmasıdır. Bunların çoğu 3 doların da altındadır. Çin, iç kesimlerdeki hayat standartlarını değiştirmek zorunda aksi takdirde büyük iç karışıklıklara gebedir.Çin, askeri olarak deniz kuvvetleri bakımından hassastır ve en büyük korkusu Amerikan ablukası dır. Çin’in Kasım 2013’de Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kontrol Bölgesi ilan etmesi üzerine; ABD bunu ilk protesto eden ülke oldu ve bölgeye iki B-52 bombardıman uçağı gönderdi. Diğer ülkelerde ABD ile dayanışma içinde olduklarını göstermek için bu hava sahasını kullanmaya devam ettiler. Çin’e göre bu kontrol bölgesinin amacı ticari amaçlı olmayan uçaklara karşı savunma amaçlı bir tedbirdir. Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Geng Yansheng; “Çin’in ilgili hava sahasını etkin bir şekilde yönetecek ve kontrol edecek kabiliyete sahip olduğunu” açıkladı.

Enerji ihracına dayalı ekonomisi kötü giden Rusya’da iç huzursuzluklar devam ediyor. Enerji dışında madencilik, metal, inşaat, yiyecek gibi sektörleri ayağa kaldırmaya çalışan Rusya’nın kısa sürede sonuç alması beklenmiyor.Bir yandan Eski Sovyet çevresindeki konumunu güçlendirmeye çalışan Rusya, Ukrayna’yı en azından 2015 başkanlık seçimlerine kadar Batının elinden kurtardı. Rusya; Moldova ve Gürcistan’a siyasi ve askeri baskı yaparak AB ile yakınlaşmalarını engellemeye çalışıyor. Baltık ülkeleri, Rusya’nın etraflarında gittikçe saldırgan bir konuşlanma içine girmesinden oldukça rahatsız ve NATO garantisini sorguluyorlar. Rusya, Avrasya Birliği ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini ekonomik olarak kendine bağlamak istemektedir. Ermenistan, Kırgızistan ve Tacikistan; önce ekonomik ve güvenlik bağlarını güçlendirerek, Rusya ile Gümrük Birliği’ne girmeyi, 2015’de ise Avrasya Birliği’nde olmayı planlıyorlar. Asya-Pasifik bölgesi ile ilişkilerini de enerji kartı üzerinden geliştirmek isteyen Rusya, bunun için gerekli altyapıyı geliştirmeye çalışıyor.

2014’ü şekillendirecek 5 en önemli gelişme şu şekilde öngörülmektedir;

- İran ve ABD arasındaki yumuşamanın devamlılığı;
İran’ın geliştirmeye çalıştığı nükleer program ile ilgili daha önceleri görüşmeyi bile kabul etmeyen ABD yönetimi, Obama ile diyalog kapısını açtı. İki ülke arasındaki 35 yıllık gerilim ilk defa normalleşme sürecine girdi ama ABD’deki İsrail lobisi başta AIPAC olmak üzere sert bir şekilde bu diyaloga karşı çıktı. ABD-İran yumuşaması devam edecek olsa da iki ülkedeki iç dengeler durumu tersine çevirebilir. İran karşısında kendisini güçsüz ve cesaretsiz hisseden Suudi Arabistan, İran ile görüşmek yerine Arap koalisyonunu ona karşı güçlendirme yolunu seçti ancak bir sonuç alması beklenmiyor. Suudi Arabistan, 2014’de aktif mezhep politikalarına devam edecek, görüş ayrılıklarına rağmen ABD ile enerji ve askeri bağlarını sürdürecektir. Suriye’deki vekilli iç savaş sınırlı da olsa devam edecektir.

- Avrupa’da milliyetçi ve aşırı partilerin yükselişi;

Ekonomik durgunluğun ve yüksek işsizliğin devam ettiği Avrupa’da bu yıl sosyal huzursuzluklar beklenmektedir. Mayıs 2014’de yapılacak Avrupa Parlamentosu ve 2014’ün sonunda yapılacak Avrupa Komisyonu seçimleri ile milliyetçi partilerin daha etkin konuma geleceği ve entegrasyon politikalarının daha da zora gireceği hesaplanmaktadır. 2014’de Yunanistan, Güney Kıbrıs, Portekiz ve Slovenya ekonomik olarak en sıkıntılı ülkeler olacaktır. Bu yıl, Avrupa’da bölücü faaliyetler için özel bir yıl olacaktır. 

Eylül’de İskoçya’da yapılacak bağımsızlık referandumundan İngiltere’nin baskısı ile önemli bir sonuç çıkması beklenmemektedir. 
Ancak durumun daha ciddi olduğu İspanya’da Katalanların referandum isteği Madrid yönetimi tarafından reddedilmektedir. Referandum yapılsa bile Katalanların arasındaki derin bölünme 2014’de bağımsızlık ilanını engelleyebilir.

- Rusya ve Almanya’nın Doğu/Orta Avrupa ve enerji üzerine pazarlığı;

Avrupa Birliği, artık zorlayıcı güç olma özelliğini yitiriyor. Avrupa çözülürken, eski gücüne dönmeye çalışan Rusya, bulanık suda balık avlamayı seçiyor. Bunun için bir yandan doğal gaz kartını kullanırken, diğer yandan Macaristan ve Polonya’da metalürji tesisleri, Slovakya’da demiryolları satın alarak Avrupa’da siyasi etkisini artırmak istiyor.Orta Avrupa’ya ticaret yolu ile girmeye çalışan Rusya, buraların asıl sahibi olan Almanya ile Orta Avrupa, Ukrayna ve enerji konusunda pazarlık yapıyor. Amerikan gücünden memnun olmayan Almanya, Rusya’nın enerjisine o da Almanya’nın teknolojisine muhtaçtır. Alman-Rus yakınlaşması ABD’ye iki dünya savaşı arası dönemi hatırlatmaktadır. ABD, bu ikilinin arasındaki Polonya’ya güçlü destek vermektedir.

- Çin’in güç politikalarına dönüşü;

Çin, etrafındaki denizlerin kendi gölü olduğunu iddiasındadır. Çin, Asya-Pasifik’teki rolünü ABD aleyhine geliştirmeye devam etmekte ve geri adım  atmamaktadır. Ekonomik mucizesi artık bir sona gelen Çin, askeri seçeneklerini geliştirmeye başladı.Çin’in küresel bir askeri güç projeksiyonu geliştirmesi ekonomisi iyi gitse bile çok zaman alacaktır. ABD’nin Asya-Pasifik’te 70 yıldır korumaya çalıştığı Amerikan barışı (Pax-Americana), Çin’in tek taraflı girişimleri ile tehdit edilmekte, Çin ile egemenlik sorunları olan Japonya da bu savaşın kaçınılmaz aktörü olarak gözükmektedir. Japon Başbakanı Abe, şimdilerde sadece ekonomiyi canlandırmak değil, orduyu da yeniden inşa etmek peşindedir.

- Türkiye’de iç karışıklık ve ekonomik sıkıntı;

Türkiye, 17 Aralık 2013’de başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrası ağır bir siyasi ve ekonomik kriz dönemine girmiştir. Erdoğan yönetimi, önceliğini iktidarının açıklarını kapatacak bir (E Tipi) hukuk sistemi ve kolluk yapılanmasına vermiştir. Büyük ölçüde yabancıların kontrolünde olan Türk ekonomisi de alarm çanları çalmaya başlamıştır. AB ve NAFTA tarafından istenmeyen Erdoğan’a Transatlantik Yatırım Ortaklığı, Avrasya Birliği ve Şangay İşbirliği Örgütü kapıları da kapatılmıştır. Erdoğan, yerel seçimlerden zayıflayarak çıkacaktır. PKK ve siyasi uzantıları ile yürütülen çözüm görüşmeleri sonucu ortaya çıkan silahlı eylemsizlik; kolluk güçlerinin elini-kolunu bağlamış, PKK/KCK Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da istediği de facto yönetimi hayata geçirmiştir. Bu nedenle, strateji değişikliğine giderek gerilla savaşı yerine, geniş halk ayaklanması ile kendi kaderini tayin hakkı yöntemini benimsemiştir. Bu yıl içinde bazı halk hareketleri ve silahlı eylemler görülecek olsa da, geniş kapsamlı ayaklanma genel seçimler sonrasını bekleyecektir.

Sonuç; 

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcındayız…

2013 yılı ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemin 11 Eylül 2001 ile belirlenen paradigmalarını bir kenara bırakıyor ve yeni bir dünya düzenine yelken açıyoruz. Çünkü artık içinde bulunduğumuz dönemi 11 Eylül sonrasının kuralları ile açıklama imkânı kalmadı. Yeni dönemin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir;

- Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine kayması, başta Çin’in olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla geliştirmekte olması,
- ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek, müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması, Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel müttefikler araması,
- Dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteline dönüşmesi,
- Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.) işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya başlaması.
Yeni dünya düzeninde güç dengesinin nasıl bir şekil alacağını ABD-Çin rekabeti kadar; 
Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri belirleyecektir. 

Gidişat çok kutupluluğa doğru olup, bugünkü 1+4 (ABD + Çin, RF, AB, Japonya) dengesi; 0+5 veya 2+3’e dönüşebilir.

Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesine dönecek olursak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi beklenen sonucu vermedi; Mısır, Suriye ve Irak yoldan çıktı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan’daki ABD onaylı liderlerde kendi özel gündemlerinin peşine düştüler. Şimdi asıl sorun Ortadoğu’daki yeni durumda taşların yerine nasıl oturacağıdır. Esat kalacak ve ülkedeki seçimleri yönlendirmeye çalışacaktır. Suriye’ye sokulan cihatçı El Kaide, Lübnan’da ki yerli cihatçıları takviye ederek Hizbullah’ı iki cephede savaşmaya zorlayacak, sonuçta Lübnan da karışacaktır. Mısır ordusu, bahar aylarındaki seçimde Selefilerin kazanması için çalışacak ve Sina Yarımadasından içeriye doğru cihatçı (Sünni terörist ya da çakma El Kaide) tehdidi artacaktır. İç politikası gibi on yıllık Osmanlıcı ve mezhepçi dış politikası iflas eden Türkiye, ABD’ye yakınlaşarak bölgesel güç konumunu takviye eden İran’a karşı Türkiye, denge arama peşindedir. Tüm komşuları gibi Irak merkezi yönetimi ile de arası bozuk olan Türkiye gene Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi liderine sarılmakta ve buradaki enerji kartını oynamaya çalışmaktadır.Irak ise, bölünme sürecinde oldukça ilerledi. Ortadoğu haritasında Irak’ın kuzeyinden başlayan bir yırtılma beklenmektedir. Bu yırtılmadan Türkiyede nasibini alabilir. Jeopolitiğin evrimi döngüseldir. Büyük güçler doğar, yükselir, düşer ve yok olur. Hatta yok olurken, tıpkı Osmanlı’nın Türkiye’yi doğurması gibi yavrular ve imparatorluk genlerini de aktarırlar. 

Ancak yanlış ellerdeki Türkiye bugün doğum sancıları çekmektedir.

Doç.Dr.Sait YILMAZ
@DocDrSaitYilmaz


[1]Graham Allison: 2014: Good Year for a Great War?, The National Interest, (Jan 1, 2014). 
[2]Conrad Black: A New World Order, The National Interest, (March 14, 2013). 
[3]Robert D. Kaplan:Anarchy and Hegemony, Stratfor, (April 17, 2013). 
[4]George Friedman: The State of the World: Explaining U.S. Strategy, Stratfor, (February 28, 2012). 
[5]Victor Davis Hanson: America’s Big Fat Advantage, National Interest, (March 21, 2013). 
[6]George Friedman: Europe in 2013: A Year of Decision, Stratfor, (January 3, 2013). 
[7]George Friedman: Beyond the Post-Cold War World, Stratfor, (April 2, 2013). 
[8]Stratfor Global Intelligence, 27 December 2013. 
[9]American Israel Public Affairs Committee 

http://www.21yyte.org/ adresinden  19.02.2014 16:58 tarihinde indirilmiştir .,

***


Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 1

 Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 1
 


Sait YILMAZ, Obama, Jimmy Carter, Strateji, Afganistan, Soğuk Savaş, Özgür Dünya, Yeni Bir Dünya Düzeni, Doğu Çin Denizi, Jeff Bezos, Bill Gates,  iPhone, Amazon, Facebook, Google,

Yazar: Sait Yılmaz 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 2014; 

Bundan tam 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kısa süre kala dünyada artık kalıcı barışın geldiğine, uluslararası sorunların büyük güçler 
arasında uluslararası hukuk yolu ile çözüleceğine dair yaygın bir kanaat vardı. 
1914 yılına girerken ABD ve Avrupa’daki entelektüel kesim bu umutlarla birbirlerine kartpostal gönderiyorlardı. 

Ancak, Haziran 1914’de bir Sırp teröristin suikastı ile tetiklenen yeni kitlesel katliam türüne “Dünya Savaşı” adı verildi. 

Bugün 2014’ün başındayız ve büyük güçler arasında büyük bir savaş gene imkânsız görünüyor. Savaşların değişmez aktörlerinden Rusya, artık büyük bir güç değil, Avrupa’nın askeri gücü gittikçe konumuna göre daha da yetersiz hale geliyor. Savaş alanları olan Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ise yerel savaşlarla meşgul iken, büyük savaş nerede saklı? Eğer birbirine rakip iki büyük güç arasında hızla artan bir rekabet varsa savaş kaçınılmaz hale geliyor. Bu rekabet küresel olarak tarihte 15 defa yaşanmış ve 11’i büyük bir savaşla bitmiştir. ABD ve Çin arasında, kaynak paylaşımında yaşanmakta olan sıfır toplamlı rekabet ve güvensizlik, başka ülkeleri de içine çekecek bir girdaba dönüşme ve büyük bir savaş potansiyeline sahiptir. Güney Çin Denizi’ndeki sorunlar nedeni çeşitli ülkelerin gemileri ile şimdilik köşe kapmaca oynarken, Doğu Çin Denizi’nde Çin’in tek taraflı olarak ilan ettiği hava sahası kontrol bölgesi her an bir Japon gemisinin batırılması ya da uçağının düşürülmesi ile sonuçlanabilir. 1914 yılında büyük güçler savaşa girerken aslında hiçbiri bunu istememiş ama mecbur kalmıştı. Geldiğimiz aşama, Soğuk Savaş Sonrası denilen dönemin sonudur, uluslararası ilişkiler grameri yeniden yazılmakta, yeni paradigmaya girilmektedir. 2014 ile birlikte, bu makalede ele alacağımız gibi, yeni bir dünya düzeni başlıyor ve buna uygun stratejiler geliştiriliyor.

2013; Soğuk Savaş Sonrası Dönemin Sonu

Sovyetler Birliği’nin25 Aralık 1991’de çöküşü ve Soğuk Savaş’ın sona erişi, uluslararası sistemde bazı hızlı değişimleri birlikte getirdi. 1991 yılı aynı zamanda: Japon mucizesinin sona erişini; Çin’in hızla büyüyen, ihracata dayalı bir ekonomi ile Japonya’nın yerini almaya başlamasını; Avrupa Birliği’ni kuran Maastricht Anlaşması’nın formüle edilmesini ve ABD liderliğindeki koalisyon gücünün Kuveyt’i Irak’tan kurtarmak için savaşa gidişini temsil ediyordu. Soğuk Savaş’ın bitişi uluslararası sistemde 500 yıldır devam eden Avrupa çağını bitirdi. Artık hiçbir Avrupa ülkesi ekonomik, askeri ya da siyasi olarak küresel ölçekte değildi. Soğuk Savaş sonrası dönemin üç belirgin özelliği; ABD’nin tek süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi (tek kutupluluk), düşük işçi ücretine dayalı küresel sanayi gelişiminin merkezi olarak Çin’in yükselişi ve entegre ekonomik güç olarak yeni bir Avrupa’nın yeniden doğuşu oldu. Soğuk Savaş sonrası dönem; 11 Eylül öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılmaktadır. Birinci dönemde ABD tartışmasız siyasi ve askeri hâkim güç iken daha çok ekonomiye odaklanmıştı. Amerikan kurumları içeride dönüşüm savaşında idi ve uzun süren barışın onlara göre olmadığı ortaya çıktı.11 Eylül 2001 ile birlikte Amerikan stratejik kültürü değişti çünkü düşman hem anavatanı hedef almış hem de konvansiyonel olmayan nitelikte idi. Böylece Soğuk Savaş’ın kurumları tekrar etkin hale gelmeye başladı.ABD, İslam dünyasını sivil ve askeri yöntemlerle dönüştürme işine girişti. Bu dönemdeAvrupa, ekonomik olarak tökezledi ve siyasi olarak bölündü. Maastricht’te Avrupa Birliği’ne temel teşkil eden varsayımlar bugün geçerli değildir.

Soğuk Savaş, Amerika’nın dünya liderliğine meşruiyet sağlamış ve Özgür Dünya adı altında kendine uygun rejimleri kurmasına imkân vermiştir. Soğuk Savaş’ın bitişi ile baba Bush tarafından açıklanan Yeni Dünya Düzeni konsepti aslında 1930’ların Hitler’inden alıntı idi. O dönemde başkan Roosevelt, bu konsepti ne yeni bir şey olduğu ne de bir düzen getirdiği sözleri ile eleştirmişti. 1990’larda ABD’ye doğrudan yönelik ne bir tehdit ne de bu tehdide yönelik bir strateji vardı. 11 Eylül 2001 sonrasında ise Irak ve Afganistan savaşlarına yaklaşık 2 trilyon dolar harcayan ABD, bu savaşlarda 6.000 kişi kaybetti. Soğuk Savaş Sonrası dönem biterken yeni düzenin ilk önemli özelliği ABD’nin stratejik ekseninin Ortadoğu’dan Asya-Pasifik’e kaymasıdır. Uluslararası ilişkilerde yeni bir döneme, yeni bir dünya düzenine giriyoruz. ABD, gücün bütün boyutlarında (siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve askeri) hala dünyanın hâkim gücü ancak gücünü dikkatli kullanmak zorundadır.Pek çok Amerikalı için Obama dönemi, Amerika’nın gücünün azaldığının belirgin hale geldiği bir safhadır. 17 trilyon dolar milli borcu olan, 363 milyonluk ABD’de halen yaklaşık 50 milyon kişi yiyecek kuponları ile yaşamaktadır. Wilsoncu idealizm ile ihtiyatlı realizm arasında gidip-gelen Obama doktrini, stratejik uyum, vizyon ve süreklilik bakımından zayıf kaldı. 

Afganistan’dan yakasını kurtarmaya çalışan ABD, küresel üstünlük ile küresel tek lider olma arasında nasıl bir konum edinebileceğini hesaplamaya çalışıyor.
Yüzyıllardır Avrupa’daki büyük güçler arasındaki göreceli güç eşitliği “güç dengesi” diye adlandırılan bir sistem ile anıldı. Kıtada çıkan savaşlar bu denge çekişmelerinin sonucu oldu. Kısaca, jeopolitik eşitlik Avrupa’da pek işe yaramadı. Hâlbuki 14 ile 19. yüzyıl arasında Doğu Asya’da tek hâkim gücün Çin olması, bu coğrafyaya uzun süreli bir istikrar getirdi. Uluslararası ilişkiler jargonunda tarihsel olarak Avrupa’daki güvenlik ortamı “anarşi”, diğeri ise “hiyerarşi” olarak adlandırıldı. Tabii ki hiyerarşide eşitlik yoktur, birileri daha eşittir. Hayatımız boyunca insanların ve ülkelerin eşit olmasını savunurken, uluslararası ortamda eşitlik kaos getirmekte, zorbanın hakim olduğu hiyerarşide ise zorunlu bir barış yaşanmaktadır. Obama’nın seçimler esnasında kullandığı ana slogan “İleri” idi. Aslında “ilericilik”, 200 yıldan fazla bir süredir Sol düşüncenin “eşitlik” kavramından sonra en çok tercih ettiği olgudur. Nitekim ekonomik eşitlik pek çok kitleyi yanına çeken bir ideal olagelmiştir. Eşit paylaşım, Sosyalizmin temel argümanıdır.Eşitsizliğin aşırısı bugün ABD tarafından temsil edilen hegemonya demektir. Hegemonya, kendi barışına yani eşitsizliği sömürmeye meşruiyet ve rıza ister. İnsanlık tarihinde göreceli barış ve huzurun olduğu dönemler hep bir hegemon gücün ürünü olmuştur. Roma, İngiltere, Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğu, işgal ettikleri ya da hâkim oldukları yerleri sömürürken istikrar ve huzur da getirmişler, bunu istemişlerdir. Ancak hegemonya uygulaması 21. yüzyıla gelene kadar çok değişti. İşin içine yumuşak güç ve akıllı güç girdi. Özel askeri şirketler, askerlerin çoğu işini üstlendi. Gelişen teknoloji ve kitlesel medya, uluslararası kamuoyu desteği ve meşruiyet olgusunu öne çıkardı. Soğuk Savaş döneminde, bu meşruiyeti sağlamak için kurgulanan BM ve NATO gibi uluslararası kurumlar artık eskisi gibi işe yaramaz olmaya başladı. Örneğin, Çin, Doğu Çin Denizi’nde oldu-bittiler peşinde iken ne BM ne de NATO’nun esamesi okunmamaktadır.

ABD’nin Değişen Stratejisi

Obama iktidara gelirken Amerika’nın Avrupa ve İslam Dünyası ile ilişkilerini yeniden düzenleme sözü vermişti. Ama ikisini de yapamadı hatta Bush’un politikalarından çok az sapma gösterdi. Bunun nedeni, Obama’nın fikrini değiştirmesi değil, birçok şeyin gerçekte ABD başkanının elinde olmamasıdır. Başkana verilmiş gibi gözüken yetkiler abartılmıştır ve herkes onun her şeyi kontrol altında tuttuğunu, hatta dünyayı yönettiğini sanır. Amerikan başkanının dış politikayı dönüştürme gücü yoktur. Dış politikayı, zengin bir kesim tarafından yönetilen derin devletin belirlediği Amerikan çıkarları, dünyanın yapısı ve Amerikan gücünün sınırları belirler. Geriye başkan için bu çıkarları sağlayacak güvenlik politikaları ve stratejileri kalır. Ama ABD güvenlik politikası da yaklaşık yüzyıldır değişmemiştir. ABD güvenlik politikası, Realist bir anlayışla Doğu yarım küreden gelecek tehditlere karşı uluslararası sistemde gerekli güç dengesini sağlamaktan ibarettir. Başkanın stratejisi ise çatışmaları Batı yarımküreden ve özellikle Kuzey Amerika’dan uzak tutmaktan ibarettir. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na kadar yalnızcılık politikası gereği müdahalelerden uzak duran ABD, Soğuk Savaş ile birlikte aktif olarak sisteme katılınca, güç dengesini korumak için stratejiyi tersine çevirdi ve müdahaleler (aktif dengeleme) sürekli hale getirildi.
2008 yılında seçim kampanyası esnasında Obama, aktif dengelemeden vazgeçilerek güç dengesini sağlamanın bölgesel güçlere bırakılması yönünde ilk işaretleri verdi. Ancak, başta Afganistan olmak üzere ABD’nin devam eden askeri angajmanları nedeni ile bu stratejiye hemen geçilemedi. ABD’nin hegemonik gücünü kaybediyor olması anarşiyi de peşinden getirmektedir. ABD, son 20 yılda şunu öğrendi; askerler savaşları kazanmak için gerekli ama nihai sonucu almak için rıza edinmenin şartı olan olumlu Amerikan imajına katkıları olmamaktadır.Bu nedenle Obama, yumuşak güç yanında “akıllı güce” geçti ve sert güç için bölgesel sorunlara minimum askeri müdahale anlamında “cerrahi vuruş (surgical strikes) doktrini”ni uygulamaya koydu. Arap hareketlerinin arkasında akıllı güç denendi. Askeri olarak Libya’da geriden idare eden ABD, Suriye’de yeni doktrin kapsamında hareket etti. Bu doktrin aynı zamanda Afrika’dan Moğolistan’a insansız hava araçları (drone) ve özel kuvvetler ile 10 yıldır “hedefli öldürme sistemi (targeted killing system)” adı altında yapılmakta olan terörle mücadelenin gerçekte ise rastgele insan avının da diğer bir uygulama alanı oldu. Şu anda CIA ve NSA tüm dünyada hedef arıyor, Amerikan özel kuvvetleri aramızda dolaşıyor, ABD özel askeri/istihbarat şirketleri müşterileri için komplolar hazırlıyor, Washington’daki Amerikan generalleri ise bulunan hedefleri sivil-asker-masum ayırt etmeksizin odalarındaki monitörden drone ile vurarak, ülkelerine hizmet etmenin gururunu yaşıyorlar. Şimdilerde ABD’nin elinde drone ve özel kuvvetlerden daha etkili ve ucuz başka bir oyuncak bulunmamaktadır.

Yeni ABD stratejisi, ekonomik nedenlerle olayları yönetmek yerine, kendi akışına bırakmayı ve sınırlı müdahaleyi öngörüyor. Strateji yönetmekten ziyade stabilize etmeyi hedefliyor. Bu gerçekte klasik anlamda olmasa da bir tür ‘yalnızcılık’ politikası olarak da görülebilir. Temel varsayım; dünyadaki gelişmeler kabul edilebilir olduğu sürece müsamaha etmek, ekonomiyi geliştirmeye bakmak. Rakipleri tarafından boyun eğme politikası izlemekle suçlanan Obama, orduyu küçültmekte, ekonomik yardımları sınırlamakta, sistemin kendi kendine dönmesine müsaade etmektedir. Ruslar, bu stratejiyi çabuk fark ederek kendi çevrelerini dönüştürmeye başladılar. Ortadoğu’da Obama’nın İran’ın durdurma yerine dizginleme fikri de bu stratejinin ürünüdür. Suriye ise bölgesel güçlere dayanma stratejisinin en iyi örneği oldu. Esat’ın varlığı İran’ın bölgesel gücünün dengeleri bozmasına neden olan en önemli unsurdu. Obama’nın stratejisi muhalefete örtülü destek dışında müdahil olmamak ama problemin çözümünü taşeronlara bırakmaktı. Türkiye ve Suudi Arabistan, ABD’nin isteğini kendi ideolojik hevesleri ile birleştirerek Esat’ı devirme işini üzerlerine aldılar.Ancak, yeni strateji, gerektiğinde ABD müdahalesinin geç kalacağı ve bunun da çok pahalıya mal olabileceği eleştirisi aldı. Bu stratejinin hayata geçmesi için Obama, Pentagon ve ABD istihbaratı ile yeni kurguyu çalışmaktadır. Obama’nın stratejisi ne kadar devam edebilir, bilinmez. Biraz da yeni gelişmeler bunu belirleyecek. Jimmy Carter da başkan olduğunda dünya olaylarından uzak durmak niyetinde idi ama İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali bunu engelledi.


***

18 Mayıs 2020 Pazartesi

YENİ GÜVENLİK KAVRAMI

YENİ GÜVENLİK KAVRAMI 




Zuhal Çalık*
* Ardahan Üniversitesi, Öğretim Görevlisi (zuhalcalik@ardahan.edu.tr) 
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi 
ULUSLARARASI GÜVENLİK KONGRESİ - 2013 KOCAELİ..


Özet:

1970’lerden itibaren kendini daha çok ekonomik anlamda hissettiren küreselleşme dalgası, Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte kültürel, sosyal ve siyasal alanda da hız kazanmış, dünya sistemi yeni bir sürece girmeye başlamıştır. Bu yeni süreci, kapitalizm ve demokrasinin nihai zaferi olarak gören ve dünyanın barışçı bir döneme girdiğini iddia eden Francis Fukayama’nın tam aksine 11 Eylül saldırılarının ardından bu durumun tam tersi bir durumla uluslararası sistem karşı karşıya kalmıştır. 

Bu süreçte artık uluslararası barışın sağlanması değil, uluslararası güvenliği sağlanmanın yolları tartışmaya açılmış, bireyin güvenliğinden toplumun güvenliğine, devletin güvenliğinden sistemin güvenliğine kadar her alanda güvenlik kavramının tanımı yeniden kavramlaştırılmaya çalışılmıştır. Max Weber’in ifadesiyle belirli bir toprakta meşru fiziki güç kullanma tekelini elinde bulunduran insan topluluğu olan devletin de güvenlik sorununa yaklaşımı değişmiştir. Devletlerin sadece ekonomik alanda değil, kamusal alanın her alanından çekilmesini öngören neoliberal teoriye göre; en iyi devlet, en az karışan ve harcayan devlettir. Bu yüzden değişen güvenlik algısı ile devletlerin görünmez düşmana karşı başarı kaydedemeyeceğini ve askeri alandan çekilmesi gerekliliği tartışılmaktadır.

    Bu Çalışmada güvenlik kavramı ve Soğuk Savaş dönemi sonrasında değişen güvenlik algısı incelenecektir.

Güvenlik kelimesi en basit tanımıyla tehditler, kaygılar ve tehlikelerden uzak olma hissi anlamına gelmektedir. Güvenlik böylece bireyin diğerlerinin verebileceği zararlardan uzak olduğunu hissettiği bir ruh halidir.1 Başka bir ifadeyle başkalarına duyulan güven, sürekli ve yinelenen türde bir psikolojik gereksinimdir ve bu gereksinim sağlandığında güvenlik içinde olma duygusu söz konusudur.2 Güvenliği uluslararası ilişkiler disiplininde kavramsal açıdan ilk ele alan Arnold Wolfers’a güvenliğin tanımını iki farklı bileşene bölerek açıklamaya
çalışmıştır. Wolfers’a göre güvenlik; objektif anlamda eldeki değerlere yönelik bir tehdidin olmaması, sübjektif anlamda ise bu değerlere yönelik bir saldırı olacağı korkusu taşınmamasıdır.3 1990’larda güvenlik kavramına yeni bir açılım getiren Buzan ise, güvenliği, özgürlüğün, mevcut ve olası tehditlerden korunması, devletlerin ve toplumların, düşman olarak nitelendirdikleri değişen güçlere karşı, bağımsız kimliklerini ve işlevsel bütünlüklerini sürdürme yetenekleri olarak algılanması, olarak tanımlamaktadır. 4

    Uluslararası ilişkiler alanında güvenlik, bu kavramın günlük yaşamdaki kullanımından farklı bir anlam taşımaktadır. Toplum içerisinde güvenlik, sosyal güvenlik ve bireylerin fiziksel güvenliği anlamı taşırken, uluslararası alandaki güvenlik büyük ölçüde güç politikalarına dayalıdır.5

Ulusal güvenlik, “Devletin anayasal düzeninin, millî varlığının ve bütünlüğünün, uluslararası siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik çıkarlarının, ahdî hukukunun her türlü iç ve dış tehdide karsı korunması ve kollanmasıdır.”6 şeklinde tanımlanmaktadır. Diğer bir tarife göre ulusal güvenlik; ülkenin fiziki bütünlüğünün muhafaza ve korunmasıyla birlikte, yabancı ülkelerle olan ekonomik, siyasi ve diğer münasebetlerin makul ölçüler içinde devam ettirilmesi, yönetimin, kurumların iç ve dış olumsuz etkilere karşı korunması ve sınırların kontrol altında bulundurulmasıdır.

   Klasik anlamıyla ulusal güvenlik, devletin varlığını sürdürebilmesi için, ulusal ve uluslararası ortamdan kendisine yönelen tehditleri nasıl algıladığını ve yanıtladığını ifade etmektedir.7

Walter Lipmann, ulusal güvenlik kavramını; toplumun temel değerlerinin çatışma ve savaş halinde dahi savunulması olarak tanımlamaktadır.8 

   Realist yaklaşımın ilkelerinin oluşmasında önemli katkıları bulunan Machiavelli’ye göre ise, devletin varlığını koruması ve sürdürmesi ile “güç” 
olgusu arasında doğrudan ve simetrik bir ilişki söz konusudur.9

   Uluslararası sistemdeki dengelerin değişmesiyle birlikte, ağırlıklı görüş olan ulusal güvenlik anlayışı yerine, uluslararası güvenlik anlayışı daha fazla önem kazanmaya başlamıştır. 

   Bu nedenle, güvenliğin tanımında ve kapsamında değişiklikler meydana gelmiştir. Uluslararası güvenlik, uluslararası sistemde rol alan tüm aktörlerin algılamaları çerçevesinde ortaya koydukları davranışlar ile küresel ve bölgesel boyutlu kuruluşlar aracılığıyla yaratılan ve yürütülen evrensel ilkeler çerçevesinde ele alınan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

Morgenthau’ya göre uluslararası güvenlik sisteminde, güvenlik sorunu, artık ülkelerin sadece kendi sorunları olmayıp, ulusal gücün diğer unsurları tarafından da ele alınması gereken bir konudur. Güvenlik, bütün ülkelerin ilgilenmesi gereken bir konu haline gelmiştir. Bütün ülkelerin, kendi güvenlikleri tehlikedeymiş gibi birbirlerinin güvenliğini ortak bir biçimde korumaları gerekmektedir.10

Uluslararası güvenlik denilince akla gelen ve evrensel düzeyde güvenliği sağlama misyonu bulunan BM, görülebilir gelecekte endişe teşkil eden güvenlik tehditlerini altı grupta toplamaktadır.11 Bunlar; Ekonomik ve sosyal tehditler, (yoksulluk, bulaşıcı hastalıklar ve çevre sorunları da dahil); Devletler arası çatışmalar; İç çatışmalar (sivil savaşlar, soykırım ve diğer büyük ölçekli karışıklıklar dahil); Nükleer, radyolojik, kimyasal ve biyolojik silahların yayılması; Terörizm ve ulus aşan organize suçlardır.

Soğuk Savaş Döneminde ve Sonrasında Uluslararası Güvenlik Anlayışı

Soğuk Savaş dönemi, II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan iki kutuplu dünya düzeninin tabii bir sonucudur. Bu dönemde, her iki kutupta yer alan ülkeler birbirlerini çevreleme politikası izlemiş, her iki blok da kendi oluşumlarını sağlam ve güçlü tutmak için sürekli bir çaba içerisinde bulunmuştur. Güvenlik ve savunmalarını yalnız baslarına sağlayamayan ülkeler ise bu iki bloktan birine dahil olmaktan başka çıkar yol bulamamışlardır.12 

   Bu sayede güvenlik endişeleri, bloklar arası caydırıcılık politikası ile dengelenmiştir. Avrupa’da yer alan ülkeler de var olan bu iki bloktan birine katılarak güvenliklerini temin etmek istemişlerdir. 
Bu dönemde bölgede güvenliğin iki temel unsuru olan NATO ve Varşova Paktı da bu süreçte sahip oldukları önemi artırmış ve güvenlik dengelerinin temel noktaları olma konumlarını güçlendirmişlerdir.

Soğuk Savaş döneminin iki süper gücü olan ABD ve SSCB arasındaki ilişkilerin süreç içerisinde zaman zaman yumuşama dönemleri yasansa dahi, genel olarak çatışmalı bir seyir izlediği kabul edilebilir. Taraflar arasındaki ilişkinin hakim özelliğinin; karşılıklı güç kazanma yarısı ve çatışma olduğu görülmektedir.13 Güç mücadelesinin kapsamının siyasi, askeri, ekonomik alanlar basta olmak üzere gündelik hayatın tüm yönlerini kapsayacak şekilde bir yoğunluğa eriştiği kabul edilebilir. Ancak tüm bu yoğunluğa rağmen taraflar birbirleriyle sıcak çatışmaya girmemişler ve bu da dönemin adının Soğuk Savaş Dönemi olarak adlandırılması na neden olmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği güçleri, Berlin Sorunu (1961) ve Küba Krizi (1962) sırasında karşı karşıya gelmişlerdir ancak yine de iki büyük güç arasında sıcak çatışma yaşanmamıştır. İki süper gücün ellerinde bulundurdukları askeri kapasitenin her iki taraf için de sıcak savaşa girmeme konusunda önemli rol oynadığı bilinmektedir. ABD ve SSCB bu dönem boyunca müttefiklerinin de desteği ile imha gücü çok yüksek muazzam askeri güce ulaşmışlardır. Ancak, askeri kapasite unsurları içinde, taraflar arasında doğrudan savaşmayı engelleyici en önemli faktörün, kitle imha silahları, özellikle de nükleer silahlar olduğu söylenebilir.

Soğuk Savaş döneminde güvenlik kavramı yüksek politika unsuru olarak ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki stratejik mücadele ekseninde belirlenmekteydi. Bu da Soğuk Savaş sürecinde bölgesel sorunların bir nevi üstünün örtülmesine neden olmuştur. Bu dönem boyunca kendi bünyesinde istikrarlı görünen birçok coğrafyanın aslında devam eden sorunlara sahip olduğu görülebilir. İşte bu dönem boyunca üstü örtülü kalan problemler Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte çözülmesi güç sorunlar olarak uluslararası arenaya çıkmışlardır. Bu
problemlerin temelini teşkil eden unsur etnik kökenli problemler olarak kendini göstermiştir.

Bu konunun en önemli örneği Eski Sovyetler Birliği ve Yugoslavya coğrafyaların da halendevam eden çatışmalardır.

Uluslararası güvenlik boyutundan bakıldığında Soğuk Savaş dönemindeki güvenlik sorunlarının, ulus devlet merkezli değerlendirildiği ileri sürülebilir.14 

   Güvenlik üzerine yapılan değerlendirmelerde iç kamuoyunun beklentilerinden ziyade söz konusu devletin dış politika stratejilerinin belirleyici rol  oynadığı öne sürülebilir. Bu çerçevede önemli olan nokta da güvenlik sorunlarının merkezine devletin egemenliğinin korunması ile devlet ve vatandaşların fiziksel güvenliğinin sağlanması oturmaktadır.

    Sonuç olarak Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu bir dünya düzeni kurulmuş ancak devam eden gerginliklere ve silahlanma yarışlarına rağmen  iki süper güç arasında herhangi bir sıcak temas yaşanmamıştır. Buna rağmen uluslararası sistemde güvenlik kavramı bu iki gücün arasında yaşanan  dehşet dengesi ekseninde şekillenmiş, iki blokta yer alan ülkelerin uluslararası arenadaki hareketlerini yönlendirmiştir.

Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte daha iyi bir dünyanın var olabileceği beklentisinin hakim olması nedeniyle uluslararası arenada  bir iyimserlik atmosferi oluştuğu söylenebilir. Bu yaklaşımın temelinde uluslararası sistemin yeni bir döneme girmesi ve uluslararası kurumların  tesis edilerek, küresel düzeyde barış ve güvenliğin sağlanabileceğinin kabulünün yer aldığı bilinmektedir.15 Yine de Soğuk Savaş sonrası  dönemde uluslararası sistemin ve güvenlik kavramının nasıl tesis edileceği konusunda sadece olumlu görüşler ileri sürülmemiştir. Uluslararası  sistemin geleceğine dair bir diğer yaklaşım aslında uluslararası sistemin kontrol dışı bir geçiş aşamasında olduğudur.16 

   Bu yaklaşıma göre  uluslararası sistemi tek başına bir devlet veya kurum kolaylıkla yönlendiremez. Bu konudaki en önemli görüşlerden biri  Rosenau’ya aittir. Rosenau uluslararası sistemin daha önce görülmemiş bir türbülans içinde bulunduğunu ve gelecekte alacağı görünümün tahmin  edilebilmesinin zor olduğunu öne sürmüştür. Yazara göre, uluslararası sistemin parametreleri daha önce hiç olmadığı kadar radikal değişimler  göstermektedir.17 Değişimler sistemin tüm düzeylerinde etkili olmakta ve daha iyiye bir gidiş olduğunu iddia etmeyi olanaksız kılmaktadır.

Soğuk Savaş sonrası dönemde çok uluslu şirketler ve sivil toplum kuruluşları uluslararası sistemde daha rahat hareket etme sansı bulmuşlardır. 

Bu dönemde uluslararası sistemde yer alan devlet ve devlet dışı aktör sayısında bir artış gözlenmektedir. Aktör sayısındaki artışın, yeni dönemde  güvenlik sorunlarının karmaşıklaşmasının sebeplerinden biri olduğu bilinmektedir. 

Bu dönemde güvenlik anlayışları değişmeye başlamış, kavrama  bakış açıları da farklı şekiller almıştır. Yakın zamana kadar içeriğini koruyan güvenlik kavramının Soğuk Savaş sonrası dönemde içeriği değişmiş  ve hacmi genişlemiştir.18

  Uluslararası sistemde tehdit olarak algılanan bazı faktörler bu özelliklerini kaybetmişlerdir. Soğuk Savaş dönemi boyunca kitle imha silahları ve 
nükleer silahların yaratacağı büyük tahrip savaşları söz konusu iken Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik kriterleri ve tehdit unsurları farklı 
boyutları da beraberinde getirmiştir. Çevre sorunları, insan hakları, salgın hastalıklar, kitlesel göçler, mikro milliyetçilik ve etnik çatışmalar, 
köktendincilik, terörizm, ekonomik sorunlar, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, insan ticareti, uluslararası güvenlikte yeni sorunlar olarak ortaya 
çıkmıştır.19

Söz konusu değişen konjonktürde ABD, mevcut gücünü muhafaza etmek amacıyla tüm dünyada bölgesel ve küresel politikalar üretirken kendi 
egemenliğinde yeni bir güvenlik ve yeni bir dünya düzeni oluşturmaya çalışmıştır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte iki kutuplu yapıdan 
sonra etkin coğrafi faktörlerin katılımıyla çok taraflı yeni bir süreç başlamıştır. Yeni bir piyasa ekonomisi, demokrasi, küresel değerler ve küresel  bir diplomasiyle birlikte yeni askeri konseptler, ittifaklar ön plana çıkmıştır.20

11 Eylül saldırılarının ardından ise, yepyeni bir kavram ortaya çıkmıştır: “Önleyici Savaş”. Savaşın tanımı değişmiş, düşman belirsizleşmiştir. 

Bu dönemle artık, güvenlik endüstrisi kavramı ortaya çıkmış ve devletin meşruiyetinin artık meşru şiddet tekelini elinde bulundurmasından değil, 
güvenliğin verimli bir biçimde koordinasyonunda aranmaya başlandığı, güvenlik alanının kamusal otoritenin boyunduruğundan çıkarak piyasaya  uyum sağladığı bir düzen oluşmuştur.21 

Neoliberal teori, devletlerin sadece ekonomik alanda değil,kamusal alanın her alanından çekilmesini öngörür. 

Bu yüzden bugün değişen güvenlik algısıile devletlerin görünmez düşmana karşı başarı kaydedemeyeceğini bu yüzden askeri alandan çekilmesi gerekliliği tartışılmaktadır. Özel orduların yaygın kullanımı, “egemen ulusdevletler” arasında yurttaş ordularla yapılan bir pratik  olarak savaşın ve devletin 16. Yüzyıldaalternatif şiddet sağlayıcılarını ortadan kaldırarak tesis ettiği, meşru şiddet tekeli devrinin, artık sonuna geldiğimizi göstermektedir.22

Sonuç

11 Eylül sonrası dönemde, demokratik rejimlere sahip olmayan ülkelerin elinde bulunan füzelerin yarattığı tehdit çok geniş bir alanda güvenlik  riskleri oluşturmuş, geleneksel olmayan tehditlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunlar düşük yoğunluklu çatışmalar yaratmış; 

  Geleneksel savaş biçimlerinin ve savaş alanlarının yapısını değiştirmiştir. Kısa sürede sonuçlandırılmasının söz konusu olmadığı bu çatışmalarda geleneksel olmayan araç ve usullerle savaşılmaktadır. 23 Böyle bir ortamda güvenliğin anlamı genişlerken tehdit odaklarının belirginliği ve somutluğu  da giderek kaybolmuştur.

Yeni dönemde uluslararası sistemde bütünleşme ve ayrışma eğilimleri bir arada görülmektedir. Bütünleşme eğilimlerinin gözlemlendiği bir alan,  bölgesel entegrasyon hareketleridir. Ancak, bütünleşme eğiliminin asıl olarak küreselleşme süreciyle kendini gösterdiği ileri sürülebilir. 
Sınırların  ortadan kalktığı ve küresel sorunlara ortak çözümler üretildiği bir dünyaya yönelik vurgular yoğun olarak yapılmaktadır. 
   Ancak, aynı zamanda uluslararası sistemde ayrışma eğilimleri de gözlemlen mektedir. Etnik ve dini kimliklerin korunması, yeni dönemde önemli bir çatışma potansiyeli taşımaktadır.


Kaynakça

Bahgat Korany, Paul Noble and Rex Brynen , The Many Faces of National Security In Arap World,New York :St Martin’s Press, 1993.

Beril Dedeoglu, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, İstanbul: Derin Yayınları, 2003.

Brauch Hans Günter, “Güvenliğin Yeniden Kavramsallaştırılması: Barış, Güvenlik,
Kalkınma ve Çevre Kavramsal Dörtlüsü”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 5, Sayı 18, (Yaz 2008)

Buzan Barry Ole Waever, Jaap de Wilde, “Security: A New Framework for Analysis”, Lynne Rienner Publishers, 1998.

Buzan, Barry, “ People, States and Fear”, Harvester Wheatsheaf, London, 1983.
Erdoğdu, Hikmet, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve NATO İttifakı,
İstanbul, IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, 2004.

Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 1998.

Gürlesel, Can Fuat ve Demir, M. Faruk, Dünyada Çok Taraflı Denge ve Türkiye çin Yakın Gelecek, İstanbul, İstanbul Ticaret Odası, 2002.

Koçer, Gökhan, “Küreselleşme ve Uluslararası İlişkilerin Geleceği”, Uluslararası
İlişkiler, Cilt: 1, No: 3,Güz 2004.

Koçer, Gökhan, “Soğuk Savaş Sonrasında Uluslararası Güvenlik Ortamı ve
Türkiye’nin Ulusal Güvenliği”, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Genelkurmay ATASE veGenelkurmay Denetleme Başkanlığı Yayınları, Yıl: 3, Sayı: 5, Ankara, Temmuz 2005.

Kofi Annan, “A more Secure World: Our Share Responsibility”, secureworld/report2.pdf>, 2004, (20 Ekim 2009).

Kuloğlu, Armağan, “Soğuk Savaş Sonrası Bozulan Dengeler, Irak Krizi ve Bölgesel istikrar Arayısı”, Stratejik Analiz; Azerbaycan’da Devlet Başkanlığı Seçimi, ASAM, Cilt: 4, No: 44, Aralık 2003.

Laçiner, Ömer, “Ordular: İlk hedefiniz piyasa mı oluyor?” Birikim, No:173, Eylül 2003.

Moran, Theodore, “International Economics and National Security”, Foreign Affairs, Cilt 69, No: 5, Winter 1990 – 1991.

Morgenthau, Hans, Uluslararası Politika, Cilt: I, Çev: Baskın Oran, Ünsal Oskay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970.

Paker Balta, Evren, Küresel Güvenlik Kompleksi/Uluslararası Siyaset ve Güvenlik, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.

Rosenau, James N., Turbulance in World Politics: A Theory of Change and
Continuity, Princeton, Princeton University Press, 1990.

Rubinstein, Alvin Z., “New World Order or HollowVictory”, Foreign Affairs, Cilt: 74, No: 4, Fall 1991.

Slaughter, Anne-Marie, “The Real World Order”, Globalization and the Challenges of a New Century, Ed. Patrick Q’meara, Howard D. Mehlinger, Matthew Krain, Indiana, Indiana University Press, 2000.

Tanrısever, Oktay F., “Güvenlik”, içinde Devlet ve Ötesi, der. Atilla Eralp, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005.

Ülman, Haluk, “Dünya Nereye Gidiyor”, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, 3. bs., Ed. Sabahattin Şen, İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 1994.


DİPNOTLAR;

1 Brauch Hans Günter, “Güvenliğin Yeniden Kavramsallaştırılması: Barış, Güvenlik, Kalkınma ve Çevre
   Kavramsal Dörtlüsü”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 5, Sayı 18,(Yaz 2008)
2 Giddens, Anthony, Modernliğin Sonuçları, çev. Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998, s.97.
3 Tanrısever, Oktay F., “Güvenlik”, içinde Devlet ve Ötesi, der. Atilla Eralp, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.108.
4 Buzan, Barry, “ People, States and Fear”, Harvester Wheatsheaf, London, 1983, s.491.
5 Buzan, Barry, Ole Waever, Jaap de Wilde, “ Security: A New Framework for Analysis”, Lynne Rienner Publishers, 1998, s.21.
6 09 Aralık 1983 tarih ve 2945 sayılı “Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel SekreterliğiKanunu” Md. 1.
7 Koçer, Gökhan, “Soğuk Savaş Sonrasında Uluslararası Güvenlik Ortamı ve Türkiye’nin Ulusal Güvenliği”,
   Stratejik Araştırmalar Dergisi, Genelkurmay ATASE ve Genelkurmay Denetleme Başkanlığı Yayınları, Yıl: 3,
   Sayı: 5, Ankara, Temmuz 2005, s.289.
8 Bahgat Korany, Paul Noble and Rex Brynen , The Many Faces of National Security In Arap World, New York:
   St Martin’s Press, 1993, s.2.
9 Dedeoglu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, İstanbul, 2003, s.28.
10 Morgenthau, Hans, Uluslararası Politika, Cilt: I, Çev: Baskın Oran, Ünsal Oskay, Türk Siyasi İlimler Derneği
    Yayınları, Ankara, 1970, s.527
11 Annan, Kofi, “A more Secure World: Our Share Responsibility”,
    secureworld/report2.pdf>, 2004, (20 Ekim 2009).
12 Erdoğdu, Hikmet, Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Önemi ve NATO İttifakı, İstanbul, IQ Kültür ve Sanat
    Yayıncılık, 2004, s. 69.
13 Ülman, Haluk, “Dünya Nereye Gidiyor”, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, 3. bs., Ed. Sabahattin Şen, İstanbul,
     Bağlam Yayıncılık, 1994, s. 31.
14 Moran, Theodore, “International Economics and National Security”, Foreign Affairs, Cilt 69, No: 5, Winter
    1990 – 1991, s.90.
15 Slaughter, Anne-Marie, “The Real World Order”, Globalization and the Challenges of a New Century, Ed.
    Patrick Q’meara, Howard D. Mehlinger, Matthew Krain, Indiana, Indiana University Press, 2000, s. 112.
16 Rubinstein, Alvin Z., “New World Order or HollowVictory”, Foreign Affairs, Cilt: 74, No: 4, Fall 1991, s.54.
17 Rosenau, James N., Turbulance in World Politics: A Theory of Change and Continuity, Princeton, Princeton
    University Press, 1990, s. 9-10.
18 Koçer, Gökhan, “Küreselleşme ve Uluslararası İlişkilerin Geleceği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt: 1, No: 3,Güz
    2004, s. 110.
19 Koçer, Gökhan, a.g.e., s. 110.
20 Gürlesel, Can Fuat ve Demir, M. Faruk, Dünyada Çok Taraflı Denge ve Türkiye İçin Yakın Gelecek, İstanbul,
    İstanbul Ticaret Odası, 2002, s.12.
21 Paker Balta Evren, Küresel Güvenlik Kompleksi/Uluslararası Siyaset ve Güvenlik, İletişim Yayınları,
    İstanbul, 2012,s. 91.
22 Laçiner, Ömer, “Ordular: İlk hedefiniz piyasa mı oluyor?” Birikim, No:173, Eylül 2003, s.7-12.
23 Kuloğlu, Armağan, “Soğuk Savaş Sonrası Bozulan Dengeler, Irak Krizi ve Bölgesel istikrar Arayışı”, Stratejik
    Analiz; Azerbaycan’da Devlet Başkanlığı Seçimi, ASAM, Cilt: 4, No: 44, Aralık 2003, s. 44.


***

9 Nisan 2020 Perşembe

AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKASI KISKACINDA TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 2


AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKASI KISKACINDA TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 2




   Güney Kafkaslar için Dstikrar Paktı (Stability Pact for South Caucasus) Türkiye’nin diğer önemli bölgesel güven ve güvenlik artırıcı önlemler girisimlerinin temel taslarını olusturabilecek bir tesebbüstür. Türk diplomatları bu paktın olusturulması fikrini ortaya atarken diyalog ve güven insasının güvenliğin baslıca yapı tasları olduğu tezini ve bunun da i birliğinin ve uzun vadeli projelerin gelistirilebilmesi esnasında ortak çıkarlar zemini üzerine dayandırılması ile mümkün olabileceğini savunmuslardır. 

Türkiye ekonomik çıkarların daha uyumlu hâle getirilebilmesi için Dran, Irak, Pakistan ve Orta Asya cumhuriyetlerini de içine alan Ekonomik İş Birliği Örgütü’nü kurmu ve ilgili devletlere önemli bir ekonomik ve politik platform olusturacağı düsüncesi ile kurulusundan itibaren bu olusumun içinde etkin bir rol üstlenmistir. 

Afganistan’daki Uluslar Arası Güvenlik ve Yardım Gücü (International Security and Assistance Force (ISAF)) komutasını Türkiye birkaç kez üstlendiği gibi,22 Ebedî Özgürlük (Enduring Freedom) operasyonunun da önemli destekleyicilerindendir. 

Orta Asya cumhuriyetlerinin demokratik bir devlet yapısına sahip olabilmeleri ve diğer taraftan da NATO ve AGDT gibi güvenlik ve iş birliği kurumlarına 
katılabilmeleri için Türkiye bölge ülkelerine sürekli destek vermektedir.23 

Terörizmle mücadele çabaları çerçevesinde Türkiye uluslar arası platformda en ön sıralarda yer almakla kalmamakta, NATO’nun Akdeniz’de gerçeklestirdiği Aktif Çaba Operasyonu (Operation Active Endeavour) çerçevesinde de etkin görevler üstlenmektedir.24 

Türk askerî kuvvetleri Balkanlar, Somali, Afganistan ve Bağımsız Devletler Topluluğu’nda (BDT) barısın korunması ve insası operasyonlarına katılmakla büyük deneyimler kazandığı gibi BM, NATO ve AGDT nezdinde de saygın ülkeler arasındadır. Barısı koruma ve insası operasyonlarında basarılı olmu ve sivil-asker iş birliği faaliyetleri üzerinde uzmanlasmı diğer ülkeler ise Dngiltere, Fransa, Almanya ve İskandinav ülkeleridir. Eğer Türkiye’nin muhtemel çatısmaların ortaya çıkabileceği kriz bölgeleri arasındaki stratejik konumu göz önüne alınacak olunursa, bu ülkelerle birlikte Türkiye, barısı koruma ve insası operasyonlarında, sivil-asker iş birliğinde, doğal felâketlerle mücadelede, insanî yardım alanlarında, yasa dısı göçün önlenmesinde ve sonuçta Avrupa’nın güvenlik ve savunmasının daha da etkin kılınmasında diğer devletlerle birlikte daha aktif roller üstlenebilir. Doğu ve Batı karakteristiklerini özünde barındıran Türkiye’nin, AB içerisinde ve stratejik çevresinde istikrara, kültürler arası diyalog ve iş birliğine yapacağı net katkıların, AGSP’yi gerçek anlamda güçlü ve çok-kültürlü askerî bir güç konumuna getirebileceği gerçeği gözden kaçırılmaması gereken bir diğer analizdir. 

Türkiye’nin askerî ve sivil kapasitesi Balkanlar’daki operasyonlara aktif katılımıyla açıkça ortaya konmaktadır. Türkiye bu bağlamda Kosova Barış 
Gücü’ne (KFOR) 392 asker, Dstikrar Gücü’ne (SFOR) 374 asker, AB’nin Makedonya’da “Proxima” Operasyon’u çerçevesinde konuslandırılan polis gücüne 6 polis ve 2 jandarma, BM Kosova Polis Gücü’ne (UNMIK) 165 personel ve AB’nin BosnaHersek’teki Polis Misyonu’na 14 polis ile katkıda bulunmustur.25 İşte bu yüzden Türkiye Avrupa’nın yakın çevresinde ve ötesinde AB’ye çok değerli katkıları olan bir müttefik ülke olarak göze çarpmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin neden ve nasıl AGSP’ye askerî ve sivil alanlarda katkı sağlayabileceği su üç baslık altında özetlenebilir: 

(a) Avrupa’nın Kimliği; 
(b) Bölgesel İstikrar; 
(c) Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP). 

(a) Avrupa’nın Kimliği: 

Türkiye’nin AB’ye muhtemel katılımı sadece AB’nin din ve devlet ayrımı, laik kimliği ve çok-kültürlü Avrupalı kimliği için bir turnusol testi olmakla kalmaya cak,  26 ayrıca Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya ile iliskileri dolayısıyla Türkiye, Avrupa’nın ileri mevkii demokratik ve laik bir ülkesi olarak bu bölgelerde Avrupa’nın kimliğinin tanıtımı açısından önemli bir köprü görevi görebilecektir.27 Bazı Avrupa ülkelerinin – özellikle Fransa ve Almanya– artık Türkiye’nin Amerikan yanlısı tavrı veya demokratik karar alımında yasadığı sıkıntılar gibi öne sürdükleri argümanların çok da geçerli olmadığı, çünkü Batı Avrupa ve Arap dünyasının gözünde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ABD’nin ağır baskısına rağmen Irak’a gerçeklestirilecek askerî bir operasyona, Türk ordusunun katılımı hakkında almış olduğu “hayır” kararı, bağımsızlık ve demokrasi zaferi olarak tasvir edilmistir. AB ülkeleri ve ABD dısında hiçbir ülke Türk ulusunun Avrupalı kimliğini olusturan demokrasi ve Dslâm değerlerinin birbirlerine zıt olmadıklarını tüm dünyaya gösterebilmeleri açısından Türkiye’ye bu ciddîyette ihtiyaç duymamaktadır. Türkiye’nin çok-kültürlü geleneksel yapısı ve bu yapının AB’ye 
katılımı yolu ile AGSP’ye yansıtılması Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya veya Afrika’daki Müslüman bir ülkede geçeklestirilecek olası bir AGSP kriz önleme 
operasyonunu daha kolay bir ihtimal hâline getirmekle kalmaz, operasyonun basarısı ve istikrarın bekası için de vazgeçilemez bir stratejik üretici olabilir. 

(b) Bölgesel İstikrar: 

Ne Balkanlardaki istikrarsızlık meselesi, Türk-Yunan uyusmazlığı ve Kıbrıs sorunu, ne de Filistin-İsrail antlasmazlığı, Irak, Suriye ve Dran’daki rejim sorunları ve Kafkasya’daki Rus-Çeçen ve Azeri-Ermeni problemleri Türkiye’nin katkısı olmadan çözülebilir.28 Dste bu sebeplerden dolayı bölgesel istikrara katkı sağlayabilmek için Yunanistan dış politikasında ciddî manevralar yaparak, Türkiye’ye düsman görünümünden uzaklasıp Türkiye’nin AB üyeliğini destekler konuma gelmistir. Her iki ülke de aralarındaki ortak çıkarların farklılıklardan daha fazla olduğunu kesfetmisler ve aralarındaki sorunları tehdit yoluyla değil de diplomatik yöntemlerle çözmenin daha avantajlı olacağının farkına varmıslardır. Türkiye kalıcı istikrar ve barısın ülkelerin sorunlarının çözümü yönünde politik iradelerini etkin ve kalıcı bir sekilde kullanabilmelerine ve farklılıklarını ortaya çıkartarak uzlasmanın ancak ortak çıkarlar temeline dayandırılması yöntemine bağlı olduğu felsefesini savunmaktadır. 

Tüm bu sebeplerden dolayı AB’nin, Türkiye’yi dısarıda bırakarak ve sadece kendi çevresinde ortaya çıkması muhtemel çatısmalara AGSP’yi kullanarak 
gerçeklestireceği bir operasyonun basarısızlıkla sonuçlanması olasılığı yüksektir. 

(c) Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ODGP:

 Eğer AB; Akdeniz, Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerinde güçlü bir dış güvenlik politikasına sahip olmak istiyorsa, Türkiye bu noktada yine 
vazgeçilemez bir ülke olarak karsımızda durmaktadır. Türkiye hem Arap dünyası hem de İsrail ile iyi iliskilere sahip yegane ülkelerden biridir. Hem Dslâm Konferansı Örgütü (DKÖ) üyesi hem de İsrail ile pek çok ekonomik ve güvenlik alanında ikili antlasmalar imzalamı olan Türkiye, Orta Doğu’da Filistin-İsrail barış sürecine katkıda bulunabilecek Avrupa’nın ideal bir uzlastırıcısı görünümündedir. 29 Diğer taraftan Türkiye’nin AB üyeliği, ABD’nin tek yanlı olarak Orta Doğu’da politikalar üretmesi sonucu gerginlesen transatlantik iliskilerin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunabileceği gibi, acilen gerekli olan yeni bir AB-ABD çok taraflı stratejisinin daha demokratik ve refah içerisinde bir Arap dünyasının yaratılmasına da katkıda bulunarak, AB’nin etkili ve aktif stratejiler üretmesini sağlayacaktır. 
ODGP’nin askerî caydırıcılık temelleri üzerine insa edilmi bir güvenlik boyutuyla güçlendirilmediği takdirde inandırıcı olması beklenemez. 
Eğer AB etkili bir ODGP hedefine ulasmak istiyor ve bunu da AGSP ile bütünlestirerek gerçeklestirmeye çalısıyorsa, Türkiye’nin bu olusumların dısında tutulması, AB’nin dı ve güvenlik politikalarını hayata geçirme olasılığını ciddî sekilde tehlikeye sokabileceği de ortadadır. 

Sonuç 

Fransa ve Almanya ikili olarak yarım yüzyıla yakın zamandır ilk önce Avrupa Topluluğu (AT) ve daha sonra ise AB’ye güvenlik ve savunma rolü yükleyebilmek için büyük çaba göstermislerdir. 30 Bu çaba yeni bir dönüm noktasına, 21’inci yüzyılın baslarında ortak güvenlik tanımının çok çetrefilli olduğu ve Atlantik İttifakı içerisindeki dayanısmanın da problemli olduğu bir zamana denk gelmistir. Dste bu noktada, AB’nin Acil Müdahale Gücü’nü olusturması ve Türkiye’nin muhtemel AB üyeliği gibi 
gelismeler, Türkiye ve AB arasında güvenlik ve savunma alanlarında çok daha iyi bir anlayısa varılmasını zorunlu kılmaktadır. Fransa, Almanya, Dngiltere ve AB’nin diğer önde gelen ülkeleri Türkiye’nin etkin bir desteği olmadan sağlıklı bir Avrupa güvenlik mimarisini gerçeklestirmenin zor olduğunun açıkça farkındadırlar.31 

Avrupa Devlet ve Hükümet Baskanları Konseyi’nde Avrupa savunma“sütunu”nun önde gelen savunucu ülkelerinden olan Fransa ve Almanya, AB ve NATO 
arasındaki asimetrik üyelikten dolayı ortaya çıkabilecek önemli i birliği engellerinin var olduğunu görebilmektedirler. Bu yüzden ortada olan bir durum var ki o da, Türkiye AB’nin tam üyesi olana dek AGSP’nin yapılandırılması tamamlanamayacak ve ODGP’nin uygulamaya konulduğu esnada AB ve NATO arasındaki üyelik asimetrisi nedeniyle de ciddî engellerle karsılasılacaktır. 

Türkiye’nin AB güvenlik ve savunma politikası çerçevesinde savunduğu esas nokta NATO’nun görev, araç ve gereçlerinin “kopyalanarak” AGSP’yi tamamen 
bağımsız hâle getirmek değil, AB ve NATO arasında olusturulacak “bütünleyici” bir bağın Avrupa ülkelerinin çıkarlarına olduğu ve bu bağın transatlantik iliskilerin daha da güçlendirilmesine katkıda bulunacağıdır. NATO’nun tam üyesi olarak ve AB’yle de 3 Ekim 2005 tarihinde üyelik müzakerelerine baslayacak olan Türkiye, sorunların her an çatısmaya dönüsebileceği bir bölgede önemli görevler üstlenmektedir. Türkiye sadece transatlantik AB-NATO i birliğine Türk ordusunun profesyonelliği ile katkıda bulunmamakta, ayrıca demokratik kurumları ile Türk toplumu bölge istikrarı ve barısı üzerinde de önemli etkiler bırakmaktadır. 

Türkiye’nin AB dısında bırakılması durumunda Avrupa (AB) ve Amerika (ABD) görüsleri arasında bir seçim yapmaktan pek de memnun olacağı söylenemez. 
ABD’nin tarafını tutup AB’ye santaj yapmak veya bu yaklasımın tam tersini benimsemenin en iyi tercih olmayacağının da farkındadır. 
Ancak AB’nin dısında kalması hâlinde, Türkiye için her iki tercih de çoğu durumda ve zamanda Türk dı politikasının sekillendirilmesinde potansiyel seçenekler olarak kalacaklardır. 

21’inci yüzyılda AB çok önemli bir kararın esiğinde durmaktadır. AB Türkiye’yi dıslayarak kendisini Batı ve Dslâm dünyası arasında çok geni bir alanda medeniyetler mücadelesi içerisinde bulacak –ki terörist unsurlar böyle olmasını çok arzulamaktadır veya Türkiye’yi içerisine alarak bu mücadelenin uzlasma yoluyla, sorunları belirli konulara bölerek belirli nedenlere özgün çözümler üretilmesiyle Batı ve İslam dünyası arasındaki sıkıntıların asılmasına çalısılacaktır. AB üyesi olmuş bir Türkiye’nin yardımı ile Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Kafkaslar ve Orta Asya’daki istikrarsızlıkların, demokrasi ve pazar ekonomisini diplomatik yöntemler çerçevesinde kullanarak, basarılı bir sekilde ortadan kaldırılmasından dolayı AB’ye doğacak olan maliyet, gerçek bir medeniyetler çatısmasından dolayı ortaya çıkacak olan maliyetten kesinlikle daha hesaplı olacaktır. Sonuç olarak, eğer AB, güvenlik ve istikrara yakın çevresinde diplomatik, ekonomik, sivil ve en son çare olarak da askerî yöntemlerle ulasmak istiyorsa, bunun için Türkiye’ye ihtiyaç duyacaktır. Türkiye ise AB’ye tam üyeliğinin gerçeklesmesi hâlinde Avrupa’nın yakın çevresindeki 
güvenlik ve istikrarın sağlanmasında AB’nin etkin bir rol üstlenmesine katkıda bulunabilecektir. Eğer bu fırsat elden kaçarsa, AB için ciddî bir güvenlik bosluğu 
sorunu ortaya çıkmakla kalmayacak, ayrıca telafisi zor bir durumla da karsı karsıya kalınacaktır. Hâl böyle iken, Türkiye de farklı güvenlik sistemleri arayısına girerek buralara katılmak zorunda kalabilir. 

KAYNAKÇA 

1) “A Secure Europe in a Better World”, European Security Strategy, Brüksel, 12 Aralık 2003. 
2) “Annex II – ESDP: Implementation of the Nice Provisions on the Involvement of the Non-EU European Allies”, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası 
Baskanlık Kararları, 24-25 Ekim 2002. 
3) Antonio Missiroli, “Crossing the Bosporus”, The Wall Street Journal Europe, 1 Ekim 2004. 
4) Antonio Missiroli, “CFSP, Defence and Flexibility”, Chaillot Paper 38, Paris: Institute for Security Studies, WEU, Subat 2000. 
5) Antonio Missiroli, “Financing ESDP”, Real Instituto Elcano, 21 Nisan 2003. 
6) (12.07.2004). 
7) Antonio Missiroli, “After the Brussels fiasco – an ESDP without a Constitution, a CFSP without a Foreign Minister?” 15 Ocak 2004 
8) < http://www.iss-eu.org/new/analysis/analy073.html> (12.07.2004). 
9) Chris Donnelly, “The Occupant of a Pivotal Role in the Defence of the EU”, Financial Times, 28 Haziran, 2004. 
10) Ernst-Otto Czempiel, “Is war making a comeback? Memory loss: a case study”, Goethe Merkur, Almanya: Goethe-Institut Inter Nations, Bonner 
Universitätsdruckerei, 2003. 
11) Ertuğrul Kayserilioğlu, “Çok Kültürlü Bir Avrupa”, Forum Diplomatik, Sayı 1, 31 Ocak 2005. 
12) Graham E. Fuller, Ian O. Lesser (eds.) , Turkey’s New Geopolitics: From the Balkans to Western China, Boulder: Westview Press, Rand Study, 1993. 
13) Ddris Bal, Turkey’s Relations with the West and the Turkic Republics: the rise and fall of the ‘Turkish Model’, Aldershot: Ashgate, 2000. 
14) Javier Solana, “The Washinton Summit: NATO steps boldly into the 21st century”, NATO Review, No.1, Dlkbahar 1999. 
15) Kuzey Atlantik Anlasması, Washington DC, 4 Nisan 1949. 
16) Lale Sarıibrahimoğlu, “Crucial ESDP talks to start in Ankara today”, Turkish Daily News, 25 Ekim 2001. 
17) Lord George Robertson, “NATO and the New Threats”, Turkish Policy Quarterly, Cilt.1, No.4, Kı 2002. 
18) Lt. General Mario de Silva, “Implementing the Combined Joint Task Force Concept”, NATO Review, No.4, Kı 1998. 
19) Kuzey Atlantik Konseyi Bakanlar Toplantısı, Berlin: 3 Haziran 1996. 
20) NATO’nun “Barı için Ortaklık” eğitim merkezi: http://www.bioem.tsk.mil.tr. 
21) NATO web sayfası: http://www.nato.int/docu/review/2002/issue2/english/ statistics.html (05.04.2005). 
22) Kuzey Atlantik Konseyi, Oslo Communiqué, Oslo: 4-5 Haziran 1992. 
23) Ramazan Gözen, “Turkey’s Delicate Position Between NATO and the ESDP”, SAM Papers No.1/2003, Ankara: Mart 2003. 
24) Siret Hürsoy, “How to Conduct Strategic War Against Global Terrorism?”, World Defence Systems, Sovereign Publications Ltd. (yayınlanacak). 
25) Siret Hürsoy, “One Day Analytical Seminar on Turkey and ESDP”, Dsveç: Stockholm’da sunulan sözlü ve yazılı tebliğ, 22 Eylül 2004. 
26) http://web.sipri.org/contents/director/TURKEYESDPSUMMARY.html (02.02.2005). 
27) Siret Hürsoy, “EU’s Long-Term Stability Strategy for the Middle East”, Turkish Policy Quarterly, Cilt.3, No.2, Yaz 2004. 
28) Siret Hürsoy ve Nesrin Ada (ed.), NATO’s Transformation and the Position of Turkey, Dzmir: Ege University Press, 2004. 
29) Siret Hürsoy, The New Security Concept and German-French Approaches to the European ‘Pillar of Defence’, 1990-2000, Germany: Tectum Verlag, 2002. 
30) Steven Everts, “An asset but not a model: Turkey, the EU and the wider Middle East”, Centre for European Reform, (Ekim 2004) (16 Aralık 2004). 
31) “The Alliance’s Strategic Concept”, NATO Washington Summit Communiqué, 23-24 Nisan, 1999. 
32) “TDKA’ya Yeni Roller”, Avrasya Bülteni, Sayı 31, Subat 2005 (01.04.2005). 
33) “Türkiye, NATO ve Avrupa Birliği Perspektifinden Kriz Bölgelerinin İncelenmesi ve Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri”, SAREM Dkinci Uluslar Arası 
      Sempozyum Bildirileri (Dstanbul, 27-28 Mayıs 2004), Ankara: Genelkurmay Basım Evi, 2004. 
34) Walter Posch, “Talking Turkey”, ISSEU Newsletter No.12, (Ekim 2004) 
35) < http://www.iss-eu.org/new/analysis/analy096.html> (12.07.2004). 
36) BAB Bakanlar Konseyi, Petersberg Deklarasyonu, Bonn: 19 Haziran 1992. 
37) BAB Bakanlar Konseyi, Ortak Üyelik Belgesiyle Bağlantılı Toplantı Tutanakları, Roma: 20 Kasım 1992. 
38) William Hale, Turkish Foreign Policy, 1774-2000, Londra: Frank Cass Publications Ltd., 2000. 
39) Zalmay Khalilzad, Ian O. Lesser, F. Stephen Larrabee, (ed.), The Future Of Turkish Western Relations/Towards A Strategic Plan. 
40) (01.02.2004). 
41) ‘3. Deutsch-Französischen Dialog – Mit Sicherheit in die europäische Zukunft: Deutsch-französische Perspectiven einer gemeinsamen Sicherheits – und 
Verteidigungspolitik’, Diskussionsbericht, Saarbrücken: 31 Mayıs-01 Haziran, 2001. 
42) ‘3. Deutsch-Französischer Dialog in Saarbrücken: Europäische Sicherheitspolitik als eigenständigen Pfeiler innerhalb der Nato etablieren’, 
Luxemburger Wort, 2 Haziran, 2001. 

DİPNOTLAR;

1 “Riskler” Soğuk Savas’ın sona ermesiyle ortaya çıkmamıs, 1990 öncesi de var olan bu riskler bulundukları yeni stratejik ortamda hızla yayılma eğilimi göstermistir. 
Terörizm, etnik çatısmalar, uyusturucu ve insan kaçakçılığı gibi sınır ötesi riskler ve diğer tehdit algılamalarına iliskin analiz için bkz. Ernst-Otto Czempiel, 
“Is war making a comeback? Memory loss: a case study”, Goethe Merkur, (Almanya: Goethe-Institut Inter Nations, Bonner Universitätsdruckerei, 2003), s.13-22. 
2 Siret Hürsoy, “How to Conduct Strategic War Against Global Terrorism?”, World Defence Systems, (Sovereign Publications Ltd. (yayınlanacak)). 
3 Bkz. “Türkiye, NATO ve Avrupa Birliği Perspektifinden Kriz Bölgelerinin Dncelenmesi ve Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri”, SAREM Dkinci Uluslar Arası Sempozyum 
Bildirileri (İstanbul, 27-28 Mayıs 2004), (Ankara: Genelkurmay Basım Evi, 2004). 
4 William Hale, Turkish Foreign Policy, 1774-2000, (Londra: Frank Cass Publications Ltd., 2000), s.7; Ian O. Lesser, “Bridge Or Barrier? Turkey and The West 
   After The Cold War”, Graham E. Fuller, Ian O. Lesser (eds.) , Turkey’s New Geopolitics: From the Balkans to Western China, 
(Boulder: Westview Press, Rand Study, 1993), s.101-102. 
5 Kuzey Atlantik Dttifakı Anlasması’nın 5. Maddesine göre: “Taraflar, Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silâhlı bir saldırının hepsine yöneltilmi bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa BM Yasası’nın 51. Maddesinde tanınan bireysel ya da toplu öz 
savunma hakkını kullanarak, Kuzey Atlantik bölgesinde güvenliği sağlamak ve korumak için bireysel olarak, ve diğerleri ile birlikte, silâhlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan Taraf ya da Taraflara yardımcı olacakları konusunda anlasmaya varmıslardır. […]” 
Bkz. Kuzey Atlantik Anlasması, Washington DC, 4 Nisan 1949. 
6 Zalmay Khalilzad, “A Strategic Plan For Western-Turkish Relations”, Zalmay Khalilzad, Ian O. Lesser, F. Stephen Larrabee, (eds.), The Future Of Turkish Western 
Relations/Towards A Strategic Plan, (01.02.2004); Ddris Bal, Turkey’s Relations with the West 
and the Turkic Republics: the rise and fall of the ‘Turkish Model’, (Aldershot: Ashgate, 2000), s.108. 
7 Önceki NATO Genel-Sekreteri George Robertson Türkiye’nin yeni tehditlere karsı NATO müttefikleriyle birlikte bir ileri cephe ülkesi haline geldiğini öne sürmüstür. 
Lord George Robertson, “NATO and the New Threats”, Turkish Policy Quarterly, (Cilt.1, No.4, Kı 2002), ss.5-11. 
8 “A Secure Europe in a Better World”, European Security Strategy, (Brüksel, 12 Aralık 2003), ss.4, 7-8. 
9 St. Mâlo Declaration, (Fransa: Anglo-French Summit, 4 Aralık 1998) için bkz. Missiroli, A., ‘CFSP, 
Defence and Flexibility’,Chaillot Paper 38, (Paris:Institute for Security Studies,WEU, Subat 2000), Annex C. 
10 AGSP önündeki üyelik asimetrisi sorunu yanında diğer ciddî sorunlardan bazıları ise finansman meselesi 
ve kurumsal yapılanma alanındaki eksikliklerdir. Antonio Missiroli, “Financing ESDP”, Real Instituto Elcano, 
21 Nisan 2003 ; Antonio Missiroli, “After the Brussels 
fiasco – an ESDP without a Constitution, a CFSP without a Foreign Minister?” 15 Ocak 2004 
(12.07.2004).
11 “Eğer tam üyeler ortak üyelerin BAB’ın askerî operasyonlarına katılması kararı almıslarsa, bu 
operasyonların yerine getirilmesi için düzenlemeler duruma göre ayrı ayrı katılımcı ülkeler tarafından 
belirlenecektir” (yazarın kendi tercümesi). BAB Bakanlar Konseyi, Ortak Üyelik Belgesiyle ilgili Toplantı 
Tutanakları, (Roma, 20 Kasım 1992). 
12 Petersberg Görevleri insanî ve kurtarma görevleri, barısı koruma faaliyetleri, kriz yönetimi ve barı insası 
görevlerinde çarpısacak olan güçleri içermektedir. Bkz. “II. On Strengthening WEU’s Operational Role”, 
Petersberg Deklarasyonu, BAB Bakanlar Konseyi, (Bonn: 19 Haziran 1992), parag.4. 
13 Berlin’de 1996 yılında gerçeklestirilen Kuzey Atlantik Konseyi bakanlar toplantısı sonuç bildirgesine göre, 
NATO’nun plânlama ve harekât kapasitelerinin AGSP tarafından Birlesik Müsterek Görev Gücü Kavramı 
(Combined Joint Task Force) çerçevesinde kullanılabilmesi kararı, NATO’nun Kuzey Atlantik Konseyi ve 
Askerî Komitesi tarafından onaylanmasını gerektirmektedir. Bkz. Kuzey Atlantik Konseyi Bakanlar 
Toplantısı, Berlin, (3 Haziran 1996); Lt. General Mario de Silva, “Implementing the Combined Joint Task 
Force Concept”, NATO Review, (No.4, Kış 1998), ss.16-19; NATO’nun Washington Zirvesi’ne Madde 18,30, 
34, 50, 53(c)’ye göre: (1) NATO ve BAB arasında kurulan mekanizma çerçevesinde AB ve Kuzey Atlantik 
Paktı arasında etkin ortak danısma, isbirliği ve saydamlık yöntemi gelistirilmesi; (2) AB’nin üyesi olamayan NATO 
üyelerinin istedikleri zaman AGSP çerçevesinde gerçeklestirilecek operasyonlara tam anlamıyla katılımlarına 
önem verilmesi;(3) AB’nin NATO imkân ve kabiliyetlerine ulasabilmesine pratik çözümlerle yaklasılması. “The 
Alliance’s Strategic Concept”, NATO Washington Summit Communiqué (23-24 Nisan, 1999); Javier Solana, 
“The Washington Summit: NATO steps boldly into the 21st century”, NATO Review, (No.1, Dlkbahar 1999), ss.3-6. 
14 Türkiye’nin AB AGSP’nin karar alma mekanizmasına doğrudan katılım talebi ayrıca Yunanistan tarafından 
veto edilmisti. Ramazan Gözen, “Turkey’s Delicate Position Between NATO and the ESDP”, SAM Papers No.1/2003, (Ankara: Mart 2003), s.104. 
15 Lale Sarıibrahimoğlu, “Crucial ESDP talks to start in Ankara today”, Turkish Daily News, (25 Ekim 2001). 
16 “Annex II – ESDP: Implementation of the Nice Provisions on the Involvement of the Non-EU European 
Allies”, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Baskanlık Kararları, Brüksel, Avrupa Konseyi, (24-25 Ekim 2002). 
17 Bu toplantı sonucuna göre NATO birçok askerî ve sivil faaliyette bulunabilecek “tek bir sistem” olarak 
kaldığı için, AB/BAB güdümlü operasyonların ayrı komuta düzenlemesine gitmelerine fırsat vermemekteydi. 
Kuzey Atlantik Konseyi Bakanlar Toplantısı, Berlin, (3 Haziran 1996). 
18 2001 istatistiği verilerine göre Türkiye 795,000 askerî personeli ile toplamda 2,904,000 NATO Avrupa 
üyelerinin asker sayısının yaklasık 1/3’ünden biraz azını olusturmaktadır. En yakın takipçileri Dtalya’nın 
374,000 Fransa’nın 367,000 ve Almanya’nın 307,000 askerî bulunmaktadır. Sabit olmayan yıllık savunma 
harcamalarında ise kisi basına düsen millî gelir itibarıyla Türkiye 4.9% ile Yunanistan (4.7%), Fransa (2.5%), 
Dngiltere (2.3%) ve Almanya’yı (1.5%) geride bırakmaktadır. NATO web sayfası: 
http://www.nato.int/docu/review/2002/issue2/english/statistics.html (05.04.2005). 
19 Bu konu hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Siret Hürsoy, “New Transatlantic Security Relationship and 
the Position of Turkey in European Security”, Siret Hürsoy ve Nesrin Ada (ed.), NATO’s Transformation and 
the Position of Turkey,(Dzmir: Ege University Press, 2004), ss.49-55. 
20 1992 yılında NATO Kuzey Atlantik Konseyi Oslo toplantısı ve 1996 yılında NATO Kuzey Atlantik Konseyi 
Berlin toplantısı sonuç bildirgelerine göre, Oslo Communiqué ve Birlesik Müsterek Görev Gücü Kavramı 
(CJTF) gelismeleri doğrultusunda NATO, sivil-asker iliskileri ve “yumusak” askerî görevler alanına da 
faaliyet göstermeye baslamıstır. Bkz. NAC Oslo Communiqué (Oslo: 4-5 Haziran 1992) ve Berlin Kuzey 
Atlantik Konseyi Bakanlar Toplantısı, (Berlin: 3 Haziran 1996). 
21 Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. http://www.bioem.tsk.mil.tr. 
22 ISAF-II’nin yönetimini Haziran 2002-Subat 2003 tarihleri arasında 1,300 askerî personelin katılımıyla 
üstlenen Türkiye, ikinci kez ISAF-VII yönetimini Subat 2005-Ağustos 2005 tarihleri arasında yürütmek üzere 
üstlenmistir. Ocak 2004 tarihinden itibaren ise NATO’nun Afganistan’daki Sivil Temsilcisi olarak Türkiye’nin 
eski Dısisleri Bakanı Hikmet Çetin görev yapmaktadır. 
23 Kırgızistan ile AGDT arasındaki isbirliği çerçevesinde yüksek lisans eğitimine yönelik olarak Biskek’te kurulan “AGDT Akademisi” 17 Aralık 2004 tarihinde resmen 
faaliyete geçmistir. Bu çerçevede Türkiye tarafından da desteklenen Akademi’ye kurulu asamasında maddî katkıda bulunulmu ve bu makalenin yazarı ders vermek 
üzere Türk Dsbirliği ve Kalkınma Ddaresi Baskanlığı (TDKA) tarafından görevlendirilen ilk akademisyenler grubu arasında yer almıstır. Bkz. “TDKA’ya Yeni Roller”, 
Avrasya Bülteni, (Sayı 31, Şubat 2005), s.11 (01.04.2005). 
24 Türkiye NATO’nun Aktif Çaba Operasyonu’na 299 personel, devriye gemileri ve bir firkateynle katılmaktadır. 
25 Mart 2004 itibarı ile verilmiş olan bu bilgiler, Dışleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nden elde edilmistir. 
26 Ertuğrul Kayserilioğlu, “Çok Kültürlü Bir Avrupa”, Forum Diplomatik, (Sayı 1, 31 Ocak 2005). 
27 Antonio Missiroli, “Crossing the Bosporus”, The Wall Street Journal Europe, (1 Ekim 2004). 
28 Walter Posch, “Talking Turkey”, ISSEU Newsletter No.12, (Ekim 2004) 
     < http://www.isseu.org/new/analysis/analy096.html> (12.07.2004). 
29 Siret Hürsoy, “EU’s Long-Term Stability Strategy for the Middle East”, Turkish Policy Quarterly, (Cilt.3, No.2, Yaz 2004), ss.185-194; Steven Everts, “An asset but not a model: Turkey, the EU and the wider 
Middle East”, Centre for European Reform, (Ekim 2004) (16 Aralık 2004). 
30 Siret Hürsoy, The New Security Concept and German-French Approaches to the European ‘Pillar of Defence’, 1990-2000, (Almanya: Tectum Verlag, 2002); ‘3. Deutsch-Französischen Dialog – Mit Sicherheit 
in die europäische Zukunft: Deutsch-französische Perspectiven einer gemeinsamen Sicherheits – und Verteidigungspolitik’, Diskussionsbericht, (Saarbrücken: 31 Mayıs-01 Haziran, 2001). 
31 3’üncü Alman-Fransız Diyalogu katılımcılarından Lothar Rühl konusmasında önemli bir konuya dikkat çekmektedir: AB’nin tanımladığı en az 16 büyük senaryonun 13’ünün Avrupa’nın güney ve güney 
çevresinde bulunmaktadır. Ancak, AB’nin Türkiye ile olan iliskisini bir düzene koymadığı taktirde bu senaryoların tümünün “resimli bilmece” olmaktan baska bir sey olmayacağını iddia etmistir. ‘3. Deutsch-
Französischer Dialog in Saarbrücken: Europäische Sicherheitspolitik als eigenständigen Pfeiler innerhalb der Nato etablieren’, Luxemburger Wort, (2 Haziran 2001); 
Chris Donnelly, “The Occupant of a Pivotal Role in the Defence of the EU”, Financial Times, (28 Haziran 2004). 

***

AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKASI KISKACINDA TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1

AVRUPA GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKASI KISKACINDA TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ. BÖLÜM 1




Yazan: Yrd. Doç. Dr. Siret Hürsoy* 
* Yrd. Doç. Dr. Siret Hürsoy, Ege Üniversitesi, İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslar Arası İlişkiler Bölümü, 35040 Bornova, İzmir, e-mail: sireth@bornova.ege.edu.tr. 

** Bu makale, yazarın T.C. Dısisleri Bakanlığının Stratejik Arastırmalar Merkezi (SAM) yetkilileri ile birlikte, SAM ve Stockholm Uluslar Arası Barı Arastırmaları Enstitüsü (Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI)) davetlisi olarak 22 Eylül 2004 tarihinde Dsveç’in baskenti Stockholm’da katıldığı, “One Day Analytical Seminar on Turkey and ESDP” baslıklı seminerde sunduğu sözlü ve yazılı tebliğden esinlenerek yazılmıstır. 
Bkz. http://web.sipri.org/contents/director/TURKEYESDPSUMMARY.html (02.02.2005). 



Özet 

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terör saldırılarından sonra medeniyetler için terörizm, Soğuk Savaş 
döneminin ardından hâlen daha tam olarak bir düzenin sağlanamadığı “yeni” dünya sistemi içerisinde, önemli bir asimetrik tehdit olarak uluslar arası 
toplumun karsısında durmaktadır. New York, Washington, Bali, Madrid, Dstanbul ve Beslan/Kuzey Osteya’daki terör eylemleri doğrudan Türkiye’nin Avrupa 
Birliği’ne (AB) alınması tartısmalarıyla bağlantılı olmasa da, gecikmi ama çok gerekli bu tartısmanın Avrupa’da yaygın bir sekilde baslatılmasına neden olmustur. 
Eğer AB, 21’inci yüzyılda küresel bir güce sahip olmak istiyorsa, ekonomik gücünün yanında etkin bir Avrupa güvenlik ve savunma kanadını da olusturmak zorundadır. 
Bunun için de Türkiye’nin sadece bölgesel ekonomik etkinliği değil, güvenlik ve savunma alanlarındaki avantajlarının da AGSP içerisinde etkin bir sekilde 
kullanılması durumunda, AB’nin küresel bir güç olma yolunda isi kolaylasabilir. 


Giriş: Bölgesel ve Uluslar Arası Tehdit Algılamaları 

İki kutuplu dünya düzeninin basat güçleri olan Amerika Birlesik Devletleri (ABD) ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savas’ın sona ermesinden sonra, bölgeler 
arası “riskler” 1990’ın basından itibaren önemli küresel tehditler olarak yayılmaya baslamıstır.1 Bu risklerin bir parçası olan terör tipi saldırılar sonucu, klâsik tehdit anlayısı, güvenlik ve istikrar algılamaları ciddî bir sekilde yeniden sorgulanmaya baslanmıstır. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan terör saldırılarından sonra medeniyetler için terörizm, Soğuk Savaş döneminin ardından hâlen daha tam olarak bir düzenin sağlanamadığı “yeni” dünya sistemi içerisinde, önemli bir asimetrik tehdit olarak uluslar arası toplumun karsısında durmaktadır. 11 Eylül sonrası görülen terör saldırıları yeni olmamakla beraber, Soğuk Savaş dönemi ülkeler arası klâsik/simetrik tehdit algılamalarından çok farklıdır. Günümüzde terörist unsurlar sosyal, ekonomik ve politik öğeleri dinî etkenlerle sentezleştirmekte ve sonuçta dinsel inançları ideolojik bir kılıf içerisinde kuramsallastırarak uluslar arası topluma sunmaya çalışmaktadırlar.2 

New York, Washington, Bali, Madrid, Dstanbul ve Beslan/Kuzey Osteya’daki terör eylemleri doğrudan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) alınması tartısmalarıyla bağlantılı olmasa da, gecikmi ama çok gerekli bu tartısmanın Avrupa’da yaygın bir sekilde baslatılmasına neden olmustur. Medeni dünyanın sahip olduğu demokratik değerlerin tüm dünyada daha çok kabul görebilmesi ve sistematik bir sekilde yayılarak küresel hâle gelen terörizmle etkili mücadele için, AB’nin Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç kadar Türkiye’nin de AB’ye ihtiyacı vardır. Dstanbul’da 15 Kasım 2003’te Sinagog ve 20 Kasım 2003’te Dngiltere Baskonsolosluğu ve HSBC Bankasına yapılan terör saldırıları ile Türkiye hedef seçilmisti. Bu saldırıların nedeni ise 1923’te kurulusundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’nın politik ve güvenlik sistemi içerisinde olma politikası gütmesi ve aynı zamanda da yüzünü Batı’ya dönmü laik, çoğunluğu Müslüman, demokratik bir politik ve sosyal sisteme ve serbest pazar ekonomisine sahip olmasıdır. 

Terörizm, kitle imha silâhlarının yayılması ve silâh, uyusturucu ve insan kaçakçılığı gibi pek çok faaliyet uluslar arası toplumun güvenliğini doğrudan 
ilgilendirmektedir. Her ne kadar Avrupa’daki müttefikleri Türkiye’ye bu tip faaliyetlerin Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulastığı elestirilerini yapsalar da, çoğunlukla mafya ve terörist organizasyonlar tarafından desteklenen tüm yasa dısı hareketlere karsı Türkiye elinden gelen mesru mücadeleyi yapmaya çalışmaktadır. 

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Avrupa’ya karsı muhtemel risklerin ortaya çıkabileceği bölgelere sınırı olması nedeniyle Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olarak AB içerisinde yer almasının önemi giderek artmaktadır.3 Türkiye tüm bu tehlikelere rağmen yine de riskler denizinin ortasında barı ve istikrar adası görünümü içerisindedir. 

Türkiye’nin coğrafi konumu itibarı ile kendisine sıkça yapılan “Türkiye’nin bölgesel denge rolüne sahip olması” ve “Türkiye’nin jeopolitik önemi” gibi atıflardan Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada güvenliğin sağlanabilmesi için ne kadar önemli ve dengeleyici bir ülke olabileceği kanıtlanmaktadır.4 Demokratik kurumları, askerî kapasitesi ve jeostratejik konumu itibarı ile Türkiye, cömert bir sekilde Batılı müttefiklerinin kolektif savunmasına hem Kuzey Atlantik Anlasması Örgütü (NATO) hem de Batı Avrupa Birliği (BAB) örgütüne üye olarak katkıda bulunmustur. Kore savasından itibaren çok uluslu pek çok askerî ve sivil operasyona katılan Türkiye, 1952’de NATO üyesi olduktan sonra Batılı müttefikleri ile birlikte Kuzey Atlantik İttifakı Anlasması’nın 5’inci Maddesi çerçevesinde dünya barısına katkıda bulunabilmek için hem doğrudan askerî katkılarda bulunmus, hem de müttefik kuvvetlerini topraklarına kabul etmistir.5 Soğuk Savaş döneminde NATO’nun bütün güney-doğu kanadının savunma yükünü üstlenen Türkiye, yaklasık 24 Sovyet askerî tugayını kendisine angaje etmekle kalmamıs, Doğu ile Batı blokları arasındaki ortak sınırın yüzde 37’sinin 
korumasını da sağlamıstır.6 

Öte yandan Soğuk Savaş sonrası küresel siyasî ve askerî dengenin daha henüz sağlanamadığı uluslar arası ortama ilk dolaylı güvenlik tehdidi, Irak’ın Kuveyt’i 
1991’de isgali ile gerçeklesmi ve bu durum petrolün Batı’ya rahatça ulasımı üzerinde ciddî sonuçlar doğurmustur. Türkiye bu ikinci Körfez Savası esnasında ciddî ekonomik kayıplara uğramasına rağmen kritik roller üstlenmekten çekinmemi ve Batılı güçlerin önemli bir stratejik müttefiki olarak kalmıstır. Soğuk Savaş sonrası bir diğer güvenlik tehdidi ise Yugoslavya’nın parçalanması esnasında ortaya çıkan etnik çatısmalardır. 
Yugoslavya’daki iç çatısmalarla birlikte Türkiye’nin Balkanlar’daki etnik gruplar ile olan tarihî ve kültürel bağlarının önemi kesfedilmi ve etnik gruplar üzerindeki 
etkinliğinden dolayı Türkiye’ye Balkanlar’da barısın tekrar tesis edilebilmesi için bölgesel stratejik bir rol biçilmistir. 
Türk Silâhlı Kuvvetleri Somali, Bosna, Kosova, Makedonya ve Afganistan gibi güvenlik sorunlarının olduğu bölgelerde, Birlesmi Milletler (BM) bünyesinde almı olduğu barı operasyonu görevlerinin bir kısmını basarılı bir sekilde yerine getirmis, operasyonların bir kısmı ise hâlen devam etmektedir. 
Türkiye’nin BM, NATO, Avrupa Güvenliği ve D Birliği Teskilâtı (AGDT) ve AB’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) operasyonlarına katılımı ile uluslar arası barı ve güvenliği sağlamadaki net katkıları ise ABD’deki 11 Eylül terörist saldırılardan sonra kayda değer bir sekilde artı göstermistir. 

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Soğuk Sava döneminde ileri cephe ülkesi olarak üstlendiği kapitalist Batı Avrupa ülkelerinin komünist Varsova Paktı güçlerine karsı hayatî bir sekilde savunulması rolü, Soğuk Sava sonrası dönemde bir ileri cephe ülkesi7 olarak Türkiye’nin simdiki rolü Avrupa’nın çıkar ve değerlerinin “demokratik olmayan” Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerin de savunulmasına benzer olarak görülebilir. Bu bağlamda olusmakta olan “yeni” dünya düzeni konjonktüründe Avrupa’nın Gulliver’i artık Almanya değil, sınır ve bölgeler ötesi riskler üzerinde güçlü bir ele sahip olan Türkiye’dir. 

AB’nin Güvenlik ve Savunma Politikasını Olusturması ve Türkiye’nin Tutumu 

Tarihî olarak Türkiye, Balkanlar’dan Çin’e ve Fas’tan İran’a kadar geni bir coğrafyada politik, ekonomik ve sosyal bir güç olarak bölgesinin de ötesinde dengeleyici bir “menteşe” rolü üstlenmektedir. Türkiye ayrıca Balkanlar, Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Akdeniz ülkeleri ile ikili ve çok taraflı iliskiler kurarak Avrasya ve ötesinde sürdürülebilir bir barısı, dengeyi ve refahı sağlamada etkin konumda bulunmaktadır. 

Bu yüzden Türkiye’de meydana gelebilecek herhangi ciddî bir istikrarsızlık yukarıda bahsi geçen tüm bölgelerde insası düsünülen barı ve güvenlik çemberinin alt üst olması anlamına gelebileceği gibi, bunun tüm Avrupa kıtasını da ciddî bir sekilde etkileyeceğiasikârdır. Benzer sekilde bu bölgeler içerisinde gerçeklesebilecek olası herhangi bir istikrarsızlık, ancak Türkiye’nin katkısı ve Batılı müttefikleri ile beraber hareket etmesi kosuluyla önce kontrol ve sonra da güvenliğin insasıyla bertaraf edilebilir. AB’nin Ortak Dı ve Güvenlik Politikası (ODGP) Yüksek Komiseri Javier Solana tarafından açıklanan Avrupa Güvenlik Stratejisi (European Security Strategy) de zaten AB’nin Avrupa kıtası dısında kendisine yakın petrol ve doğal gaz bakımından zengin olan Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya bölgelerinde daha aktif rol alma yönündeki istekliliğ ini açıkça ortaya koymaktadır.8 Herhangi bir çeliskiye sebebiyet vermeyecek sekilde, “stratejik ortaklık” kavramının “tam üyelik” kavramına alternatif olmadığı günümüzde, Türkiye’yi tam üye olarak içerisine almı güçlü bir AB ileride tüm dünya için bir istikrar faktörü olabilir. 
İşte bu sebepten dolayı Türkiye’nin AB üyeliği AB’nin savunma kapasitesini artırmakla kalmayacak, ayrıca Türkiye’nin Batı’ya sağlayacağı güvenliğin yanında, Doğu’dan Batı’ya doğru enerji transferinin de daha sağlıklı yapılabilmesi için AB’ye önemli bir stratejik imkân sağlayacaktır. 

21’inci yüzyılın basında AB entegrasyon süreci çok önemli bir asamaya ulasmıstır. AB, Ekonomik ve Parasal Birliği’ni Avro ile bütünüyle gerçeklestirmi 
olsa da, bu ekonomik bütünlük AB’nin savunma ve güvenlik alanında hem kendi içerisinde hem de kendine komsu bölgelerde barı ve özgürlüğ ün sağlanmasında 
yetersiz kalıyorsa, AB’nin ekonomik ve politik açıdan kırılgan bir yapıya sahip olunduğu gerçeğini de yadsınamayacak bir sekilde ortaya koymaktadır. 
Bu yüzden Fransa ve Dngiltere arasında 1998 yılında imzalanan Saint Mâlo Deklarasyonu, AB’de Avrupa Politik Birliği yönünde ortak bir politik iradenin ortaya çıkmasından önce, güçlü ortak bir Avrupa savunma politikasının ortaya çıkartılabilmesi çalısmalarının baslangıcı için bir mihenk tası olmustur.9 Türkiye 
bu bağlamda AGSP’nin Saint Mâlo Deklarasyonu çalısmaları esnasında AB’nin güvenlik ve savunma politikasını NATO içerisinde etkin bir mekanizma hâline 
dönüstürülmesi kaydı ile desteklemistir. Ancak AB ülkelerinin ortak savunma politikasını da içeren bir Politik Birliğin nasıl ekillendirileceği konusunda aralarında bir uzlasmaya varamamaları, güvenlik ve savunma alanlarında ilerleme kaydetmelerini ciddî bir sekilde engellemektedir. Bu noktada var olan esas endişe, AB’nin ciddî bir dağılma süreci içerisine girebileceği değil, AB ülkeleri arasında derinlesen ortak çıkarların ve ekonomik, politik, sosyal ve güvenlik alanlarında birbirlerine olan bağımlılıklarını hangi yapı içerisinde ileriye tasıyabilecekleri ve bunun yanında AB-Türkiye ili kilerinin yeniden nasıl sekillendirileceği konusunda ortak bir paydaya varıp varılamayacağıdır. 

AB üyelerinin ortak arzusu olan güvenlik ve savunma alanlarındaki kapasitelerini gelistirmenin önünde duran pek çok engelden bir tanesi ise, NATO içerisinde Avrupa’nın önemli bir müttefiki olan ve AB ile tam üyelik için müzakerelere baslamayı plânlayan Türkiye’nin sırf henüz AB üyesi olmadığından dolayı AGSP’den dıslanması riskidir.10 NATO’nun tam üyesi olarak Türkiye, BAB’ta “ortak üyeliği” (associate membership) 20 Kasım 1992’de yeniden yapılandırılması kapsamında Roma Anlasması ile kabul etmesi, Türkiye’nin BAB’taki karar alma mekanizmalarında veto hakkının olmadığı anlamına gelse de, bu durum doğrudan bu mekanizmalara katılımına engel teskil etmiyordu.11 BAB’ın Petersberg Görevleri 1997 yılında Amsterdam Anlasması çerçevesinde AB’ye entegre edilirken, Türkiye sürekli olarak BAB içerisindeki “ortak üye” statüsünün AGSP içerisinde de aynen tanınmasını talep etmisti.12 Türkiye ayrıca basiretli bir sekilde tüm AB yetkililerine muhtemel bir askerî veya sivil müdahaleyi gerektirecek herhangi bir güvenlik sorununun Türkiye’nin yakın çevresinde gerçeklestirilme ihtimalinin yüksek olduğunu ve böyle bir durumun 
Türkiye’nin hayatî çıkarlarına etki edebileceğini makul bir dille açıklamıstır. Kurumsal ve pratik nedenlerden dolayı, AB’nin NATO’nun AB üyesi olmayan ülkelerle etkin bir koordinasyona ihtiyaç duyduğu da açıkça ortadadır. Bu yüzden NATO-AB kurumsal koordinasyon ve işbirliği için AB’nin NATO’nun en güçlü üyelerinden biri olan Türkiye ile işbirliği yapması kendi çıkarları açısından önem arz etmektedir. 23-24 Nisan 1999’da gerçeklestirilen NATO’nun Washington Zirvesi, NATO üyesi olup da AB üyesi olmayan ülkelerin statülerine saygı duyulması ve AB’nin AGSP’yi bir araç olarak kullanarak NATO’nun plânlama ve harekât kapasitelerine ulasımda Kuzey Atlantik 

Paktı üyelerinden onay alması gerektiği konusuna atıfta bulunmussa da,13 NATO’nun AB üyesi olmayan ülkelerine AGSP içerisinde AB sadece sıradan bir danısma mekanizması önermistir.14 

Bu pek de adil görülmeyen durum karsısında Türkiye istemeyerek de olsa, AB’nin AGSP çerçevesinde muhtemel operasyonları geçeklestirmek için NATO’nun plânlama ve harekât kabiliyetlerinden yararlanabilme imkânını engellemek zorunda kalabileceğini açıkladı.15 Uyusmazlığı ortadan kaldırabilmek için Türkiye, Dngiltere ve ABD arasında gerçeklestirilen üçlü müzakereler sonucu, ortaya Aralık 2001 tarihinde “Ankara Dokümanı” adı altında bir metin çıktı. Bu metin AB’ye sunulduktan sonra üzerinde bazı küçük değisiklikler yapılarak 24-25 Ekim 2002 tarihinde “Brüksel Dokümanı” veya “Nice Uygulama Dokümanı” (Nice Implementation Document) olarak isimlendirildi.16 Doküman sadece NATO-AB i birliğinin çerçevesini olusturmakla kalmıyor, ayrıca Türkiye-AB arasındaki işbirliğini de sekillendiriyordu. Nice Uygulama Dokümanı’na göre, eğer AB önderliğinde herhangi bir askerî operasyon NATO’nun imkân ve kabiliyetleri kullanılarak gerçeklestirilecekse, Türkiye doğrudan AB askerî 
operasyonlarına katılma hakkını elde ederken; NATO’nun imkân ve kabiliyetleri AB önderliğindeki herhangi bir askerî operasyonda kullanılmayacaksa, Türkiye ancak Avrupa Devlet ve Hükümet Baskanları Konseyi tarafında davet edildiği takdirde söz konusu AB askerî operasyonlarına katılma hakkı elde edebilecek. NATO’nun 1996 yılında Berlin’de gerçeklestirilen Kuzey Atlantik Konseyi toplantısı sonuç bildirgesine göre AB operasyonlarında AGSP’nin, NATO imkân ve kabiliyetlerine ulasabilmesinde Türkiye’ye ihtiyacı olduğu için veya doğrudan Türkiye’nin kendi öz imkân ve katkılarına gerek duyulduğundan, AB askerî operasyonlarına Türkiye’nin öyle veya böyle katılımının kaçınılmaz olduğu anlasılmaktadır.17 Bunun en büyük nedenlerinden biri ise muhtemel AB askerî operasyonlarının gerçeklestirileceği bölgelerin Avrupa içerisinden çok Avrupa’nın stratejik çevresinde bulunmasındandır. Öyle görülüyor ki, Orta Doğu, Kafkaslar, Orta Asya, Orta ve Kuzey Afrika bölgeleri AB’nin askerî müdahalelerini gerçeklestirme ihtimalinin yüksek olduğu coğrafi bölgelerdir. 

İşte bu nedenlerden dolayı, Avrupa’nın güvenliği için Türkiye vazgeçilmezdir ve 
tabiatıyla da uzunca bir süre böyle kalacak gibi gözükmektedir. 

Türkiye’nin AGSP’ye Yapabileceği Katkılar 

Günümüzde değismekte olan bölgesel ve uluslar arası güvenlik sistemini AB-Türkiye bağlamında analiz ettikten sonra, Türkiye’nin kendi öz imkân ve kabiliyetlerinin AGSP’yi nasıl daha etkin hâle getirebileceği üzerinde durulmalıdır. Türk Silâhlı Kuvvetleri (TSK) iyi eğitimli, profesyonel, sürekli olarak modernize edilen, etkili, geni askerî ve sivil stratejik imkân ve kabiliyete sahip ve belki hepsinden de önemlisi, bölgedeki varlığı ile tüm ülkeler tarafından ciddî bir caydırıcı güç olarak görülmektedir. 

TSK ayrıca kararlı bir sekilde Soğuk Savaş sonrası yeni tip tehlikelere karsı ortaya çıkan askerî ve sivil yöntem değisiklikleri göz önünde bulundurularak 
yapılandırılmakta, daha esnek ve hareketli hâle getirilerek, ileri teknoloji ürünü silâhlarla donatılmakta, strateji belirleme ve istihbarat alım teknikleri 
güçlendirilmektedir. Askerî personel alanındaki büyüklüğü ve yıllık savunma harcamalarındaki yüksek yüzdelik oranı ile TSK, çoğu AB ülkesinin askerî 
kuvvetlerinin önünde yer almaktadır.18 Bu çapta imkân ve kapasiteye sahip bir ülkeyi AGSP’nin dısında bırakmak hâliyle pek anlasılır olmayacaktır. Türk özel birlikleri uluslar arası barış ve istikrarın insası için oldukça büyük bir askerî personel katılımı ile bugün Somali, Bosna, Kosova, Makedonya ve Afganistan gibi dünyanın çesitli bölgelerinde dünya barış ve güvenliğine katkıda bulunabilmek için hizmet vermektedir. 

Türkiye ileri gelen güvenlik örgütlerinin üyesi olarak (BM, NATO, AGDT vs.) veya üyesi olmadığı yapılanmaların (AGSP) yanında yer alarak, hem sivil hem de 
askerî alanda uluslar arası barış ve güvenliği sağlayabilmek için diğer ülkelerle i birliği yapmayı hedeflemektedir. Kurumsal bir yapı çerçevesinde gelismekte olan AGSP, “yumusak” askerî görevler (yarı-askerî sivil odaklı misyonlar) için siyasî bir mekanizma olarak AB’nin etkin ekonomik ve diplomatik araçlarıyla 
desteklenmektedir.19 

  Bu sebepten dolayı, AB’nin AGSP’sinin kriz önlemede, yönetiminde ve sivil-asker iliskilerinde NATO’dan daha avantajlı bir konumda bulunduğu ileri sürülebilir.20 

Türkiye ise BM, NATO, AGDT ve AB çerçevesinde gerçeklestirilecek olan tüm uluslar arası kriz engelleme girisimlerine, demokrasinin imarı ve ekonomik, sosyal ve politik rehabilitasyon gibi faaliyetlere, uluslar arası barı ve istikrara hizmet etmesi durumunda aktif bir sekilde katılmayı arzulamaktadır. 

AGSP’nin ortaya çıkısından itibaren Türkiye, NATO’nun Avrupa üyelerinin güvenlik ve savunma alanlarında daha fazla sorumluluk üstlenmeleri gerektiği 
üzerinde durmakta ve bu yönde atılacak adımları desteklemektedir. Türkiye ayrıca “Baslık Hedef Görev Gücü Projesi”ne (Headline Goal Task Force Project) ilk destek veren ülkeler arasında yer almakla birlikte, bir tugay askerini hava ve deniz destek gücü ile birlikte bu projenin hizmetine sunmustur. Türkiye bu proje bağlamında seçilmi askerî birliklerini kendisinin de yer aldığı Avrupa’nın güvenliği ve savunması için görevlendirmeye hazır olduğunu açıklamıstır. Eğer AB 21. yüzyılda küresel bir güce sahip olmak istiyorsa, ekonomik gücünün yanında etkin bir Avrupa güvenlik ve savunma kanadını da olusturmak zorundadır. Bunun için de Türkiye’nin sadece bölgesel ekonomik etkinliği değil, güvenlik ve savunma alanlarındaki avantajlarının da AGSP içerisinde etkin bir sekilde kullanılması durumunda AB’nin küresel bir güç olma yolunda isi kolaylasabilir. 

Öncelikle herhangi bir uyuŞmazlığın üstesinden askerî olmayan yöntemlerle gelinmeye çalışılmalı ve askerî güç kullanımı son çare olarak düsünülmelidir. 
Bu yüzden karargâhı Ankara’da bulunan NATO’nun “Barı için Ortaklık” eğitim merkezi, 21 AB’nin AGSP’si ile i birliği yapılarak daha büyük bir kurum hâline getirilebilir ve demokratikleşme, terörizm ve sınır ötesi tehlikelere karşı işbirliği, güven artırıcı önlemler, çatışmaların engellenmesi, polis ve sivil yöneticilerin eğitim merkezi olma gibi önemli konular üzerinde uzmanlasması sağlanabilir. Asker politika için bir araç olsa bile, politikanın askerleştirilmesinin engellenmesi esas hedef olmalı ve askerin politikanın diğer araçları arasında kullanımı sadece son çare olarak düşünülmeli dir. 

Türkiye’nin geni bir coğrafyada güvenlik ve istikrara katkısı ve AGSP’nin daha etkin hâle getirilmesi çerçevesinde oynayabileceği diğer önemli roller asağıdaki 
yetenek ve deneyimleri bağlamında analiz edilebilir: 

Balkanlarda istikrar sağlama girisimleri sonucu Arnavutluk, Bulgaristan ve Makedonya ile Türkiye ikili Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler (Confidence and 
Security Building Measures) antlaşmaları imzalamıstır. 

Balkanlardaki ülkeleri uzlasma masasına getirebilme girisimlerinden dolayı ve ortak güven ve iyi komsuluk iliskilerini güçlendirme çabası çerçevesinde Türkiye, Güney Doğu Avrupa Çok Uluslu Barı Gücü olusturulması için önayak olduğu gibi, daha sonra da Güney Doğu Avrupa Tugayı’nın olusturulmasını sağlamıstır. 

Ortak çıkarlar vesilesi ile Karadeniz ülkelerinin bir araya getirilmesi çabaları sonucu Türkiye, Karadeniz Ekonomik İş Birliği (KED) oluşumunun gerçekleşmesi ni sağlamıştır. Karadeniz’e kıyısı ve donanma gücü olan ülkeler kendi aralarında Karadeniz Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler belgesini de onaylamışlardır. Türk Donanma Komutanının baslattığı Karadeniz çokuluslu görev gücü –diğer adıyla Karadeniz Gücü (BLACKSEAFOR)– tarihte ilk kez sahil ülkeleri donanmalarının insanî kurtarma operasyonlarından ortak bir diğer –önceden antlasmaya varmak kaydıyla– herhangi görev adı altında bir araya gelebilmelerini sağlamaktadır. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***